YUNUS SÛRESİ-1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ (1) أَكَانَ لِلنَّاسِ عَجَبًا أَنْ أَوْحَيْنَا إِلَى رَجُلٍ مِنْهُمْ أَنْ أَنْذِرِ النَّاسَ وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ قَالَ الْكَافِرُونَ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ مُبِينٌ (2)
***
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ (1)
(E L R TiLKa EAvYAvTu elKiTAvBı elXaKIyMı)
“ELR bunlar Hakîm Kitab’ın âyetleridir.”
Kur’an sûrelere ve âyetlere ayrılmıştır. Kendisi bir bütündür. Her sûre de ayrı bir bütündür. Her âyet de kendi başına bir bütündür; manalandırılırken önce âyetin kendisi manalandırılır, sonra sûre içinde değerlendirilir, daha sonra da kitap bir bütün olarak ele alınır.
Kur’an’daki sûrelerin dağılış şekilleri şöyledir.
114 = 1+(1+112) = 1+(1+64+32+16) = 1+(8+12+35+10)+32+16
1: Tevbe suresi (besmelesiz)
Fatiha ayrı bir sûredir, fihristtir.
Ondan sonra 113 sûre gelmektedir. Kur’an buna “Büyük Kur’an” demektedir.
113 sûreden Enfal Sûresi ile Tevbe Sûresi arasında Besmele yoktur, böylece 112 sûre olmaktadır. Fatiha Sûresi harflerinin sayısı da 112’dir.
112 sûre 64, 32, 16 = 8*8+4*8+2*8 = 2*7*8 şeklinde dağılmıştır.
İlk 4*2 sûre Tevbe Sûresi ile tamamlanmıştır. Şimdi 4*3=12 sûre gelmektedir. Bu sûrelerin hepsi Mekkîdir. Sureler üçer üçer bölünmüştür. İlk altı sûrenin başında ELR vardır. Bunların dördüncüsü ELMR şeklindedir. Sonraki üç sûrenin başında harf yoktur. Sonra KHY gelmektedir, TH gelmektedir. Sonra yine başında harf olmayan sûre vardır. Sonra Medenî sûre gelmektedir.
“Elif Lam Ra” yazılış itibarı ile 3 harftir. E boğazdan çıkar, L ve R ortadan çıkar. Bundan önceki sûrelerde ELM geçmişti. Burada ELR olarak geçmektedir. Allah’tan resule manasında ifade edilmiştir. ELM Allah’tan resul vasıtası ile gelen (min) manasını verebiliriz. Burada ise Allah’ta resule denmiştir. Orada insanların amel ile ilgili hükümlerini içerdiği halde, burada risaletle ilgili hükümleri içermektedir. Bu sebeple burada orta harfler tekrar edilmiştir.
Kelime sayısı üçtür. Buna karşılık harf sayısı 3+3+2=8’dir.
Bundan sonraki kısım da dört kelimeden oluşur. Toplam beş kelime eder. Bir elin parmakları olarak görebiliriz.
Harf olarak da Tilke:3 Ayatul:5 el-Kitabi:5 el-Hakiymi:5 Toplam 18 harf etmektedir. ELR’yı da eklersek 26 harf etmektedir. ELFLAMRA=AA+EMF+LLR
(Uzun 2 + Şemsiye 3 + Kameriye 3)
TLKE AYAT LKTAB LXKIM = AAAI + BM + EYXKKK + TTT + LLL
(2 dudak + 6 Orta + Boğaz + 4 Uzun)
Burada görülüyor ki Mekke sûrelerinin matematik yapısıyla Medine sûrelerinin matematik yapısı arasında büyük fark yoktur. Tevbe Sûresi’nin son âyetinin kelime sayısı 18 idi, ikili üçlü bölünmelere tabi idi.
“ELR” ayrı âyet, “Tilke âyâtü’l-kitabi’l-hakimi” ayrı âyet olabilir. O takdirde Yunus Sûresi’nin âyet sayısı 110 olur. Bu takdirde ELR mübtedadır, haberi mahzuftur. Yahut haberdir, mübteda mahzuftur.
“Tilke” “ELR”ya işaret ederek “Tilke” mübteda olur, ondan sonra gelen haber olur. Bize “ELR” gösterilmiş ve “bunlar hakim kitabın âyetleridir” denmiş olur. Arapça ön ekler de aldığı için bir kelime kısaca bir harfle ifade edilecekse baştaki harf seçilmez. Kelimenin içinden bir harf seçilebilir. Mesela “ilim” için ayn’ı seçme şartı yoktur, “Lam” veya “Mim” seçilebilir. Buradaki “Ra” Kur’an’ı ifade etmiş olabilir. “El-Kur’an” yerine “EL Ra” seçilmiş olur. Bize Kur’an gösteriliyor, Kur’an’ın yazılı sahifeleri gösteriliyor ve diyor ki; bunlar elinizde tuttuğunuz kitabın anlattığı manalar, Kur’an hakim kitabın âyetleridir.
Yirminci yüzyılda dünyaya geldik, okuyarak tahsil sahibi olduk, artık düşünüyoruz...
Ben kimim, niçin var edildim, nerden geliyorum, nereye gidiyorum, görevim nedir?..
Akıbetim nedir?..
Bunları sorgulamaya başladım...
Geçmişte yazılanları okumaya başladım. Herkes bir şey anlatıyor. Hiçbirisi birbirine uyumlu değil. İşte bu kitaplardan biri de Kur’an’dır. Okumaya başladığımda bana baştan diyor ki; bu kitap senin okuduğun diğer kitaplara benzememektedir. Hakim bir kitabın âyetleridir. Harflerden oluşan bu kitap hakim kitabın âyetleridir. Bizzat harfler mucizedir. Kur’an’da 29 yerde geçmektedir. Harflerin sayısı da 29’dur. Harfler seçilirken sistematik seçilerek sana şifre vermektedir. 29 harf olmakla beraber biri sesli harftir, tek başına söylenmez. Onu çıkardığımızda 28 harfin 14’ü şemsiye, 14’ü kameriyedir. Sûrenin başlarında kameriyenin yarısı, şemsiyenin de yarısı geçer. “eL” harfi tarif olarak tek harf kabul edilecektir, çünkü ayrıca geçmemektedir.
Bu hususu daha ilk müfessirler keşfetmişler ve tefsirlerde yazmışlardır. Kur’an, ilâhi kitap olduğunu matematiği ile göstermektedir. Bundan önce üzerinde çalıştığımız ve yazdığımız “Kur’an Matematiği” seminerlerimize dikkat edilmelidir.
Âyet/ler nedir?
