YUNUS SÛRESİ-14
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (37) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (38) بَلْ كَذَّبُوا بِمَا لَمْ يُحِيطُوا بِعِلْمِهِ وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْوِيلُهُ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ (39)
***
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (37)
(Va MAv KAvNa HAÜa eLQuREAvNu EaN YuFTaRAv MiN DUvNı elLAvHı VaLAvKıN TaÖDIyQA elLaÜIy BaYNa YaDaYHı Va TaFÖIyLa eLKiTAvBı LAvRaYBa FIyHı MıN RabBı eLGAvLaMIyNa)
“Bu Kur’an’a Allah’ın dununda iftira edilemez. O sadece yedeyin beyninde olanın tasdikidir ve kitabın tafsilidir. İçinde rayb yoktur, âlemlerin rabbi tarafındandır.”
Bu sûrede bundan önce ‘bize başka Kur’an getir yahut onu tebdil et diyorlar’ şeklinde gelmişti. Sûrede baştan ‘ElifLâmMîm, bunlar Hâkim Kitab’ın âyetleridir’ denmiştir. Şimdi de açıklamalardan sonra tekrar başa dönmüş, önemli bir hususu beyan etmektedir.
Tarihte büyük kavgalar olmuştur. Kur’an mahlûk mudur değil midir? Buhari, Kur’an lafızlarının mahlûk olduğunu söylediği için hocası onu meclisinden kovmuş ve ‘sen benden hadis rivayet etme’ demiştir. Buhari de kitabında onun hadislerini naklederken ‘biri söyledi, ben duydum’ der. Bu konuda savaşlar olmuştur. Kur’an mahlûktur dediğinizde Allah’ın bir kısmını sonradan halk edersiniz. Kuran mahlûk değildir dediğinizde insanın seslerini tanrılaştırırsınız, şirk içinde olursunuz.
Bu çatışmanın sonunda kelamcılar şu hususta anlaştılar. Allah’ın kelamı olan Kur’an mahlûk değildir ama bizim okuduğumuz ve yazdığımız sesler ve yazılar mahlûktur. Başka bir ifade ile Allah’ın kastettiği manalar zaman ve mekân dışında olduğu için mahlûk değildir ama bizim anladığımız manalar ise mahlûktur.
Bunu daha iyi anlayabilmemiz için dilin özellikleri vardır, bunları bilmemiz gerekir. Birinci özelliği; dil söyleyenden ve dinleyenden önce zaten mevcuttur. Biz o dili kullanarak meramımızı anlatırız. Araba vardır, biz onu kullanarak yol alırız. Bu dili kim icat etti meselesi ayrı bir araştırma konusudur. Dil konuşmadan önce vardır. Buna vazi’ manalar denir.
Bir şeyi ifade etmek isteyen insan onu alır ve kelimeleri dilin kuralları içinde dizerek anlatmak istediğini ifade ederek anlatmış olur. Buna cümlenin ibari manası denir. Cümle söyleyenin kastetmediği başka manaları da içerir. Örnek olarak “Ankara’dan dün geldim” diyenin ifade ettiği ibari mana dün geldiğidir, ama “Ben dün Ankara’dan geldim” derse, ifade ettiği ibari mana Ankara’dan geldiğidir. Ama her iki cümle de aynı manaları ifade eder. Birincisinde Ankara’dan geldiğini içermeyen ibari mananın yanında Ankara’dan geldiğini de ifade eder. Buna işari mana denir. İkinci cümlede dün gelmesi işaridir.
Cümleden dinleyen bir mana anlar. Duyanın anladığı mana ne vazi’ manadır, ne ibari manadır, ne işari manadır. O da daha başka değişik şekilde anlar. Buna da vukufi mana denir.
Vazi, ibari, işari ve vukufi manalar birbirinden farklıdır.
Sonuç olarak, söylenen cümlenin iki tarafı vardır; söyleyenin kastettiği mana, bir de söylenen kimsenin anladığı mana farklıdır. Ortak yanları vardır ama ortak olmayan yanları da vardır. İşte, Allah’ın söylediği cümle mahlûk değildir. O ses değildir, hat değildir. O manadır. Mahlûk değildir. Oysa o söz Cebrail ve arkadaşlarının tercümanlığında ses olmuştur, yazı olmuştur. O mahlûktur. Ondan bizim anladığımız manalar da mahlûktur.
Burada başka bir husus daha ortaya çıkmaktadır. Benim burada yazdıklarım Kur’an’ın sözleri midir, yoksa benim sözlerim midir?
Kur’an’dan benim anladıklarımdır. Kim ki Kur’an’da veya başka bir kitapta bu böyledir diye iddia ediyorsa, onun manası o sözlerden o kitaptan onu anlıyor demektir. Bu peygamber için de aynıdır. Dolayısıyla peygamber de hata yapabilir, yanlış anlayabilir. Ne var ki peygamber yanlış uygulama yaptığı zaman Cebrail geliyor, ona niye böyle yaptın, doğrusu budur diyor ve onu uyarıyordu. Dolayısıyla Sünnette hatalı anlayışlar yoktur, olanlar düzeltilmiştir. Ehl-i Sünnetin görüşü budur.
Şimdi bu âyete gelelim. Kur’an, kitabı tafsil ettiğini söylüyor. Bir şeyin okunuşu yazılışını nasıl tafsil edecektir? Kitap olarak elimizdeki mushafı anladığımızda, onu tafsil etmesi, nasıl okunacağını öğretmesidir.
Gerçekten böyle olmuştur. Kitap Hazreti Osman zamanında Mushaf hâline getirildi. Onun yazıldığı şekil bugün elimizdedir. Mütevatiren sabittir. Ama onun nasıl okunacağını da Kur’an’ın kıraatleri belirlemektedir. Yazıldıktan sonra bu sefer farklı okunuşlar ortaya çıktı. Kıraat ilmi doğdu. Yedi kıraat şekli üzerinde icma hâsıl oldu. Bunlardan birini reddeden Kur’an’ı inkâr etmiş kabul edildi. Üç kıraat daha eklendi. Bunlardan herhangi birini Kur’an kabul eden Kur’an’ı kabul etmiş olur. Bu on kıraatin dışındaki kıraatleri Kur’an kabul eden de Kur’an’ı inkâr etmiş olur. Yani yedi kıraatten herhangi birini kıraat ettiğinde, Kur’an değil diyen de Kur’an’ı reddetmiş olur. On kıraatin dışında bir şeyi Kur’an’dan addeden de Kur’an’ı bozmuş olur.
Demek ki Kur’an mushafta yazılanları tafsil etmektedir, nasıl okunacağını ortaya koymaktadır. Bu anlayış ile kıraatleri Kur’an teyit etmektedir. Marife olan o Kur’an icma ile sabit olan kıraatleri içermektedir.
