YUNUS SÛRESİ-20
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
قُلْ أَرَأَيْتُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ لَكُمْ مِنْ رِزْقٍ فَجَعَلْتُمْ مِنْهُ حَرَامًا وَحَلَالًا قُلْ آللَّهُ أَذِنَ لَكُمْ أَمْ عَلَى اللَّهِ تَفْتَرُونَ (59) وَمَا ظَنُّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ (60) وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِنْ قُرْآنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَلَا أَصْغَرَ مِنْ ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرَ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (61)
***
قُلْ أَرَأَيْتُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ لَكُمْ مِنْ رِزْقٍ فَجَعَلْتُمْ مِنْهُ حَرَامًا وَحَلَالًا قُلْ آللَّهُ أَذِنَ لَكُمْ أَمْ عَلَى اللَّهِ تَفْتَرُونَ (59)
(QuL EaRaEaYTuM MAv EaNZaLa elLAvHu LaKuM MıN RıZQın Fa CaGaLTuM MıNHu XaRAvMan Va XLALan QuL EaAvlLAvHu EaÜıNa LaKuM EaM GaLay elLAvHi TaFTaRUvNa)
“Söyle, görmediniz mi? Allah’ın size rızıktan inzâl ettiklerini siz haram ve helal ca’l ettiniz. Allah mı size izin verdi yoksa siz mi ona iftira ediyorsunuz?”
Allah doğrudan insanlara hitap ederek “size rabbinizden mevize” demiş ve Kur’an’ı anlatmıştır. Onlara bunu biz söyleyeceğiz. Onlar da lisanı halleri ile bize bir şeyler söyleyecekler. Ne söyleyecekleri mahzuftur. Değişik zamanlarda değişik kimseler değişik şeyleri söyleyecek ama yine de söyledikleri benzer olacak ki Allah bize onlara söylememizi emretmektedir. Allah’ın fadlı ve rahmeti ile ferahlansınlar da denmiştir. Ondan sonra onlar yine bize cevap vereceklerdir. “Adil Düzen”den yararlanmamakta ısrar edecek, sudan bahaneler ileri sürmeye devam edeceklerdir.
Biz onlara cevap verirken onların düzenindeki bozukluklarını anlatmış olacağız, neden “Adil Düzen”e gerek olduğunu anlatacağız. Mevcut düzende başarılı olduklarını, nerden nereye geldiklerini söyleyeceklerdir. Evet, binalar yapıldı, yollar yapıldı, hastaneler bollaştı, hapishaneler apartmanlaştı. Bunların hepsi oldu da bu arada insan ne oldu? İnsanların huzuru ne oldu? Bürokratik engeller arttı mı azaldı mı?
Bugün yeryüzündeki en büyük sorunlardan biri de bürokratik sorundur. Sermaye devletleri sömürüyor, bürokratlar da halkı sömürüyor. Bürokratlarla sermaye el ele vermiş, insanların canına okuyorlar. Yeryüzünü yasaklar diyarına çevirmişlerdir. Onlara sorarsan kamunun haklarını korumak için bu yasakları koyuyorlar. Oysa halkı soymak için bu yasakları koyuyorlar. Böylece yeryüzü adeta “yolsuzluk ve rüşvet düzeni” hâline gelmiştir.
“Demokrasi” diyorlar; ekseriyeti ele geçirip insanlığı sömürmek için.
“Lâiklik” diyorlar; insanları dinsizleştirip onlara rahatlıkla zulmetsinler diye.
“Liberalizm” deyip uyutuyorlar; Anayasalarda kanunsuz vergi olmaz ama onlar bakanların talimatı ile vergi alıyorlar.
“Sosyalizm” deyip güya yoksullara yardım ediyorlar; kendi adamlarını koruyorlar, saltanatlarının sürebilmesi için keyfi dağıtım sistemlerini geliştiriyorlar.
“Şeriat düzeni”nde “içtihat ve icmalarla” kanunlar oluşur. Bu kanunlar ilâhi kanunlardır, topluluğun maşeri kararları ile ortaya çıkar. Oysa bundan önce krallar vergiler koyardı ve vergileri artırırdı, halk dayanamaz isyan ederdi.
Böylece insanlık bir zulüm dünyasından başka bir zulüm dünyasına geçti.
Şimdi ise kanunlar sermayenin baskısı ile ekseriyet tarafından yapılmaktadır. Eğer bu kanunlara herkes uysa yine hukuk düzeni içinde yaşayacağız, ne vereceğimizi, ne alacağımızı bilip ona göre hareket ederiz. Ama maalesef durum böyle değildir; kanunlar yazılır, onlar rafta kalır. Bürokratlar bir yolunu bulur ve siyasilerle anlaşırlar, siyasiler de sermaye ile anlaşır. Kanun bir tarafa, uygulama öbür tarafa bırakılır.
Biz 1967 yılında İzmir’de “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi”ni resmen kurduk. Gayemiz şuydu; yalan söylemeyelim, hile yapmayalım, rüşvet vermeyelim, vergi kaçırmayalım, legal bir hayat yaşayalım. Arazi aldığımızda tapuya gidince tam beyan verdik; yüzde 12 veya 16 ağır vergi vardı. Bunu göze aldık. Bu vergileri ortaklarımızın sırtına yükledik. Tapu memuru itiraz etti; siz bunu yaparsanız teftiş geçiririz ve buradaki tüm kayıtlar mahkemelik olur! Biz de mecbur olduk ve vazgeçtik. Hileyi şer’iyeyi şöyle bulduk, vergiyi alıcı veya satıcıya bırakarak vekâlet verdik, biz net üzerinden pazarlık yaptık. Bugün Maliye Bakanlığı ülkenin her yerindeki toprakları değerlendirmiştir. Gerçek değerin dörtte biridir. Yani tapuda o değerler gösterilir ama gerçekte dört misli değerle satılır.
İşte, Allah’ın rızık olarak gönderdiklerini biz haram yapıyor, istediğimizi de helal yapıyoruz! Devlet bu sebeple bugün kayıt dışı çalışmaktadır.
Türkiye’de tutulan bir tek muhasebe yoktur ki gerçek değeri ile tutulsun. Muhasiplik demek devlete yalan söylemeyi becermek demektir. Kimse kendi işletmesini gerçek muhasibe dayandırmaz. Bu sebepledir ki Türkiye’de gerçek muhasebeyi tutan kimse devletten destek almazsa yani devleti soymazsa yaşayamaz. Erbakan’ın havuz sistemi onun için tutmadı. Devlet Koç’tan o kadar ağır vergi alıyor ki onu gerçekten öderse çöker gider, gerçek beyanlarda bulunmazsa bu sefer işletmesini işletemez. Devlet, sermayenin emrinde büyütmek istediği firmaları başka kanallardan destekler, diğerlerini ya kaçak çalıştırır ve küçük bırakır, ya da iflas ettirir. Sırtını devlete dayamayan firmalar kısa zamanda batar gider.
Biz Akevler’de ortaklarımızı Demir-Çimento (DÇ) hesabı ile ortak ettik ve ortakların vergilerini kendi beyanlarına göre istedikleri gibi ödemelerine imkân verdik. Böylece kooperatifimiz elli senedir yaşamaktadır. Hiçbir yerden kredi almadan ve muhasebeyi de kuruşu kuruşuna tutarak buraya kadar geldik.
