YUNUS SÛRESİ-8
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ أَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالْأَنْعَامُ حَتَّى إِذَا أَخَذَتِ الْأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَا أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلًا أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَنْ لَمْ تَغْنَ بِالْأَمْسِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (24) وَاللَّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (25)
***
NOT: 21-23. âyetler sehven atlanmıştır, gelecek hafta/larda inşaallah...
إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ أَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ
(EinNaMAv MaÇaLu XaYAvTi elDüNYAv KaMAvEin EaNZaLNAvHu MiNa elSaMAvEi)
“Dünya hayatının meseli semadan indirdiğimiz mâ gibidir.”
Kur’an suyun semadan indirildiğini değişik yerlerde bildirmektedir. Sema marifedir ve tektir. Yani su bir semadan inmektedir. Bu sema dünyaya en yakın semadır. Güneş ışığı denizlere vurur ve suyu buharlaştırır. Su küçük küçük kümeler hâline gelir. Buna bulut denir. Sıcak havada bunlar dağınıktır, şeffaftır, görülmez. Soğumaya başlayınca parçacıklar büyür, artık bulut olur ve görünür. Rüzgâr onu alır ve dağlara doğru götürür. Orada daha da soğuyarak damlalar hâline gelir ve yere iner. Yağmurun bu oluşmasını ‘Biz inzâl ettik’ ifadesi ile açıklamaktadır. Yani koyduğu kanunlarla yapmaktadır. Bu kanunların çalışması için de görevlileri vardır. Onlara “melek” denmektedir.
Melek var mıdır sorusuna cevabı biyoloji vermektedir. Saksımızdaki bir çiçeğe o güzelliği veren kimdir? Yerin altını kazıyoruz. Sekiz köşe tuğla parçasını bulduğumuzda bunu insan yapmıştır diyoruz da, güzelim çiçeği ve harika tohumu yapanı niye düşünmüyoruz? Kaldı ki bundan üç milyar yıl önce yeryüzünde canlı yoktu.
Dünya hayatı yakın hayat demektir. Mukabili âhiret hayatıdır. Gökten su iner, bitkilere karışır ve canlılara rızık olur. Suyun kendisi taşıyıcıdır. Asıl yapıcı Güneş’tir. Yerdeki canlılara girer, onların canlanmasını sağlar. Suyun kendisi bir iş yapmaz, iş yapanlara aracı olur. Dünya hayatı da böyledir. Aslolan âhiret hayatıdır ama nasıl yeşilliğin suya ihtiyacı varsa âhiret hayatının da dünya hayatına ihtiyacı vardır.
إِنَّمَا
(EinNaMAv)
“Sadece”
“İnne Mâ” şeklinde düşündüğümüzde “İnne” tahkik harfidir, “Mâ” ismi mevsul olur. “Mâ hüve meselu’l-hayati’d-dünya” şeklinde ifade edilir. Dünya hayatının meseli su gibidir demek olmuş olur. Hasrı ifade etmez. Eğer “İnnemâ” şeklinde anlayacak olursa hasrı ifade eder. Yani yalnız su gibidir manası verilir. Biz hasr manasını vermiyoruz. “İnne”yi ayrı “Mâ”yı ayrı manalandırıyoruz. Siz başka türlü düşünüyorsunuz ama o öyle değil, dünya hayatı suya benzer.
مَثَلُ
(MaÇaLu)
“Meseli”
“Mesel” kelimesi Kur’an’da çok geçer.
“Mesel” birbirine sistem olarak benzeyen varlıklardan biri diğerine mesel olur. Göz görür, kulak işitir. Göze ışık gelir, kulağa ses gelir. Göz şekilleri algılar, kulak kavramları algılar. Demek ki kulak gözün bir meselidir. Uçak da geminin bir meselidir. Su ile dünya hayatını karşılaştırmak, suyu dünya hayatına mesel yapmaktadır. Nasıl su olmadan bitkiler yeşermiyorsa, dünya hayatı olmadan da âhiret hayatı olmamaktadır.
Dünya hayatı önemsizdir; geliriz, yaşarız ve gideriz ama dünya hayatında elde ettiklerimizle âhiret hayatını kazanırız.
الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
(XaYAvTi elDüNYAv)
“Dünya hayatı”
Yakın hayatın karşıtı uzak hayat olmalıdır. Ama karşıtı âhiret hayatıdır.
Bir inşaatın yapılması vardır, sonra onun kullanılması vardır. Arabanın yapılması vardır, sonra onu kullanma vardır. Yapma bir iştir. Yapılırken masrafı vardır, yararı yoktur. Bittikten sonra ise artık zevkle kullanırsınız.
Dünya hayatı insanın ve insanlığın inşaat safhasıdır.
Âhiret hayatı ise asıl o inşaattan yararlanma dönemidir.
كَمَاءٍ
(KaMAvEin)
“Su gibidir”
Burada “su gibidir” deyince, suyun kendisi gibi değil, yaptığı iş dünya hayatının benzeridir demek olmaktadır. “Mesel” kelimesi ile ikili benzetme değil de sistem benzetmesi söz konusudur.
Kâinat bundan 13,7 milyar yıl önce bir bilye büyüklüğünde idi. Nasıl tohum su yoksa durur, su gelince yeşerirse, bu kâinata da durup dururken ona bir yağmur yağdı. Yağmur benzeri bir şey geldi ve patladı. Tohum çimlendi ve kâinatımız oluştu.
Astronomlar saniyenin yüzde birine inmekteler ve yaradılışı takip ediyorlar ama patlamadan önceki durumu bilemiyorlar. Durup dururken kâinat neden patladı? Çünkü beş boyutlu uzay içinde kâinat tohumları vardır. Beş boyutlu uzayın yağmuru vardır. Yağdığı zaman o tohumlar çimlenmekte ve kâinatları oluşturmaktadır.
أَنْزَلْنَاهُ
(EaNZaLNAvHu)
“Onu inzâl ettik”
Suyu biz inzâl ettik. Yani suyun yağması için denizleri yarattık, karaları yarattık. Karalarda dağları yarattık. Güneş ve Ay ile gece-gündüz veya yaz-kış yaptık. O sayede yağmurlar yağmaktadır. Sükût halde bulunan tohum bu sayede canlanmaktadır.
İşte…
Kâinat başlangıçta bir tohum gibi idi. Bu dünyanın tamamı onun DNA’larında yazılı idi, bekliyorlardı. Oranın suyunu indirdik de patladı, büyümeye başladı ve hâlen büyüyor.
