YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1276 Okunma
105 VE 108.AYETLER

YUNUS SÛRESİ-33

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

 

وَأَنْ أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (105) وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ فَإِنْ فَعَلْتَ فَإِنَّكَ إِذًا مِنَ الظَّالِمِينَ (106) وَإِنْ يَمْسَسْكَ اللَّهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُ إِلَّا هُوَ وَإِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَادَّ لِفَضْلِهِ يُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (107) قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ (108)

 

وَأَنْ أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (105)

(Va EaN EaQıM VaCHaKa LielDIyNı XaNIyFan Va LAv TaKUvNanNa MıNa eLMuŞRiKIyNa

“Vechini hanif olarak dine ikame et. Müşriklerden Olma.”

“Müminlerden olmakla emr olundum” cümlesine atfedilerek “ve ene ukımu vechî” şeklinde devam etmesi beklenirken “ve en ekim vecheke” denmiştir. Türkçeye tercüme ederken “ben yarın işe gelmem ve takımı da getir” diye emrolundum şeklinde bir cümle söylenmektedir. “Takımı da getirmem emrolundu” yerine “takımı da getir diye emrolundum” denmektedir. Bu bize bu kalıbın emir sigası olduğunu öğretmek içindir. Usulcüler emir sigasının vücubu ifade ettiğini söylemektedir. Bu âyet onları teyit eder.

“Vav” harfi ile atfedildiğine göre müşrik olmamak mümin olmamak anlamında değildir. Kâfir müşrik olmadığı gibi her müslim de mümin değildir.

Bu sûre kişi yönetiminden şeriat yönetimine geçmeyi öğreten sûredir.

Kur’an’ın ilk üçte bir bölümünde İslâm düzeni anlatılmış, hükümleri ortaya konmuştur. Sonra gelen 12 sûre ise İslâm düzenine insanları davet etme sûreleridir. O sûrelerde hükümler anlatılmış, bu sûrede ise şeriat düzeninin esaslarını ve geçiş sebeplerini anlatmaktadır.

Bu sûrede dört peygamberden bahsetmiş olmaktadır. Hazreti Nuh peygamber yeryüzünde ilk şeriat düzenini getiren peygamberdir. Kitap ile değil de sünneti ile getirmişti. Çünkü o günkü insanlar daha kitabı bilmiyorlardı. Hazreti Nuh aleyhisselâm insanlara yazıyı öğrettiği gibi yazılı kuralları yani şeriatı da tedvin etti. Sonra Hazreti Musa aleyhisselâm kitabı getirdi, doğrudan Allah’ın yazılı olarak öğrettiği metni insanlığa ulaştırdı. Kur’an ise yazılı metnin yorumunu yani icma ve içtihadı öğretti. Arada Hazreti Yunus aleyhisselâma da işaret etti. Hazreti Yunus aleyhisselâm harf yazısını öğreten kimsedir.

“Din” düzen demektir. Kişisel düzen vardır; askeri düzen böyledir. Kurallar düzeni vardır; buna şeriat düzeni denmektedir. Kur’an’la şeriat düzeni tamamlanmıştır. Daha önce kitap vardı ama kitabı yorumlayan peygamberlerdi. Dolayısıyla kitap yardımcı idi ama asıl uygulama peygamberlerin sünneti ile oluyordu. Oysa Kur’an artık resmi yorumu da kaldırdı ve yerine herkesin kendi içtihadı ile Kur’an’ı uygulama sistemini getirdi. İçtihatlardaki farklar da hakemler yoluyla çözülüyordu.

Kur’an’ın tamamladığı düzen işte bu düzendi. İnsanlar sözleşme yapacaklar, bu onların yasaları olacaktır. Herkes sözleşmeleri kendisi yorumlayıp uygulayacak yani hareketlerinde tam özgür olacaktır. Mağdur olanlar hakemlere gidip mağduriyetlerini gidereceklerdir. Hakemlik sistemini kabul etmeyenler müşriklerdir.

Bu âyet bizi müşriklikten men etmektedir. Hakemlik sistemini kabul etmekle beraber bu sistemin müeyyidesi olan devlet kuruluşuna katılmayanlar kâfirlerdir. Nimetlerden yararlanıyor ama şükrünü eda etmiyor. Biz onların bizimle ilgili davalarına bakarız ama başkaları ile yani diğer kâfirlerle ilgili davalarına bakmayız. Müslimler devletin girdilerine malen katılırlar ama bedenen cihada katılmazlar. Bunlar müslimdirler. Cizye olarak askerlik bedelini verirler. Müminler ise hakem kararlarının yürürlükte olması için cihad yaparlar.

İç güvenliği sağlamak ve dışa karşı savaşmak; işte bu imandır.

Müminlerden olan dendikten sonra vechini hanif olarak dine tevcih et denmektedir. “Vechini tevliye “et demiyor, “ikame” et diyor, “ila-d dini” denmiyor “li-d dini” deniyor.

Din düzendir.

Düzene vechimizi nasıl döndüreceğiz?

Vech nedir?

Vechi ikame etmek ne demektir?

Din nedir?

Din için vechimizi nasıl ikame ederiz?

İşte bu sorulara cevap aramak yorumdur, tefsirdir. Devletin yönetimi bu ifadede anlamını bulmuştur. “Hanifen” kelimesi neyi ifade eder? Görülüyor ki âyet edebi bakımdan çok yüksek üslupla söylenmiştir, tevili ise hayli zor görünmektedir. Bildiğimiz kelimeler ama ne yapmamız gerektiğini bilebilmemiz için tezekkür etmemiz gerekmektedir.

“Hanif” kelimesinden başlayalım. Akevler Lügati’nde şöyle ifade edilmektedir: "Hanif: Eğildiği zaman kırılmayan yaş çalıdır. Esnek çubuk demektir. Burada insanların fıtratına, aslına ve yaradılışına dönmeleri istenmektedir." Ağaçlar ve bitkiler rüzgâr estiği zaman eğilirler. Ama yapıları öyledir ki kırılmazlar. Rüzgâr geçince tekrar eski yerine gelirler. Canlı, varlığını sürdürmek için esnemelidir. Böylece hücreler içi ve hücreler dışı olan yaşama ve gelişme sağlanır.

Bir topluluğu yönetenler hanif olmalıdırlar. Eğilirler ama kırılmazlar. Topluluğun direnmesine karşı saldırıya geçmezler ama hiçbir zaman teslim de olmazlar.

Türkler Tanzimat’tan beri bunu yapmaktadırlar. Batı’nın dayatmasına zaman zaman boyun eğmişlerdir. Örnek olarak çeyrek asır “Allahu Ekber” yerine “Tanrı uludur” demişlerdir ama sonra “Allahu Ekber” demek serbest olunca bir daha “Tanrı uludur”u ağızlarına almamışlardır.

Zorla şapka örtülmüştür ama bugün şapkası ile gezen insanları zor görürsünüz.

İnsanın gerçek yapısı şeriattır yani kurallara göre hareket etmedir. Emir komuta zinciri içinde hareket ise arızidir. İnsanlık belli seviyeye gelinceye kadar insanlar bu şekilde eğitilmişlerdir. Bugün ise artık tam özgür olma seviyesine ulaşmış bulunuyoruz.