Fakat bizi yine rahat bırakmadılar, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile bize saldırdılar. Ama sonunda biz yendik. Çünkü namuslu bürokratlar vardı, onlar yanımızda yer aldılar.
Kooperatifimizi uzun uzun teftiş ettikten sonra hiçbir şey bulamadılar. Kanunlara aykırı beyanlarla bizim tasfiyemize karar verdiler. Ama biz tasfiye olmadık, onlar tasfiye oldular. Bize saldıran sömürü sermayesi de bütün dünyada tasfiye oluyor.
Kur’an işte bu âyetlerle bu yasakları meşrulaştıran, meşru olanları da yasaklar hâline getiren bu çarpık düzeni anlatmaktadır. Basın/medya, bakanın iki çocuğunun ihalede aracılık yapmasından söz ediyor. Ülkede yolunda ihale edilen tek ihale var mıdır ki? Sömürü ve rüşvet sistemi çalışıyor. Acemi bakan çocuklarını da tuzağa düşürmüşlerdir.
Evet, bu zalim düzenle ve bunlarla yapılması gereken cihadı ancak kooperatifler yapabilir, yapmaya devam edeceklerdir.
Bir gün Türkiye kooperatifleşecek ve bu zulüm sona erecektir.
Bizi Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne sürükleyen iktidar artık yoktur.
‘İrtica var’ deyip ihtilâl yaparlar, sonra da kendi sömürülerini onların sırtından devam ettirirler. Artık Türk ordusu uyanmıştır. Ruslar uyanmıştır. ABD halkı uyanmıştır.
Bu zulümlerin sonu gelmek üzeredir.
قُلْ
(QuL)
“Kavl et”
“Allah’ın fadlı ve rahmeti ile ferahlanın” dendikten sonra, insanlar böyle yapmayıp gayrimeşru yoldan ferahlanmak istemektedirler.
Biz İzmir’de kooperatif kurduk, ilâhiyat mensubu hocaları ortak ettik, dört sene içinde daire sahibi yaptık; bunu kredisiz ve borçsuz bir şekilde başardık. Esnaf ortaklarımız vardı. Onlar bizi bir hayli uğraştırdılar ama hocalar ödemelerini tam yaparak daire sahibi oldular. 28 ortağa “Hocalar Bloku” yaptık. 80 metrekarelik arsalar üzerinde yaptık, ikinci 80 metrekarelik arsalar da ayırdık ki daireleri birleştirip büyütsünler.
Onlar ne yaptılar?
Helal-haram demeden kredi alan ve faizle ikinci dairelerini yapmaya kalkışan çok kimse vardı. İşte, faizsiz sistemde iş yapmaları gerekirken, faizi meşrulaştırdılar.
Bunu yalnız Akevler hocaları yapmadı. Kitabına uyduran(!) ve gömlek çıkaran eski Millî Görüşçüler de yaptılar, kitabına uyduran Risale-i Nur şakirtleri de yaptılar.
Şimdi onlara söylememizi Allah bize emrediyor; Allah sizi iktidar etti, birbirinizle çatışacak (AKP-Cemaat) derecede büyüdünüz. Şimdi ne yapıyorsunuz?!.
أَرَأَيْتُمْ
(EaRaEaYTuM)
“Re’y etmediniz mi?”
Rey etmediniz demektir. Hel raeytüm olsaydı rey ettiniz mi olurdu. “E Raeytüm” denilince, neden rey etmediniz anlamı çıkar. Üstünde düşünmüyorlar, yaptıklarının büyük günah olduğunun farkında bile değildirler. Haram olanları helal, helal olanları haram yapıyorlar.
Bunu iki şekilde yapıyorlar. Ya çıkardıkları kanunlar öyle kanunlardır ki insanlara helal edilenleri haram yapıyorlar. Arsalar bina yapmak içindir. Kanunlarla binaları teşvik etme yerine, yapmayı engelleme kanunları çıkarıyorlar. Arsa boş durur ama imarı yoktur, inşaat yapamazsınız. Bedava gibi bir zengine satarsınız. O arsaları toplar. Sonra rüşvet verir. Kat kat acayip binalar dikilir. Ormanın içinden geçemezsiniz. Allah’ın nimetini yasaklarlar, orada yapraklarını ve dallarını çürütürler, ağaçlar kovuklaşır ve yıkılır, yangın çıkar ve yanar ama siz oradan yani kendi ülkenizin ormanından odun kesip yakamazsınız. Sibirya’dan gelen gaz ile ısınmak zorunda kalırsınız. “Orman Kanunu” vatandaşları ormandan yararlandırma kanunu değil, vatandaşların yararlanmamasını sağlama kanunudur. Buralar sanki Ankara’da oturan birkaç milletvekiline babadan kalmadır, biz buraların ebeden sahibiyiz der gibidirler. Atalarımız kanları ile burasını savundular; şimdi sizinle de savaşmak zorunda kalacağız!
Bu kadarı ile yetinseler ona da razıyız ama bir de bürokratlar kanun bilmezler, kafadan bir bürokrat atar, diğerleri onu kanun yapar, o kanunlar da uygulanmaz. Uygulanmaz, çünkü uygulansa devlet batar. Onun için herkes kanun okumamada çözüm bulmuştur. AK Parti iktidarı ‘biz görevimizi yaptık’ deyip gidiyorlar; dikenli sopa ile sırtlarını kızartacaksın...
مَا أَنْزَلَ اللَّهُ لَكُمْ
(MAv EaNZaLa elLAvHu LaKuM)
“Allah’ın size inzâl ettikleri”
“Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Karşılıklı konuşmada sözler karşılıklı olarak değişince, bir öncesinde zikredilen kişiye zamir gönderilir ama daha önceleri zikredilenlere zamir gönderilmez, iade edilir. Bu sebeple burada “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Bu da delalet eder ki karşılıklı konuşma vardır. “Kalu”lar hazf edilmiştir.
“Allah’ın sizin için inzâl ettiği” deniyor. Kâinatı Allah insan için yarattı. Doğadaki bütün imkânlar insanlarındır; tahrip edemezler, kirletemezler ama onu kullanmak onların hakkıdır.
Ormanlar harap olacak diye insanlara ormanları kullanmayı yasaklayamazsınız. Arsalar üzerinde bina yapanlara engel koyamazsınız. Usulüne aykırı hareket edenler vardır deyip usulüne göre hareket edenleri haklarından mahrum edemezsiniz. Vergi kaçırıyor diye vergileri ağırlaştıramazsınız. Kim suç işlerse ceza verirsiniz, suç işlemeyenleri oraya katamazsınız. Yeryüzünü Allah benim için yapmıştır, başka kişilerin hakkına tecavüz edersem beni sınırlarsınız ama kendi hakkını kullanan kimselere dokunamazsınız. İnsanları zindanlara koymak sizin zulmünüz kadar zulüm değildir, çünkü hapishanedekilere yemek verilmektedir. Siz ise dışarıdaki insanlara iş yapma yasakları koyuyorsunuz. Burası ormandır, burası sit alanıdır, burası tarihi alandır, burası bilmem ne alanıdır deyip iş yapmayı önlüyorsunuz; sonra insanlar aç kalınca ekmek de vermiyorsunuz.
مِنْ رِزْقٍ
(MıN RıZQın)
“Rızıktan”
Allah’ın rızık olarak indirdiği dağlardaki bitkilerdir, ormanlardır. Güneş ışığından başka yeryüzünde kullanabileceğimiz enerji yoktur. Allah onu bizim için indiriyor, bitkileri bizim için üretiyor, biz onlar sayesinde yaşıyoruz.
