YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
2263 Okunma
5 VE 6.AYETLER

YUNUS SÛRESİ-3

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

***

 

هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَلِكَ إِلَّا بِالْحَقِّ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (5)

إِنَّ فِي اخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا خَلَقَ اللَّهُ فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ (6)

 

هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَلِكَ إِلَّا بِالْحَقِّ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (5)

(HuVa elLaÜIy CaGaLa elŞaMSa WıYAEan Va elQaMaRa NUvRan Va QadDARaHUv MaNaZiLa LiTaGLaMUv GaDaDa elSiNIyNa Va eLXıSABa MAv PaLaQa elLAvHu ÜaLıKa EilLAv Bi eLXaqQı YuFaoOıLu eLEAyYAvTı Lı QaVMın YaGLaMUvNa)

“O senelerin adedini ve hesabı bilesiniz diye Şemsi ziya ve Kameri nur ca’l eden kimsedir. Onu menziller olarak takdir etti. Allah bunları hak dışında halk etmedi. Bilecek bir kavim için bu âyetleri tafsil etmektedir.”

Bundan önceki âyetlerde 1) Kitab’ın indirilişini, 2) Kitab’ı getiren resulü anlatmış, kâinatın ve insanın yaratılışından ve gideceği yerden bahsetmiştir.

Bu âyetlerde ise yaratılıştan sonraki işleyiş anlatılmaktadır. Allah’ın semaya istiva etmesinden sonraki durum anlatılmaktadır. Kâinatın yaratılışında varlıklar yoktan ortaya çıkıyor ve onların arasındaki etkileşme kanunları konuyor. Makine imal edilmiştir. Ondan sonra Allah arşa istiva etmiş ve kâinatın kendi başına çalışmasını gözetlemektedir.

Kâinatı öyle yaratmıştır ki her zerre kendi görevini görmektedir, her zerreye ayrı görev verilmiştir. Ne var ki sonunda bir bütün ortaya çıkmaktadır. Bu sebepledir ki “Allah” kelimesi iade edilmemiş, o işi yapan Allah bu işi de yapmıştır yani her zerreyi yaratırken ona ne yapacağını da öğretmiştir. Her şey O’nun kanunlarına uyduğu takdirde sonuçta bir makine ortaya çıkar.

Bir büyük atölye düşünün, onun içinde binlerce insan çalışmaktadır. Ellerinde hiçbir proje yoktur. Herkes sadece kendisine göre bildiği işi yapmaktadır. Herkes bir parça üretmiştir. Bunları yan yana getirin. Bunun bir makine olma ihtimali var mıdır? Olamayacağına her akıl sahibi kani ve kaildir.

Şimdi de aynı atölyeye bir helikopter projesi veriliyor. Herkes parçaları projeye göre imal ediyor. Parçalar kontrol edilip kabul olunduktan sonra monte ediliyor. Bir bakıyorsunuz ki helikopter sizi taşıyor. Siz geçmişi bilmiyorsunuz.

İki ayrı kişi var, size olanları anlatıyorlar.

Biri diyor ki; bir hangar vardı, Türkiye’nin her tarafından birbirini tanımayan ve bilmeyen insanlar geldi. Herkes istediği parçayı istediği gibi imal etti. İşte bu helikopter odur.

Diğeri ise diyor ki; arkadaş yanlış söylüyor. Bu helikopter birlikte çalışan mühendislerin projeleri ile ve denemelerle oluştu. O projeyi yapanları da bir patron görevlendirdi ve finanse etti. Sonunda onlar atölyede görevlendirildi. Ellerine proje verildi ve bu helikopter böylece yapıldı ve şimdi de uçuyor.

Siz bu anlatılanların hangisine inanırsınız?

İşte, Allah burada buna işaret etmektedir.

13,7 milyar yıl önce bu kâinat yaratıldı ama öyle yaratıldı ki her birine verilen görev ve kabiliyet sayesinde bugünkü uygarlık var, bugünkü insanlık var. Allah bu âyetlerde ikinci durumu anlatmaktadır. “Haleka” demiyor da “Ceale” diyor. Çünkü şimdi olanlar yeniden yaratılmıştır, ilk yaratılışta verilen görevler şimdi yapılmaktadır.