İlk olarak hanifliği ilimde Hazreti İbrahim peygamber getirmiştir.

İki yerde “hunefa” olarak geçer. Müşrik olmaksızın Evsandan olan riczden içtinap ediniz. Hanifler olarak Zurun kavlinden ictinab ediniz denmektedir. Doğrudan müminlere emretmektedir. Müşriklerden olmama ile teyid edilmektedir.

Ehli kitaba da hunefa olarak denmekte ve kayyım din budur denmektedir. Ayrıca müşriklerden bahsetmektedir. Hanif olmak demek hakemlerin kararlarını kabul etmek demektir. Müşrik olmanın zıddı olarak getirilmektedir.

On yerde hanif olarak geçmektedir. Müşriklerden olmamak ve dinde hanif olarak ifade edilmektedir. Ayrıca burada olduğu gibi dinde hanif olarak vechini ikame et ve müşriklerden olma denmektedir. Demek ki hakemlerin kararını kabul etmemek şirk olduğu gibi hakemlik kararına uymak hanif olmak demektir.

Tüm insanlık buna davet edilmektedir.

Canlılar çatışırlar ve yaşarlar, denge öyle kurulur. İnsanlar da savaşırlar, denge öyle kurulur. Ama Hz. İbrahim’in milletine tabi olanlar hanif olurlar. Hakem kararlarına uyarlar. İnsanlar arasında dengeyi hakem kararları ile sağlarlar. Düzen hakem kararları ile sağlanır. Hakem kararlarına uymayanları da etkisiz hâle getirme müminlere aittir. Burada din için denmesi düzenin sağlanması için hanif olması gerekir. Burada bilhassa güçlü olanların da hanif olması gerektiğini ifade eder. Yani yargı üstünlüğü vardır. Kim olursa olsun hakemlerin kararlarına uymak durumundadır.

وَأَنْ أَقِمْ

(Va EaN EaQıM)

“Ve ikame et diye”

Buradaki “Ve” harfi “müminlerden olmakla emrolundum de”ye bağlıdır. Ve bana dendi ki vechini ikame et. Böylece müminlerden olmam gibi ikame etme de emrolunmuştur.

Kendin hanif ol denmiyor, vechini hanif olarak din için ikame et deniyor. Başka yerde herkesin vichesi vardır, o onu tevliye eder. İlim için şir’a, ahlak için minhac, meslek için mensek ve siyaset için viche getirilmektedir. Yönetme ona isnat edilmiştir. Burada da vechini din için ikame et demek suretiyle yüzünü hanif olarak yani hakemler kararına uyarak düzeni tesis et demektir.

“İkame etmek” namazı ikame etme gibi sistemini oluşturup onu yürürlüğe koymak demektir. Demek düzenin sağlanması için müminler vecihlerini ona göre ikame edeceklerdir. Vech yüz demektir. Nefis gibi kişiliği ifade eder. Nefs sadece bedeni ve ruhi varlığı temsil ettiği halde vech mal varlığını da ifade eder. Yani bütün çalışmalarını ona yönelt demektir. Bunun için gerekli örgütü kur demektir.

Bunlar ilim, ahlak, iktisat ve yönetimdir.

Bizim yüzümüze baktıkları zaman bizde hep onu görmelidirler. “Dertli, söylegen olur” atasözümüz vardır. Bizim derdimiz “Adil Düzen”dir. Her vesile ile nerede kim bizim yüzümüze bakarsa yüzümüzde “Adil Düzen”i görmelidir.

“Adil Düzen” bizden ne istiyor?

a) Önce birlikte Kur’an’ı okuyup yorumlamak, bu birlikteliğin şartlarını oluşturmak.

b) Bunun için bir araya gelmek ve artırdığımız zamanları ilme tahsis etmek.

c) Kooperatifler kurmak yani bildiklerimizi birlikte çalışıp yaşamak.

d) Başka insanlara da “Adil Düzen”i göstererek anlatmak.

İşte ikame budur.

وَجْهَكَ

(VaCHaKa)

“Vechini”

“Vech” yüz demektir. “Veche” ise yön demektir.

“Yüzü ikame etmek” demek yüzünü öbür yöne çevirmek demektir, yüzünü muhataplara göstermek demektir.

Halk başkanına yani imama ikame eder. İmam da hutbede yüzünü cemaatine ikame eder. Yüz yüze gelirler.

“Din için vechini ikame” denmektedir. Düzenin sağlanabilmesi için diğer insanlarla görüş, konuş ve anlaş anlamındadır.

Biz yazıları yazarken ve okurken vechimizi din için ikame etmiş oluruz.

لِلدِّينِ

(LielDIyNı)

“Din için”

Din düzen demektir. Savaş yerine barışın olduğu, birlikte işbölümü içinde çalışıldığı, ürünlerin adil bir şekilde bölüşüldüğü bir teşkilattır. Borç ve alacakların kaydedildiği ve ifa edildiği bir sistem demektir. Bölüşmenin hakemlerin denetiminde olduğu birlikteliktir.

İnsanlar dört aşamada örgütlenmişlerdir.

a) Sözleşmelerle yasaları yaparlar.

b) Herkes kendi içtihadı ile sözleşmeleri yorumlar ve uygular, kimseden talimat almaz, kendi vicdanından yani Allah’tan alır.

c) Haksızlığa uğrayan olursa hakemlere gider. Hakemin birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer. Başhakemi hakemler seçer. Onların verdiği karar Allah’ın verdiği karardır. Kur’an’da bu Allah ve resulünün verdiği karar olarak ifade edilmektedir.

d) Hakem kararlarına uymayanları müminlerden oluşmuş silahlı güç yola getirir.

İşte bu sistem dindir yani düzendir.

Böyle bir düzenin oluşması için her mümin devamlı söyleyen olmalıdır.

حَنِيفًا

(XaNIyFan)

“Hanif olarak”

Türkçede veya günlük Arapçada barışmak anlamında olan teslim olma, hanif anlamında kullanılmaktadır. Yani kurallara uyma ve hakemlerin verdikleri kararları kabullenme hakemlik sistemidir. Hanif olma teslim olma anlamındadır. Yani hakemler kararına teslim olarak şeklinde ifade edilmektedir.

Bugünkü devletler haniflik ilkesine dayanmamaktadırlar. Herkes hâkimlerin kararlarına zorla uydurulmaktadır.

Oysa İslâmiyet’te herkes kendi seçtiği hakemlere uyacaktır; kendi isteği ile uyacaktır. Yakalama, tutuklama, kovalama gibi şeyler İslâmiyet’te yani hukuk düzeninde yoktur, askeri düzende vardır.

وَلَا تَكُونَنَّ

(Va LAv TaKUvNanNa)

“Olmayasın”

Yapmamak nehiydir. “lâ tef’al, lâ ta’cel, lâ ta’mel” dendiği zaman bir şeyi yapmamaktadır; “lâ tekün” dendiği zaman olma, o vasıf sende bulunmasın, öyle bir hâlin olmasın demektir.

Burada şirk etmek değil, müşriklerden olmamak, onların yanında bulunmamak, onlara katılmamak demektir. Nun-u te’kid ile getirilmiştir, “sakın ha” demektir.