Kesin işaretlerdir. Trafik levhalarıdır. Konya’ya gider, Ankara’ya gider diye yazar. İşte Kur’an’ın kelimeleri ve harfleri de böyle kesin adresleri gösterir. Levhalar yanlış konmuş olabilir ama birçok kişi o levhalara uymuş ve Konya’ya veya Ankara’ya varmışsa, artık o levhalar kesindir. Kur’an’ın gösterdiği yoldan insanlık yürümüş ve bugünkü hâle gelmiştir. Kur’an’ın gösterdiği yoldan yürütülmüş ve insanlık bugünkü duruma gelmiştir.
KUR’AN NE YAPMIŞTIR?
1- KUR’AN her şeyden önce Arap topluluğunu cahiliye Mekke döneminden Medine (medeniyet) dönemine geçirmiştir. Başkansız ve mahkemesiz ilkel yaşayış şeklinden başkanı olan, mahkemeleri olan, şeriatı olan bir topluluğa geçirmiştir. Bu durum yalnız Arabistan’a has bir olay değildir. Bugün artık cahiliye döneminde yaşayan hiçbir yer kalmamıştır.
2- KUR’AN insanları tabilik döneminden içtihat dönemine geçirmiştir. Tabilik döneminde insanlar yetkililere sorarlar ve yetkililer ne karar verirlerse ona göre hareket ederler. Sorumluluk yetkiliye aittir. Hâlbuki içtihat döneminde kişi mevcut olan şeriat içinde kendisi içtihat yapar ve kendi içtihadına göre amel eder. Sorumlu olan da kendisidir. Hesabını bağımsız yargıya kendisi verir. İnsanlık bunu yani bu sistemi henüz kavramamıştır ama kavrama çabasındadır. Demokratik mücadele budur. Bürokrasi sistemi sona ermektedir.
3- KUR’AN sayesinde yeryüzü tek topluluk hâline gelmektedir. Birleşmiş Milletler vardır. İnsan hakları diye kavramlar getirilmiştir. Bunu ilk ortaya koyan Kur’an’dır. Tek kitaba indirgenmiş ve yeryüzünü aynı şeriatta toplamıştır.
4- KUR’AN insanlara müsbet düşünmeyi öğretmiş ve şer’î kıyas dediğimiz karşılaştırarak benzerlere aynı hükümleri verme sistemini öğretmiştir. Bugün insanlık binyıl öncesinden çok farklı yerdedir.
Demek ki Kur’an’daki harf ve kelimeler yapıları itibariyle mucize oldukları gibi gösterdikleri yol itibariyle de mucizedir. Hakim olarak belirlenmiştir. Yani kendisi muhkemdir. Onu değiştirmek ve bozmak mümkün değildir. Ayrıca içerdiği hükümlerle de insanlığı silahsız olarak kendine uydurma gücüne sahiptir. Nitekim İslâm devletleri fethettikleri ülkelerin hiçbirinde zorlama yapmamışlar, halkı kendi hallerine bırakmışlardır. Ancak halk ya kendi istekleri ile İslâm dinine girmiş ya da İslâm dininin hükümleri içinde yaşamaya başlamıştır.
Demek ki Kur’an âyetlerden ibarettir; bizi doğru yola götüren âyetlerden ibarettir.
الر
E L R
Arapçada sesli harfler yoktur. Sesli harfler sessiz harflerin hâli kabul edilir. Ayrı harf olarak değil de esre-üstün-ötre şeklinde harekelerle gösterilir. Türkçede “De” iki harf kabul edilir. Arapçada “De” “D” harfinin e hâli i hali u hâli olarak kabul edilir. Türkçede yalın halde bulunan EIUA harfleri de Hemze dediğimiz harf ile ifade edilmektedir. E hemzenin e hâli, A hemzenin a hâlidir. Türkçede kalınlık ve incelik sesli harfler üzerinde yapılmakta, Arapçada ise kalınlık ve incelik sessiz harfler üzerine yapılmaktadır. Sin se-si-sü şeklinde, Sad sa-sı-su şeklinde okunmaktadır. Elif uzun e halini gösterir, E ise sessiz harflerin ortak harfini gösterir. Kur’an’da “elif” dendiği zaman A harfi anlaşılır. Arapçada ise E harfine “hemze” denmektedir. Bir de Arapçada harfi tarif vardır, bu “L” harfidir. Kelimenin başına gelir. Tek başına söylenemediği için “eL” şeklinde söylenir. Kur’an’da “eL” şeklinde geçmekte olup tek başına ne “Lam” vardır ne de “e” vardır. Sûre başlarında birlikte geçen “el” “A,I,U”nun karşılığı kabul edilir. Dolayısıyla hemze Kur’an’da geçmemektedir.
“ELR”ya hiçbir anlam vermeden sadece sûreleri gruplandırmak üzere gelmiş harf olarak kabul edebiliriz. Şimdilik bundan daha ileri bir mana akla gelmemektedir.
تِلْكَ
(TiLKa)
“Bunlar”
Dişi işaret sıfatıdır. Çok olanlara da işaret eder. Lam harfi işaret edilenlerin lafızlardan çok manalarına işaret etmektedir. Bununla beraber harflerin adlarına işaret ettiğine göre manalara delalet eden harfler demektir. Ağzımızdan çıkan sesler lafızdır, seslerden ibarettir. Bunlara manalar yüklenince “kelime” olmaktadır, “kavl” olmaktadır. Yalnız mana değil, yalnız sesler de değil, manaları olan sesler demektir.
“ELR”yı Kur’an’ın adı olarak kabul edebiliriz. Kur’an’ın değişik adları içinde bir tanesi “ELR” olmaktadır. Başındaki “el” de harf-i tarif kabul edilirse “R” harfi Kur’an’ın adı olur, Kur’an lafzının orta harfidir.
Diller tasnif edilirken harflerin sayısına göre tasnif edilirler. Her dil ayrı miktarda harf kullanır. Bu dillerin özelliğidir. Türkçedeki sayı bakımından harf sırası Çinceden farklıdır. Bu dillerin matematik yapısı ile ilgilidir. Kur’an’da dört grup harf vardır. Ön ve arka kameriyeler ve düz ve titrek harfler. Titrek harflerin sayısı dörttür. Biri dudak harfidir. LRN aynı yerden çıkarlar. En çok geçen harf bu olmalıdır.
آيَاتُ
(EAvYAvTu)
“Âyetler”
“Evye” kuş yuvası demektir. Türkçedeki “yuva” kelimesi de buradan gelir. Sonra “ve” “ye”ye dönüşmüş “Eyeye” olmuştur. Yüksek yerlerdeki yapılar, işaretler âyettir. Türkçedeki ay da buradan gelmiş olabilir.