Anadolu’daki bir köyü halkın istifadesinden alıkoymak, Afrika’nın çölünde insanı açlığa mahkûm eder ve orada ölür. Çünkü onun alacağı buğdayı Avrupalı almıştır. Dolayısıyla koyduğunuz her türlü yasaklar insanlığa yapılan zulümdür.
Adil Düzen Çalışanları bunlar üzerinde çalışıyorlar.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bu tür budalalıkları kökünden reddeder. Sermayenin dikte ettirdiği hükümleri değil, Allah’ın inzâl ettiklerinden, fadlından ve rahmetinden yararlanır.
Bundan önce “Allah’ın fadlından ve rahmetinden ferahlanın” emrinden sonra bu hükümleri getirmiş olmasında ne kadar yakın bağlantı olduğu görülmektedir.
Demek ki baştan anladığımız mana doğru manadır; Allah’a hamd olsun.
فَجَعَلْتُمْ مِنْهُ حَرَامًا
(Fa CaGaLTuM MıMHu XaRAvMan)
“Siz ondan haramlar yaptınız”
Vatandaşların bazısına inşaat yaptırıyorsunuz, bazısına yaptırmıyorsunuz. Yeni bir kooperatif kuruyoruz, anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geliyor. Biz iki senede Cumhuriyet’i kurduk ama bir kooperatifi kuramıyoruz! Bürokratlar oturuyor ve yazıyorlar da yazıyorlar; onları uygulayanlara da kök söktürüyorlar!
Aslında insanlar için rızık olarak ortaya konan fadl ve nimet binbir çeşit yasaklarla ve bürokratların saçma sapan yorumları ile engellenmektedir. Helal haram yapılmaktadır. Hainlik peş peşe devam eder. Art arda kanun çıkarırlar, sözleşmeleri uyduramayan kooperatifler kapanır derler. Oysa hukukta müktesep haklar vardır, sözleşme sözleşmedir. Benimle yaptığın sözleşmeyi sen sonra değiştiremezsin. Bu tür kanunlar makabline şamil olmaz. Daha önce helal olan bir şeyi sonra nasıl haram edersin? Yeni devlet kurarsın, kanunu orada değiştirirsin yahut hakemler kararı ile değişebilir.
وَحَلَالًا
(Va XaLALan)
“Ve helal”
Burada helal veya haram yaptınız demiyor, bir şeyi hem helal hem de haram kıldınız diyor. Bir şey yasaksa yasaktır. Rüşvet vermekle zenginlere helal olmaz; helal olsa da herkese helaldir. Bir de bir şey bugün rızıksa yarın da rızıktır, bugün helal yarın haram olmaz.
Bu sebepledir ki meclislerin özel hukukta kanun çıkarma yetkileri yoktur. İlim adamları içtihat yapar, mezhepler kurarlar. Mezhepler arası ihtilaflar birbirine zarar veriyorsa hakemler yoluyla çözülür. Herkes kendi sitesinde ve kendi mezhebinde istediği gibi yaşar.
“Veya” denmeyip “ve” denmiş olması bizim yorumumuzu teyit etmektedir.
قُلْ
(QuL)
“Kavl et”
Evet, karşı tarafın diyeceklerini onlara bırakıp Kur’an bizim söyleyeceklerimizi sıralamaktadır. Ama onlara da söyleme hakkı tanıdığı için “Kul” kelimesini tekrar etmektedir.
Evet, bunu söyledikten sonra susun ve onlara cevap hakkı tanıyın, cevap aldıktan sonra siz söylemeye devam edin. Çünkü verecekleri cevapta sizin söyleyeceklerinizi değiştirecek bir şey bulunmayacaktır.
آللَّهُ أَذِنَ لَكُمْ
(EaAlLAvHu EaÜıNa LaKuM)
“Allah mı size izin verdi?”
Bakınız, burada da “Allah” kelimesi tekrar edilmektedir. Çünkü arada onların konuşması geçmiştir. O konuşmada Allah’tan bahsedilmiyor yani cevabı dört delile dayanarak vermiyorlar, kafadan atıyorlar, ‘Avrupa müktesebatı’ deyip yutturuyorlar.
Avrupa müktesebatı nedir bilir misiniz?
Sömürü sermayesinin Kur’an’dan ve Tevrat’tan arakladığı ve tahrif edip kendi sömürüsüne uydurduğu kurallardır; helali haram, haramı helal yapan kurallardır.
Adam 30 bin kişiyi öldürecek ama sen onu öldüremeyeceksin! Savaşı kaybedecek ama iktidar olacak! Doları olan hazret böyle buyurdu!
İşte bunlara itaat etmek şirktir.
Biz AK Parti’ye neden oy veriyoruz?
Zaman kazanmak için, başka oy vereceğimiz kimse olmadığı için; yoksa yaptıklarını tasvip ediyoruz anlamında değildir. Onu uyarabilmemiz için onu desteklemek zorundayız.
أَمْ عَلَى اللَّهِ تَفْتَرُونَ (59)
(EaM GaLay elLAvHi TaFTaRUvNa)
“Yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?”
Burada “Allah” kelimesi iade edilmiştir. Allah size kanun yaparken böyle kanunlar yapın diye izin mi verdi; yoksa O’nun halifesi olan topluluğa iftira mı ediyorsunuz? Aksi de düşünülebilir. Bir de bunları muhafazakâr olarak yaptıklarını söylüyorlar. Sizin halkınız bunlara sahip mi çıkıyor da siz muhafaza ediyorsunuz?
İktidarda CHP olsa, MHP olsa, bizi tanımıyor ve bilmiyor da onun için bizden böyle uzaktırlar diyoruz. Ben gençken Allah’a inanmış olarak bir olayda konuşurken akrabam da olsa taraf tutmazdım. Bu sebeple köyümde herkes benden nefret ederdi, akrabalarım onların tarafını tutmuyorum diye benden nefret ederlerdi, diğerleri de onlardan olmadığım için nefret ediyorlardı.
Bugün Akevler herkes tarafından işitilmemektedir. Niye? Çünkü haklıya haklı, haksıza haksız demektedir. Hayır! AK Partili ise her yaptığını doğrulayacaksın. Millî Görüşçü isen AK Parti’ye küfredeceksin. Siz eğer Allah’a inanıyorsanız, herkes sizden nefret etse de konuşurken adl ile kıst ile konuşun.
وَمَا ظَنُّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ (60)
(Va MAv JanNu elLaÜIyNa YaFTaRUvNa GaLay elLAHi eLKaÜıBa YaVMa eLQıYAvMaTi EinNa elLAvHa La ÜUv FAWLın GaLay elNAvSi Va LAvKınNa EaKÇaRaHuM LAv YaŞKuRUvNa)
“Allah’a kezib iftira edenlerin kıyamet yevminde zanları nedir? Allah nâsa fazl edendir, lâkin ekserisi şükretmez.”
1960’a kadar biz zannettik ki insanlar zalimdir de onun için zulüm vardır. O kişiye bu kişiye buğuz ederek o grubu düşman bilirdik. Düşman devletler vardı. Onlara saldırmayı kahramanlık kabul ederdik. Değişik uluslardan nefret ederdik.