“Kâfirlerden olma” denmemiş de “müşriklerden olma” denmiştir, “hanif” kelimesine karşılık hep “müşrik” kelimesini kullanmaktadır. Buna göre kâfirler de haniftirler, çünkü onlar da hakem kararlarını kabul etmektedirler.

Cahiliye döneminde kabileler canilere ve gasplara arka çıkar, kendi kabilesinden olan suçluyu korurlar, gerekirse onun için savaşa bile girerlerdi.

Benim doğup büyüdüğüm çevre böyle idi. Kimse beni sevmezdi, çünkü ben konuşmalarımda âdil konuşurdum. Bu benim yakınlarımı şiddetle kızdırır, beni dışlarlardı. Karşı kabileden olanlar da kendilerinden olmadığım için beni dışlarlardı, dolayısıyla ilk yıllarımda köyümde sevilmeyen bir kişi idim.

مِنَ الْمُشْرِكِينَ (105)

(MıNa eLMuŞRiKIyNa)

“Müşriklerden.”

Yani onların cemaatinden olma demektir.

Müminlerin özelliği budur.

Mekke’de birbirine rakip Haşimi ve Emevi kabileleri vardı. Bunlar kabileciliği bırakarak Kur’an’ın etrafında toplandılar. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer bu iki kabileden de değildi. Hz. Osman ve Hz. Ali de kabilecilik yapmadı. Ama çevrelerindeki kimseler cahiliye dönemi hamiyetini yeniden canlandırdılar. Emeviler ve Abbasiler böyle ortaya çıktı.

Bugün de şu partiden bu partiden olup hanif olmama ve âdil olmayıp hakem kararlarına kulak vermeme şirktir. Cemaat ile Ak Parti arasındaki macera iki tarafın şirkidir. Bunlar müşriklerdendirler. Bunlara düşen görev hakemlere başvurmadır. Hangi taraf hakem kararını kabul ederse o mümin olur.

وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ فَإِنْ فَعَلْتَ فَإِنَّكَ إِذًا مِنَ الظَّالِمِينَ (106)

(Va LAv TaDGu MıN DUvNı elLAvHı MAv LAv YaNFaGuKa Va LAv YaWurRUvKa FaEiN FaGaLTa FaEinNaKa EiÜan MıNa elJAvLıMIyNa)

“Allah’ın dunundan sana ne nefi ne de zararı olmayana dua etme.

Fiil edersen sen o zaman zalimlerden olursun.”

Müşriklerden olma dedikten sonra Allah’tan başkasına ne zararı ne de faydası olan putlara dua edilmemesini, saygı duruşunda bulunulmamasını, onun ilkelerine yemin edilmemesi gerektiğini söylemektedir.

Burada “Men” demiyor, “Mâ” diyor, kişiliği olmayan varlıklara dua etme yani onlardan bir şey bekleme deniyor.

Yani müşrik olmak demek, putlara tapmak demek değildir. Öyle olsaydı burada “Ve” değil de ya hiçbir atıf harfi getirilmezdi veya “Fe” harfi getirilirdi. O halde şirk başka, putlara tapma başka bir şeydir. Şirk hakem kararlarını tanımamaktır. Allah’tan başkasına ibadet etmek küfürdür.

Peki, küfür nelerdir, Allah’ın dununda olanlar nelerdir?

a) Heykellere ve resimlere saygı gösterip onları takdis etmek küfürdür.

b) Ölüler de artık kişi değildirler, onlara dua etmek de küfürdür.

c) Karşılıksız parayı kullanma da küfürdür.

d) Sermaye şirketleri birer küfürdür.

Burada Allah’ın dununda denmektedir.

Allah’ın dununda olmayan neler vardır?

a) Doğrudan Rabbe dua edersiniz, O işitir ve görür, size cevap da verir.

b) O’nun doğasından kendi kanunları içinde talepte bulunursunuz. Kuyuya kovayı sarkıtıp oradan su çıkarmak Allah’a duadır, çünkü su O’nundur.

c) Hayatta olan diğer insanlara başvurup onlardan bir şey istersiniz. Her insan Allah’ın halifesidir. Dolayısıyla onlardan bir şey talep etmek Allah’ın dunundan isteme değildir.

d) Hakemlerden oluşan yargıya başvurup hakkını istemek de Allah’ın dununda bir talep değildir.

Böyle yapmadığın takdirde zalim olur, düzeni bozmuş olur, insanlığı karanlıkta bırakmış olursun. Şeriatın kurallarına uymak nurdur, aydınlıktır. Kurallar dışına çıkmak karanlıktır, zulumattır. Çünkü insanlar ne yapacaklarını bilmezler. Enflasyon ve karşılıksız para küfürdür, çünkü insanlar onunla fiyatları ve ücretleri takdir edemezler. Böylece piyasa oluşmaz, mallarınızı sağlıklı bir şekilde satamazsınız.

وَلَا تَدْعُ

(Va LAv TaDGu)

“Dua etme”

Bana müşriklerden olmamam emrolundu.

Bir de sana yararı ve zararı olmayana dua etme.

“Dua etme” bir şeyi bir kimseden talep etme, yapmasını istemedir.

Biz doğa kanunlarına ve sosyal değerlere tevessül ederek talepte bulunuruz. Bu Allah’a duadır Çünkü doğa Allah’ındır ve insanlar da O’nun halifesidir. Dolayısıyla emeğe mal kazandırmak meşrudur. Karşılığı olan parayı kullanmak meşrudur. Cebindeki paranın bu andaki karşılığı bellidir. Kuyumcuya gittiğim zaman param karşılığında bana kaç gram altın vereceğini biliyorum. Altın da Allah’ın bir metaıdır. Bu paraya karşılık altını istemek Allah’ın olan bir değeri alacağına istinaden almak demektir. Bu meşrudur. Ama TL ile borçlanma meşru değildir. Çünkü ilerde bu kâğıdın kaç gram altın alacağı belli değildir. Bu sebepledir ki borçlanmayı TL veya dolar üzerinden yapmayacaksın. İnşaatta demir, yapılarda toprak, giyecek ve yiyecekte buğday üzerinden borçlanacaksınız. Para kazanmakla değil mal kazanmakla meşgul olacaksınız.

مِنْ دُونِ اللَّهِ

(MıN DUvNı elLAvHı)

“Allah’ın dunundan”

Allah’ın dunundan diyerek O’ndan başka başvuracağınız şeyler zarar da yarar da vermezleri ifade etmektedir.

Yeryüzünde ne varsa hepsi O’nundur. O’ndan talep etmek demek Allah’tan talep etmek demektir. Yeryüzünde kim varsa O’nun halifesidir, birisinden bir şey talep etmek Allah’tan talep etmek demektir.

Eşyaya şuur izafe etmek küfürdür, Allah’ın nimetlerine nankörlüktür.

Allah’ın halifesi olan insanı tanrı yapıp doğrudan ondan istemek de küfürdür.

مَا لَا يَنْفَعُكَ

(MAv LAv YaNFaGuKa)

“Sana menfaat vermeyen”

İnsanlar yaşarken çevredeki varlıklardan yararlanırlar. Yarara “nef’” denmektedir.

“Fayda” kelimesi yerine “nef’” kelimesi kullanılmaktadır.