“Âyet” işaret, alamet, delil demektir. Başına “e” harfi getirilirse “e âyet” “delil mi, hangi delil” anlamlarına gelir. Sonraları ism-i mevsul olarak veya soru edatı olarak “hangi” anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
(EayYANa) “Eyyü ân” demektir. “Han” su kenarındaki konaklama yeridir. Hayvanlar belli saatlerde buraya gelip su içerler. Bu esnada bunların sütü sağılır. “Hane” mastarı develerin suya gelmesi zamanının yaklaşması demektir. Sonra “hîn” herhangi bir işin yapılması için ayrılan zaman olmuştur. Son “ha” düşmüş “ân” olmuş, şimdiki zaman için kullanılmaya başlanmıştır.
Hudut taşları ve yol işaretleri, bayrak âyet olmuşlardır. Kur’an’da bir veya daha fazla cümlelerden meydana gelen gruplara âyet denmektedir. Çoğu bir cümle olmakla beraber âyet farklıdır. Âyet, içinde geçen kelime ve harflerin sayıları itibarı ile seçkin sayılara göre düzenlenmiş olmasıdır. Nasıl şiirde aruz kalıpları varsa, Kur’an’da da benzer harf sayıları vardır. Şiirlerin vezninden daha ahenklidir ama onlara benzemez.
Kur’an âyetlerden oluşur, her âyetin matematiği Kur’an’a hastır. Bu sebepledir ki bir âyetin bir harfini değiştiremezsiniz. Âyetler birleşip sûre olurlar. Sûrelerde de durum böyledir. Kur’an’ın bütününde de durum budur.
Âyetlere uyulduğu takdirde seni varacağın yere götürür. Kur’an’ın âyetleri de böyledir. Onun dediklerini yaparsanız hidayete erersiniz, gideceğiniz yere gitmiş olursunuz.
Kur’an’ın iki mucizesi vardır.
Biri harf ve kelimelerin sayısıdır, onların dizilişleridir.
Diğeri ise içerdiği manadır, uygulandıkları zaman çözümlerin oluşmasıdır.
Bu asrın sonunda Kur’an’ın getirdiği düzenin ne derece sorunları çözücü olduğu ortaya çıkacağı için Kur’an’ın âyet olduğu teyit edilecektir.
“Âyât” burada dişi kurallı çoğul gelmiştir. Trafik işaretleri tek başlarına sizi hedefe götürmez. Birlikte konmuş levhaların tamamı âyetse sonunda hedefe varırsınız. Kur’an’ın âyetleri de böyledir. Her biri ayrı ayrı âyet olduğu halde ancak sûrenin tamamı birlikte âyât olur, Kur’an’ın tamamı âyât olur.
الْكِتَابِ
(elKiTAvBı)
“Kitabın”
“Kitab” yazılı hükümlerdir. Bir defa yapılmak üzere değil de kural olarak sürekli yapılacak işleri içeren yazılı, hattâ yazılı olmayan hükümler mecmuasına kitap denmektedir. Müminlere yazılan kitaptır denmektedir. Yani farz anlamına gelmektedir.
“El-Kitab” burada marife gelmiştir. Bu sûre Mekke’de nâzil olmuştur. Henüz tamamlanmış değildir ama tamamlanmış bir kitap olduğunu bildirmektedir.
Kur’an diğer kitaplardan farklıdır. Diğer kitaplar yazarın yazdığı güne kadar olanları içerir, yazdıktan sonra olan olaylardan söz edilemez.
Geçen günlerde Ayasofya için Mustafa Kemal’in “Atatürk” soyadlı bir belge açıklanmıştır. Oysa Mustafa Kemal “Atatürk” soyadını Ayasofya müze olduktan sonra almıştır. Demek ki bu belge sahtedir yahut sonra imzalattırılmıştır.
Kur’an diğer bütün kitaplardan farklı olarak ne zaman okunuyorsa o zamanın bütün olaylarını içinde bulmak mümkündür. Kur’an okunduğu gün Allah tarafından okuyana nâzil olmuş bir kitaptır, lafzı birdir, dili birdir ama her okuyanın okuduğu zamanki manası farklıdır.
“Ben Karagülle’yim” dediğimde, diyen bensem doğrudur ama bu cümleyi bir başkası derse yanlıştır. Demek ki bir cümle söyleyen, söylenen, yer, zaman ve şartlara göre ya doğrudur ya yanlıştır. Kur’an’ın söyleyeni Allah’tır, söylenen kimse her hidayet arayan kimsedir. Söylendiği zaman ve yer ise okunduğundadır.
Kur’an’dan başka böyle bir kitap bulamadığımız için Kur’an bir mucizedir, âyâttır.
الْحَكِيمِ (1)
(elHaKIyMı)
“Hakim olan.”
“Hakim” faîl vezni üzeredir. İsm-i fail de olabilir, ism-i meful da olabilir. Yani kendisi çok muhkemdir. Kimse yerinden söküp atamaz, yerini değiştiremez anlamındadır. Yahut getirdiği hükümler muhkemdir. Onlara uyanlar hidayet bulurlar.
Kur’an’ın metni melekler tarafından hazırlandı ve insanlara indirildi. Onun hükümlerini değiştirecek yoktur. Değiştirmek isteyenlere çarpar ve onlar helâk olurlar. Avrupa’dan aktarılan kanunlarla ülkenin kurtulacağını sananlar hayal peşindedirler. Kur’an’ın dışındaki hükümler insan yapısına uygun değildir, ancak değişik hastalıkların ve başarısızlıkların kaynağı olurlar.
Kur’an bütün âyetlerinde bunu iddia etmiştir. 1400 sene önce Arabistan’da ortaya çıkan bu iddia yavaş yavaş yayılmıştır. Ne var ki bugün Kur’an’ın hükümlerini kimse uygulamamaktadır, bütün hastalık ve sıkıntı da buradan gelmektedir.
Şimdi bizim varsayımlarımızı tekrar ediyoruz.
a) Kur’an Allah’ın sözüdür. Bugün bize nâzil olmuştur.
b) İnsanlık bugün zulumat içindedir, ancak Kur’an nuru ile aydınlanabilir.
c) İnsanlık bugün dalalet içindedir. Sömürü sermayesi karşılığı olmayan parasına dayanarak bir şey söyletir, insanlar hâlâ ona inanır ve tekrar eder. Hukuk diye bir şey yoktur. Günü gelince güçlü olanlar istedikleri maddeyi ve istedikleri yorumu uygularlar. Çünkü çelişkili kanunlar hazırlanıyor ve kanunlar çeşitli şekillerde yorumlanıyor.
d) Muhtemel olan bir zaman sonrasında “Adil Düzen” gelecek ve Kur’an’ın hükümleri dünyayı değiştirecektir. İnsanlar bu sayede bugünkü dalalet günlerini unutacaklar ve bir daha gaflete dalacaklardır.