Bu böyle anlaşıldığı gibi tafsili kıraat şeklinde anlamaz, tafsile mecazi mana vermiş oluruz. Çünkü tafsil kelimesi kıraati içermez. O takdirde Kur’an ile kitabı birbirinden ayırmamız gerekir. Kitap dediğimiz Mushaf kitap değildir. Kur’an da Mushaf da kitabı bize getirendir. Kitap manadır. Kıraatin ve hattın manasıdır. Her ikisi de Kitabı yani hükümleri bize öğretmektedir. Allah’ın kelamı olan kitap Arapça değildir. Oysa okunan Kur’an ve yazılan suhuf Arapçadır. Bu sebepledir ki Kur’an’da Kur’an’ın Arapça olduğu birkaç defa ifade edildiği halde kitabın Arapça olduğu hiçbir yerde ifade edilmemektedir. Kitapla Arapça kelimelerin birlikte geçen bir âyet yoktur.
Sonunda, onda reyb yoktur, âlemlerin rabbi tarafındandır ifadesiyle de Kitap Allah’ın kelamıdır. Sizin onu doğrudan idrak etmeniz mümkün değildir. O seslerden ve hatlardan ibaret değildir. O Kitaptır. Hükümlerdir. Kâinatın projesidir. Ne var ki biz o projeyi okuyamıyoruz. Bilgisayarların belleğindedir. Onu biz ancak ekrana geldiği zaman anlayabiliyoruz. O da oradaki yazılı olduğu şekliyle değil, bizim gördüğümüz şekliyle.
O Kur’an’da da yani kitabın tercümesi ve tafsilinde de reyb yoktur denmektedir. “Fi’d-dari raculün” dediğimizde, “evde bir adam vardır” anlamındadır. Nahivciler “fi’d-dar”ı haber, “racul”ü mübteda yapıyorlar. Benim görüşüm aksidir. Bununla beraber bunun hazfsız isim cümlesi olduğunda ittifak vardır. Bu takdirde buradaki zamir kitaba da gidebilir, Kur’an’a da gidebilir. İkisi de doğrudur. Cümle istinaf cümlesi olur. Bununla beraber cümleyi hâl cümlesi olarak da alabiliriz. Alemlerin rabbi tarafındandır haberdir. Hüve mahzuftur. Hüve zamiri Kur’an’a veya kitaba raci olabilirse de burada Kur’an’da rayb yoktur. Yani tercümesi ve tafsili de Allah tarafından yapılmaktadır. Onun tasdiki vardır.
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ
(Va MAv KAvNa HAÜa eLQuREAvNu)
“Ve bu Kur’an olmadı”
Kur’an’da harfi atıflar çok derin manalar ifade eder. Buradaki “Ve” “Mâ Kâne en-Nâsu” âyetine atfeder. Kur’an kelimeleri iade ederek oraya atıf yaptığını belirtir. “Nâs” bir ümmetten başkası değildir denmişti. Burada da oraya atfederek Kur’an’ın uydurulmuş bir şey olmadığını, kendisinden öncekileri tasdik edici olduğunu, ayırıcı değil de birleştirici olduğunu ifade etmektedir.
Kur’an’dan önce birbirlerinden uzaklaşmış ve birbirinin dilinden anlamayan topluluklara ayrı ayrı peygamber gönderilmiştir.
Hazreti Nuh aleyhisselam ile insanların birlikte yaşamaları öğretildi.
Hazreti İbrahim aleyhisselam tüm insanları birleştirme görevini aldı, ilimde birliği sağladı.
Hazreti Musa aleyhisselam yönetimde birliği öğretti.
Hazreti Davut aleyhisselam yabancıları çalıştırarak ekonomide birliği öğretti.
Hazreti İsa aleyhisselâm laikliği getirerek tüm inanç sahiplerinin birlikte yaşamalarını öğretti.
Böylece insanlık birliğe gitti. Yeryüzü artık büyük medeniyete hazırdı.
Bin sene sonra insanlık haberleşme ve ulaşımda dünyayı bir köy yapacaktı. Artık yeni kitaba ve yeni peygambere ihtiyaç olmayacaktı. Kur’an insanlığı tek ümmet yapacaktı.
İşte, Kur’an’ın temel etkisi insanlığı tek topluluk hâline getirmektir.
Bir gün gelecek siz telefonu alıp Türkçe söyleyeceksiniz, Brezilya’daki onu Portekizce anlayacaktır. Bir gün gelecek siz istediğiniz malı burada bedelsiz kargoya vereceksiniz, Kanada’daki oğlunuz alacak. Dünya tek ümmet hâlinde yaşayacak. Bunu Kur’an sağlayacaktır. Bugünkü uygarlığı da Kur’an oluşturmuştur. Batı dünyası Endülüs’teki gelişmelerle uyanmıştır. Batı İstanbul’un Fethi ile Amerika’yı bulmuştur. Kur’an olmasaydı Endülüs Devleti ve Medeniyeti olur mu idi?
Kuran ne yapmıştır?
Kur’an’a kadar insanlar ayrı ayrı kabileler hâlinde yaşıyordu ve ayrı ayrı düzenleri vardı. Herkes tek Tanrı’ya tapıyor ama diğer kabilelerin taptıklarını bâtıl kabul ediyordu. İnsanlar inançlarından dolayı birbirlerine saldırıyordu. Kur’an dinde zorlamayı sona erdirdi ve insanlara birlikte yaşamayı öğretti. “Medine Sözleşmesi” ile ayrı ayrı dinlerde olanların birlikte nasıl yaşayacaklarını öğretti. Böylece değişik kavimlerin ve değişik uygarlıkların birlikteliği ile uygarlaşmada büyük sıçrama oldu. Herkesin nesi varsa ortaya kondu. Bu sayede bugünkü uygarlık doğdu.
Basit olarak bugünkü uygarlığı doğuran Matematiğin macerasını görebiliriz. Mezopotamya’da 60’lık sistem oluştu. Mısır’da 10’luk sistem oluştu. Hindistan’da 0 keşfedildi. Bu bilgiler bir araya gelince Cebir keşfedildi ve onluk hesap sistemi doğdu. Bu sayede trigonometri oluştu.
O halde Kur’an ne yaptı?
Değişik birikimleri bir araya getirdi.
Bu âyet bunu bildirmektedir, bunu yapacaktır diyor. Şimdi de yaptı diyoruz.
أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ
(EaN YuFTaRAv MiN DUvNı elLAvHı)
“Allah’ın dununda iftira olunması”
Kur’an Allah’ın dununda birileri tarafından düzenlenecek bir eşya değildir yani bu mümkün değildir. Önce insanlığın sahip olduğu imkânları ve düşünceleri bileceksiniz. Bunu hele o gün bir kimsenin bilmesi mümkün değildi. Çok sonraları Macellan gemi ile dünyayı dolaşmaya çıktı, dönmeye ömrü vefa etmedi. Sesimizi yüz metreden öteye zor duyurabiliriz. Bundan sonra ben ne yapayım ki bu insanlar o uygarlığı doğursunlar. Bunları bir araya getirdiğiniz zaman bunun böyle olacağını tahmin etmek zordur. Asıl sorun, bunları nasıl bir araya getireceksiniz.