مِنَ السَّمَاءِ
(MiNa elSaMAvEi)
“Semadan”
Bu sema yağmur semasıdır. En yüksek dağ kadardır. 10 kilometre kadardır.
Demek ki âhirette de böyle bir sema varmış ve demek orada da yağmura benzeyen bir uyarıcı varmış, onunla uyarmış ve işte o zaman patlama olmuş. Oranın da semaya benzer bir durumu varmış.
فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالْأَنْعَامُ
(FaPTaLaOa BiHi NaBAvTu eLEaRWı MiNMa YaEKuLu elNAvSu Va eLEaNGAvMu)
“İnsanların ve en’amın eklettiği arzın nebatı ile ihtilat etti.”
Burada ihtilat eden sudur. Yağmur indiği zaman sıcaklık da müsaitse su tohumun içine girer ve su olmadığı için uyur halde hareketsiz iken, çoğalmazken, büyümezken, su onları harekete geçirir. Artık çevreden aldığı maddelerle büyümeğe başlar. Su ile karışır.
Benzer şekilde Kâinat bir tohum iken, dört boyutlu uzaydan gelen yağmura benzeyen bir şey Kâinat çekirdeğine katılmış, dördüncü boyuttan madde almaya başlamış ve büyümüş, büyümüş, bugünkü duruma gelmiştir. Bizim için yer ne ise dört boyutlu uzaydaki çubuklar da odur. Nebatı en’am ve insanlar ekletmektedir.
Bitkiler Güneş’ten gelen ışınları birleştirip Güneş’in ışın enerjisini yapraklarında, köklerinde ve meyvelerinde depo etmekte, sonra onları diğer canlılar yemektedirler. Onların içinde insanların yediği bitkiler ve meyvelerdir. Böylece insanlar dünya hayatını yaşamaktadırlar.
Kâinat çekirdeğinde canlıları besleyen düzen vardır. Canlılar içinde insanı besleyen düzen de vardır. Besin zinciri ile bu gerçekleşmektedir. Kâinat tohumunun gayesi Kâinatın meyvesi olan insanı yetiştirmedir. Bu sebepledir ki burada insan ve onun besini olan en’amı zikretmektedir; insanın gaye olduğu bildirilmektedir.
Arzın nebatından bahsetmektedir. Yani nebat vardır. O ihtilat etmektedir. Nebat vardır. Tohum halinde vardır yahut kök hâlinde vardır. Yer kendisi su aldığı için canlanmakta, zaten mevcut olan nebat canlanmaktadır. Kâinatta da depolanmış madde ve depolanmış enerji vardır. Kâinat suyu yeniden harekete getirmekte, onunla ihtilat edip hareketini sağlamaktadır. Fizikçiler Kâinatın boş olduğunu veya esir bulunduğunu iddia etmektedirler. Elektrik alanının tesiri ile elektrik etkilenme olur. Manyetik alanın etkisi ile manyetik etkilenme oluşur. Elektriki etkilenme hareket ederse manyetik alan doğar, manyetik etkilenmenin hareketi ile elektrik alan doğar. Etkilenme katsayılarının çarpımı ışık hızının karesine eşittir. Elektriki Etkilenme * Manyetik Etkilenme = Işık Hızının Karesidir. Bu da maddenin en büyük hızıdır.
İşte, Kâinatı dolduran bu etkilenme özelliğine esir diyoruz. Kâinatın dört boyutlu uzayında mevcut olan bir maddedir. Oranın suyudur. Bu su gibi devretmektedir. Yeryüzü hayatı böyle oluşmaktadır.
فَاخْتَلَطَ بِهِ
(FaPTaLaOa BiHIy)
“Onunla ihtilat etti”
Burada “inzâl ederiz” demiyor, “inzâl ettik” diyor; “Yahtalatu” demiyor, “İhtalata” diyor yani mazi kullanıyor, tef’il bâbı ile değil de ifti’al bâbı ile söylüyor. Demek ki sünnetullah ile bunu yapmaktadır yani koyduğu kurallarla yapmaktadır. Maddeye verdiği özelliklerle, görevlendirdiği meleklerle bu işleri yapmaktadır.
“Fe” harfi gelerek uygun şartlarda suyun değmesiyle ihtilat olmaktadır. Tohum veya kök suyu emmektedir. Bu da bitkilerin arasına girmesi suyun dağılma özelliğindendir. Cansız varlıkları ıslatır, yaş kılar. Hücrelere ise su istediği zaman girip istediği zaman çıkamaz. Belli süzgeçleri vardır. İhtiyacı kadar su alınır, fazlası atılır.
Bu sebeple burada “nebat ihtilat eder” denmektedir.
Suyun hücre içinde belli yerleri vardır, oralarda yerleşir. “İhtilat” kelimesi gelişigüzel karışım değildir. Su moleküllerinin sayısı bellidir, yerleri ve hareketleri bellidir. Yağların kemiklerde ihtilat ettiğini söylemektedir.
İcma gelişigüzel bir araya gelmedir.
Terkib ise birbirinden ayrılmayacak şekilde yer almadır.
نَبَاتُ الْأَرْضِ
(NaBAvTu eLEaRWı)
“Arzın nebatı”
Yeryüzü elementlerden oluşmaktadır. En küçük madde parçacığı “zerv” denen varlıktır. Bunlar ışık hızından düşük hızlarda birbirlerinden ayrı hareket ederler. Işık hızında ise birleşirler ve tek parçacık olurlar. Bu parçacıkların 17’si sekiz yüzlüde yerleşir ve ilk birleşik parçayı oluştururlar. Bunlardan 18’i birleşir ve atom çekirdeğini oluştururlar. 1836 ilk parçacık bir atom oluşturur. Bunlardan 118’i kadar birleşerek Yer’in elementlerini oluştururlar. “Arz”, bu elementlerin gelişigüzel karışımından oluşur.
Bunlardan DNA parçacıkları dizilir ve genleri oluştururlar. Genler de canlının hücresini yaparlar. Hücreler canlıları oluşturur. Tüm canlılar bir bütündür, tek canlı gibidir. Aralarındaki işbölümüne göre hareket eder ve varlıklarını sürdürürler.
Canlılar ikiye ayrılır.