1960’lardaki olaylar bize anlattı ki insanlar kötü değil, düzen kötüdür. Zulüm düzeninde insanlar zulmetmek zorunda kalmaktadırlar. Düzeni düzeltmeye koyulduk. İzmir’de benden önce Halil Rifat Paşa’da Remzi Güres’in önderliğinde oluşan küçük bir cemaat siyasetle bu işin çözülmeyeceğini, ekonomi ile çözüleceğini anlamış ve ortak mandalina bahçeleri oluşturmaya başlamışlardı. Ben de onlara katıldım. Sonra Akevler’i kurduk. Düşman kabul ettiğimiz CHP ile koalisyon kurduk, çok başarılı yönetimde bulunduk.
Akevler bu anlayışı sürdürmektedir. Bizim için kötü insan yoktur, kötü düzen vardır. Biz insanlarla değil düzenle cihad yapıyoruz. Karşımızdaki insanlara düşman değiliz. Tam tersine onlar insan olarak bizim kardeşlerimizdir. Onlara acıyoruz ve onları kurtarmaya çalışıyoruz.
Bu âyet çağımızdaki insanların dalalet içindeki anlayışlarını dile getirmektedir. Herkes kendisini en doğru yolda en doğru insan kabul ederek başkalarını zalim ve butlan içinde görmektedir. Hemen herkes âhirete inanmakta ama herkes kendisini cennette ve başkalarını cehennemde görmektedir.
Helali haram, haramı helal yapan zalimlerin başlıca dayanakları âhiret inancıdır. Kendilerinden başka herkes cehennemlik olunca ve onlara zulmetmek de meşru sayılınca sonuç biter. Bugün paralel yapı şeytanın bu aldatmacası içindedir. İktidar da aynı tuzağa düşmüştür. Fethullah Gülen’in bu paralel yapıya sahip çıkmaması gerekir. AK Parti de oyun oynayanları cezalandıracağı yerde; dershaneleri kapatması, ABD’deki bir mümine saldırması vs işte hep bu yanlış anlayıştan ileri gelmektedir. Âhirete inanıyorlar ama böyle inanıyorlar ve bu inançlarını kendi zulümlerine araç yapıyorlar.
Allah diyor ki; bunlar kıyamet yevmini ne sanıyorlar? Allah insanları yaratmış, onlara dünyada çektikleri yetmediği gibi bir de âhirette onları cehenneme doldurup cayır cayır yakmak için mi yarattı? Siz kaç kişisiniz. 7 bin kişi bile değilsiniz. 7 milyar insan cehennemde, siz cennette, öyle mi? Hayır diyor Allah, O insanları cezalandırmak için yaratmadı, aksine O insanlara fadl sahibidir. Bire on sevap yazacak, gördüğünüz yedi milyar insanı cennete götürecek. Bu dünya hayatını insanları cehenneme götürmek için değil, cennete götürmek için var etti. Günah işleyenlere bir suç yani sadece bir günah yazacak, onun da bir kısmını affedecek. Yer ve gökler kadar büyük olan cennet dolacak, boş yer kalmayacak, küçücük cehennemde insanlar tek tük dolaşacaklar.
İnsanlar Allah’ın seçkin kullarıdır. Dolayısıyla insanlara düşmanlık etmeyin. Kötülükler vardır. Bu kötülükler düzen gereğidir. Düzeni düzeltmeye çalışın ve Allah’ın sevdiği mahlûk olan insanları o bataklıklardan kurtarınız. Bu âyetin gelişinden anlıyoruz ki onlar için ağır cezalar ve ithamlar olmalı idi, tam tersine Allah’ın âhirette fadl sahibi olduğu belirtilerek insanlara düşmanlık etmememiz gerektiğini ifade etmektedir.
Allah bizi bu dünyaya getirdi, cenneti hazırladı. Bize de kötülüklerle cihad etme fırsatı verdi. Bu yolla bizi cennetlere koyacaktır. O halde bizim şükür etmemiz gerekirken, insanların çoğu bu nimeti zulüm kabul ederek, bunu da Allah’tan değil de diğer insanlardan bilerek etrafa kin ve buğuz salmaktadır. Onlar seni sevmeseler de sen onları seveceksin.
İlâhi ihsan budur. Şeriat budur. Kur’an düzeni budur.
وَمَا ظَنُّ
(Va MAv JanNu)
“Zanları nedir?”
“Zan” ve “Hisab” kelimeleri aynı anlamdadır.
Bir şeyi baştan bilmediğiniz halde sonunda düşünür ve bir kanaate varırsınız. Demek ki her ikisinde başta tereddüt vardır. Sonunda ise bir kanaate varmadır.
Hesapta kesin kanaate varma vardır.
Zanda yakın görüş elde etmedir.
İnsanlar âhiret hakkında hesap seviyesinde bir görüşe ulaşamadılar, tahminlerde buluyorlar ve hatalı tahminlerde bulunuyorlar.
Her şeyden önce insanlar kötü değiller, düzen kötüdür. Kötü düzen onlara kötülük işletmektedir. İnsanların günahları “Adil Düzen”in gelmesi için çalışmamaktır. Yoksa bugünkü şartlarda herkes nasıl yaşıyorsa öyle yaşamak zorundadır.
الَّذِينَ يَفْتَرُونَ
(elLaÜIyNa YaFTaRUvNa)
“İftira edenlerin”
Aslında insanlar için nimet olan birçok şeyleri haram hâle getirip insanlara zulmetme, diğer taraftan da aslında haram olan şeyleri rüşvetle helal hâle getirme işi Allah’a iftiradır, âlemlerin rabbi olan Allah’a iftiradır, O’nun halifesi olan topluluğa iftiradır. İnsanlık helal olanları haram, haram olanları da helal yaparak en büyük zulüm içindedir. Bunların tamamı iftiradır. Allah öyle bir şey emretmemiştir, öyle yasaklar koymamıştır.
Helal ve haram nasıl tesbit edilecektir?
Sermaye, kendisinin sahip olduğu malları satabilmesi için birçok şeyleri yasaklatmaktadır. Fenni kümeslerde üretim yapılıp ev kümeslerindeki hayvanları fırınlarda yaktırmıştır. Biraz sonra öyle kanunlar çıkartacaktır ki kendilerinden başka kimse kümes çiftliğine sahip olmayacaktır. Ülkemizdeki birçok yasaklar hep böyle iftiralarla konmuştur.
عَلَى اللَّهِ
(GaLay elLAHi)
“Allah’a”
Bu âyette iki defa “Allah” kelimesi geçmektedir.
Biri âlemlerin rabbi olan Allah’ı ifade eder.
Diğeri ise O’nun halifesi olan topluluğu ifade eder.
İki türlü helali haram yapma vardır.
Biri ilimle tesbit edilmeyen haramları ortaya koymadır. Kanunla bu yapılmaktadır.
Diğeri de kanunlarda bile yasak olmadığı halde bürokratlar yasakları icat etmektedirler. Sömürü sermayesi kendine uygun kanunlar çıkartmakta, bir de ona göre uygulama yaptırmaktadır.
الْكَذِبَ
(eLKaÜıBa)
“Yalan”
Dünyada faydası olmayan herhangi bir şey yoktur, zararı olmayan da bir şey yoktur. Faydanın galip geldiği işler helaldir. Bunlar da içtihatla yani ilimle tesbit edilir. Halk kendi mezhebine göre amel eder.
“Kizb” yalanın ve yanlışın adıdır. “Kezibe” dendiği zaman yanlış söyledi anlamına da gelebilir. Kezbi iftira etti dediği zaman yalan söylemiş olursun.