Diğer taraftan insanların hayatlarını sona erdiren, yaşamalarına engel olanlar vardır; buna da “zarar” denmektedir. Hayr nef’in celbi zararın def’i ile oluşur. İnsan çalışması ile menfaati celb eder, yine çalışması ile mazarratı def eder. İnsanı yaratan Allah insanın çevresinde nefi olan ve zararı olan varlıkları var etmiş, kendisine de nef’i celb zararı def edecek imkânlar vermiştir.

İnsanlara bir de nef’i olmadığı halde nef’i varmış gibi görünenlere kapılma duygusunu vermiştir. İşte Allah insana nef’i ve zararı olmayan sahte yararlara kapılmamasını emretmektedir. Yani insanın zararı da yararı da olmayanların peşine düşmemesi, zamanını boşa harcamaması gerekir.

وَلَا يَضُرُّكَ

(Va LAa YaWurRuKa)

“Sana zarar da vermez”

İnsanın çıkarına olan işleri yapması gerekir.

Ne var ki insan ancak topluluk içinde yaşayabilmektedir. Dolayısıyla çevreye zarar sonunda sana zarar olmaktadır. Dolayısıyla sana zararı olmayan, sana yararı olmayan demek, senin topluluğuna zararı ve yararı da içine almaktadır. Buna “çıkar beraberliği” diyoruz.

İnsanların çıkar beraberliği içinde hareket etmesi gerekir.

فَإِنْ فَعَلْتَ

(FaEiN FaGaLTa)

“Fiil edersen”

“Feİn Feelte” demek “davet edersen” demektir. Dua edecek olsan demek olur.

Bu ifade bize kavlin de fiil olduğunu ifade eder.

Kavl ile fiil birbirinden ayrıdır. Kavilde sadece söz söylüyorsun. Kavil eşyaya etki etmez, insana etki eder. Fiil ise eşyaya etki eder, insanın beynine değil bedenine etki eder.

Burada zamir hazfolmuştur, “fein fealtehu” anlamındadır.

Burada işaret edilen başka bir husus vardır. Dua yalnız dil ile olmaz, fiilen de dua olur. Sebepleri işlemek duadır. Tarlayı ekmek duadır. Sözleşme yapmak duadır. Sözleri yerine getirmek duadır.

فَإِنَّكَ إِذًا

(FaEinNaKa EiÜan)

“Sen o durumda”

Kişi eğer eşyanın değil de paranın peşine koşarsa, dirilerle değil de ölülerle iş yapmaya kalkışırsa, mal kazanacağına para kazanma peşine düşerse, o zaman zalim olmuş olur, o da onlardan olur.

مِنَ الظَّالِمِينَ (106)

(MıNa elJAvLıMIyNa)

“Zalimlerdensin.”

“Künte” denmemiştir. Doğrudan mübteda haber yapılmıştır. Yani insan zalim olmadan bu işleri yapamaz, zalimlerin arasına girmeden bu işleri yapamaz. Müminlerden ol, müşriklerden olma, zalimlerden olursun diyerek insanın tek başına bu işleri yapamayacağını, ancak birlikte bu işleri yapacaklarına da işaret etmektedir. 

وَإِنْ يَمْسَسْكَ اللَّهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُ إِلَّا هُوَ

(Va Ein YaMSaSKa elLAvHu Bı WurRın FaLAv KaŞıFa LaHUv EilLAv HuVa)

“Allah sana zarar ile mess edecek olursa, kendisinden başka o zararı keşf edecek hiç kimse yoktur.”

Allah bize zarar ile nasıl messeder?

“Messetmek” demek sürtmek demektir. “Lems” ise dokunmak demektir.

Kur’an’da cinsi ilişki için her ikisi de geçmektedir. Birinde, messetmeden önce boşarsanız diyerek erkekle kadının birleşmesi anlamında kullanılmaktadır. Diğerinde ise abdestin bozulmasında geçmektedir. Ebu Hanife bunu da cinsi ilişki şeklinde anlamaktadır. Şafii ise bunu dokunma şeklinde anlamaktadır. Ebu Hanife’nin görüşünde hata vardır, çünkü mess ile lemsi aynı manada anlamıştır. Şafii’nin görüşünde de hata vardır. Lamestüm fiili karşılıklı lems olduğu halde bunu lems manasında yani tek taraflı temas manasına getirmektedir.

Demek ki bir erkeğin kadının eline veya bir yerine şehvet dışı dokunmasıyla abdest bozulmaz. Hattâ tek taraflı şehvetle dokunma bile abdesti bozmaz. Karşılıklı birbirinden cinsi zevk alarak sarılmaları abdesti bozar. Birçok sahabe ve fukaha bu görüştedirler.

Burada “lems” değil “mess” getirilmiştir. Dokunma değil sürtünme demektir.

İnsana zarar doğa kanunları ile ve sosyal kanunlarla olmaktadır. O halde keşfi de yine doğa kanunları ile ve sosyal kanunlarla olmaktadır. O halde tedavimizi üfürükçülükle ve efsunlarla değil, doğa kanunları ile yapmalıyız. Sosyal afetleri de sosyal tedbirlerle gidermeliyiz. Bize saldıranlarla savaşmalıyız ki hayatta kalalım.

Sermaye doğa kanunlarını ve sosyal kanunları kullanarak bizi sömürmektedir. Biz de doğa kanunlarını ve sosyal kanunları kullanarak mazarratı def etmeliyiz. O karşılıksız para çıkarıyorsa, biz de karşılıklı bono senetleri çıkarmalıyız. O paradan elde ettiği güçle bize saldırıyorsa, biz de kooperatifler hâlinde örgütlenerek kendimizi savunmalıyız.

وَإِنْ يَمْسَسْكَ

(Va EiN YaMSaSKa)

“Sana mess ederse”

“Mess etmek” demek sürtmek, bastırmak, ezmek anlamındadır.

İnsana gelen sıkıntılar nedir, nerden gelmektedir?

Bu sıkıntılar ya doğadan gelir, doğa kanunları yoluyla gelir, ya insanlardan gelir, sosyal kanunlar ile gelir. Yani diğer insanlar zarar vermiş olurlar. Her şey ancak sosyal kanunlar içinde ve doğa kanunları içinde cereyan eder.

Onlar bize zarar verirken sosyal kanunlara dayanarak zarar vermektedir, Allah’ın izniyle zarar vermektedirler.

Evinizde elektrik tesisatı vardır. Anahtarı çevirdiğiniz zaman lamba yanar, tekrar çevirirsen söner. Elektriği yakan siz değilsiniz. Nitekim elektrikler kesildiği zaman lambamızı yakamıyoruz. Bugünlerde böyle bir durumu Türkiye’de hemen hemen herkes yaşadı, bütün Türkiye’de elektrikler kesildi. 

Demek ki zarar verenler kendileri değil Allah’tır yani Allah’ın kanunlarıdır.

اللَّهُ

(elLAvHu)

“Allah”

Buradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Her şeyi O yapmaktadır. Bize zararı veren de O’dur. Bizi O uyutmakta ve bizi O harekete geçirmektedir.