Kur’an bunları bilmiştir. Bugün onun koyduğu kurallar içinde bir aradayız. Birleşmiş Milletler oluşmuş. Televizyonlar her gün bizi buluşturuyor.
Kur’an’ın, Tevrat’ın, İncil’in, Furkan’ın başka delillere ihtiyacı yoktur. Bugün dört büyük dinin içine almadığı kimseler kalmamaktadır. Bu dört büyük dinde olanlar sosyalizmin darbesi karşısında birleşmektedir.
Marx çıkmış, bu dinlere meydan okumuş, dünyayı kendi düzenine getirecekti! Marx’ın düzeni de bu dinlerin benimsediği aileyi, dini, mülkiyeti ve devlet düzenini yıkmaktan ibaretti. Komünizm gelecekti ama komünizmin ne olduğunu kendisi de bilmiyordu. Komünizmin ömrü yetmiş sene sürdü. Hâlbuki Kur’an ve ondan öncekilerin düzeni beş bin senedir devam ediyor. Kur’an’ı ancak Allah inzâl edebilir.
وَلَكِنْ
(VaLAvKıN)
“Velâkin”
“Lâkin”in aslı “Lâ Kâne”dir. Buradaki “Lâ” menfi manada da olabilir, tekit lamı da olabilir; kesin olarak oldu demek olur. O halde “Le Kâne” kendisinden önce geleni değiştirip tasdik etmekte ve onun yerine ne olduğunu belirtmektedir.
Birinin geldiğini bilen kimse yanlışlıkla Hasan’ın geldiğini zannediyor. Sen “Hasan gelmedi” dediğinde kimsenin gelmediğini anlıyor. Bu yanlış anlayışı düzeltmek için “Hasan gelmedi, lakin Ahmet geldi” dersin.
Ne zaman “lâkin”, ne zaman “velâkin” dersin?
Karşı taraf hem Ahmet’in hem Hasan’ın geldiğini sanıyorsa “lâkin” diyorsun, Hasan’ın geldiğini tasdik ettiğin için “ve” harfini eklemiyorsun. Ama karşı taraf Hasan’ın değil de Ahmet’in geldiğini zannediyorsa, o zaman “velâkin” diyerek o husustaki bilgisini de düzelttiğin için “ve” koyuyorsunuz.
Burada insan tarafından iftira edilebilir bir şey zannediyorlar. Zanları bundan ibaret olsaydı o zaman “lâkin” olarak gelirdi. Hayır, onların zannı Allah tarafından da gönderilmediği şeklinde olduğu için “velâkin” gelmiştir. Bu hususta ısrarcı olmadıklarından dolayı da “lâkinne” değil de “lâkin” olarak gelmiştir. Böylece bu hitap yalnız müminlere değil herkese bildirmektedir.
Bu kadar açık âyetler varken, hâlâ Kur’an ehlinden çoğu Kur’an’ı nâsih bir kitap kabul ediyor. Kur’an geldi onların hükmü bitti diyor. Hayır, Kur’an nâsih kitap olarak gelmedi, musaddık bir kitap olarak geldi.
تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ
(TaÖDIyQA elLaÜIy BaYNa YaDaYHı)
“Kendisinden öncekini tasdiktir”
Burada “Kâne” mahzuftur. “Lâkin”den sonra cevazen hazf olunur. “Velâkin Kâne’l-Kur’anu” mahzuftur. “Tasdika” onun haberidir. İsmi Kur’an’dır. “Ellezî” maruf bir şeyi tarif etmektedir. Sadece bir kitabı veya beş kitabı tarif etmemektedir, Hazreti Âdem’den beri gelmekte olan ve tüm peygamberlerin getirdiği İslâm dinini tarif etmektedir, o da tektir. Ayrı ayrı alırsanız, o zaman “el” harf-i tarifi istiğrak için gelmiş olur. Yani bütün insanlar tek ümmettir. Onların kitapları ve peygamberleri ayrı ayrı olsa da hepsi birdirler. İşte o bire burada işaret etmektedir. Onu tasdik edicidir.
Hazreti Âdem’den Hazreti Nuh’a kadar gelen peygamberler yazılı bir kitap almadılar, onlara şifahi olarak öğretildi, onlar da şifahi olarak öğrettiler. Kişi idaresi vardı. Hazreti Nuh Peygambere de kitap gelmedi, ona şifahi bildirildi. Ondan sonraki peygamberler kendileri aldıkları emirleri yazdırdılar. Kur’an ehlindeki Sünnet gibidir. Hazreti İbrahim’e sahifeler verilmeye başlandı. Bu sonra Tevrat oldu. Doğuda ise Brahmanların Vedaları oldu. Tevrat İsrail oğullarına hitap ediyordu. Vedalar da oradaki İbrahim oğullarına yani Brahmanlara hitap ediyordu. Hazreti İsa geldi ve Tevrat’ı beşerileştirdi, Buda geldi ve Vedaları beşerileştirdi. Böylece iki koldan İbrahimî tebliğ gerçekleşti. Kur’an geldi, bunların hepsini birleştirdi ve tek milletin dini hâline getirdi. Kur’an onların hepsini tasdik edicidir.
Kur’an’ın birinci uygulamada bunları buluşturdu, birlikte iş yaptırdı.
Şimdi ise bu kitaplar Kur’an’ın ve müsbet ilmin ışığında ele alınarak onların hak din olduğu ortaya konacak, o dinler de Allah’ın son kitabına ve insan aklının ulaştırdığı müsbet ilme dayanarak yeniden insanlığı aydınlatmaya devam edecektir. Kur’an onları ta’dil etmiyor, aksine tasdik ediyor.
وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ
(Va TaFÖIyLa eL KiTAvBı)
“Ve Kitabı tafsildir”
“Fasl etmek” demek bir şeyleri sadece zihinde ayırmak demektir. Yani onu kavramak Arapça düşünmek demektir. Eklem yerlerine mafsal diyoruz. Kopmayacak, ayrılmayacak ama ayrı düşünülecek.
Kâinatın fihristi olan, haritası olan Allah’ın kitabı Kur’an olarak tafsil edilmiştir. Kur’an onun haritasıdır. O kitap Allah’ın ilmidir. Kaderdir, projesidir. Kur’an onun dile aktarılmış şeklidir. Projenin aslı yapılacaktır. Harita onun yapılmış şeklinin görüntüsüdür.