Bu dünyada bu uydurma helal ve haramlardan dolayı nice nice insanlar zulüm içinde inlemektedirler. Keten bir bitkidir. Liflerinden diyelim çuval yapılır, halat yapılır ama insanlar ondan esrar da yapabilir. Keten ekenin tarlasını yakmak zulüm değil midir? Esrarı üretenleri cezalandır, esrarı kullananları cezalandır. Hayır, cezalandırmaz, özgürlüğü var. Ama kimi cezalandırır? Esrarı satanı kullanandan daha fazla cezalandırır. Çünkü onun özgürlüğü yoktur. Bunun yapmanın asıl sebep nedir? Esrarı yasaklayıp kaçakçılığı geliştirecek ve onun sayesinde sermaye gizli devlet örgütüne karşı mafyayı besleyecek.
İşte bu zulüm yapanların görüşüdür.
Allah’a ve Peygamber’e iman ettin mi cennettesin. O mazlum insanlar cehennemdedir. Esrar kullanmak büyük günahtır ama esrarın alınıp satılmasını yasaklamak ise daha büyük günahtır. Böylece insanlar esrara alıştırılıyor ve mafya şebekesi besleniyor. 30 senedir PKK ile mücadelemizin kaynağı budur. Birçok gencimizin esrara alıştırılmasının sebebi budur. Esrarı satmak için lise öğrencileri esrarkeş yapılıyor. Hâlbuki esrar satışı yasak olmasa kıymeti düşecek, esrar şebekeleri oluşmayacak, mafyalar oluşmayacaktır.
İslâmiyet’te boşanma iki dudak arasında durur. Batı’da ise on sene süren davalarla boşanabiliyorsun. Müslümanlarda boşanma yüzdesi yüzde bir bile değildir, oysa Batı’da yüzde ellileri geçer. Çok evlenmeyi yasaklarsanız zina yaygınlaşır. Çok evliliği koyar ve zinayı yasaklarsanız herkes evlenir. Dolayısıyla iki kadın olmaz, iki evlilik olur.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
(YaVMa eLQıYAvMaTı)
“Kıyamet yevmi”
Kıyamet yevmi burada zarf değil mef’ul olarak alınmıştır. Yani kıyamet günü zannedilmeyecek, kıyamet günü zannedilecek. “Mâ” burada soru “Mâ”sıdır.
Allah’a yalan iftira edenler kıyamet gününü nasıl düşünüyorlar, ne zannediyorlar? Dünyadaki zulümlerine göre insanları cehenneme dolduran bir yakıcı olarak mı düşünüyorlar? Çünkü onlar dünyada şeriatı zulüm yapmak için kullanıyorlar. Âhirette de Allah’ın onların isteklerine göre zulme karşı gelenleri cezalandıracağını mı sanıyorlar?
Allah bu dünyayı ve âhireti cezalandırmak için var etmedi, aksine onlara ihsan etsin ve lütfetsin diye var etti. Kendisinin rabbini inek zannettiği için ineğe ibadet eden kimse ineğe değil rabbine ibadet ediyor ve cennete gidecektir ama zulmetmek için helalleri haram yapanlar, haramları helal yapanlar kendilerini zor kurtaracaklar.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNa elLAvHa)
“Allah”
Burada cümle “İnne” ile başlamaktadır. Bildiğiniz gibi değil, zannettiğiniz gibi değil. Uydurduğunuz haramlara riayet ederek cennete gidemezsiniz. Tam tersine helali haram yaptığınız için günah işliyorsunuz, kendinize kötülük ediyorsunuz, birbirinize zulmediyorsunuz. Bir de siz kendinizi tanrı yapıp Allah’ın helal ettiklerini haram, haram ettiklerini de helal etmekle ona karşı geldiğiniz için cehennemliksiniz.
O halde ne yapacağız?
Biz kendimiz kooperatif kurup kendi dünyamıza çekilecek, kendimiz tanrılık taslamayacağız. Onlarla meşru yolda ilişki kurmaya çalışacağız. İsteyen başkaları da bizim gibi yapacaklardır. Saldırırlar, sizi bertaraf etmek isterler. Galip gelirseniz o ülkede kalırsınız, galip gelmezseniz oradan hicret edersiniz.
لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ
(LaÜUv FAWLın GaLay elNAvSi)
“İnsanlara fadl sahibidir”
Yani Allah insanları cehenneme doldursun diye dünya ve âhireti halk etmedi. Tam tersine Allah insanlara fadlından ihsan etsin, onları cennete götürsün diye var etti. Bir sevabı en az on sevap olarak yazacaktır, bir günahı ise bir günah olarak yazacaktır. Böylece insanların yüzde doksanı zaten cennetlik olacaktır. Yüzde onun da en az yarısı affedilecektir. Çevrenizdeki insanların da ancak yüzde beşi cehenneme adaydır.
Bütün insanlar fadl sahibidir. Kıyamet günü sizin helal-haram varsayımlarınızla değil, Allah’ın şeriatına göre hareket edenlere göre düzenlenecektir. İki cihanın var edilmesi insanlara zulmetmek için değil, tam tersine Allah’ın insana fadlından ihsan etmesi içindir.
Bir fabrikaya işçi alırsın, gayen tembellik etsin de cezalandırayım değildir, buna rağmen tembellik edip üretim yapmadığı zaman da ücretini kesersin.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ
(Va LAvKınNa EaKÇaRuHuM)
“Velâkin onların ekserisi”
Buradaki “Hum” zamiri insanlara racidir. Ekserisi şükretmiyor denmektedir. Allah bütün nâsa fadl sahibi olduğu halde şükreden daha azdır.
Şükretmek hamd etmekten farklıdır. Hamd dil ile ve kalb ile yapılır. Şükür ise amel ile yapılır. Allah insanlar için fadl sahibidir ama insanların çoğu bunun gereği olanı amel etmiyor, bu da gerçektir. Çevremize baktığımızda parmakla göstereceğimiz kadar az şükreden vardır. Maddi imkânlar için tüm imkânları harcayanlar, Avrupa Birliği’nden yardım alacağız diye yırtınanlar, onların hatırı için şeriattan vazgeçtik, kanunları da artık yok edenler, “Adil Düzen” için ne yapıyorlar, İslâm düzenini öğrenmek için ne yapıyorlar? Yıllar yılı paralelleri desteklediler, okullarda Kur’an’ı nasıl çağa uydururuz diye yarış yapıyorlar. Ama ortaya çıkıp da “Adil Düzen”i de bir öğrenelim-öğretelim diyen yoktur.
Yine Allah fadl sahibidir ki bizim gibi âcizane çalışanları da dile getirerek ekserisi demektedir. Gerçekte ise hiçbirisidir. Ama lütfü ilâhi ile cümle ekserisi olmuştur. Bu ekserisi içinde olmayanlar Allah’ın büyük ihsanına mazhar olmuşlardır.
لَا يَشْكُرُونَ (60)
(LAv YaŞKuRUvNa)
“Şükretmiyorlar.”
“Adil Düzen” için, Kur’an düzeni için çalışma şükürdür.
İslâmiyet’i sadece bir iman ve ibadet kabul eden anlayış içinde lâik hayatı benimseyip yan yatanlar şükretmiyorlar. İslâmiyet’te kişi lâik değildir. Kişi lâik düzen içinde mümindir. Düzen ise zorlama olmadığı için lâiktir.