Şimdi üçüncü binyıl uygarlığı kurulurken Allah’ın bize verdiği görevi yine biz O’nun verdiği güçle yapacağız. Gücü nerden alacağız? O’nun doğa kanunları ve sosyal kanunlarına dayanarak yapacaklarımızı gerçekleştireceğiz.

Yarım asır önce son derece kötü durumda iken eriştiğimiz çaba ile Allah bizi buraya kadar getirdi. Kendi kanunları içinde Allah bizi destekledi. Şimdi yapacağımız faaliyette yine O bizi destekleyecektir.

Allah zararları bize nasıl dokundurur?

a) Allah kendi koyduğu doğa kanunları ve sosyal kanunlarla zararları messeder ve sonra yine aynı kanunlarla onu doğrudan keşfeder.

b) Bizlere gönderdiği kitap ve peygamberlerinin öğrettiklerine uymazsak zararla messeder, uyarsak onu keşfeder.

c) Allah bizim beynimize veya karşıdakilerin beyinlerine öyle ilham eder ki sonunda bize zarar dokunur veya zararı keşfeder.

d) Allah’ın bizim göremediğimiz melekleri vardır. Onlar görevlidirler ve onlar doğa kanunlarını öyle yönlendirir veya insanların beyinlerinde öyle işlemler yaparlar ki sonunda zarar dokunur veya keşfolur.

بِضُرٍّ

(Bı WurRın)

“Zararla”

Zarar da yarar da doğa kanunları içinde ve takdiri ilâhi ile olmaktadır. O’ndan başka kimselerin ne zarar vermelerine ne de yarar vermelerine gücü yeter. Müsbet ilim dediğimiz şey bu yarar ve zararları keşfetmek, doğa kanunlarını bulup ona göre hareket etmektir.

Biz Kur’an’dan yorumlar yapmaktayız. Hep o kanunları keşif ile meşgulüz. O’nun sünnetine uymadan bir çıkar yol bulacağımızı sanmak hayal peşinde koşmaktır.

فَلَا كَاشِفَ لَهُ

(FaLAv KaŞıFa LaHUv)

“Keşf edecek yoktur”

Zararı bizim üzerimize sarmakta, biz zararın içine gömülmekteyiz, bir örtüyü kaldırır gibi zararı kaldırmaktadır.

Bizim neslin hayatı 1950’lerde başlar.

Bizden öncekilerin nesli 1900’larda başlamaktadır. Düşmanlar saldırıya geçip her yıl biraz daha azarak imparatorluğumuzu yıktılar. Sonra inkılâpları dayatarak bizi çok derinden sıkıntı içine soktular. O sıkıntılar bizi bugünkü hâle getirmiştir. Zararla O messetmiştir. Sonra da O keşfetmiştir. Bunları hep sünnetullah içinde yapmıştır.

إِلَّا هُوَ

(EilLAv HuVa)

“Sadece O”

Sadece O keşfetmiştir.

O halde Balkan Savaşları ve Cihan Savaşları mağlubiyetimiz, İstiklâl Savaşı galibiyetimiz, inkılâplar ve büyük sıkıntılar geçirmemiz, sonra da demokrasiye geçmemiz...

Adil Düzen çalışmaları…

Ak Parti iktidarları hep Allah’ın messetmeleri ve O’nun keşifleridir.

Tarihimizi böyle okumamız gerekir.

Akevler’in kurulması ve faaliyeti hep O’nun takdiridir.

Bunlar bize hep tesadüflerle oluşmuş gibi gelir.

Oysa öyle değildir, hep O’nun takdiridir.

وَإِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَادَّ لِفَضْلِهِ يُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (107)

(Va EiN YuRıDKa BiPaYRın FaLAv RadDa Li FaWLıHIy YuÖIuBu BiHIy MaN YaŞAyEu MıN GıBADıHIy Va HuVa eLĞaFUvRu elRaXIyMu)

“Sana bir hayır murad ederse fadlı için reddedecek yoktur. İbadından meşieti olana isabet ettirir. Gafurdur. Rahimdir.”

Her âyette bizi üzerinde düşündürecek bir tabir vardır. “Felâ Râdde Li Fadlihi” ifadesi üzerinde tezekkür etmeden anlaşılmamaktadır. “Râddehu Anke” demektir yani onu senden reddedecek yoktur yani senden o hayrı alacak yoktur. Ondan sonra da “LiFadlihi” denmektedir. O fadl içindir. Yani yeryüzünde fazilet olsun diyedir.

Hayır bir fazilettir.

Siz bir işletme kurarsınız. Girdiler vardır, çıktılar vardır. Emeğinizle girmiş olursunuz. Emeğinizin karşılığını da aldıktan sonra fazlalık meydana gelir, o fazldır. Girdiler ham madde, tesis, emek ve hizmet olur. Elde edilen çıktılar bölüşülüp herkes payını aldıktan sonra bir fazlalık meydana gelir, işte bu fazldır.

Topluluk içinde bu fazla sağlansın diye sana hayır yapılmıştır, sana hayır verilmiştir.  

İnsanlık bir taraftan çoğalmakta, diğer taraftan uygarlaşmaktadır. Bu çoğalma ve uygarlaşma fadldır, Allah’ın fadlıdır, Allah’ın artırmasıdır. Bunu da kişilere verdiği hayır ile sağlamaktadır. Bu bir takdirdir. Sünnetullahtır. Kimse onu reddedemez, geri çeviremez.

III. binyıl uygarlığı kurulacaktır. Kur’an’ın nuru tamamlanacaktır. Bu Allah’ın insanlığa fadlıdır. Bunu da Allah’ın bize verdiği hayırlar ile yapmaktadır. Akevler’e verilen hayır, Milli Görüş’e verilen hayır, Nur cemaatine verilen hayır, bugün AK Parti’ye verilen hayır hep bu ilahi fadlın gerçekleşmesi içindir. İşte bunu reddedecek yoktur.

Burada zarara karşılık hayrı getirmiştir. Demek ki zarar bir taraftan menfaat karşılığıdır, diğer taraftan hayır karşılığıdır.

Dörtlü sistem ortaya çıkmaktadır; hayır ve şer, nef’ ve zarar.

 

Zarar

Nef’

Şer

Hayır

Kur’an’da kelimeler ikilidir. Her kelimenin eşi vardır, bir değil iki eşi vardır. Eşlerin de eşleri vardır, dörtlü sistem oluştururlar. Kur’an’ın tamamı taranıp bu dörtlü sistemleri ortaya koymak gerekmektedir.

Zarar için “mess” kelimesini zikretmekte, hayır için “irade” kelimesini getirmektedir. Bu suretle zararın asıl olmadığını, asıl olanın hayır olduğunu ifade etmektedir. Hayrın gayesi de fazldır yani insanlığın uygarlaşıp çoğalmasının hedeflenmesidir.

Tarihte insanlık toplayıcılık, avcılık, çobanlık, çiftçilik aşamalarını geçti; pazarcılık, tüccarlık, işçilik aşamalarını geçti. Şimdi ortaklık aşamasına gelmektedir.

Bunlar kara uygarlığıdır.

Sonra deniz uygarlığı başlayacaktır.

Sonra gezegenler uygarlığı başlayacaktır.

Sonra uzaya açılacağız.

Kur’an bunları bildiriyor; yeryüzünde bir süre kalacaksınız diyor; göklerde sizin için rızık vardır deniyor.