أَكَانَ لِلنَّاسِ عَجَبًا أَنْ أَوْحَيْنَا إِلَى رَجُلٍ مِنْهُمْ أَنْ أَنْذِرِ النَّاسَ وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ قَالَ الْكَافِرُونَ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ مُبِينٌ (2)
(Ea KAvNa LielNASı GaCaBan EaN EaVXaYNAv EiLAy RaCuLin MinHuM EaN EaNÜiRi elNAvSa Va BaşŞıRı elLaÜIyNa EAvMaNUv EanNa LaHuM QaDaMa ÖıDQın GıNDa RabBiHiM QAvLa eLKAvFıRUvNa EinNa HAvÜA LaSAXIyRun MuBIyNun)
“Nâs için acab midir: Biz kendilerinden bir recüle şöyle vahyettik. Nâsı inzar et. İman etmiş olan kimseleri tebşir et. Rableri indinde onlar için sıdkın kademi vardır. Kâfirler bu mübin sahirdir dediler.”
Kur’an’ı takdim ettikten sonra, Kur’an’ın geliş şeklini anlatmaktadır. Bilhassa Kur’an’ın nâzil olduğu bu çağın insanı vahyi kabul etmemektedir, meleklerin insanlarla konuşamayacağı kanaatindedir. Kur’an eğer o gün Kur’an vahyedilirken bu hususu belirtseydi sorabilirdik; dün vahiy alan kimse bugün neden vahiy almamaktadır?
Bir kadın ellilerden önce çocuk doğurmaktadır. Sonra doğuramaz duruma gelmiştir. Diyebilir miyiz ki eskiden de doğurmamıştır. Canlılarda yaşlarına göre değişik özellikler ortaya çıkar ve kaybolur. Allah insanı yarattı. Onu belli eğitim çağına gelinceye kadar, ona vahyederek onu eğitti, vahyi alacak şekilde yarattı. Artık baliğ olup kendi kendisini yönetecek hâle getirdikten sonra da vahyi alan hâle getirdi.
Önce kromozomlarda genler vardır. Bazı özellikleri onlar taşır. O özelliğin olmadığı canlıda o özellik bulunmaz. Demek ki aynı zamanda yaşayan insanların bir kısmı vahyi alacak şekilde kodlanmıştır, bir kısmı ise vahyi alamayacak şekilde kodlanmıştır. Sonra insan neslinde saatli genler vardır, nesle göre onlar kaybolmaktadır. Daha eski nesilde mevcut olan bir özellik sonraki nesilde olamayabilir. İnsanların vahye ihtiyaçları olmadığı çağa erişilince vahiy kesilmiştir. Sonra Allah melekleri artık göndermemekte, onlar da izinsiz bizimle görüşememektedirler.
Sonuç olarak vahyin bugün kesilmiş olması geçmişte de olmazdı iddiası ilmî değildir.
Bu âyette “nâs” kelimesi tekrar edilmiştir. İkinci nâs bugünkü nâstır, inkârcı çağımızın nâsıdır. Birinci nâs ise Kur’an’dan önceki nâsı da içine alan bütün nâstır. Onun için “lehüm” denmemiş de “li’n-nâs” denmiştir.
Kur’an “Ey iman edenler” hitabını yalnız Medine sûrelerinde zikretmektedir. “İman etmiş olanlar” olarak Mekke sûrelerinde de zikretmektedir. Burada iman etmiş olanlar tebşir ediliyor, nâs ise inzâr ediliyor.
Tebşir edilen sıdkın kademidir.
Vaad olundukları vaadin sıdkı: vaad olunmuş, o da yerine gelmiş bu vaadin sıdkıdır.
Sıdkı tekzip etmek, doğru olan şeyi yalanlamak... Doğruluğunu bilmediğin şey hakkında susarsın ama bilmediğin şeyi tekzip etmezsin.
Sıdkı getiren onu tasdik eden kimse... Hem getirmiş hem de tasdik etmiş. Doğru söyleyip mütereddit olmamak gerekir. Doğruya sahip çıkmadır. Birçok insan vardır ki doğru söyler ama onu savunmaz. Onlara muttaki denmektedir. Bir kişiden bahsettikten sonra topluluktan bahsederek onlar muttakidir denmektedir. Demek sıdkı getiren de tasdik eden de bir kişi hükmündedir. Tasdik edenler getirenler gibidir.
Sadıkları sıdkları ile ceza etsin diye. Sıdk tekil, sadık çoğuldur. O halde sıdk tek kişinin işi değildir. Sıdk kalbi tasdik değildir. Sıdk gerçekleştirmedir. Bu da ancak topluluk sayesinde yapılır.
Sıdkın kademi, sıdkın mübevvei, sıdkın müdhalı, sıdk-ı lisan, sıdkın muhreci, sıdkın makadı şekillerinde Kuran’da geçmektedir.
Rabbinin kelimeleri sıdkan ve adla olarak tamamlanmıştır.
Allah sadıklara sıdkları sual etsin diye. Burada sıdklarını sormasının sebebi, yaptıkları işi bilinçli yapıp yamamaları şeklinde soracaktır. Doğruluğu nasıl ispat ettiklerini soracaktır. İçtihadın illetini ve kıyası soracaktır.
Sıdk değişik şekilde ifade edilmiştir. Başta sıdkın makamı için yer hazırlanmıştır. Sıdk bir hayattır. Doğruların hayatıdır. Yalan söylemeyenlerin hayatıdır. Telefonu açmayıp ben burada yokum diyenler sıdk içinde değil kizb içinde yaşayanlardır.
Hayatta insanların çoğu başkalarına zararsız da olsa yalan söylerler. Doğru söylemez, başka şey uydururlar. Bir yönetici birini almak istemezse ‘kadrom yoktur’ der, yalan söyler. Hâlbuki ‘ben seni almak istemiyorum’ dese doğru söylemiş olur.
Hayatımda yalan söylememe ilkesini uyguladım. O sebeple asla sıkıntı çekmedim. Benim ağzımdan bir söz çıkarsa onu her yerde tekrar ederim. Yoksa ağzımdan o kelime çıkmaz. Başkalarından gizleyeceğim bir iş de yapmam.
İşte böyle bir toplulukta yaşıyorsanız, kimse yalan söylemiyorsa, herkesin her şeyi aşikârsa, bu topluluk doğrular topluluğudur. Allah onlar için sıdk kademi, sıdk yeri yapmıştır. Kadem olarak getirilmiş olması devamlı kalmasa bile istediğin zaman gidersin, orada yalan bir cümle ile karşılaşmazsın. Bu sıdkın kademidir.
Sıdk kademini insanların birbirlerine yalan söylemediği ve ona göre yaşayabileceğin bir çevre olarak anlarız. Herkese tavsiye ederim, karşı taraf kırılacak diye yalan söylemeyin. Suç işlemişseniz ve bunu sorarlarsa, suçunuzu itiraf ediniz ve cezasını çekiniz; böyle yaparak çok rahatlayacaksınız. Yoksa hayatınız boyunca yalan söylemek zorunda kalırsınız ve hayatınız boyunca korku içinde olursunuz.