Birilerinde sinir devreleri yoktur. Yani madde dışı ilişkileri yoktur. Oysa insanlar madde dışı ruhlarla da ilişkilidirler. Nebat arzın 118 elementini kullanarak oluşur. Başka herhangi bir varlık katılmaz. Onun için “arzın/yerin nebatı” denmiştir. Yani yerin DNA’larla dizilmiş kısmı anlamındadır. Bunların en önemli özelliği kendi kendilerini çoğaltmalarıdır. Yani nebat kromozomlarda bölünerek çoğalmaya başlar. Bu da ancak hidrojen bağları ile gerçekleşir yani su ile gerçekleşir. Dolayısıyla susuz hayat olmaz.
مِمَّا يَأْكُلُ
(MiN MAv YaEKuLu)
“Ekl ettiklerinden”
Yer’in özel olarak üretilmiş karbonlu birleşikleri özel yapılaşma ile oluşan bitki, insan ve hayvanlar tarafından yenmektedir. Bitkiler kendi besinlerini kendileri ürettikleri halde, hayvanlar bitkilerin ürettikleri besinleri yiyerek yaşamaktadırlar.
Bitkilerin görevi besinleri üretmektir. Besinleri kullanarak iş yapma görevi de hayvanlara verilmiştir. İnsan da bir hayvandır, aynı şekilde beslenmektedir.
Ne var ki insan Allah’ın muhatabı olmaktadır. Topraktan başka onlarda ruh da vardır. Ateist biyologlar ruhu inkâr ettiklerinden canlıda başka bir şey yoktur demektedirler. Oysa insanda ruh vardır. Hayvanlarda ruhsal olaylar vardır. Bizde olduğu gibi belki canlı bir ruha sahip değil de gerektiği zaman yardıma koşan ruh vardır.
Buradaki “Min” teb’iz için gelmektedir. Çünkü insanlar yalnız ot değil et de yemektedir. Hattâ otun tamamını değil onun bir parçasını yemektedir. Bunun için “Min” gelmiştir. “Min” “Li” manasına gelebilir yani insanlar yesinler diye de mana verilebilir.
النَّاسُ
(elNASu)
“Nâs”
İnsanlar memelilerden maymunların da yer aldığı üst grup hayvandırlar.
İnsanların diğer canlılardan farkları vardır. Memelilerden ayakta yürüyen tek varlıktırlar. Elleri iş yapmaya, ağızları da konuşmaya göre biçimlenmiştir. Çıplak yaratıktırlar. Beyin yapıları fonksiyon bakımından simetriktir. İnsanın iki gözü, iki kulağı, iki kolu vardır. Organları çifttir. Oysa beyindeki organlar çift değildir. İşitme merkezi bir tanedir, görme merkezi bir tanedir. Konuşma merkezi bir tanedir.
Hayvanlarda ise böyle değildir, onlarda simetriktir.
Biyolojik bakımdan insan da hayvan türü gibi evrimleşmez ama insan yeni şeyler icat ederek uygarlaşır. İnsandan başka uygarlaşan varlık yoktur. İnsanlar meyve yiyen hayvandırlar ama et de yemektedirler.
وَالْأَنْعَامُ
(Va eLEaNGAvMu)
“Ve en’âm”
Omurgalı hayvanlar, balıklar, kurbağalar, sürüngenler ve kuşlar olmak üzere beş sınıftır. Kuşlar ve memeliler yavrularını büyütürler. Diğerlerinde yumurtlar, ondan sonra yavruları kendiliklerinden büyürler. Kuşlar yumurtayla civciv olarak yumurtadan çıkar. Memelilerde ise yumurta yoktur, anne karnında büyütülürler.
Memeliler ve kuşlar besin zinciri bakımından üç sınıfa ayrılırlar. Bitkileri yiyen işkembeli hayvanlar. Bunlar en’âmdır. Bitkileri yerler ama işkembeleri yoktur. At böyledir. Meyve yiyen hayvanlar, domuzlar, maymunlar ve insanlar bunlardandır. Meyveleri ve leşleri yiyen hayvanlar, canlıyı parçalayıp yiyen yırtıcılar. En’âm olarak bitkilerden başka bir şey yemeyen geviş getiren hayvanlar dört gruptur; develer, sığırlar, koyun ve keçiler, zürafalar.
İnsanları ve insanların besini olan hayvanları bir arada zikrederek gayenin insan olduğuna işaret etmektedir.
حَتَّى إِذَا أَخَذَتِ الْأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَا
(XatTAy EiÜAv EaPaZaTı eLEaRWu ZuPRuFaHAv Va zZaYyaNaT Va JanNa EaHLuHAy EanNaHuM QaDiRUvNa GaLaYHAv)
“Arz zuhrufunu alıncaya ve tezeyyün ettiğinde ve ehli ona kadir olduğunu zannettiğinde...”
Nebat suyu tüm hayatı boyunca almak zorundadır; alamadıkları zaman kururlar. Yer yazın kuraklıktan çıplak olur yahut soğuktan çıplaklaşır. Yaz gelince yağmur yağarsa ortalık yeşillenir, çiçeklenir, sonra da ziynetlenir. Artık meyve alacaklarını sanırlar.
İşte bu dünya hayatı da böyledir. Bundan 13,7 milyar yıl önce var edilen kâinat gittikçe meyvelerini vermeye başlamıştır. Meleklerin, cinlerin, insanların ve ruhların çabaları ile tam yaşanacak hâle getirilmektedir. Uygarlaşma insanlığı cennete yaklaştırmaktadır.
Uygarlaşma demek, insanların istedikleri hayata doğru adım atmaları demektir. İnsanlar uçmak istemişler, bugün uçmaktadırlar. Evlere su boruları gelmiş, tahtlarında su akmaktadır. İlerde sütten borular döşenecektir, baldan borular döşenecektir. Tarım daha çok makineleşecek, seralar oluşacaktır. Tam bu duruma geldiklerinde insanlar artık biz dünyayı emrimize aldık diyecekler, rahat etme zamanı geldi diyecekler...
حَتَّى
(XatTAy)
“Hattâ”
“Hattâ” “İlâ” manasındadır. “İlâ” ile “Hattâ” arasındaki fark bana göre “Hattâ” ile zikredilen olaya dâhildir. “Sirtu İle’l-Ankara” derseniz, Ankara’ya kadar vardım anlamındadır. Ankara’ya girip girmediğinizi söylememiş olursunuz. “Sirtu Hattâ Ankara” derseniz, Ankara’nın içine bile girdim demiş olursunuz.