Âyette hayrı istediğine isabet ettireceğini bildiriliyor. İnsanların topluluk hâlinde yaşayabilmeleri için işbölümü yapmaları gerekir, derecelenmeleri gerekir. Herkes devlet başkanı olmayacaktır. Allah istediğini istediği yere getirir.

Burada iki mana verilebilir. Yani önce hayrı istediğine verir, onun sayesinde fadl oluşur. Sonra o fadlı da istediğine bölüştürür anlamı çıkar. Allah bunu şeriatla yapar. Allah kendi düzenini kurmuştur. O düzene göre bölüşme olur.

Bu âyet bize şunu anlatmaktadır. Allah seçtiği kimselere önce hayır verir.

Bu hayır nedir?

İlimdir. İlme inanan cemaattir. Cemaatin oluşturduğu ortaklıklardır. Ortaklıkların oluşturduğu siyasi güçtür.

1960’larda Akevler ilim yapmıştır. Tarikatçılar ve Nurcular bunu benimsemiş ve cemaatlerine anlatmışlardır. Sonra cemaatlerin desteği ile Anadolu sermayesi ortaya çıkmıştır. Anadolu sermayesi AK Parti’yi anayasa ekseriyeti ile iktidara taşımıştır. İlim, iman, servet ve iktidar Allah’ın verdiği hayırlardandır.

Bu hayır neden verilmiştir?

Uygarlaşmanın devam etmesi, ortaklık ekonomisinin gelmesi, İslâm ekonomisinin gelmesi için bunlar yapılmıştır. Şimdi Akevler ikinci hamleye hazırlanmaktadır.

Bu fadl olacaktır.

Bu hamlelerde görev alanlar Allah’ın ibadıdırlar. Herkese o istediği hayrını vermiştir. Kimse kimseyi kıskanmamalıdır. Akevler bunu yapmakta ve kendi ilmi çalışmalarından dolayı Allah’a hamd etmekte ama başka kuruluşların varlıklarına göz koymamakta, ne cemaati, ne serveti, ne de iktidarı istemektedir.

Biz ilmimizi tamamladığımız zaman Allah bu kardeşlerimizi görevlendirecek ve “Adil Düzen”i onlar uygulayacaklardır.

Âyet Allah gafurdur, rahimdir diye bitmektedir. Hayır verilenler şükrünü eda etmiş olmasalar da Allah mağfiret edecektir, rahmet edecektir. 1960’tan beri yarım asırdır faaliyetteyiz. O günkü durumdan bugünkü duruma gelişimiz büyük rahmet değil midir? Bu insanların çabaları ile buraya gelinmiştir.

وَإِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ

(Va EiN YuRıDKa BiPaYRın)

“Sana hayır irade ederse”

“İrade etmek” demek karar vermek demektir. “Meşiet” plan yapmak demektir. Uygulama zamanında değildir. İrade ise planın uygulanması demektir. İrade edilen olmuş olur.

Demek ki Allah meşietinde yapacaklarını irade edecektir, hayır verecektir; ilim, iman, servet ve iktidar verecektir.

“Hayır” nekredir. Müfreddir. Herkese başka hayrı irade eder. Kimine ilim verir, kimine servet verir, kimine iman verir, kimini iktidara getirir. Bunlar birer hayırdır. Bu hayırlar Allah’ın fadlı yani uygarlaşıp gelişme ile sağlanır.

فَلَا رَادَّ

(FaLAv RadDa)

“Reddeden yoktur”

Hayrı kimse çeviremez. İktidar AK Parti’ye verilmişse, Allah onu görevlendirmişse, isteyen istediği kadar reddetmeye çalışsın, reddedemezsiniz.

Cemaatten imani çalışmaları alamazsınız. Onların geri vitesleri yoktur. Paralel güç hatalı hareket etmiştir. Allah’ın verdiği iktidarı kimse alamaz.

AK Parti de yanlış hareket ediyor. Allah’ın verdiği imanı onlardan kimse alamaz.

İlmi de Akevler’e vermiştir. Onun dışındaki debelenme boşunadır.

لِفَضْلِهِ

(Li FaWLıHIy)

“Fazlı için”

Fazlı için.

Uygarlık için verdiği hayrı ve imkânları kimse alamaz. Buradaki “Lam” gayenin tesbiti içindir. Allah’ın hedefi anlamındadır.

“Fadl” demek daha ileri demektir. Uygarlaşmadır. Allah bu hayırları “Adil Düzen” gelsin diye verdi. Bu hayrı reddedecek yoktur. “LiFadlihi” kelimesi onun için sonraya alınmıştır. Sonrasındaki zamir fadla da gidebilir.

Âyetleri okuduğumuz zaman kendi hayatımıza uygulamamız gerekir. Formüle bizi ilgilendiren rakamları koymalıyız. Sonuçlar elde edilir. Örnek olarak, arabamıza bindik, yola çıktık. Arabamız saatte 80 kilometre hızla gidiyor. İstanbul’dan Ankara 400 kilometre; 80’e bölüyor, beş saat sonra Ankara’dayım diyorsunuz. Beş saat sonra Ankara’da oluyorsunuz.  O zaman formülünüz doğru çıkıyor.

Biz şimdi Kur’an’a kendi günümüzün olaylarını koyuyoruz ve sonuç elde ediyoruz.

Takdir-i ilâhi “Adil Düzen”in gelmesidir. Öyleyse Ak Parti’nin elinden iktidarı ancak “Adil Düzen”e doğru daha çok yol alacak bir parti alabilir. Diğerleri silinip gitmeye mahkûmdur. Ak Parti iktidarı kaybetse, hapishanelere girse bile, ondan daha fazla “Adil Düzen”ci olmayan parti gelse, çok kısa zamanda devreden çıkıp gider. 1997’deki 28 Şubat bunun açık örneğidir. Bugün ne DYP kalmıştır ne ANAP kalmıştır.

يُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ

(YuÖIyBu BiHIy MaN YaŞAyEu)

“Onu meşieti olana isabet ettirir”

Yani hayrı herkese vermez. Çünkü hayır herkese verilirse o hayır olmaz. Birliğin sağlanması için işbölümü içinde hayır verilir. Herkesin görevi ayrıdır.

Akevler ilim yapacak, Nur şakirtleri imanı getirecek, Millî Görüşçüler siyaset yapacak, birileri de ekonomiyi oluşturacaklardır.

Biz şimdi ne yapılacağının programını ilmen yaptık: Ahşap Evler üretilecek, Dinlenme Siteleri kurulacak, Yüz Lojmanlı İşyeri Apartmanları yapılacak, parasız çalışan Mala-Mal Marketleri kurulacak. Sonunda Bin Dil Üniversiteleri kurulacak. Bunun ilmini Akevler yapacak. Yeni girişimciler çıkacak ve onlar da Kooperatifleri organize edeceklerdir.

1970’lerde biz bunları destekledik. Şimdi de desteklemeye hazırız. Önce ekonominin sorunları çözülecek, diğer kısımlar onun arkasından gelecektir.

Bugün ilmin sahibi vardır; Akevler.

Bugün siyasetin sahibi vardır; Millî Görüşçüler.

Bugün imanın sahipleri vardır; Risale-i Nur Cemaati.