Demek ki Kitap Kâinatın bir projesidir. Tasarlanan varlıktır. Kur’an da onun resmedilmişidir. Hükümler kitaptan değil Arapçadan, söz ve hatlardan çıkarılır. Kitap levh-i mahfuzda değil indellahtadır. Kur’an’ın sesi ve hattı levh-i mahfuzdadır.
لَا رَيْبَ فِيهِ
(LAv RaYBa FIyHı)
“İçinde rayb yoktur”
Buradaki “Hi” zamiri Kitaba gidebilir. O zaman Allah’ın Kitabı’nda, ilminde ve iradesinde rayb yoktur anlamı çıkar. Bunu bizim düşünmemiz bile mümkün değildir. Dolayısıyla bu zamir Kur’an’a gitmektedir.
Onun Kitabın tafsili olduğunda reyb yoktur. Doğru aktarılmıştır. Doğru tafsil etmektedir. Burada da aynı ifade zikredilmiştir. Kitabın sözlere ve yazılara dönüşmesi tercüme edilmesi onun inzalidir. İnzal olunan manalarda rayb yoktur anlamı çıkar. Allah her zaman denetlemektedir.
1950’lere kadar Kur’an’ın tercüme edilmesi günah sayılmıyordu ama sevap da değildi. O Kur’an adeta kabul edilmiyordu. 1950’lerden sonra Kur’an’ın tercümelerine önem verilmeye başlandı. Bugün tercümelere o kadar dalındı ki Kur’an’ı lafızları ile kıraat etme ikinci dereceye götürüldü. Kur’an’ı okuduğumuzda kitabın tafsili üzerinde durmamız gerekir. Ama Kur’an’ı yorumlamak istediğimiz zaman derin manalara ulaşırız. Medine sûreleri ile Mekke sûrelerinin üslubu farklıdır. Ama deyimler hep aynıdır. Hattâ Tevrat ve İncil’deki birçok deyimler Kur’an’da tekrar edilmiştir. Örnek olarak devenin iğnenin deliğinden geçmesi orada da vardır. İlâhi üslup birliğini korumaktadır.
مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (37)
(MıN RabBı eLGAvLaMIyNa)
“Âlemlerin rabbindendir.”
Fatiha’daki hamdin kendisine ait olduğu âlemlerin rabbindedir. “Âlemler” müzekker kurallı çoğul hâlinde gelmektedir. Müfredi ve müennesi Kur’an’da geçmemektedir. “alemin” harf-i tarifsiz topluluk demektir. “el-Âlemin” de bütün topluluklar demektir.
İnsanlar mensup oldukları toplulukları diğer topluluklardan farklı görürler. Allah’ın yalnız kendilerine ait rab olduğunu sanırlar. Kur’an bunu reddetmektedir, Allah tüm insanların ve toplulukların rabbidir.
Burada tüm insanları birleştirmeyi hedef edinen Kur’an âlemlerin rabbi tarafından indirildiğini belirtmektedir. İnsanlığı tek ümmet yapmayı hedeflediği için âlemlerin rabbi tarafından olduğu ile ayet sonuçlanmaktadır. Kur’an’ın özelliğidir. Baştan siz eğer doğru manayı anladıysanız, ondan sonra gelen kısımlar o manayı teyit eder.
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
(EM YaQUvLUvNa iFTaRAyHuv QuL FaETUv BiSUvRaTın MiÇLiHIy Va uDGUv MaNı STaOaGTuM MıN DUvNı elLAvHı EiN KuNTuM ÖAvDıQIvNa)
“Yoksa o iftira etti mi diyorlar? Kavl et. Sadık iseniz Allah’ın dununda istitaa ettiklerinizi davet edin de misli bir sûre ile gelin.”
Biz “Em”i Türkçedeki “yoksa” ile tercüme ediyoruz. “Ahmet geldi, yoksa sen duymadın mı? Duymuş olman lazımdı ama duymamışsın demek.”
“Yoksa onlar o iftira etti mi diyorlar?”
Burada tereddüt var. Söyleyen bilmiyormuş da soruyormuş. Oysa Allah’ın bunu bilmemesi söz konusu değildir. Ben onların öyle söylediklerini biliyorum ama onların bunu söylememeleri gerekir. Çünkü onlar da biliyorlar ki bunu o söylemedi.
Burada muhatap kimdir?
Eğer Hz. Muhammed ise o zaman “Hu” değil de “Ke” olması gerekir. Sen uydurdun mu diyorlar. Söyle ve de ki; ben uydurmadım, ben uydurdumsa siz de uydurun de, denmeliydi. Çünkü muhatap olan Hazreti Muhammed değildir. Muhatap olan ondan 1400 sene sonra gelen bizleriz. Hazreti Muhammed zamanında Kur’an’a benzer bir sûre getiren yoktu. Çünkü kültürleri ve edebi sanatları şiir yazmaktan ibaretti, Arapçada o zamana kadar yazılmış bir kitap yoktu. Ama Yahudilerin ve Hıristiyanların ciltler dolusu kitapları vardı. Mekke’dekiler; biz getiremiyoruz ama uygar uluslar getirebilirler düşüncesinde olabilirdi. Bu kitap şimdi geçerlidir. Çünkü müsbet ilimler gelişmiş ve artık hangi yazının kime ait olduğu kolayca tesbit edilmektedir.
Bugünkü insanların onun uydurma olmadığını bilmeleri ve ifade etmeleri gerekirdi. Eğer onlar demiyorlarsa bugünkü ilimleri de bilmiyorlar demektir. Deneyin, siz de Kur’an benzeri bir kitap yazın denebilir. Ama bu mümkün değildir.
Neden mümkün değildir?
Kur’an Arapçaya göre indirilmemiştir, Arapça Kur’an’a göre oluşturulmuştur. Bir defa saf Arapça ile yazılmıştır. Yabancı kelimeler ve kurallar karışmamıştır. Arapça dil olarak çok ileri bir dildir. Örnek olarak bugün Arapların konuştuğu dil ile Kur’an Arapçasını karşılaştırdığınızda onda biri seviyesinde bile değildir. O sebepledir ki hâlâ klasik Arapça yazısı ile yazıyorlar. Kur’an Arapçası dışında cahiliye devrindedirler. Kur’an Arapçası bozulmamıştır ama en yüksek fikirleri ifade etme gücündedir.