Kâfirler ise devamlı yalan söyleyen kimselerdir. Gerçekleri gizleyerek yalan söyledikleri gibi ‘yalansız dünya olur mu, gizlisiz dünya olur mu’ derler. Onlar gizliliği hak kabul ederler. Toplantılar gizlidir, kayıtlar gizlidir.
İzmir’de gerek partide gerekse kooperatifte tüm toplantıları açık yaptık. Açık yaptığımız için hiçbir zorlukla karşılaşmadık. Baştan savunduğumuzu sonuna kadar savunduk.
Bizim Masonlardan ayrıldığımız nokta budur. Onlar gizlilikte güç var derler. Biz açıklıkta güç var deriz. ‘Sahirin mübin’ derler. Kandırıcı bir sahirdir yahut sahir olduğu açık bir sahirdir demek isterler.
Buradaki “racül” Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Nekre gelmiş olmasının sebebi onların bu hususta bilip tanıdığı kişinin olmamasıdır. Bir de tüm Arabistan kastedilmektedir. Dolayısıyla nekredir. Ama “enziri’n-nâse” derken de bize hitap etmektedir. Bizi de inzar etmiştir, bugün iman edenleri tebşir etmiştir.
Bundan önceki sûrelerde Kur’an’ın hükümleri anlatılmıştır. Şimdi ise Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu beyan etmektedir. Nüzul ile başlamaktadır. Mekke’de kırk yaşına gelmiş bir zat çıkmış, Kur’an âyetlerini okumaya başlamış. O âyetlerde sıdk istemektedir. İnanmadıkları şeyleri savunma gibi saçmalıkları yermektedir.
Bugün de Mustafa Kemal’in yaptıklarını beğenmeyen birçok kimse vardır ama onu savunmaktadırlar. Hayatında karşı oldukları Erbakan’a şimdi methiyeler dizmektedirler. Ne o gün inanarak karşı idiler, ne de şimdi inanarak taraftırlar. Söyledikleri şeyin doğru olup olmadığına değil, nasıl söylerse karşı tarafı memnun edeceğini veya kandıracağını düşünür ve ona göre söyler. Böyle bir topluluk kâfir topluluktur.
Hattâ öyle topluluklarda öyle sözler vardır ki kimse o sözlere inanmamaktadır. Yalan olduğunu, yanlış olduğunu bilmektedir ama herkes o yalanı söylemektedir. O yalanı söylemeyenler suçlanmaktadır.
Kişiler lehine veya aleyhine söylenenler de böyledir. Kendisinden değil mi yahut onu yok etmek mi istiyor; ağzına ne gelirse ona yakıştırmakta, kendisinden mi yahut şimdilik cumhurbaşkanı yapmak istiyor mu, sevmese de ona methiyeler dizmektedir. Ona her vasfı isnat etmektedir.
İyi bir iş mi yapmıştır? Yaptığı iş iyi değildir ama iyi gösterilmektedir. İşte sahiri böyle anlayacağız. Sahir demek olanı olduğundan başka gösteren kişi demektir. Birtakım maharetlerle ve montajla olmayanı olmuş göstermektedir. Bugünkü teknolojide tüm televizyon gösterileri sihirdir, montajdır. Sihir bugün artık sanayi olmuştur.
Kişilerde olanı olduğundan farklı göstermek de sihir olduğundan fazla yaygınlaşmıştır.
Biz Kur’an’ı hep 1400 sene önceki insanlık mantığı ile okuduğumuz için söylenenleri bir türlü kavrayamıyoruz. Kur’an’daki kelimelere bugünkü topluluğa bakıp neye tekabül ettiğini düşünürsek günümüzü kavrarız.
Allah insanı ve topluluğu hep bir yarattı. On bin sene, hattâ altmış bin sene önceki insanla bugünkü insan arasında fark yoktur. O gün de uzaktaki insana işaretle duyuruyordu, bugün de insan televizyonda aynı şeyi yapmaktadır. Sadece teknoloji değişmiş, sadece uzaklık değişmiş. Kur’an’daki ifadelerin fıtri manaları değişmez ama o fıtratın görüntüsü değiştiği için görünenden farklı olur.
“Sahirin mübin” olması kendisini ortaya çıkaran anlamındadır.
“Beyan” yarık demektir. “Bane” açık oldu demektir. Yani baştan beri açıktır demektir.
“Mübin” ise kendisini açığa çıkardı, yarıldı anlamına gelir. Başka bir şekilde de ifal babında başkasına açıkladı, beyan etti anlamındadır.
“Mübin sahir” demek, sahir olduğu açık kimse demek olduğu gibi iyi sihir yapan, yaptığını maharetle başka gösteren anlamındadır da.
أَكَانَ
(Ea KAvNa)
“Oldu mu?”
Olmaması gerekirken oldu mu manasındadır.
“Beyn” yarık demektir. “Hevn” düzlük demektir. “Kevn” de çıkıntı, sırt demektir.
“Hevn” yokluğu bildirir, uzaktaki veya görünmeyen anlamındadır.
“Beyn” insanın kendisini bildirir.
“Kevn” de ortada olan, görünen anlamındadır. Oluşu ifade eder. Sonradan olma manasına gelir yahut baştan beri öyledir anlamına gelir. Burada baştan beri insanlar bunu acayip mi karşılıyor anlamındadır, yoksa sonradan acayip mi karşılıyor anlamları verilebilir.
Birinci manayı verdiğimizde, insanlık baştan beri kendilerinden bir adamın ortaya çıkıp ‘ben Allah’tan vahiy alıyorum’ demesini yadırgamışlar, tuhaflarına gitmiştir demek olur. O takdirde buradaki “racül” herhangi bir adamdır, nekredir. Bu manayı vermeye mani olan husus “li’n-nâsi” kelimesinin tekrar edilmesidir.
İkinci manaya göre ise burada kastedilen Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Nekre getirilmiş olmasının sebebi, onlardan herhangi birinin olmasıdır, onlardan herhangi bir farkının olmamasıdır. Böylece Kur’an mucizesi Hazreti Muhammed’in de racul olduğunu beyan ederek ona delil olmaktadır. Bu durum bugün yalnız Hazreti Muhammed için değildir. Kur’an’da adları geçen bütün peygamberlerin peygamberlikleri ilmen sabit olmaktadır.
لِلنَّاسِ
(LielNASı)
“Nâs için”
Bir topluluğa hitap ettiğiniz zaman karşınızdakilere “ey nâs” dersiniz. Beş vakit namazı birlikte kılanlara Kur’an “en-nâs” diye hitap eder. Cuma namazını birlikte kılanlara Kur’an “en-nâs” diye hitap eder. Şa’bin halkına, kavmin halkına ve bütün insanlara hitap eder. Nâs daha çok yaşayan insanlara hitap etmiş olur. Tüm insanlığa hitap ederken benî Âdem olarak hitap eder yahut beşer olarak adlandırır.