Bakınız, biz ne diyoruz? 1960’larda ne söylüyor idiysek bugün de onu söylüyoruz. Bugün bu semineri yazıyorsak, okuyorsak, değerlendiriyorsak şükrediyoruz demektir. Demek ki o dalalette olan kalabalık içinde değiliz.
Herkesin bu durumu hatırlayarak birer şükür namazı kılması gerekir.
وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِنْ قُرْآنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَلَا أَصْغَرَ مِنْ ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرَ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (61)
(Va MAv TaKUvNu FIy ŞaENın Va MAv TaTLUv MiNHu MiN KuREANın VaLAv TaGMaLUvNa MiN GaMaLin EilLAv KunNAv GaLaYKuM ŞuHUvDan EiÜ TuFIyDUvNa FIyHı Va MAv YaGÜuBu GaN RabBiKa MiN MiÇQAvLı ÜarRaTin FIy eLEaRWı Va LAv FIy elSaMAyEı Va LAv EaSĞaRa MiN ÜAvLiKa Va LAv EaKBaRa EilLAv FIy KiTAvBın MuBIyNın)
“Ne şe’nde olursan, ondan, kur’andan ne tilavet edersen, amelden ne amel edecekseniz, onun içine ifade ettiğinizde biz ona şahidiz. Arzda ve semada zerre miskalince de olsa rabbinden azb etmez. Bundan asgari ve ekber yoktur ki mübin bir kitapta bulunmasın.”
Evet, Allah insanlara zulmetmek için yaratmadı, fadlından var etti. Ne var ki onları yarattı ve serbest bıraktı değil. Onlara cüzi irade vererek onlara hayırda yarışma imkânını sağladı. Onlar çabalayacaklar ve kendi emekleri ile derecelerini yükselteceklerdir. Yani faziletini böyle sağladı. Bir dersten imtihana girmek için önce vize alman gerekir. Lise imtihanlarına girmek için ilköğretimi bitirmiş olman gerekir.
Allah da fazlını herkese değil de isteyene yapmayı irade etmiş. Bu sebeple imtihan ediyor. İmtihanı başaranlara fadlını tamamlıyor. Öbürlerinin imtihanını sürdürüyor. Cehennem de bir imtihan yeridir.
Bu âyette insanın nasıl takip edildiğini bildirmektedir. Biri Allah’ın zatının bilmesidir. Her olayı bilinçli olarak kendisi halk ettiğinden dolayı bilgisi dışında bir şeyin olması mümkün değildir. Allah’ın bilgisi ile bizim bilgimiz farklıdır. Biz bir şeyi öğrenirken başka şeyi öğrenemeyiz. Bizim beynimiz tek boyutlu bilgidir. İşitmemiz de öyledir, konuşmamız da öyledir. Görmemiz ise kısmen farklıdır. Birçok şeyi bir arada görürüz. Allah’ın işitmesi, konuşması, görmesi, irade etmesi hep aynı zamanda eksiksiz ve her şeyi kaplamış durumdadır. Geçmiş ve geleceğini de görmekte ve bilmektedir.
Allah’ın külli olarak bilmesi vardır ve bizim O’nun bilgisine ulaşma gücümüz yoktur. Nasıl renksiz televizyon renkli yayınları renksiz görürse, biz de Allah’ın külli yaptıklarını ve söylediklerini cüzi olarak görürüz. Allah’ın bize yaptıklarını göstermesi ve bize duyurması için bu dünyada ve âhirette bir de kayıt sistemini getirmiştir. Görevliler ve o görevi yapanlar da bu âyette belirtilmiştir. Az veya çok olan yoktur ki mübin kitapta olmasın denmektedir.
Elinize bir mıknatıs alınız, demire tutunuz, demiri çeker. Evet, demirin bundan haberi yoktur, mıknatısın da haberi yoktur. Peki, mıknatıs demiri nasıl çekiyor? Allah bunları doğrudan mı yapıyor, yoksa melekleri görevlendiriyor da onlar mı bu işi yapıyorlar?
Bazılarını doğrudan zatı yapmakta, bazılarını da meleklere, insanlara, canlılara yaptırmaktadır. Bu sûrenin başında bu hususa işaret edilmiş ve altı günden sonra Allah arşa istiva etmiştir denmişti.
Bugünkü fizik kanunlarının algılanması değişmiştir. Eskiden zaman ve mekân değişmez, sonsuz birer varlık kabul edildiği halde onların değiştiği kabul edilmektedir.
Buna karşılık değişmez şeyler de vardır.
1) Parçacıkların sayısı değişmemektedir. Üç boyutlu uzayımız var edildikten sonra zerrelerde hiçbir değişiklik olmamaktadır, artmamakta, eksilmemektedir.
2) Parçacıkların hızlarının karelerinin toplamı da artmamakta ve eksilmemektedir, hızlarını birbirlerine aktarmaktadırlar.
3) Parçacıklar arasında çekme ve itme kuvvetleri vardır. Hızların karelerini depo etmekte veya hıza çevirmektedir. Bu çekme itme kuvvetleri de sabittir. Elektrik, kitle, zayıf ve şiddetli kuvvetler vardır.
4) Bir de Kâinatta düzgünlük vardır. Aynı istikamette akan ışık istikametleri değiştirerek ısı şekline dönüşmektedir, bu arada bize mekanik ve kimyasal iş yaptırmaktadır.
Bunlar Allah’ın zatı ile oluşan kısımlardır, bunlarda melekler veya ruhlar yoktur, Allah’ın zatı tarafından yapılmaktadır.
Bundan sonra ister yer gibi cansız makine olsun, ister bitkiler gibi canlılar olsun, bunlardaki oluşum meleklerin veya ruhların veya cinlerin veya insanların iradeleri ile oluşmaktadır. Bunlardan hangilerinin kendiliğinden olduğu, hangilerinin melekler tarafından oluşturulduğu hakkında kesin bilgimiz yoktur.
Yer yuvarlağındaki ölçüler bize göstermektedir ki bunların her biri ayarlanmıştır yani melekler tarafından yapılmıştır.
Bu âyette önce âlemlerin rabbi Allah tarafından yapılanlara işaret etmektedir. İkincilere ise mübin kitapta mevcuttur denerek işaret edilmektedir. Allah’ın zati ilmi her zerrenin her özelliğini ihata etmektedir. Bunun dışında Kâinattaki olaylar da kaydedilmekte ve görevliler ona göre hareket etmektedirler.
وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ
(Va MAv TaKUvNu FIy ŞaENın)
“Ve ne şe’nde olursan”
“Şe'n” Türkçedeki iş karşılığıdır.
Bütün dünya dilleri aynı kökten gelmektedir. Bu diller arasında çok büyük akrabalık vardır. Türkçe ile Sümerce arasında büyük yakınlık vardır. Bugünkü uygarlık Sümerce ve Akadca üzerine oturmuştur. Dolayısıyla Türkçe ile Arapçada birçok benzer kelimeler vardır. Örnek olarak zannetmek ve sanmak, sakyetmek ve sulamak, kassetmek ve kesmek ve arz yani yer bunlardandır.
“Şe’n/İş” bir şeyi planlı bir şekilde yapmaktır. Canınız sıkıldığı zaman gezmeye çıkar hava alırsınız. Bu şe’n değildir. Ama bir arsa almak için görüşme yaparsanız bu şe’ndir. “Amel” başkasının işine yarayan şeyi yapmaktır. “Emr” de topluluğun ortak işleri anlamındadır.