Kur’an’ın benzerinin neden getirilemeyeceği üzerinde “Kur’an Mucizeleri” adlı kitabımızda 25 mucize olarak ortaya koyduk. Tam redakte edilmediği için henüz basılmamıştır. Üzerinde Matematik ve fen ilimlerini bilen birisinin çalışması gerekmektedir. Ben burada sadece 25 başlığını birer cümle ile açıklayacağım:
0. Misli Getirilmemiştir:
Bu âyette olduğu gibi Kur’an eğer buna benzer bir Kur’an’ı, bir sûreyi, bir âyeti, bir sözü getirin şeklinde çağrıda bulunmuş. 1400 senedir insanlık onunla savaşmaktadır. Ama benzeri budur diye Nobel mükâfatlı bir eser ortaya konamamıştır. Sermaye onu devre dışı etmek için önce İslâm düşmanlığı yapmıştır. Sonra şeriat düşmanlığı yapmıştır. Sonra tercümecilikle saldırmıştır. Sonra sûrelerinin nüzul sırasına göre sıralanmasını denemiştir. Ama mislini getirmeyi deneyememiştir. Hâlbuki 1000 kişilik ilim adamları onun üzerinde çalışır, benzer bir kitapla meydana çıkar, bu kitap benzeridir diyebilirlerdi.
1. Seçkin Sayılar:
Bugün Avrupa norm sayılar ve standart sayılar diye sayılar sistemini geliştirmiştir. Yirminci yüzyılın ortalarında buna ulaşmıştır. Teknoloji metrik ve inç diye iki norm üzerine oturmuştur. Kur’an 3 ve 7 tabanlı, 2’li ve 10’lu sayı sistemine göre düzenlenmiştir. Her bir ayetine kadar böyledir. Öyle ki, bizim onun seviyesinde seçkin sayıları kullanıp konuşmamız mümkün değildir.
2. Doğada Seçkin Sayılar:
Doğada aynı 3 ve 4 tabanlı, 2’li ve 10’lu sayılar sistemini kullanmaktadır. Yani yapı matematiğine sahiptir. Bu da onun ilâhi kitap olduğuna dair en açık delildir. DNA testi yapıp bu kanın kime ait olduğunu bununla bilmekteyiz. Biz birbirimizi bu yapı matematiği ile tanıyoruz.
3. Kur’an Eşsizdir, Benzerini İstemektedir:
Benzerini getirin diyor. O zaman söz yoktur. Getiremezsiniz diyor. Benzerinin olmaması ayrı bir mucizedir. Meydan okuması ayrı mucizedir.
4. Varsayımlar:
Kur’an, bütün hükümleri tesbit edeceğimiz varsayımlara dayanarak oluşturulmuş sistemdir.
1. Kâinat insan için Yeryüzü âdemoğulları için yaratılmıştır.
2. Yeryüzü insanlığın ortak malıdır.
3. Kişi Allah’ın halifesidir, O’nun adına karar alır.
4. Kişi Allah’ın kuludur, O’nun adına icra eder.
5. Allah kendi haklarını topluluğa devretmiştir. Kişiler ondan borçlu ve alacaklı olurlar.
6. Kişilerin yakınlıktan, komşuluktan, emekten ve sözleşmelerden doğan hakları vardır.
7. Hukuk düzeninde sorunlar hakemlerce çözülür.
8. Askeri düzende sorunlar ortak vekillerle ve başkanlıkla çözülür.
9. Nimet-külfet dengesi vardır. Kişilikte eşitlik vardır, hayatta eşitlik yoktur.
10. Evlilik çocuk yetiştirme ortaklığıdır. Erkek, çocuğun geçimini sağlar ve savunmasını yapar, kadın doğurur ve büyütür
5. Kur’an Lafzı ile Korundu:
Hazreti Osman zamanında Sahabelerin icmaı ile yazılmış, icma ile sabit olmuş, sonra da kıraati icma ile tesbit edilmiştir. Bugün milyarlara ulaşan nüshaları arasında fark yoktur. Böyle bir eser bugünkü teknikle bile zor tesbit edilmektedir. Kur’an bunun korunacağını haber vermiştir. Deri parçaları üzerinde yazılan bu eserin bu denli korunması bir mucizedir.
6. Kur’an’ın Dili Korundu:
Kur’an Kureyş’in o günkü diliyle tesbit edilmiş olup bugün başka hiçbir dile nasip olmayan bir tesbit ile günümüzde korunmuştur.
7. Kur’an Tarihi ile Korundu:
Kur’an Mekke’de yazılmaya başlandı. Medine’de Kur’an’dan başka bir şey yazılmadı. Hazreti Ömer’in hilafetinde başlayan ravilerle hadisleri yazma Taberi ve Hişam gibi tarihçiler tarafından tam yazılı hâle getirildi. Kur’an’ın iniş dönemini yaşayanların ağzından yazılı hâle getirilen inişi bugün tarihin en aydınlık sayfasıdır.
8. USULÜ İLE MAHFUZDUR.Kur’an’ı Anlama İlmi Usulü Fıkıh Oluşturuldu:
Kur’an Hazreti Peygambere Kur’an’ın yorumlamasını yasaklamış, açıklama bize aittir demiştir. Medine’de kurulan Maliki, Küfe’de kurulan Irak ekolü Kur’an’ın anlaşılması metodu ile ilgili ilim geliştirdiler. Batı hâlâ bu ilmi anlamış değildir.
9. Her Yaşa Hitap Eder:
İnsanlar 7 yaşlarında düşünmeye ve öğrenmeye başlarlar. 10 yaşında, 15 yaşında, 30 yaşında, 40 yaşında ve 60’tan sonra farklı anlayış ve kavrama durumları vardır. Yazılan kitaplar bu yaşlara göre yazılır. Kur’an ise her yaşa hitap eder. Kur’an’ı farklı şekilde anlarlar ama her yaşa kendi seviyesinde hitap eder.
10. Her Kavme, Her Topluluğa Hitap Eder:
Topluluklar farklı kültürlere sahiptir. Her topluluğun kendi dünya görüşleri vardır. Kur’an sanki özel olarak o topluluğa inmiş gibi ayrı ayrı hitap eder, onların anlayışlarını meşru istikamete yöneltir. Sosyalistler Kur’anı sosyalizm olarak algılar, kapitalistler kapitalizm olarak algılar.
11. Kur’an Her Çağa Hitap Eder:
İnsanlık uygarlaşmaktadır. Teknolojide yapılan bir yenilik hukuktaki yeniliği zorunlu kılar. Hukuktaki yenilik teknolojide sıçramaya sebep olur. Bu nedenle hukuk her bin senede bir temelinden yenilenir. Kur’an her asra göre çözümleri getirmiştir. Örnek, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”dır.
12. Her Konuda Hitap Eder:
Bugün ihtisaslaşma olmuştur, ayrı ayrı meslekler oluşmuştur. Her mesleğin kitabı ve usulü ayrıdır. Doktor mühendis değildir, avukatlık yapamaz. Her konuda yazılmış kitaplar farklıdır. Kur’an ise herkese ayrı ayrı hitap eder; mühendislere ayrı, doktorlara ayrı, avukatlara ayrı ayrı ve kendi mesleklerine göre hitap eder. Bir âyeti başka başka şekilde ve o mesleğe göre anlarsınız.