Buradaki “nâs”tan maksat Hazreti Muhammed’in zamanında yaşayan nâs ise onlar için acayip olup olmadığını anlatmaktadır. O zaman onlardan demesi doğrudur. Çünkü muhatap onlardı. Onlar arasından çıkmıştır. Bu manayı vermemizde “E Kâne” değil de “Lime Kâne” olması gerekir. Çünkü geçti gitti. Hâlbuki “E Kâne” demiş olması bu hitabın bize ait olduğunu gösterir. Yani bugünkü insanlara acayip gelmiş diyor. O zaman da “Minhüm” zamirinden anlıyoruz ki bu zamanımızdaki bir racüldür. Yahut bizimle o zamanda yaşayanlar arasında birlik vardır.
Bugün yaşayan nâs ikiye ayrılmaktadır. Bir Kur’an ehli nâs vardır, bir de Kur’an ehli olmayan nâs vardır. Bunlardan Kur’an ehli olmayan nâs kendi kitaplarını dünyaya ulaştırmakla görevli değildirler. Kendi çocuklarına öğrettikleri yeterlidir. Çünkü onların kitapları sadece kendi topluluklarını inzar ve tebşir için indirilmiştir. Oysa Kur’an kıyamete kadar bütün insanlara tebliğ olarak indirilmiştir.
Peki, bu tebliği kim yapacaktır?
Bugünkü Kur’an ehli yapacaktır. Hazreti Muhammed’in yüklendiği risaleti tebliğ görevini tüm insanlığa ulaştırmada Kur’an ehli Hazreti Muhammed’in resulüdür.
Yani bir Kur’an ehlinin iki görevi vardır.
Bir; Kur’an’dan içtihat ederek amel etmek. Bu kendisine aittir. Başka insanları kendi içtihatlarına davet edemez.
Kur’an ehlinin bir de ikinci görevi vardır, bu da inzar ve tebşir görevidir. Bunu kendi adına değil Hazreti Muhammed adına yapar. Burada kendi içtihadına ve icmalarına uymalarını karşı taraftan talep edemez. Sadece Onlara Kur’an’ı ulaştırır ve onlara der ki; siz kendiniz içtihad ediniz, kendiniz için icmanızı yapınız ve ona göre amel ediniz. İşte buradaki “minhüm” bunu ifade etmektedir. Kur’an ehli olan bugünkü nâstan bahsetmektedir. Hazreti Muhammed bizden sayılmakta ve en az onun vekili olarak Kur’an’ı tüm insanlığa ulaştırmaktayız. Hazreti Muhammed de kendi içtihadını başka topluluklara tavsiye bile edemezdi, Kur’an bunu yasaklamıştır, “Onun beyanı bize aittir” denmiştir.
عَجَبًا
(GaCaBan)
“Aceb”
“Acem” yabancı demektir. Bir kimsenin dilini biliyorsanız o arabdır. Bilmiyorsanız o acemdir.
Bir şeyin acaib olarak görülmesi demek beklenmedik bir şey olması demektir. Yani oluşunu bilmeme demektir. Bu iki şekilde olur. Hoşuna gider. Bilmediğin görmediğin bir şey ama hoşuna gitmiştir. Kur’an’da hoşunuza gitse de müşrik kadınlarla evlenmeyiz der. İkincisi ise kabul etmediğiniz anlayamadığınız için acayip görünme böyle şey olur.
Allah’ın insanlara vahyetmesi, vahiy alan kimsenin veya onun resulünün vahyi bütün insanlara ulaştırması tuhaf karşılanıyor, oysa tuhaf değildir. Allah kâinatı yaratacak. Kimin için? İnsan için. Çünkü insan olmasaydı kâinat ne işe yarayacaktı? O her türlü imkânı verecek ama onunla ilgilenmeyecek, ona bir şeyler bildirmeyecektir. Mesela öldükten sonra dirileceğini insan bilmeyecektir. Bunu yapmasının yani bildirmesinin acayipliği nerdedir?
Yine başka acayip saydıkları şey; neden Hazreti Muhammed ve ona inananlar da herkes değil? Allah insanları birbirine yaklaştırmak ve tek topluluk hâline getirmek için uygarlaşmayı sağlama görevini İsrail oğullarına vermiştir. Bu bir hizmettir. Tüm insanları bir düzen içinde birleştirmek için de bir kişiyi görevlendirdi, o da Hazreti Muhammed’dir, Araplar değildir. Hazreti Muhammed’in getirdiği Kur’an’a inananlardır. Onun için tek olarak o kişiden söz etmiştir. Bu da onun üstünlüğünden değil, sadece birinin seçilmesi gerektiği için Allah onu seçmiştir. Kâbe’nin diğer binalardan farkı yoktur. Ama birlik sağlanması için bir yerin seçilmesi gerekir. Allah da onu seçmiştir. Bu sebeple yani kişisel üstünlüğü olmadığını belirtmek için ona “İlâ Racülin” denmiştir.
Allah insanları yarattı, dünyaya eğitilmeleri için getirdi. Burada eğitilecekler ve âhirette semeresini alacaklar. Bunların eğitilmesi görevi de topluluklara verildi. Yani okul topluluklardır. Topluluğun oluşması için de bir düzelmeye ihtiyaç vardır. Onu da gönderdiği resullerle yapmıştır. Son nebi tüm insanlığa gönderilmiştir. Kur’an ise her asra hitap edecek esasları içermiştir. Uygulamasını ise değişik zamanlarda değişik topluluklara bırakmıştır. Bunda ne gibi bir acayiplik vardır.
أَنْ أَوْحَيْنَا
(EaN EaVXaYNAv)
“Vahyetmemiz”
“İnzal” başkadır, “vahiy” başkadır.
İnzal; melek Cebrail gelir, âyetleri okur, peygamber bunu yanındakilere aktarır, yanındakiler de onları yazarlar, sonunda kitap olur.
Vahiy ise; insanın içinde doğar, onu yapmak ister.
Burada vahiyden bahsedilmektedir. Çünkü bizim görevimiz Kur’an’ı sadece ulaştırmak değildir. Kur’an’ın dilini de öğretmeliyiz. Kur’an’ın bize gelen tevatüren sabit olan manalarını aktarmalıyız. Hazreti Muhammed’e bu azmi Allah vermiştir, vahiy ile vermiştir.
Bugün de Adil Düzen Çalışanları Akevler Ekolüne mensup olanlara ve başka cemaatlere bu azim verilmiştir. Herkes çaba içindedir.