Bu kural gramerciler tarafından kabul edilmemektedir.
Burada suyu nebat ölünceye kadar sonuna kadar kullanır. Yani yalnız ilk çimlendiği zaman değil, hayatı boyunca köklerinden su emer ve yapraklardan salıverir. Bitkilerde kan yerine sulu usare dolaşır, ciğerde temizlenmez. Kirlenen su dışarıya atılır. Hayvanlarda da sidikle bu atılma gerçekleşir.
إِذَا أَخَذَتِ الْأَرْضُ
(EiÜAv EaPaZaTı eLEaRWu)
“Arz ahz ettiği zaman”
Bitkilerin bu çalışmaları ile inzâl edilen mâ sayesinde yeşeren otlar yeri değiştirmektedir. İnzâl demek indirmek anlamında olduğu gibi aynı zamanda ondan yararlanmak, onu yararlanılacak şekle sokmak demektir.
Yer sıcak bir sıvı iken soğumaya başladı, kayalıklar oluştu. Sonra soğuma-ısınma ve yağan yağmurlar onları kırmızı toprak yaptı/yapıyor. Sonra bitkiler toprağı işleyerek siyah toprağa çevirdi/çeviriyor. Sonra bitkiler büyüyor. Baharlarda yaprak açıyor, çiçekleniyor. En sonunda bunların meyveleri ve tohumları olgunlaşıyor.
İşte bütün bunlarla Yer zenginleşir.
Bu olay Yeryüzünde böyle devam ettiği gibi Kâinatta da insanlar uygarlığı üretmekte, Kâinat giderek ziynetleşmektedir.
Diğer gezegenlerdeki durumu bilmiyoruz. Belki de biz ilkiz. Kâinatta elbette bir ilk bulunacaktır, o ilk biz olabiliriz. Nitekim Güneş sisteminde hayat sahibi biziz ama gelecekte diğer gezegenlerde ve Güneş çevresinde insanlardan oluşan siteler kurulacaktır.
زُخْرُفَهَا
(ZuPRuFaHAv)
“Zuhrufunu”
Kâinatta değişik varlıklar vardır. Bu varlıklar aynı zamanda estetik bir şekilde var edilmiştir. İhtimaliyat hesapları yapılmadan estetiğin matematiği bilinmiyordu. Şimdi estetiğin birimi vardır, ölçülere dayalı olarak hesaplanmaktadır.
Bir dağda bulunan kiraz ağacı rengârenk çiçek verir. Gayesi böcekleri kendine çekip döllenmeyi sağlamaktır. Ziynettir ama uzaktan bakan insan için onun güzelliği bir fonksiyon ifade etmez. Ama güzeldir.
“Zuhruf” daha çok fonksiyonu olmayan güzelliktir. Ziynet ise fonksiyonu olan güzelliktir. Yeryüzündeki bitkilerin her iki güzelliği vardır. Zuhrufu da var, ziyneti de var. Zuhrufu ahz ettiğinde bitkiler onu güzelleştirir anlamındadır. Arzın kendi kendisini güzelleştirmesi vardır. Yani bitkiler de yerden oluştuğu için bitkilerdeki oluşum kendisinde oluşumdur. Ama başka varlıkların kodlaması ile oluştuğu için başkalarının oluşturması vardır.
وَازَّيَّنَتْ
(Va zZaYyaNaT)
“Tezeyyün ettiğinde”
“Ziynet” Tefeuul babından gelmektedir, kalıbı tefeuuldur. “Z” mechure olduğu için “T” “Z”ye dönüşür “izzeyyenet” olur.
Kendi kendine ziynetleşme anlamındadır.
Arz kendi yapısıyla ziynetleşmiştir yahut ona genetik olarak zuhruf verilmiştir, fıtrî ve kesbî oluşmalarla tezeyyün etmiştir.
وَظَنَّ أَهْلُهَا
(Va JanNa EaHLuHAy)
“Ehli zannetti”
“Zannetmek” tahmin etmek anlamında ise de, kabul edilen tahmindir. %95 zan kabul edilen tahmin varsa o zandır. Zanlarda daima olmama ihtimali mevcuttur. Ekin sahipleri âfet gelir ve ekin yok olur diye bilmektedirler ama yine de uzak görürler.
Kâinatın yaşını hesaplıyoruz.
Ölümün geleceğini biliyoruz ama ona göre değil de ölüm gelmeyecekmiş gibi hareket ediyoruz.
أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَا
(EanNaHuM QaDiRUvNa GaLaYHAv)
“Onlar ona kadir olacaklar”
Evet, bugün herkes tarlasını eker, mahsul almayı ümit eder, bazen de ümit boşa gider.
Kâinattaki durum da budur. Belli olgunluğa çıktıktan sonra kıyamet olacak ve hasat orada yapılmayacaktır. Ertesi seneye geçildiği gibi âhirete geçilecektir. Dünyada kazanılanlar ve yapılanlar sadece bizim deneyler yapıp yetişmemiz için olacaktır. Âhirette bunlar bir işe yaramayacaktır. Bunlar hurdaya atılmış, arabalar gibi olacaktır.
Burada “ehli” kelimesini kullanmaktadır. Zilyetleri anlamındadır. Mâlik bir toprağa sahiptir. Onu işlemeyebilir. Onu ortaklığa koyabilir. Onu iare edebilir. Ehli ise orada yatırım yapandır yani tohum koyandır, emeğini koyandır yani işletme sahibidir. Sonra elde edilen mahsul ortaklar arasında bölüşülecektir. Dolayısıyla malikleri değildir.
Bu sebeple “kâdirûn” denmektedir.
“Kadir” kelimesini burada onu ölçülendiren, miktarını tesbit eden anlamında anlayabiliriz.
أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلًا أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَنْ لَمْ تَغْنَ بِالْأَمْسِ
(EaTAyHAv EaMRuNAy LaYLan EaV NaHAyRan FaCaGaLNAyHAv XaÖIyDan KaEAN LaM TaĞNa Bi eLEaMSi)
“Ona leyl veya neharen emrimiz gelir, biz onu emsde gani olmamış gibi hasîd kılarız.”
“Emir” buyruk demektir yahut iş demektir, enerji demektir.