13. Gramer Hatası Yapmaz:
Her dilin kendine özgü kelimeleri ve cümle kuralları vardır. Bir dilde gramer hataları yapmamak o dili fasih olarak kullanma demektir. Kur’an gramer hatası yapmaz. Kur’an’ı okuyan Arapça bilen kişinin kulağına kırmızılar çizilmez.
14. Belagat:
Dilin cümleleri gramere uygun olur ama istenen manayı tam ifade etmez, söylemek istediğini karşı taraf anlayamaz. O halde cümle gramer kurallarına uygun olacak ama aynı zamanda meramını tam ve doğru anlatacaktır. Kur’an bunu başarmıştır ki büyük iki uygarlığın kaynağı olmuş. Kur’an şimdi de o belagati sayesinde üçüncü binyılın sorunlarını çözüyor.
15. Vecizdir:
Bir şeyi gramer kurallarına göre tam olarak başlatmak yetmez, ayrıca en az cümlelerle ve kısa cümlelerle ifade etmek gerekir. Kur’an 600 sahife içinde tüm ilimleri, Kâinatı ve insanı sığdırmıştır. Bunun i’câzına ulaşmanın mümkün olmadığını herkes kabul etme durumundadır.
16. Bedii:
Gramer kurallarına uygun, manasını doğru ve tam ve bunu en kısa yoldan ifade etmenin yanında, dinleyenler onu zevkle dinlemektedir. Onları rahatsız etmemektedir. Kur’an bunu en iyi şekilde başarmıştır. Tercüme ile metni karşılaştıran herkes bunu çok açık olarak görür.
17. Demokratik Düzen Getirmiştir:
Kur’an’ın getirdiği düzen içtihat ve icma düzenidir, ileri demokrasi düzenidir. İnsanlık bugün ancak onun yani o demokrasinin bozuk versiyonunu benimsemiştir.
18. Laiklik / İslâm:
Kur’an bir din kitabı olduğu halde lâik düzeni getirmiştir. Allah insanları kendi iradeleri ile hareket ettikleri ile sorumlu tutacaktır. Bu sebeple diğer insanların zorlamalarına izin vermemiştir. Hakemler nezdinde hak aranır. Onun dışında kimse kimsenin işine karışamaz.
19. Liberal / Âdil Liberallik:
Üretimde serbest düzeni, arz ve talep düzeni getirilmiştir. Rekabetin yapıldığı yerde tekel men edilmiş, devlet veya sermaye tekeli yerine vakıf tekeller kabul edilmiştir.
20. Hak / Sosyallik:
İnsanlara Yeryüzünden pay tanıyarak yaşamak için çalışma zorunluluğunu kaldırarak işvereni ve işçiyi özgür hâle getirmiştir.
21. KUR’AN GEÇMİŞİ BİLMEKTEDİR
Tarihi kıssaları anlatırken hata yapmamaktadır. Örnek olarak Mısır’daki hayatı anlatırken onlarda demir araçlar bulundurmamaktadır.
22. VAZI’ / Kanunları Bilmektedir
Tevrat’ı anlatırken onun getirdiği hükümleri doğru anlatmaktadır.
23. FITRİ İLİMLER
Yeri, göğü, canlıları anlatırken onları doğru anlatmaktadır.
24. KUR’AN GELECEĞİ BİLİR
Gelecekten verdiği haberler doğru çıkmıştır. Mekke fethedilmiştir. İstanbul fethedilmiştir. Yeryüzüne Kur’an hükümleri hâkim olmuştur.
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ
(EM YaQUvLUvNa iFTaRAyHuv)
“Onu o iftira etti diyorlar”
Sen iftira ettin denmediğine göre diyenler bize diyorlar. Buradaki zamir Hazreti Muhammed’e giden zamir olmaktadır. Kur’an’ı Hz. Muhammed kendisi uydurdu diyorlar, bize.
“Adil Düzen” hakkında o iftira ediyor diyorlar, sistemin Kur’an’la ilişkisi yok diyorlar. Öyle mi; madem ben iftira ettim, mademki Erbakan iftira etti, onun benzeri sistemi getirin diyoruz. O halde siz de böyle bir şey iftira edin. Kur’an’a dayanan bir sistem getirin.
“Avrupa İnsan Hakları” diyorlar, Tevrat, İncil ve Kur’an’ın söylediklerini bozarak uyguluyorlar.
قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ
(QuL FaETUv BiSUvRaTın MiÇLiHIy)
“Söyle; onun misli bir sûre getirin”
Onlara şunu teklif ediyoruz; Fatiha’yı başka bir dile çeviriniz. Manası sizin sisteme uygun olsun.
Biz “Bismillahirrahmanirrahim” için “yaşatan ve çalıştıran topluluk adına bu işi yapıyorum” diyoruz.
Siz yazın, ondan sonra bu iki metni bildiğimiz dil kuralları içinde manalandıralım. Önce sizin Arapça seviyesinde başka bir diliniz yok ki tercümesi onun seviyesinde olsun.
وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ
(Va uDGUv MaN ıSTaOaGTuM MıN DUvNı elLAvHı)
“Ve Allah’ın dununda kime istitaa ederseniz onu da davet edin”
İnsanlığa hâlâ meydan okuyor. Bir düzen üniversitesini kurunuz, bin kadar âlimi görevlendiriniz ve bunlara üçüncü binyıl uygarlığının kitabını yazınız diyelim.
Birkaç sene sonra bu olmamış yahu değiştirelim derler.
Biz 1400 sene bir harfini değiştirmedik, bugün de değiştirmiyoruz, icma ile verilen manalarda da değişiklik yapmıyoruz.
إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
(EiN KuNTuM ÖAvDıQIvNa)
“Sadıklar iseniz.”
Buradan anlaşılıyor ki onlar Kur’an’a denk sûre getiremeyecekler ama yine de küfürlerinde devam edeceklerdir.
Kur’an’a nazire getirebilmek için önce Kur’an’ı bir öğrenmeli ve anlamalıdırlar. O zaman da gerçekleri görecek ve teslim olmaktan başka çare bulamayacaklardır. Buna karşı çareyi onu okumamakta bulmaktadırlar.
Kur’an ehli de hâlâ Kur’an’ı şiir melodisiyle okumaktan ibaret görüyor.
بَلْ كَذَّبُوا بِمَا لَمْ يُحِيطُوا بِعِلْمِهِ وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْوِيلُهُ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ (39)
(BaL KaüÜaBUv BiMAv LaM YuXIyOUv BiGıLMiHIy VaLamMAy YaETiHiM TaEVİyLaHUv KaÜAvLiKa KaüÜaBa elLAÜIyNa MiN KaBLiHiM Fa unJuR KaYFa KAvNa GAQıBaTu eLJAvLIMIyNa)
“Öyle değil, onlar ilmini ihata edemediklerini ve kendilerine tevili gelmeyenleri tekzib ettiler. Kendilerinden öncekiler de öyle tekzib ettiler. Zalimlerin akıbeti nice oldu, nazar et.”