Ama bugün ekonominin sahibi yoktur.

İşte, Akevler bu girişimcileri bekliyor. Allah rahmetini isabet ettirecek ve Kooperatifler kurmaya başlayacaklardır.

Buradaki zamir “hayr”a da gidebilir, “fadl”a da gidebilir. Yani hayrı dilediğine verir. Dolayısıyla kimse Allah’ın fadlına haset etmemelidir. Ne var ki siyasiler ve cemaatler bir yarış içinde, kıskançlık içinde ve çatışma içindedirler. Akevler’den de uzak durmaktadırlar. Oysa Allah’ın verdiği hayrı onun fadlına kullanmak durumundayız. Bir gün gelecek, Firavun halkına gelen musibetler gelecek ve ister istemez bunlar birleşeceklerdir.

مِنْ عِبَادِهِ

(MıN GıBADıHIy)

“İbadinden”

Hayrın ibadinden istediğine isabet edeceği ifade edilmektedir. Yahut fazlın ibadına isabet edeceği bildirilmektedir.

Allah bizi yarattı. Biz bir amel-i salih yaparsak o on verir. Daha fazlasını da verir. Daha fazlasını kendi fadlını yükseltmek için verir. Biz salih amel ile derece almaya çalışmalıyız. Hayır kısmını ise O’nun takdirine bırakıp hamd etmeliyiz.

وَهُوَ الْغَفُورُ

(Va HuVa eLĞaFUvRu)

“O gafurdur”

Burada “Ve” harfi ile isim cümlesi gelmiştir. Bu cümle hal cümlesidir. Bütün oluşlarda hata yapacaklar vardır, günah işleyecekler vardır. Allah bunları mağfiret edecektir.

Başarımız büyük olmuştur. 1960’larda Başbakan Adnan Menderes’i asıyorlar. Demokrat Parti’nin İslâmiyet ile bir ilgisi yoktu. İbrahim Elmalı’yı, Türkiye’yi Mustafa Kemal değil Allah var etti dedi diye partiden attılar. Tekin Arıburun’u cuma namazı kıldı diye listeye bile almadılar. Ondan sonradır ki askerler bizimle bir olmaya başladılar. Sonunda Kenan Evren geldi ve resmen İslâmiyet tarafını tuttu. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. Askerler bizimledir. Dünya siyasetine Allah’a inananlar hâkimdir.

Aradaki hatalar ve günahlar bu dünya için affedilmiştir.

Eski defterleri karıştırmamak gerekir.

الرَّحِيمُ

(elRaXIyMu)

“Rahimdir.”

Yalnız hatalarına ve günahlarına mağfiret etmeyecek, aynı zamanda onlara rahmet de edecektir. “Adil Düzen” gelecek ve bu “Adil Düzen”den herkes yararlanacaktır; hattâ ona karşı gelenler de ondan yararlanacaklardır. Gelmesini önlemeye çalışanlardan ısrar edenler ise helâk olacaklardır.

قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ (108)

(QuL YAv EayYuHay elNAvSu QaD CAvEaKuM elXaqQu MiN RabBiKuM FaMaNı iHTaDAy FaEinNaMAy YaHTaDıY Li NaFsiHIy Va MaN WalLa FaEinNaMAy YaWılLU ULaYHAv Va MAv EaNa GaLaYKuM Bi VaKIyLın)

De: Ey insanlar ,Rabbinizden size hak gelmiştir. İhtida eden yalnızca kendi nefsi için ihtida etmiş olur. Dalalet eden de yalnızca kendi nefsi aleyhine dalalet etmiş olur. Ben size vekil değilim.”

Sûrede “kavim” ve “nâs” ifadeleri değişik şekillerde geçmektedir.

İslâm düzenini bir kavim getirecektir ama bütün insanlık için getirecektir.

Sûrenin sonuna doğru “Ey nâs, size Hak gelmiştir” denmekte ve tüm insanlık için geldiğini ifade etmektedir. Yani hayır olarak Türklere veya Müslümanlara verilecek, bu sayede fadl ortaya çıkacak, bu fadl tüm insanlığa ait olacaktır. 

يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Ey nâs, size Rabbinizden mev’ize ve sadırlarda olanlara şifa ve hidayet ve müminler için rahmet gelmiştir.”

Âyette mev’ize, şifa, hidayet ve rahmet olarak zikredilmiştir.

Burada ise sadece “Hak” olarak zikrediliyor.

“Adil Düzen” hak düzendir, bâtıl düzen değildir. Söylenenler içinde eksiklik yoktur, çözülmemiş sorun yoktur. Bu gelen falan veya filandan gelmemiştir, bu mevize Rabbinizden gelmiştir. “Allah’tan” denmiyor “Rabbinizden” diyor. Çünkü gelen insanlara uygarlaşmaları için gelmiştir. İşçilik düzeninden ortaklık düzenine geçmeleri için gelmiştir.

Bu dünyaya insanlar çalışsınlar diye getirilmiştir. Dolayısıyla dinin esası ekonomidir. Ekonominin yarısı reelse yarısı da finanstır. Yarısı miktarları yarısı ise değerleri ifade eder.

Bugünkü Batı düzeninde değerler ekonomisi karşılıksızdır, bâtıldır, hak değildir. Oysa Kur’an’ın size getirdiği ve öğrettiği hak düzendir, oradaki para ve senetlerin karşılığı vardır.

Bugün cebinizdeki 100 Türk Lirası’nın karşılığı bilinmemektedir, değeri değişmektedir. Oysa İslâm düzeninde cebinizde taşıdığınız paranın üzerine kilogram buğday, kilogram demir, metrekare toprak veya gram altın yazılıdır. Haktır, gerçektir. Para ya çalışan emeğin artırdığı değere karşı piyasaya çıkmıştır ya da ambara giren mala karşı çıkmıştır.

Bu sebepledir ki gelen “Adil Düzen” yani İslâm düzeni aynı zamanda hak düzendir.

Ayrıca yeryüzü insanlarındır. Herkesin orada hakkı vardır. Emek verenin de hakkı vardır. Bundan dolayı ambara konan mal belgelerinin yarısı emek verenlere emekleri karşılığı verilmekte, yarısı da diğer hak sahiplerine verilmekte yani adil bölüşme sistemi öğretilmektedir.

İslâm ekonomisinin dört ana vasfı vardır.

a) Herkese hakkı verilmekte, adil bölüşüm sistemi sağlanmaktadır.

b) Üretim ile tüketim arasında denge kurulmakta, üretildiği kadar tüketilmektedir.

c) İnsanın özgürlüğü korunmakta, halk istediği işi yapmakta, halk istediği malı almaktadır. Bu sipariş kredisi ve çalışma kredisi ile sağlanmaktadır.

d) Üretimdeki gaye en az saat harcayarak en çok gün yaşama imkânı elde etmedir. Gün/saatin büyütülmesi hedef alınmaktadır. İslâm ekonomisinde bu da elde edilmekte, azami gün/saat elde edilmektedir.

قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ

(QuL YAv EayYuHay el NAvSu)

“Ey nâs, de”

“Adil Düzen”in gelmesi için önce öğreneceğiz. Bunun için Kur’an’ı birlikte tedris edeceğiz. Ondan sonra buna göre bir ortaklık kurulacak ve uygulama yapılacaktır. Uygulama yapılırken sistemde meydana gelen yanlışlık ve eksiklikler tamamlanacaktır.

Sonuç olarak uygulama yapılmış ve doğruluğu ispatlanmış olacaktır.

Kur’an’ın asrımızdaki mucizesi sorunları çözmüş olmasıdır. Bunu bir kavim yapacaktır. III. binyıl uygarlığını Türkiye kuracaktır. Örneğini gösterecek ve sonra tüm insanlığa sunacaktır. Ey insanlar diyeceğiz. Bizim başkanımız diyecek. Başkanımız adına elçilerimiz diyecek. Bin Dil Üniversitesi’ni kurmuş olacağız, oradaki hocalar diyecek.

قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ

(QaD CAvEaKuM elXaqQu)

“Hak şimdi size gelmiştir”

“Kad” diyerek 1400 sene evvel gelmiştir demiyoruz, şimdi gelmiştir.

Kur’an bize şimdi nâzil olmuştur, şimdi size bildirmektedir.

Kur’an’ın lafzı 1400 sene önce nâzil oldu. Onlar Cebrail ve Resul’den öğrendiler, biz onlardan öğrendik. Manası ise şimdi bize yani size nâzil oldu. Bunun için “Kad” gelmiştir.

Hak gelmiştir.

Hak inzâl edilmemiştir Hak gelmiştir. Çünkü manası gelmiştir. Bir cihetten gelmemiştir. Bu haktır, çünkü hak olduğunu siz de görüyorsunuz. Daha önce bilmiyordunuz. Ama şimdi size ispat edilerek anlatılmıştır. Artık müsbet ilmin verileri içinde her zaman ispatlayabilirsiniz. “Hak” denmiş olmasının sebebi, müsbet ilim metotları ile ispat edebileceğimiz sözleri söylüyor olmamızdan dolayıdır.

مِنْ رَبِّكُمْ

(MiN RabBiKuM)

“Rabbinizden”

Bizden değil Rabbinizden gelmiştir.

Sizi uygarlaştırmayı irade edenden gelmiştir.

Akevler’den veya Millî Görüş’ten değil, Rabbinizden gelmiştir. Onlar sadece aracıdır. Türkiye’den gelmemiştir. Bunlar Hakkı gönderen Rabbinizin birer elçisidir, birer postacısıdır. Sizin onlara karşı bir borcunuz olmadığı gibi onların da size bir üstünlüğü veya büyüklüğü yoktur. Biz sadece elçiyiz. Biz sadece tercümanız, hattâ belki biraz da kötü tercümanız.

Siz yeniden ele alacaksınız, siz kendiniz daha iyi tercüme edeceksiniz ve daha da ileri uygarlıklar kuracaksınız.

فَمَنِ اهْتَدَى

(FaMaNı iHTaDAy)

“Kim ihtida ederse”

Hidayet hakka götüren yoldur.

Kur’an’da “içtihad” kelimesi kullanılmamakta, onun yerine “ihtida” kelimesi getirilmektedir. “İhtida” demek, kendi kendisini hidayete erdirme demektir, kendi içtihadınla yolu bulma demektir.

“İhtedâ” mazi sigası ile getirilmiştir. Şart sigasından sonra gelen mazi geleceği bildirir. “Yehtedî” denmeyip “İhtedâ” denmesi ihtidanın var-yok ilkesine bağlı olmasıdır. Yani yarım ihtida yoktur. Hidayeti kabul eder, cemaatin içine girer ve birlikte yol alırlar.

فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ

(FaEinNaMAy YaHTaDı Li NaFsiHIy)

“Kendi nefsi için ihtida eder”

Burada fiil-i muzari kullanılmıştır. İhtida birden olur ama ondan sonra devamlı ihtidaya tabi olunur. Bir çalışmaya katılma mazi sıygasıyladır. Yapılanı yaptıktan sonra orada çalışma ise muzari sıygasıyladır.

Yani biz insanlığa Allah’ın hakkını iletirken karşılığında hiçbir şey istemeyeceğimiz gibi herhangi bir baskı yapma yetkimiz de yoktur.

Biz Allah’tan emir aldığımız için tebliğimizi yapıyoruz, ücretimiz de O’na aittir.

Bu sebepledir ki Akevler’in ne siyasilerden ne de cemaatten hiçbir alacağı yoktur. Hiçbir söz söyleme yetkisi yoktur. Bu görevi bize Allah vermiş, ücretini de bol bol vermiştir.

وَمَنْ ضَلَّ

(Va MaN WalLa)

“Ve kim dalalet ederse”

Yani yoldan saparsa, yolu şaşırırsa, yolunu kaybederse, o da kendilerine aittir.

Hidayete davet edenlerin bundan dolayı bir zararları olmaz.

Onlar görevlerini yaptıkları için ücretlerini de almış olacaklardır.

فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا

(FaEinNaMAy YaWılLu GLaYHAv)

“Kendisi aleyhine dalalet etmiş olur”

“Dalalet etmek” demek, bile bile yoldan ayrılmak demektir.

Evet, Allah’ın insanlara ihtiyacı yoktur. Kur’an insanların çıkarları için hükümler göndermiştir. O’nun emirlerine uyanlar bir taşla iki kuş yakalarlar; hem dünyada saadete ererler, hem de âhirette cennetteki yerlerini hazırlarlar.

وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ

(Va MAv EaNa GaLaYKuM Bi VaKIyLin)

“Ben size vekil değilim.”

“Vekl” kuşların yumurta bıraktığı yerdir yani güvenli yataklık yerdir.

“Vekil olmak” demek onlara güvenli yer hazırlamak demektir.

Arapçadaki vekâlet Türkçede kullanılan vekâletten farklıdır. Arapçada vekâlet yerine risalet kelimesi daha çok kullanılır. Kefil de zaim kelimesi ile ifade edilir.

Kur’an’da geçen kelimeler fıkıhta hassaten Arapların dışında yazılan kitaplarda farklı manalar kazanmıştır. Bu hususta elimizde yeterli kaynak vardır. Çalıştığımızda bunları ortaya çıkartabiliriz.

“Ben sizin üzerinize vekil değilim” demek, ben sizin üzerinizde nâzır değilim, sizin işlerinize karışmam, asla hâkimiyetimi sizin üzerinize kullanacak değilim demektir.

Biz tebliğ ederiz ama hükmetmeyiz. Onlar kendileri kendi düzenlerini kurarlar. Yani yerinden yönetim vardır. Merkez hâkim değil hadimdir. Ülkeler, iller ve bucaklar bağımsızdır. Bölgeler, ilçeler ve semtler ise hizmet ederler, onların işlerine karışamazlar.

Kur’an bu yerinden yönetimi ısrarla anlatır, belağ sana, hesap bize der.

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1635 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1439 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2173 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1376 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1260 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1413 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1534 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2154 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1501 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1304 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1324 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1452 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1257 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1242 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1346 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1365 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1219 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1690 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1301 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1333 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1564 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1301 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1333 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2030 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1362 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1308 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1848 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1614 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1317 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1335 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1304 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1231 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1276 Okunma
34-109.AYET
1515 Okunma