Bugün insanlar zelzeleye bir çare bulamadılar. Tsunami veya hortumlar, seller hâlâ tehlike olmaya devam ediyor. Bunlar depolanmış enerjidir. Yeryüzü dönerken kıtaları da sürüklemektedir. Kutuptaki yerler çabuk dönmek ister. Ekvatordaki ise daha yavaş dönme durumundadır. Bu kıtalar arasında gerilme meydana gelir, bir gün kopar ve zelzele olur. Seller de böyle oluşur. Birden boşalan yağmur sel olur.
“Emruna” deyince enerjimiz anlamındadır. Bununla beraber yeryüzünde depolanmış bu enerjiler zaman zaman insanları cezalandırsın diye ani gelir yahut yavaş yavaş gelir.
Önce leyli/geceyi zikretti, sonra neharı/gündüzü zikretti. Bu gerilmeler daha çok sabaha doğru gece olmaktadır. Çünkü yeryüzü en çok o zaman soğumuştur. Gerilmeler o saatlerde olmaktadır.
“Hasıd” demek biçilmiş tarla demektir. Taneler olgunlaşınca buğdayı biçerler. Sonra onun tohumlarını ayırırlar. Ekilip ekilmediği anlaşılamayan bir şekilde hasat bugün yapılmamaktadır. Oysa gelecekte başaklar önce yukarıdan biçilecek, sonra da ekin topraktan sökülecek, yakılarak yabancı otların tohumları öldürülecektir. Bu şekilde sürülen tarlanın geçmiş senelerde ekilip ekilmediği belli olmaz. Kur’an bize bu hasat sistemini öğretmektedir.
أَتَاهَا أَمْرُنَا
(EaTAyHAv EaMRuNAy)
“Emrimiz ona ety eder”
“Eta” tek taraftan gelen bir emirdir. Enerjinin bir merkezden geleceğine işaret eder.
Buradaki “Hâ” arza racidir. Emir “Nâ”ya izafet edilmiştir yani bu emir kurallar içinde gelir. Zelzele doğa kanunu olarak geldiğine göre bize cezası nasıl olacaktır. Zelzelenin gelmesi ayrı şeydir, ondan zarara uğranılması ayrı şeydir. Burada misal olarak anlatılmaktadır. Yani Kâinatın yaratılışı ile ekine sahip olma temsil edilmektedir.
لَيْلًا أَوْ نَهَارًا
(LaYLan EaV NaHAyRan)
“Leylen veya neharen”
“Fî” harfinin getirilmemesi tüm leyli kaplamasındandır, tüm neharı kaplamasındandır.
“Ev/veya” denmiş olmasının sebebi başlamanın leyl veya neharda olmasıdır.
Yani uyanık iken veya uykuda iken fark etmez, tedbir almazlar.
فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا
(FaCaGaLNAyHAv XaÖIyDan)
“Onu hasıd yaparız”
Emrimiz gelir, emir değil kendileri hasad edilmiş olmaktadır. Yeryüzü yok edilmiyor ama sanki orası ekilmemiş gibi oluyor.
Arzı hasıd yapmaktadır. Yani hasat yapılan yer demektir.
“Hasat” kelimesi biçmek demektir. Yalnız bir ürün elde etmek için biçmektir. Hased kelimesi ile yakınlığı vardır.
Hasad edilen, elde edilen hâsıla olmaktadır. Ürün anlamındadır.
كَأَنْ لَمْ تَغْنَ
(KaEAn LaM TaĞNa)
“Sanki yokmuş gibi”
Sanki dün yokmuş gibi.
Karşılıksız paralara sahip olanlar veya şirket hisse senedi sahibi olanlar bir günde sanki dün paraları yokmuş hâle gelirler.
“Ganem” koyun demektir.
“Ganimet” elde edilen servettir.
“Gani” varlıklı demektir, ihtiyacı olmayan demektir.
Sanki dün o ekin yokmuş gibi olur.
بِالْأَمْسِ
(Bi eLEaMSi)
“Ems”
Bir gün önce, dün demektir. Bir günde tanınmaz hâle gelir.
İşte, insanlık uygarlaşıyor artık dünyaya hükmediyoruz... Doğa kanunlarına hâkimiz... Zelzeleye de, sellere de, hortumlara da, dalgalara da çare bulduk… Dedikleri zaman birden emir gelecektir, denge değişecektir.
Şimdi galaksilerin merkezinde kara delikler vardır. Yaklaşan yıldızlar oraya düşmektedir. Galaksimizin çapı da sürtünme sebebiyle küçülmektedir. Bir gün gelecek biz yeter halde yaklaşmış olacağız, galaksi merkezi de yeter derecede büyümüş olacaktır. İşte o zaman Kâinat çökecek, esir de dördüncü boyutun içine çekilecektir. Yeniden patlama olacak ve âhiret hayatı başlayacaktır.
كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
(KaÜAvLiKa NuFaöÖiLu eL EAvYAvTı Lı QaVMın YaTaFakKaRUvNa)
“Böylece âyetlerimizi tefekkür eden kavim için tafsil ediyoruz.”
Bu âyette çok önemli açıklama yapılmıştır. Dört boyutlu uzaydaki Kâinat çekirdeklerini, dört boyutlu uzayın suyunu bize anlatmıştır. Bunu temsille anlatmıştır. Bilhassa boşluğun boş olmadığını, kozmik su ile dolmuş olduğunu, bunun manyetik ve elektrik etkilerini ve etkilenmeleri tefekkür ettikten sonra anladığımıza işaret ederek tefekkür eden kavm için demektedir.
“Âyetler” dediğine göre bu hususta gözlemlediğimiz âyetler olmalıdır. Kâinatın başlangıcını o zaman yayınlamaya başladığı ışığı şimdi tahlil ederek biliyoruz. Kâinatın büyüdüğünü biliyoruz. Çünkü ışık dalgaları uzaklıklara göre kırmızıya dalmaktadır. Elektromanyetik dalgaları da biliyoruz.
Bütün bunları anlamanız için lise matematiğini bilmek yeterlidir.
Yine bütün bunları anlamanız için sarf, nahiv, meani bilgileri yeter.
Burada “Li’l-Kavmi” demiyor, “Li Kavmin” diyor; tefekkür eden herhangi bir kavim demek olur. “Kavmen” kelimesini kullanıyor. “Linefsin Yetefekkere” demiyor.
“Tefekkür eden kavim” diyor. Demek ki birlikte düşünmemiz gerekmektedir. Bu birliktelik hiç olmazsa haftada bir defa bir araya gelerek birlikte okuyup düşünmekle sağlanır. Bu birliktelik derginin ortak sayfalarına yazmakla sağlanır.