Bu âyet bize, bize söylenen şeylere karşı nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğretmektedir. Önce her söze kulak verilecek, sonra onlardan en iyisi seçilip ona uyulacaktır. Karşı tarafın söyledikleri üzerinde tartışılmayacaktır. Eski söylenen sözler ağaçtaki meyveler gibidir. Çürük olanı var, zehirli olanı var. Biz çıkıp da ağaçta çürük meyve kalmasın diye uğraşmamalıyız, sağlam yenebilir meyveleri toplayıp yemeliyiz. Bize yaramayanlarla da ilgilenmeliyiz. Onlar bize yaptıklarımızın yanlış olduğunu söylerler. Biz sözlerini dinleriz. Onlara hakkı söyleriz ama onları zorlamayız.
Bundan önceki âyetlerde onlar zan ile hareket ediyorlar. Zan haktan bir şey iğna etmez demişti. Burada da onlar ilmini ihata edemediklerini tekzip ediyorlar diyor. Zanna tabi olmayı reddediyor. İlmi ihata edilmeyeni tekzip etmeyi de reddediyor.
Demek ki orta yol seçilecektir.
Bu yol nedir?
Bir konuda düşünmeye başladığımız zaman kesin fikirli olmayacağız. Doğru ne ise onu aramalıyız. Bildiklerimizi doğrulama değil, bilmediklerimizi öğrenme yoluna gireceğiz. Yanlışlarımızı düzeltme çabasında olacağız.
İlmimizin ihata etmediği hususların da savunucusu olmamalıyız. Onları savunmayacağız, karşımızdakilere siz de bizim gibi davranın demeyeceğiz. Kimsenin iddialarını çürütmeyeceğiz.
Mekkeliler Kur’an’ı dinleseydiler, kendilerine göre doğru olanları alıp doğru olmayanlara karşı çıkmaz, saldırmaz ama kendisi de uygulamaz olsaydı sorun olmazdı. Ama onlar öyle yapmadılar. Susturmak için saldırdılar.
Biz Akevler’i kurduk. Devletten bir yardım istemedik. Vergileri tam ödedik. Devlet bizi rahat bıraksaydı parti kurmazdık. Şimdi Erdoğan belasıyla(!) karşı karşıya kalmazlardı.
ABD’deki sermaye de yani o büyük kulağın da, --açıkça söylüyorum-- şimdi bizim sesimizi duyması mümkün gözükmüyor ama yarın duyacaktır.
Eğer yaşamak istiyorsanız ne dediğimize kulak verin, bizi anlayın. Ondan sonra da söyleyeceklerinizi söyleyin ama bize saldırmayın.
Saldırmaya devam etmek mi istiyorsunuz?
Bizi yenemezsiniz, çünkü biz haklıyız. Haksız kuvvetli haksız kuvvetsizi yenebilir. Kuvvetli haklıyı yenemez, sonunda yenilir.
İlimlerinin ihata etmediği ve tevili kendilerine gelmeyen demek; icmaları yoktur, içtihatları da yoktur demektir. Yani Kur’an’ın Allah sözü olmadığına dair kati delilleri yoktur, araştırma yapıp ilmen içtihatla olsa da Allah’ın sözü olmadığına dair bir sonuca varamamışlardır. Buna karşı çıkıyorlar. Araştırma yaparsınız, yanlış da olsa bir sonuca varırsınız, ondan sonra dersiniz ki; bana göre bu böyle değildir.
Sırf mevcut olan düzene uymadığı için reddetmek, tekzip etmek sorumluluğu muciptir. Yapılacak iş çok sadedir. İlmin ihata ettiğine uyulacak ve savunulacak, ilmin ihata etmediği hususlarda içtihat yapılacak ve ona uyulacak. Herkes kendi içtihadına uyacak. Bunun dışında davrananlar sorumlu olup mesuldürler. Bu mesuliyet ceza kanunlarında yazılanlar değildir. Bu mesuliyet doğal mesuliyettir.
Âyet geçmiştekilerin de böyle yaptıklarını söylemektedir. Bu bizim için önemlidir. Çünkü demek ki doğru yoldayız ki aynı tekziple karşı karşıyayız.
“Söyle ve nazar et” deniyor. Demek ki geçmişte olanlara nazar edeceğiz, gelecekte de benzeri olacaktır. Tarihte çok açık bildiklerimizi anlatabilir.
1- Hz. Nuh Peygamber geldi, dinlemediler, tufanla o nesil helâk oldu.
2- Hz. İbrahim Peygamber geldi, dinlemediler, şimdi o nesil de yoktur.
3- Hz. Musa Peygamber geldi, dinlemediler, şimdi sadece mezarları duruyor.
4- Hıristiyanlara yapmadıkları zulüm kalmadı, şimdi ise dünyaya onlar zulmediyorlar.
“Adil Düzen”in oluşma hikâyesine baktığımızda benzer kıssa ile karşı karşıya kalırız. O halde ibret alıp ona göre hareket etmemiz gerekecektir. Sûrenin ilerleyen âyetlerinde sûre bizim ne yapacağımızı daha iyi bir şekilde anlatacaktır.
“Şimdi nazar et” diyor. Herkes ayrı ayrı nazar edecek. İçtihadını yapacak. Sonra nazarlar üzerinde birlik sağlanacak. Sağlananlar kısmı birlikte, sağlanamayanlar kısmı ise içtihatla amel edilecektir. Sûrede hep söyle, nazar et şeklinde müfret emirler verilmektedir. Çünkü biz henüz topluluk oluşturmadık. Görüşlerimiz ayrı ayrı olmalıdır. Medine’ye geçtiğimizde toplu emirler alınacaktır.
Âyetin sonunda “akıbetü’l-mükezzibîn” denmesi gerekirken, akıbetü’z-zalimîn” denmiştir. Bizi tekzip ettikleri için sonuçları kötü olmayacak, bize zulmettikleri için akıbetleri iyi olmayacaktır. Burada harfi tarifle işaret edilen zamirler sömürücü sermaye ve siyasilerdir. İşbirliği yaparak tüm insanları sömürmeye devam ediyorlar. “Adil Düzen”i bu sömürüye devam ettikleri için tekzip ediyorlar. Akıbetleri de bunun için kötü olacaktır. Fikri suçlardan dolayı değil, onlar istedikleri yanlışı söylesinler, uyan onlardan olur, uymayan olmaz. Bizim için de durum budur. Biz söyleriz; uyanlar bizden olur, uymayanlar olmaz. Biz kimseyi zorlamıyoruz. Kimse de bizi zorlamamalıdır.