İşte bu görevi yapabilmemiz için “Bin Dil Üniversitesini” kurmamız gerekmektedir. Yüz tane yüz lojmanlı apartman yapacağız. Her katta on aile oturacak, her katın ana dilleri farklı olacak. Bunlar apartmanın altındaki işyerinde çalışacaklar ve on senelik öğrenim yıllarını burada geçirecekler. Kur’an Arapçasını, Uygulamalı Matematiği, çağımız işletmelerinin Fıkhını ve Ortaklık Muhasebesini öğrenecekler. Kur’an’ı kendi dillerine çevirecekler. Sonra memleketlerine döndüklerinde oradakileri inzar edecekler.
Burada “Evhaynâ” denmektedir. Kur’an’da Kur’an’ı inzal edenden değişik adlarla bahseder. “Allah” der, “O” der, “Ben” der ve “Biz” der. Bunları aynı âyette kullanır. Nitekim burada “Biz” demektedir. “Rablerinin indinde” dediği zaman “indimizde” anlamındadır yani buradaki “biz” aşağıdaki “rab” ile beyan edilmiştir. “Biz”den maksat onların rabbi olan kimse demektir.
Kur’an’daki bu usul olmasaydı, hep rableri denseydi, Kur’an’ın müellifi Hazreti Muhammed olurdu, hep “biz” olsaydı bu işleri yapan Hazreti Muhammed olurdu.
“Ben vahyettim” denmeyip “Biz vahyettik” denmektedir. Allah eğer bir işi vasıtasız yapıyorsa “Ben” der, başkalarının eliyle yapıyorsa “Biz” der. Kişilere gelen ilhamlarda meleklerin de etkisinin olduğu anlaşılıyor. Bunun için “Evhaynâ” denmiştir. Kur’an’ı uygularken melekler insanlara refakat etmekte ve onlara doğru yolu göstermektedirler. Uyup uymamak kişilere bırakılmıştır.
إِلَى رَجُلٍ مِنْهُمْ
(EiLAy RaCuLin MinHuM)
“Onlardan bir racüle”
İnsanlar aileler hâlinde yaşarlar.
Herkes imtihan olup âhireti kazanmak için çaba göstermektedir.
Aile kadınlar tarafından kurulur. Kadınlar çocuk doğururlar, emzirirler ve büyütürler.
Erkekler ise nafaka temin ederler ve savunurlar. Kamuyu erkekler oluştururlar, çünkü onların topluluğa ihtiyaçları vardır, dolayısıyla yükümlü olanlar onlardır. Bu sebepledir ki başkanlar erkeklerden oluşur. Bununla beraber kadınlar da isterlerse kamu işlerini yaparlar. Yapmak zorunda değildirler. Bu sebeple “İlâ Racülin” denmiş, “İlâ Ehadin” denmemiştir.
أَنْ أَنْذِرِ النَّاسَ
(EaN EaNÜiRi elNAvSa)
“Nâsı inzar et diye”
“Nezir”, savaştaki veya yürüyüşteki öncüdür. Öncünün görülmesi, arkasından gelen birliği haber verdiği için uyarıcı anlamı kazanmıştır. Kişinin ileride yapacağı iyi bir fiili haber vermesi de nezirdir.
“Nâs” burada izhar edilmiş, izmar edilmemiştir. Yukarıdaki nâs Kur’an ehli olan nâstır. Buradaki nâs ise tüm beşeriyettir.
“İnzar etme” demek şu kötülükleri yaparsanız başınıza şunlar gelir demektir.
Kendilerine Kur’an verilecek ve onlara denecek ki;
Bakınız, bu Kur’an’ı okuyunuz ve kendi sorunlarınızı çözmeyi onun içinde arayınız. O zaman bu dünyadaki helâkten kurtulursunuz, âhirette de cennete gidersiniz. Burada anlattıklarıma kulak vermezseniz dünyada helâk olursunuz, âhirette de cehenneme gidersiniz.
Bunu anlatmak inzardır. Biz sadece anlatırız, asla zorlama yapmayız. Kendileri ister kabul eder ve kurtulurlar, ister küfürlerinde ısrar eder ve helâk olurlar.
Burada sadece inzar et denmiş, neyi inzar edeceği bildirilmemiştir. Kur’an’a uyup uymama hususunu inzar et. Uymayanların kötü durumda olacaklarını inzar et. Bununla beraber bu âyet sonuçlardan bahsetmemektedir. Sadece iman edenlerin sıdkın kademinde yeri olduğunu söylemektedir. Demek ki onların da kizbin kademinde yeri olacaktır. Kâfirler böyle derler diyerek onların durumları anlatılmaktadır.
وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا
(Va BaşŞıRı eL elLaIyNa EAvMaNUv)
“Ve iman etmiş olanları tebşir et”
“Beşere” derinin tüysüz dış yüzü demektir. İnsan tüysüz olduğu için “beşer” denmiştir.
بُشْرَى : Bir müjdeci vasıtasıyla alınan müjde.
بُشْرًا : Bir müjdeci olmadan, belli olaylar vasıtasıyla anlaşılan müjde, durumdan anlaşılan müjde.
“İman etmiş olanları tebşir et” deniyor. Nâsa tebliğ et. Ondan sonra ikiye ayırmaktadır; iman etmiş olanlar ve kâfirler. Kur’an’da müminler ve iman etmiş olan kimseler geçmektedir. Mümin dendiği zaman failler bellidir ama fiil yani iman edilen şeyler belli değildir. Oysa iman etmiş kimselerde hem iman etme hem de iman şekli bellidir. Bu sebeple Hıristiyanların da müminleri vardır, Budistlerin de müminleri vardır. Ama iman etmiş olanlar yalnız Kur’an ehlidir yani Kur’an’a iman etmiş olup onu insanlığa yaymaya çalışan demektir.
Buradaki iman edenleri tebşir et demek, Kur’an’a iman edenleri tebşir et demektir.
Tebşir, insanı sevindirecek bir haberi önceden vermek demektir. Eğer insanlar Kur’an’a inanır, içtihatlarını yapar ve ona göre oluşurlarsa, onlar için sıdkın kademi vardır.
Bunu tebşir et.
Kur’an insanı dünyada cennete doğru götüren bir düzen oluşturmaktadır. Bugünkü yalan ve kandırmaya dayanan hileli sahtekâr ve yalancı dünyadan kurtulmanın yolu budur. Bugün herkes başkasından şikâyetçidir. Senin yanında başkası aleyhine konuşur, başkasının yanında senin aleyhine konuşur. Çünkü sıkıntıdadır. Hâlinden memnun değildir. Kimse onu sevmiyor, o da kimseyi sevmiyor. Çünkü herkes sıkıntıdadır.
İşte, Kur’an’sız dünya böyle bir dünyadır.