Tefekkür var, tezekkür var; bu sûrede birer defa geçmektedirler.
“Zikr” mevcut bilgileri hatırlayıp ona göre hareket etmedir.
“Fikr” ise mevcut bilgilerden bilinmeyenleri ortaya koymaktır.
“İlmetmek” bir varsayımın tüm etkilerini tefekkür ve tezekkür yoluyla ortaya koymaktır.
“Fıkhetmek” de tüm varsayımların bir yerde nasıl etki ettiğini bulmak demektir.
Tezkir ve tefkir işlemin adıdır. Fıkıh ve ilim ise işlem sonucu elde edilen neticelerdir. Tefekkür ve tezekkür de sistem üzerinde düşünmedir. İlim ve fıkıh ise mevzii düşünmedir.
كَذَلِكَ
(KaÜAvLiKa)
“Böylece”
“Ke” burada muhatabın kim olduğunu belirtiyor. Ferttir, topluluk değildir. Yani her bir okuyucuya ayrı ayrı emretmekte ama onların birlikte düşünmelerini istemektedir. Fıkhın temel usulü budur. Topluluk mükellef değildir. Mükellef olan ferttir. Ama fert öyle işler yapmalıdır ki o işlerle topluluk oluşmalıdır yani topluluk da onun haklarını vermelidir. Veren topluluk değil, memur olan kişilerdir. Âhirette de topluluklar değil kişiler hesaba çekileceklerdir. Ne var ki muhakeme birlikte yapılacak, imamları ile çağrılacaklardır.
Son “Kef” harfinden önceki “Lam” harfi ise işaret edilenin lafızlar değil manalar olduğunu ifade eder. Seslerdeki ahenkten bahsetseydi “Zâlike değil “Zâke” derdi. “Zâ” erkek tekili gösterir. İşaret edilen bu temsildir, bu cümledir, bir bütündür. Dolayısıyla çoğul değil tekildir.
Baştaki “Ke” gibi anlamındadır. Bunlara bunun gibi açıklamalar yaparız demek olur. Türkçede “böylece” olarak ifade etmiş oluyor. Türkçedeki “ce” tarzı bildirir, Arapçadaki “gibi” bunun gibi, buna benzer şekilde demek olur. Yalnız bu âyetleri değil de, âyetleri buna benzer şekilde açıklarız anlamında olur. Yani yalnız burada değil, diğer konularda da düşünen kimselere işaret etmektedir.
نُفَصِّلُ
(NuFaöÖiLu)
“Tafsil ediyoruz”
“Tafsil etmek” ayırmak, bağımsız hareketler vermek, birbirinden ayırmak demektir.
Katı cisimde moleküller yerlerini değiştirmezler, gaz cisimde moleküller ayrı ayrıdırlar. Sıvılarda ise moleküller hareket ederler ama birbirlerinden kopmazlar, fasl içindedirler.
Allah da âyetlerini böyle açıklamaktadır, kısım kısım, yer yer açıklamaktadır.
الْآيَاتِ
(eL EAvYAvTı)
“Âyetler”
Âyet, trafik işaretleridir.
Âyât ise güzergâh üzerindeki tüm işaretleri içeren sistemdir.
Bu trafik levhaları insanı bir yerden alıp bir yere götürür, cehaletten ilme ulaştırır.
Aklî âyetler ile kavlî âyetlerin ikisi birden ortak tefekkürü sağlar.
لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
(Lı QaVMın YaTaFakKaRUvNa)
“Tefekkür eden bir kavim için”
“Tefkir” insanın zekâsını da kullanarak malumlardan meçhullere gitme ve sistemi ortaya koymadır. Bu ancak birlikte başarılır ve bir dil içinde başarılır. Bu sebeple “li-kavmin” denmektedir. Ortak dilleri olanlar tefekkür ederler. Tefekkür dille olur.
Tezekkür etmek, insanın zaten bildiği şeyleri bilinç üstüne getirmesidir. Bilgisayarda dosyalar vardır. Bilgisayarınızı açtığınız zaman görülmez ama dosyaya basarsanız, dosya açılır ve içindekileri görebilirsiniz.
İşte, tezekkür dosyayı açmadır. Dosyaların bir kısmını siz kendiniz oluşturmuş ve koymuş olabilirsiniz. Dosyaların bir kısmı da başkaları tarafından oluşturulmuştur. Tezekkür için yeterlidir. Tefekkür ise dosya oluşturma veya dosyalarda değişiklik yapma demektir. Beynimiz aynen bir bilgisayar gibi çalışır.
Bilgisayarları biz kullanırız. Parmaklarımızla tuşlara basarız. Yahut kamerayı tutarız.
Beynimizdeki bilgisayarı kim çalıştırıyor?
Bilgisayarın kendisi olamaz. Mutlaka onu harekete geçiren biri olmalıdır. İşte o ruhtur.
Bilgisayarınız yoksa nasıl ellerinizle hesaplar yapamazsanız, ruhun da beyni olmazsa bir iş yapamaz. Beyinle ruhun birleşmesi ile insanın kişiliği ortaya çıkar. Buna “nefis” denmektedir. Ruhlu beden nefistir.
Tefekkür etmek demek, bilgisayarda Dim… As kodunu kullanarak önce kelimeleri tanımlamak, sonra o kelimeleri kullanarak beyinde işlem yapmak demektir.
Bilgisayarlar nasıl dosya alıp verirlerse, insan beyni de başkalarının bilgilerini alır ve kendi beynini ona göre düzenler.
Birlikte tefekkür demek, beyin bilgisayarlarını ortak bir ağa bağlamak demektir, internete bağlanma demektir.
وَاللَّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (25)
(Va elLAvHu YaDGUu iLAy DaRi elSaLAMı ve YaHDıY MaN YaŞAyEu EiLAy ÖıRAOın MuSTaQIyMın)
“Allah selam diyarına davet eder ve meşiati olanı müstakim sırata hidayet eder.”
“İntizar edin, bekleyin, biz de intizar ediyoruz de” dedikten sonra, dünya hayatının oluş şeklini anlatmış ve “Ve” harfi ile atfederek Allah semanın yurduna davet ediyor diyor.
Buradaki “Ve” harfi “nufassilu’l-âyâti” cümlesine atfetmektedir. Biz böylece tafsil ediyoruz ve bu tafsil ile sizi selam diyarına davet ediyoruz diyor.