Kur’an’da benzer kelimeleri ortaya koyup karşılaştırmak ve tanımlamak, yeni mezhebi kurmak demektir, yeni düzeni kurmak demektir. Birlikte uyumlu olarak çalışmamız gerekmektedir. Akevler’de bu hususta çalışmalar vardır. Cengiz, Mete, Kayahan ve Sam bu konularda çalışmaktadırlar. Henüz çalışmalarını birleştiremediler. Aynı konuyu ele almıyorlar. Bilgileri ve usulleri de çok farklı. Gelecekte bu beraberlik doğacak ve o zaman işbölümü yapıp sorunları çözeceklerdir.
“Tekûnu” kelimesi müfrettir. Bununla beraber müfret için “Tekû” çoğul için “Tekûn” de kullanılabilir yani cem manasını da verebilirsiniz.
وَمَا تَتْلُو مِنْهُ
(Va MAv TaTLUv MiNHu)
“Ve ondan ne tilavet edersen”
“Minhu”daki zamir, “Size mev’ize gelmiştir”deki “mev’ize”ye ve ondan sonra atfedilenlere işaret etmektedir. Arapçada da dişi çoğullara erkek, erkek çoğullara dişi zamir gider. Sadece mev’izeye işaret etseydi “Minha” olurdu. Mev’ize, şifa, hüda ve rahmet gelmiştir denmiş, Kur’an’ın sıfatlarını saymıştır. Dolayısıyla buradaki zamir o vasıfları taşıyan kitaba gitmektedir. Yani mev’ize olan, şifa olan, hidayet olan, rahmet olan Kur’an’dır. Bu şekilde ifadelerle anlatılan şeylerin tek müsemması erkekse zamir erkeğe gider.
Demek ki bu zamir mefhum olarak müzekker olana gitmektedir. O âyetin sonunda “Hüve Kur’anun” kelimesini hazf ederiz ve bu zamiri bu sefer mahzuf hüveye göndeririz.
Kur’an burada bütün bunları bize öğretmektedir. “Minhu” kelimesini kullanarak kastedilen lafızlar değil manalardır. Sonra kıraat değil de tilavet getirmekle sadece okuma anlamında değil ona uyma, emredileni yapma demektir. Başka âyetlerde ondan sana vahyolunanı tilavet et denmektedir.
“Mâ”yı şart “Mâ”sı kabul ettiğimizde “Tekûnu”nun sonu “vav” olurdu, o zaman çoğul olurdu. Burada “vav” düşmüş “ötre” olmuştur. “Tetlû” kelimesi de cem olsaydı vikaye elifli olurdu. Burada da elif düşmüştür. O halde ondan sonraki cemlerle birlikte bu iki ifadeyi cem olarak kabul ediyorum. “Aleyküm” ifadesi ile kastedilenin “Kad Câeküm”deki kimseler olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
مِنْ قُرْآنٍ
(MiN KuREANın)
“Kur’an’dan”
“Kur’an” burada nekre gelmiştir. “Min” geldiğine göre masdar değil isimdir. Kur’an’ın kendisi marifedir. “Mine’l-Kur’ani” denseydi Kur’an’dan cüz ortaya çıkardı ve Kur’an’ın belli âyetleri kastedilmiş olurdu. Oysa burada nekre gelince Kur’an’dan herhangi biri anlamına geldiği gibi Kur’an’da belirsiz bir yer bahsedilecekse yine “Min” olarak kullanırsınız. “Ekeltü mine’s-semeki” dediğimiz zaman, balığın belli yerinden yemiş oluruz. “Ekeltü min semekin” dediğimiz zaman balık bilinmiş olsa da yenen kısım belli değilse “min” ile gelmiş olur. Balık nekre olsun olmasın yenen yer nekredir.
Burada da Kur’an’ın herhangi bir yerine uyma veya okuma anlamındadır. Bununla beraber Kur’an’ın değişik usule göre anlaşılması ile farklı Kur’an hükmünde olup bu sebeplerden nekre olabilir. Kur’an lafzın adı ise manası olan lafzın adıdır, kendisi tektir ama manası çoktur. Matematik formüle benzer. 3 kg 5’er liradan 15 lira eder veya 3 sepette 5’er kilo elma 15 kilo elma eder. Burada 3 sayısı 5 sayısı ile çarpılırsa 15 sayı eder.
Kur’an’ın âyetleri de böyledir. Hangi konuda ve hangi şartlarla uygularsan orada ayrı Kur’an olur. Dolayısıyla Kur’an tek değildir. Bundan dolayıdır ki Arapça Kur’an denmektedir. Hükümler ise farklıdır.
Kur’an’dan tilavet etme şe'n değildir ki “ve” harfi ile atfedilmiştir. “Şe'n”in “Amel”den farklı olduğu burada da ifade edilmiş olmaktadır.
وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ
(VaLAv TaGMaLUvNa MiN GaMaLin)
“Ve amelden bir amel amel etmezseniz”
Burada “Amel” yine masdar değildir, isimdir. Bu sebeple harf-i cer dâhil olmuştur. Bir ameli çok insan yapıyor. Buradan anlıyoruz ki amel başkalarının yaptıklarına uygun olarak yapılan iştir.
Bundan önce “Mâ” getirilmiş, burada ise “Lâ” getirilmiştir. Bundan öncekilerde şart “Mâ”sı getirilmiştir, burada ise “Lâ” ile getirilerek “Mâ” şartı getirilmemiştir. Oradakine atfedildiğine göre onu da menfi “Mâ”sı olarak alabiliriz. Onlar için “Mâ” amel için “Lâ” getirilmiştir. Bundan önce şartın cezası hazfedilmiştir. Şartın cevabı olsaydı “Fâ Künnâ Şuhud” olması gerekirdi. Bundan önce “Fâ Künnâ Aleyküm Şuhud” denmiş olur.
Türkçede de benzer hazifler gelir. “Dün bize Hasan geldi, kardeşi de” dediğimiz zaman kardeşi de dün bize geldi şeklindedir. Ancak anlaşıldığı için zikretmeye gerek görmeyiz. Arap dil mantığı Türkçenin aksine olduğu için birincisinde hazfedilir, ikincisinde zikredilir. Demek ki buradaki hazf Arap dil kuralları içindedir.
إِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا
(EilLAv KunNAv GaLaYKuM ŞuHUvDan)
“Biz size şahid oluruz”
Giyeceklere ucuzdur deriz. Giyecekler ucuzlardır demeyiz. Oysa Araplar çoğulun sıfatını çoğul yaparlar. Biz şahidiz denmektedir. Böyle hazifli atıflar yapmak her iki ifadenin hükümlerini birleştirmek içindir. Burada şart ve istisna bir araya gelmiştir. Hem şartın hükümleri hem de istisnalı inkârın hükümleri bir aradadır. Yani bu şartlar gerçekleşince başka bir şey olmaz. Ve sonuç olunca şartta mutlaka olur.
Allah her olayı görür ve O’nun görmediği olay da olmaz. Tekit için hazifli cümle getirilmiştir. Buradaki “Künnâ” nâkıs fiildir yani “dir” anlamındadır. Tam manasını verdiğimizde; biz ona şahid olmuşuzdur. Yani siz yapmadan önce biz onu daha evvel biliyorduk zaten anlamındadır. Siz önce işlemiştiniz de biz onu görmüştük.