Şeriatlar yok mudur? Vardır Ama bin iki-üç yüzyıl, dört-beş bin yıl önceki şeriatlar vardır. Bugün onlar sorunları çözmüyor. Kur’an ehli de içtihadı kapattıktan sonra Kur’an rafa kalkmıştır. İşte şimdi Kur’an ehli yeniden şeriatı getirecektir. Vahyedilen budur.
Kim Kur’an’a iman eder ve böylece eskimiş ve bozulmuş şeriatların yerine Kur’an’ın hükümlerini ikame ederse, işte onlar için kademe sıdk vardır. Kur’an ehli bugünkü müsbet ilimlerle Kur’an’ı anlayıp amel eden kimselerdir. İman etmiş olan kimseler de bunlardır. Bin sene önceki içtihatlarla bugünü yaşatmak isteyenler belki müminlerdir ama iman etmiş olan kimseler değildir. Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler ve Hindular mümindirler, cennete gideceklerdir ama onlar iman etmiş olan kimseler değildir. Evet, Nurcular, Süleymancılar, Millî Görüşçüler iman etmiş kimselerden idiler ama şimdi onlar da müminler sınıfına girdiler.
أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ
(EanNa LaHuM QaDaMa ÖıDQın)
“Onlar için sıdkın kademi vardır”
“Kadem” ayak demektir.
“Sıdk” demek olduğu gibi görünmek demektir, münafıklık yapmamak, takiyye yapmamak demektir. Öyle bir yerde ve öyle bir toplulukta yaşayacaksınız ki herkes doğru söyleyecek, siz de doğru söyleyeceksiniz. Başkalarının gönlünü kıracağım diye yalan söylemeyeceksiniz. Bunu Tayyip yaptı, o halde iyidir diye onu savunma ihtiyacını duymayacaksınız. Anne baba çocuklarına yalan söylemeyecek, karı koca birbirlerine yalan söylemeyecek, ast üste yalan söylemeyecek, satıcı alıcıya yalan söylemeyecek.
‘Bana beşe beş on ağaç ver’ diyorsun, dörde sekiz ağaç veriyor, alan da kabul ediyor! Çünkü onlarda “sıdk” diye bir kavram kalmamıştır. Milletvekillerini halk seçiyor diyorlar, yalan söylüyorlar. Milletvekillerini başkan seçiyor, parti başkanı seçiyor. Yargı bağımsızdır diyorlar, yalan söylüyorlar. Yargı basının, dolayısıyla sermayenin baskısı altındadır.
“Sıdkın kademi vardır” demek, sıdkın yaşadığı bir yer vardır ve onlara da orada ayak basacakları yer vardır demektir. Kur’an’a iman edenler kendi sitelerini kurarlar ve orada sıdk içinde bulunurlar. Yüz lojmanlı apartmanlar içinde böyle bir düzen doğar.
عِنْدَ رَبِّهِمْ
(GıNDa RabBiHiM)
“Rablerinin indinde”
“Allah” kelimesi topluluğu ifade eder.
“Rab” kelimesi ise yönetimi ifade eder.
Halk yöneticilerini değiştirme özgürlüğüne sahiptir; dayanışma ortaklıklarını değiştirebildiği gibi ocağını ve bucağını da değiştirebilir.
“Rablerinin yanında” demek kendi bucaklarında demektir. İnsanlar bir araya gelip kendi kooperatiflerini kurarlar, kendi semtlerini kurarlar ve orada sıdk düzenini oluştururlar. Sıdk düzenini bozanlar kooperatiften çıkarılırlar. Böylece sıdkın kademi oluşmuş olur.
İnsanlar Kur’an’ı okurken hep âhirete dair olarak anlarlar, dünya hayatını unuturlar. Bunların elbette âhirete dair sıdkın kademi de vardır ama burada bildirilen bu dünya hayatıdır. Zaten tebşirin başka manası yoktur.
قَالَ الْكَافِرُونَ
(QAvLa eLKAvFıRUvNa)
“Kâfirler dediler”
Burada “ve” harfi getirmeden “kâfirler dediler” deniyor. İman etmnilolanlarniçin de vardır denmiştir. Buradaki ifadede ayrılık vardır. Birinde sıdk düzeninin oluşacağı anlatılıyor ve onun devamında ikincilerin yani iman etmeyenlerin yaptıkları anlatılmaktadır. Ayrılık olduğu için “ve” harfi getirilmemiştir.
“Küfretmiş olanlar” denmemiş de “kâfirler” denmiştir. Çünkü bu itiraz bütün kâfirlerin ortak itirazlarıdır. Dinsizler zaten vahyi inkâr etmektedirler.
Hıristiyanlar ve Budistler de Hazreti Muhammed’in resullüğünü inkâr etmektedirler. Tamamını ifade etmek için “kâfirûn” sigası kullanılmıştır.
إِنَّ هَذَا
(EinNa HAvÜA)
“Bu”
Onların “bu” dediği kimse Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed aleyhine bin dört yüz senedir yazılanlar okunduğu zaman görülür ki Kur’an’ın burada söyledikleri gerçekten olmuştur, bunu söylemişlerdir.
Hazreti Muhammed’in hayatı gayet açıktır. Hadis kitaplarında, siyer kitaplarında uzun uzun anlatılmaktadır. Ayrıca Kur’an da onun hayatını anlatmaktadır. Bunlar o kadar tarihi gerçeklerdir ki kimse bunlara itiraz edemez. Ama yalan söylemeyi sanat edinen Batılılar Hazreti Muhammed hakkında söylemediklerimi bırakmamışlardır.
Bugün Hazreti Muhammed’in getirdiğini insanlığa ulaştırmaya çalışan insanlar için de benzer iftiralar yapmışlardır, hâlen de yapmaktadırlar. Bizim bunları bilmemiz ve kulak vermememiz gerekmektedir.
لَسَاحِرٌ
(LaSAXIyRun)
“Bu bir sahirdir”
Sihir, olanları başka türlü göstermek demektir. Sihirle sizi kandırmaktadır. Kur’an’ın Allah’ın sözü olmadığı ile ilgili yalan söylüyorlar.
Prof. İlhan Arsel cilt cilt kitaplar yazmış; Hazreti Muhammed’i böyle bir hokkabaz olarak anlatmakta, her yaptığı şeyin yanlış ve kötü niyetli olduğunu söylemektedir. Bu yazar, kadınlara haklar verdi ama bana asker yetiştirsinler diye verdi, yoksa kadınlar insan olduğu için vermedi diye yazabilmiştir.
مُبِينٌ (2)
(MuBIyNun)
“Açıktır.”
Muhammed’in sahir olduğu açıktır veya mahir bir sahirdir derler.
Böylece bu âyetlerle Kur’an ve Kur’an’ı getiren Hazreti Muhammed aleyhisselâm hakkında ve ona iman etmiş olanlar hakkında bilgi almış bulunuyoruz.