“Allah” kelimesini iade ederek “biz” ve “ben” derken kastedilen kimsenin Allah olduğunu ifade etmesi içindir. Kur’an’ın usulüdür. Allah “Ben” ve “Biz” olarak kendisinden bahseder. Yalnız “Allah” deseydi, Kur’an Hazreti Muhammed’in sözü olurdu, yalnız “Biz” veya “Ben” deseydi, o zaman da Hazreti Muhammed tanrılığını iddia etmiş olurdu.
Âyetleri ortaya koyup bu kitabın ilâhi söz olduğunu birçok mucizelerle gösterdikten sonra, şimdi diyor ki, arşa istiva etmiş olan Allah diyor ki, selam yurduna gelin diyor. Tüm insanlığı barışa davet etmektedir.
Bu barış dârı dünyadaki barış diyarıdır.
İnsanlar düzenlerini ya savaşla veya baskı ile kurarlar ya da barışla kurarlar.
Allah barış yurduna çağırıyor. İslâm/barış devletini kurun diyor. Savaş diyarından barış diyarına gidin diyor. Barış diyarının temeli içtihad ve icma sistemidir, yerel yönetimdir; dayandığı güç hakemler sistemidir. Düzen korkuya göre değil hicrete göre oluşur. Kişi her zaman topluluğundan ayrılabilir, yeni topluluğa katılabilir. Çıkan nizaları hakemler yoluyla çözerler. İşte burası selâm yurdudur. Selâm vermek ‘ben seninle barış içinde yaşamak istiyorum’ demektir; “aleykümu’s-selâm” demek de ‘evet, ben de’ demektir.
Bütün insanları selâm yurduna davet ediyor ama herkesi almıyor, şeriata uyanları alıyor, şartları yerine getirenleri alıyor. Bu da başkanların kişileri sürme yetkisini belirtiyor. Kendisi de istediği zaman ayrılabilir. Şart, icmalara uymak, tek sırata uymak demektir. Fatiha’daki “ihdina’s-sırata’l-mustakîm”e burada cevap veriyor. Evet, ben size hidayet edeceğim ama benim meşietime yani şeriatıma uyun demektedir. Yani Allah’ın daha Kâinatı yaratmadan önce koyduğu ittika düzenine uymak şartı ile müstakim sıratı bulabilirsiniz.
وَاللَّهُ
(Va elLAvHu)
“Ve Allah”
Âyetleri tafsil eden Allah şimdi bütün insanları selâm yurduna davet etmektedir. Bu Kur’an tüm insanlara nâzil olmuş bir kitaptır. Kendi kitaplarını nesh etmemiş, aksine teyit etmiş ve tasdik etmiştir.
Buradaki “Allah” kelimesini arşa istivadan önceki Allah olarak anlarsak, o zaman takdir-i ilâhide yani meşietinde herkesi hak yoluna davet etmiştir, herkese hak yolunu açmıştır demek olur. İstiva ettikten sonraki Allah irade ediliyorsa, o da Kitaplar ve Kur’an’dır, resullerdir. Topluluk irade ediliyorsa, o zaman bizim insanlara ulaşıp davet yapmamız gerekir demek olur ki bu da “Bin Dil Üniversitesi”nin kurulması demek olur.
يَدْعُو
(YaDGUv)
“Davet ediyor”
Buradaki davet Kur’an yoluyla olabildiği gibi, muzari sigasıyla diğer kitapları da içerebilir. İnsanlık selam yurduna davet ediliyor, barış yurduna davet ediliyor.
İnsanlar canlılar âleminin bütün özelliklerini taşırlar, hem birbirlerine dayanışırlar, hem de çatışırlar. Allah iradesi ile insanlara her ikisini de sağlamıştır ama rızası bütün insanların barış içinde olmalarını istemektedir.
Yerinden yönetim benimsenirse, hakemlik sistemi kabul edilirse, o zaman sorunlar barış yoluyla çözülmüş olur. Çatışma da yararlıdır ama çatışma içinde değil, barış içinde dengenin kurulmasını istiyor.
إِلَى دَارِ السَّلَامِ
(iLAy DaRi elSaLAMı)
“Selam yurduna”
“Silm” hayvanların ulaşamadığı üstü düz geniş kayanın adıdır. Çobanlar oraya azıklarını koyarlar. Oraya çıkış aracına “süllem/merdiven” denmektedir.
İnsanlar arasındaki selamet düzenine, barış düzenine “selâm” denir.
Selamet yurduna çağırması demek, barış sevenlerin yurduna gelmeleri demektir. Yani yeryüzünde barış içinde yaşamak isteyenlere ayrılan kısım barış yurdudur. Ayrı ayrı devlet olsalar bile tümü barış yurdudur. Burada müminler ordular kurarlar ve bunlara saldıran olursa savunurlar. Müminler orduları ulus çapında, kavim çapında kurarlar, hakem kararları ile savaşırlar.
“Selâm” burada tekildir, “Dâr” da tekildir. O halde savunma ve güvenlik bakımından yeryüzü bölüşülmüştür ama gidiş-geliş olarak bütün yeryüzü bir yurttur. Barış devletleri arasında vizeler yoktur, pasaportlar yoktur, gümrükler yoktur. Herkesin internet sitesinde fotoğrafı vardır veya parmak izi ile kapılar açılır ve giriş-çıkış kaydedilir. Eşyalar beyanları ile listelenir. Sigortalanmasını isterlerse kontrolörlerden birine kontrol ettirirler ve muhasebeye kaydettirirler.
Bu, bu dünyadaki daru’s-selamdır.
Buradaki harfi tarif âhiretteki daru’s-selam olur. O da cennettir.
Allah cennet ve cehennemi yaratmıştır. Cennet selam dârıdır, cehennem ise harb dârıdır. İnsanlar cennete davet edilmektedir ama isteyenler selam yurduna, isteyenler harb yurduna giderler. Dünya ile âhiret benzerdir, dünya âhiretin meselidir.
Burada tanımlamamız gereken selam yurdudur; Kur’an’ı baştan sonuna kadar yorumlayıp daru’s-selamı tanımlamamız gerekir.
En küçük dâr aşiret dârıdır. Demek ki bir aile hukukumuz olmalıdır. Karı koca, kardeşler ve akrabalar bir katta veya köy mahallesinde yaşarken nasıl hareket edeceklerdir?