بَلْ
(BaL)
“Öyle değil”
“Bel” daha önce söylenenleri tekzib etmeden, onların bu durumları bundan ibaret değildir. Asıl olan onların hatalı davranmalarıdır. İcma ve içtihatla tesbit etmedikleri gerçekleri keyfi olarak söylerler. Sizi dinlemezler, anlamazlar ve reddederler. Kendi dedikleri ise ispatsız kesindir, çünkü Kâinatı kendileri var etmişlerdir! Onların ispat etmelerine gerek yoktur.
Oysa Kur’an Allah’ın sözü olduğu halde her söylediğini değişik yönlerden ispat etmekte, muterizlere cevap vermektedir. Tanrı diyebilirdi ki; ben tanrıyım, ben sizi yarattım, o halde bana karşı gelme hakkınız yoktur. Ben ne söylersem doğru odur, siz itiraz etmeden delil istemeden beni dinlemelisiniz.
Nitekim tarikat ehli bu yolu seçiyor ama delil getirin diyerek delillendirmiyor.
كَذَّبُوا
KaüÜaBUv
“Tekzib ettiler”
Kabul etmemek başka, tekzip etmek başkadır. İlminizin ihata etmediği hususları kabul etmek zorunda değilsiniz, ama tekzib de edemezsiniz. İlminiz ihata ettiğinde yanlışlık varsa onu tekzib edebilirsiniz. İlminizin olmadığı hususlarda içtihat etmişseniz ona göre amel etmek zorundasınız, ama doğruluğunu iddia edemezsiniz. Amelen uymak zorundasınız.
Ehli Sünnetin icmaları ile sabit olan hususlar vardır. Kur’an onları çok veciz bir şekilde ifade etmektedir. İlmin ihata ettiği ve tevili gelmiş ifadelerle icma ve içtihatları ne kadar beliğ bir şekilde ifade etmiş oluyor.
بِمَا لَمْ يُحِيطُوا بِعِلْمِهِ
(BiMAv LaM YuXIyOUv BiGıLMiHIy)
“İlminin ihata etmediğini tekzip ettiler”
İlminin ihata edebilmesi için icma hâsıl olmalıdır. Bir araya gelip anlaşarak değil, herkes ayrı ayrı içtihat yapacak ve kendi içtihadı ile amel etmeye başlayacak.
Eğer bu içtihatlarda tevafuk varsa, herkes ayrı ayrı çalıştıkları halde aynı sonuca varmışlarsa, işte bu ilmin ihata ettiği olur. İlim tek olacak ve tek olan ilim de o hükmü ihata edecek. Yani birileri onun dışında kalmayacak. İşte o icmadır.
İcmada zorlama yoktur. Yani öyle içtihatlar yapalım ki icma olsun demeyiz. Biz hiç kayıt altında kalmadan içtihat yaparız. Eğer bizim dışımızda icma olursa o kesindir, ona uymak zorundayız. Allah’ın o topluluğa vahyi kabul edilmektedir. Yoksa onlar nasıl olur da birleşirler. Böyle bir icma yoksa tekzib edemeyiz, böyle bir yanlışlıkta icma varsa ancak onu tekzib edebiliriz.
وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْوِيلُهُ
(VaLamMAy YaETiHiM TaEVİyLuHUv)
“Ve kendilerine henüz tevili gelmeyenleri”
Tevil de gelmemiştir, ama gelmesi beklenmektedir. Onlara tevili gelmemiştir.
İlmin ihata edilmesinde burada “Lemmâ” kullanılmıştır. İcma için biz çalışmayız. Çünkü icma Allah’ın vahyidir, ne zaman isterse vahyeder. Ama içtihat için biz faaliyet gösteririz. Onun için burada “Lemmâ” gelmiştir.
İçtihat yapıp bir kanaate bile varmadan tekzib etmektedirler.
“Adil Düzen” üzerinde dursalar, yanlışlarını bulsalar ve ondan sonra tekzib etseler fazla bir şey söylenmez.
Ama bizim arkadaşlarımız “Adil Düzen”i de peşin hükümlü olarak çalıştılar. Gayeleri Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirmekti. Bu çalışmaları gizli yaptılar, 16 sene ketum kaldılar. Sonunda Hayrettin Karaman kendisinin ve Sabahattin Zaim’in raporlarını açıkladı. Allah razı olsun. İkisi raporlarında; henüz Akevler’deki çalışmalar tamamlanmamıştır, parti bunu program yapmaktan vazgeçmelidir dediler. Ortak raporda ise ne İslâmî’dir ne de ilmîdir dediler. İşte o rapor bu âyetin tanımladığı düşüncenin eseridir.
Biz şimdi “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı hazırladık.
Buyursunlar, bizimle tartışarak neresi İslâmî değildir, neresi ilmî değildir, göstersinler.
Bununla beraber bu arkadaşlarımız cihat yaptılar. Bugünkü duruma gelinmesinde büyük katkıları vardır. Onlara karşı sevgimiz artmıştır, azalmamıştır.
كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ
(KaÜAvLiKa KaüÜaBa elLAÜIyNa MiN KaBLiHiM)
“Kendilerinden öncekiler böyle tekzib ettiler”
Bizden önce de Mekkeliler böyle tekzib ettiler.
Bugünkü sermaye ne ise, onlarla işbirliği yapanlar ne ise, dün de Mekke tüccarları ve halkı odur. O gün İsrail oğulları değil Araplar tekzib etmişti. Ama Medine Yahudileri de en kritik zamanda onlarla bir olmuşlardır.
Bugün de Hıristiyanlar Amerikan sermayesi ile birliktedirler. Olayları takip ettiğimiz zaman gelecekte ne olacağını çok daha iyi anlamış olacağız.
فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ (39)
(Fa unJuR KaYFa KAvNa GAQıBaTu eLJAvLIMIyNa)
“Zalimlerin akıbeti nice oldu, nazar et.”
Bugünkü dünyada en büyük sorun, ABD’deki 200 aileden oluşan sermayenin 500 yıllık tahribatının sonucudur. Bugünkü Batı uygarlığı onların eseridir. İslâmiyet ile Batıyı onlar sentez ettiler. Ama bugün tüm pisliklerin ve kötülüklerin kaynağı onlardır.
Bizim temennimiz Mekke tüccarları gibi sonunda bunlar da “Adil Düzen”e teslim olur ve üçüncü binyıl uygarlığına tufansız geçebiliriz.
Biz insanları seviyoruz.
Biz onların kötülüklerine karşıyız.
Nasıl kanser hastasını sevdiğiniz için kurtulmasını istersiniz, biz de aynen öyle onların kurtulmasını istiyoruz. Bununla beraber bizim görevimiz onları kurtarmak değildir. Bizim görevimiz kendimizi kurtarmaktır.