Allah’ın şahid olması ile Allah’ın bilmesi arasında fark var mıdır?
Allah için sıfatları ile kendisi aynıdır. Ama biz Allah ile sıfatlarını ayrı ayrı algılarız. Kelamcılar ne aynıdır ne gayrıdır demişlerdir. Biz ise Allah’ın zatında sıfatlarla zatı aynıdır, ayrı değildir. Çünkü o birdir. Madut değildir. Ama biz onu tek varlık olarak değil de sıfatlarını ayrı ve kendisini ayrı görürüz. Bir adamı arkadan başka türlü görürüz, önden başka türlü görürüz, oysa adam aynıdır. Allah’ın ciheti yoktur ama bizim bakış cihetimiz vardır.
إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ
(EiÜ TuFIvDUvNa FIyHı)
“İfade ettiğiniz zaman”
Buradaki “İz” geçmişin hikâyesi içindir. Geçmişte yaptığınız işlerinize şahit olduk. Bu hitabı Allah âhirette yaptığı için o gün bize böyle söyleyecektir. Siz dünyada iken ne yapmış iseniz biz onları görmüştük. Bizim gözümüzden bir şey kaçmamıştı.
Bu âyetin başındaki “Ve” harfinin atıf yeri de bulunmamaktadır. Demek orada mahzuf âyet vardır. Siz âhirete geldiğiniz zaman biz size hitap edecek, siz dünyada bir iş yapmadınız ki biz ona şahid olsaydık. Âyeti bu şekilde manalandırdığımızda kurallar yerlerine oturmuş olur. Alusi’ye bakmadan yazdım, bakınca onların da bu manayı verdiklerini gördüm.
“Fîhi”deki zamir amele gitmektedir.
Burada asıl işaret edilen bir husus vardır. Biz sizin amelinize baktık, beyninizde düşündüğünüz şeyleri görmemezlikten geldik. Okuduğunuz kitapları, yaptığınız ibadetleri de esas almadık, sizin amelinizi esas aldık. Farkında olmadan yaptığınız fiillerden sizi sorumlu tutmayacağız. Bizim sizin üzerinizde durduğumuz salih amel ile seyyi’ ameldir. Şimdi siz onun hesabını vereceksiniz.
“Künnâ” deyince zat bilgisinin ötesinde Allah’ın görevlilerinin de bulunduğunu, onlarla şahid olduğunu da ifade etmektedir. Bu takdirde tanıklar vardır. Gördüler ama bir de yazdılar, deftere geçirdiler. Yahut dört boyutlu uzayda yaptıklarınız kopyalandı, zerre bile kaybolmadı. Ayrıca muhasebe defterine de yazdık, madde madde vardır.
Miktarlar ve değerler var. Miktarlar ayrı muhasebede tutulmakta, değerler ayrı muhasebede tutulmaktadır. Onun için ayrılan birimlerle bilinmektedir. Alınan ve verilen metre ise bu miktarlardır. Alınan ve verilen para ise bu değerlerdir.
وَمَا يَعْزُبُ
Va MAv YaGÜUvBu
“Ve uzub etmez”
“Uzb” meraya salınmış, sahibinin gözetimi dışına çıkmış deve sürüsüdür.
O’nun görmediği, O’nun gözünden kaybolan hiçbir şey yoktur.
Sebe 3’de benzer âyet vardır. Burada ne yapsanız biz ona şahidiz denmektedir. Sebe’de ise عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ gaybın âlimi O’ndan bir şey uzbetmez denmektedir.
Burada “Mâ Yazubu”, orada “Lâ Yazubu” denmektedir. “Mâ” ile “Lâ” farklıdır. “Mâ” geçmiş için söylenir. Muzari üzerine gelirse hâli ifade eder. “Lâ” ise gelecek için söylenir. Muzari üzerinde gelecek menfi zamanı ifade eder. “Mâ” ile uzbetmemektedir, “Lâ” ile uzbetmeyecektir denmiş olmaktadır.
Sonuç olarak Allah için zaman söz konusu değildir. O’nun gözünden kaçmayacak demek, o zaman görecek demektir. Allah her şeyi zaman dışı bilmektedir. Ancak zaman içinde de bilmektedir. Bunun anlamı şudur. Külli ilme sahiptir ama cüzi ilme sahip değildir demek değildir. Allah külliyi bildiği gibi cüziyi de bilmektedir. Muzari sigası O’nun cüzi olanı da bildiğini ifade etmiş olmasından dolayıdır.
عَنْ رَبِّكَ
(GaN RabBiKa)
“Rabbinden”
Burada Rabbinden, Sebe’de ise O’ndan yani gaybın âliminden عَنْهُdenmektedir. Burada kişilerin lehine olarak gözetlediği ifade edilmektedir. Sebe’de ise kişilerin yanlışlarını da gördüğünü söylemektedir. Bu sebeple burada Rabbinden denmiştir. Seni yetiştiren ve büyüten kimse seni gözetlemektedir. Yaptıklarınız onun gözünden kaçmamaktadır. Size fadl ve rahmetini eksik etmemektedir anlamındadır.
مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ
(MiN MiÇQAvLı ÜarRaTin)
“Zerre miskalinden”
Burada “Min” ile getirildiği halde Sebe’de “Min”siz getirilmiştir. مِثْقَالُ ذَرَّةٍ
“Zerre” en küçük parça değildir. Öyle olsaydı asgara (daha küçüğü) kelimesini kullanmazdı. “Zerre” atom demektir. “Zrv” ise elektromanyetik alandır. “Sakl” ağırlık anlamında olduğuna göre kitlesi olan demektir.1878 elektron ve pozitrondan oluşan hidrojen atomu anlamındadır. “Min” ile getirildiğine göre o zerrelerden yani hidrojen atomundan herhangi biri yoktur demektir. Asgari atom altı parçalardır, ekberi ise moleküllerdir.
فِي الْأَرْضِ
(FIy eLEaRWı)
“Arzda”
Burada önce “arz” sonra “sema” getirilmiştir, Sebe’de ise önce “semavat” sonra “arzda” denmiştir. Burada mikro âlemden bahsetmektedir, bizim semamızdan bahsetmektedir. Orada bütün Kâinattan bahsetmektedir. Fi harfi ile iade edilerek semadakilerle arzdakileri birbirinden ayırmıştır.
وَلَا فِي السَّمَاءِ
(Va LAv FIy elSaMAyEı)
“Ve ne de semada”
“Sema” burada tekil getirilmiştir. Sebe’de ise “Semavat” şeklinde yani çoğul olarak getirilmiştir. Orada önce, burada sonra getirilmiştir.
Bizim için önce Arz, sonra da Güneş’in bulunduğu sema önemlidir.
Kâinata baktığımızda önce yedi semavat, sonra onun içindeki arz önemlidir.
فِي السَّمَوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ
وَلَا أَصْغَرَ مِنْ ذَلِكَ
Va LAv EaSĞaRa MiN ÜAvLiKa
“Ve bundan küçük”
Bundan küçük atom altı parçacıklardır.
وَلَا أَكْبَرَ
(Va LAv EaKBaRa)
“Ve bundan büyük”
Bundan büyük olanlar moleküller ve cisimlerdir.
إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (61)
(EilLAv FIy KiTAvBın MuBIyNın)
“Mübin kitapta vardır.”
Açık olan kitapta vardır.
Kıyamet günü dört boyutlu uzayda rahatlıkla herkes görüp okuyacaktır.