Bunların meskenlerinin bulunduğu ortak yerleri olacaktır. Biz bunları dinlenme siteleri evlerinde de bir grup yapacağız. Onlara birer ortak toplanma yeri yapacağız. Orası onların daru’s-selamı olacaktır.
Sonra bucağı kuruyoruz. Bucakta insanların ortak yaşama ve çalışma kuralları vardır. Şir’a orada oluşur ve herkes kendi istediği şir’a içinde yaşar.
İller de birer daru’s-selamdır. Orada şeriatın dışına çıkanlar etkisiz hâle getirilir.
Ülkeler de selam diyarıdır. Dışarıdan gelen saldırılara devletçe karşı konur.
İnsanlık da selam yurdudur. Barış içinde yaşamak isteyen devletler bir aradadırlar ve yeryüzünü imar etmektedirler. Bunların barış içinde olmaları için hakem kararlarını kabul etmiş olmaları gerekir.
O halde Allah selam yurduna davet etmektedir, kuvvetin oluşturduğu bir yurda değil, halkın kendi isteklerine uygun oluşturduğu yurda davet ediyor.
O halde selam yurdu ne demektir?
Yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlarıdır. Yüz villalık devremülk dinlenme siteleridir. Bunlar selam yurdudur. Allah bütün insanları buna davet etmektedir.
وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ
(Ve YaHDıY MaN YaŞAyEu)
“Meşieti olana hidayet eder”
Buradaki “Yeşau”nun faili Allah olabilir; o takdirde “Hu” zamiri mahzuftur, “YeşauHu” olması gerekir.
Fail “Men” ise o zaman “Hu” zamiri yoktur, müstetir “Hüve” vardır. Yani kim hidayeti isterse Allah ona müstakim sıratı hidayet eder. Bu takdirde arşa istiva ettikten sonraki Allah’a gitmektedir, zamir. Eğer “Hu” zamiri mahzuf kabul edilmezse, zamir arşa istiva etmeden önceki Allah’a raci olur.
Yanlış anlaşılmasın, Allah değişmemiştir, bize olan muamelesi farklıdır. Tevrat hükümlerinden sonra Kur’an hükümlerinin gelmesi gibidir. Allah değişmemiştir, bizim hâlimiz değişmiştir.
إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
(EiLAy ÖıRAOın MuSTaQIyMa)
“Müstakim sırata.”
Fatiha’da talep ettiğimiz müstakim sıratı hidayet eder, ona götürür.
Hidayetin iki manası vardır. Birinde kılavuzluk yapıp götürmek, diğerinde sadece göstermektir. Karşı taraf kabullenir veya kabullenmez.
Burada götürme manasındadır. Kim isterse onu müstakim sırata götürür. Müstakim sırat icma ile sabit olan şer’î hükümlerdir. Tektir ve Hazreti Âdem’den kıyamete kadar değişmezler. Kâinatımızda da doğru tektir ve en kısa yoldur. Fatiha’da talep ettiğimiz O’nun yolunu tutarsak, selamet yurduna girersek, o gidiş bizi müstakim yola götürecektir.
Bu ifade gösteriyor ki selam diyarı cennet değildir, selam diyarı dünyadaki barış yurdudur. Çünkü yol buradadır. Bununla beraber âhiretteki cennete götüren bu dünyadaki en kısa doğru yolu göstermiş olabilir.
Şimdi selam diyarına götürecek müstakim sırat nedir?
Onun üzerinde durmamız gerekmektedir.
Kur’an ne diyor?
“Birr ve takvada teavun ediniz, ism ve udvanda teavun etmeyiniz” diyor.
O halde Kur’an yardımlaşmamızı emrediyor. Tefaul bâbıyla emrediyor. Ben size yardım edeceğim, siz de bana yardım edeceksiniz. Teavun paradan çok emekle olur. Muavin sermaye veren değildir. Muin olan emeği ile başkasına yardım edendir. O halde çok kimse bir araya gelecek. Bir araya gelip birbirimize yardım etmeliyiz. İşte buna şirketi teavun yani kooperatif denir. Demek ki daru’s-selâm lojmanlı işyeri apartmanlar ve devremülk dinlenme evleridir. Sırat-ı müstakim de bunları inşa edip yaşatacak olan semt kooperatifleridir.
“Selam diyarı” marifedir.
“Müstakim sırat” nekredir.
Demek ki Allah bizi ilmî, dinî ve siyasî birliklerden önce ekonomik birliklere davet etmektedir, selam yurduna gelin demektedir. Nur Sûresi’nde bu yurttan bahsederken Allah’ın yükselmesine izin verdiği evlerden bahsetmektedir. Oradaki ricali zikr ile tesbih edenler olarak anlatmaktadır. Müstakim sırat ise oradaki müzakereler sonunda ortaya çıkacak icmalar olacaktır. Yani rasihinin (yani üstün ilim sahiplerinin) oturduğu apartmanlarda yapılan müzakereler sonunda sıratı müstakim ortaya çıkacaktır.
“Selamet yurduna gelin” diyor. Gelenlere “Allah müstakim sıratı hidayet edecektir” diyor. Ben bu ifadelerde selam darının lojmanlı apartman olduğunu ve müstakim sıratın da teavün ortaklıkları olduğunu söylüyorum. Muhalefetiniz varsa siz de bu değil budur deyin.
Bir bucağın ehl-i zikri bir apartmanın bir katında toplanacaklardır.
Bir ilin fukahası bir ilin bir yüz dairelik apartmanında toplanacaklardır.
Bir ülkenin rusehası da on apartmanın oluşturduğu merkez bucakta toplanacaklardır.
İnsanlığın rusehası Mekke’deki on apartmanda toplanacaklardır.
Bunlar selamet dârlarıdır.
Bucaklarda ehl-i zikrin ittifakı, illerde fukahanın ittifakı, ülkelerde rusehanın ittifakı, insanlıkta bütün ülkelerin görüşlere katılması icma olacaktır. Bunlar sırat-ı müstakimdir. Her bucağın kendi icmaları kendilerine, her ilin kendi icmaları kendilerine, her ülkenin kendi icmaları kendilerine sırat-ı müstakim olacaktır. Sırat-ı müstakim bu sebeple marifedir.
Kur’an’da geçen marife kelimeleri uygulanabilir hâle getirmek durumundayız. Allah içtihad ve icma müesseselerini teşri etmekle bu görevi ve hakkı bize vermiştir. Böylece hem özgür olacağız hem de bir yoldan yürüyeceğiz.