“Şems’i ziya yapmış, Kamer’i nur yapmıştır.” Yani ilk yaratılışta her nesneye görevini vermiştir her biri verilen görevi yapmaktadır. Ay ve Güneş burada örnektir. Biri “ziya” olmuş, diğeri “nur” olmuştur. Güneş’e, Ay’a ve diğer bütün varlıklara yapacakları işi öğretmiş ve onları insanların emrine vermiştir.

Bundan sonra da onları menazil konaklar yapmıştır. Bu âyeti müfessirler yanlış anlamaktadırlar. “Kaddarna lehu menazile” demiyor, yani ona konak yerleri yaptık demiyor. Böyle denseydi müsbet ilme aykırı olurdu. Çünkü sadece Ay’ın görüntüsü değişiyor, kendisi değişmiyor, konakladığı bir yer yoktur. Oysa Kur’an’da “onu konaklama yerleri” yaptık deniyor. Bu da ileride Ay’ın bir konaklama merkezi olduğunu ifade eder.

Kur’an, ivme kazanılarak göğe gidileceğini haber verdiği gibi, göklerde de rızkımızın olduğunu söylemektedir. Ayrıca yeryüzünde bir zaman için kalın denmektedir. İleride Güneş’in çevresi meskûn yerler hâline gelecektir. Nasıl Amerika’ya gittiysek, aynı şekilde gezegenlere de gideceğiz. Ne var ki yeryüzünden oralara doğrudan yolculuk yapmak çok zordur. Önce Ay’a inip konaklayacağız, sonra oradan başka yerlere gideceğiz, bir süre Ay’da konaklayacağız. Ay’da konaklayabilmek için kubbeli kapalı alanlar yapılacak ve onun içinde apartmanlar kurulacaktır. Böylece Ay’ın görünüşü bir üzüm salkımı şeklini alacak, işte oralar menzil/menazil olacaktır.

Yani Allah kâinatı yarattı ama onu plan ve proje içinde yarattı. Yarattığı malzemelere öyle özellik verdi ki ileride onunla insanlık oluşacak ve insanlar onları kullanacaktır. Buradaki “Ay’ı menziller yaptık” ifadesi ile anlıyoruz ki, Allah insanı yalnız Yeryüzü’nde yaşayacak şekilde değil, uzaydaki gezegenlerde, hattâ onların aralarında yaşayacak şekilde var etmiştir. Ay’ın konaklama yeri olacağı kâinatın yaratılış kaderinde vardır demektir.

Senelerin adedinden bahsetmektedir. Sene, Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi ile oluşmaktadır. Dünyanın ekseni Güneş etrafında dönüş düzlemine eğiktir. Bu sebeple Güneş yazın yukarıya çıkar, kışın aşağıya iner, böylece biz Güneş’e göre yıllarımızı sayarız. Bu arada Ay da Dünya’nın etrafında döner. Bazen Güneş tarafı olur, bazen Güneş karşısında olur. Güneş tarafı olduğunda yeni-ay, Güneş karşısında olduğu zaman da dolun-ay olur. Böylece gün ve ay sayısını biliriz. Bunun dışında bize en yakın gök cismi olan Ay’ın uzaklığını en kolay şekliyle ölçebilmekteyiz.

Ay yüzünü daima bize doğru döndürmektedir. Yer’in merkezinden baktığımızda bize bakan yüzünün çizgisi hiç değişmemektedir. O halde Ay ufukta en yüksek yerde iken Yer’den baktığımızda tam orta çizgi daima bize bakan çizgidir, hiç değişmez. Oysa sabah akşam bu çizgi sağa sola kaymaktadır. O çizginin kayma açısını ölçtüğümüzde Ay’dan bizim Yer’in görme açısını verir, Yer’den de Ay’ın görünme açısını ölçeriz. Böylece üçgenin iki açısı bilinmiş olur. Yer’in çapı da bilindiğine göre Yer ile Ay arasındaki uzaklığı hesaplamış oluruz.

Güneş ile Yer arasındaki uzaklığı da gündüzün geceden uzun olması ile ölçeriz. Gezegenlerin uzaklıklarını ise dolanma müddetleri ile ölçeriz. Böylece Ay’dan başlayarak Yer’den uzaklıkları ölçebiliyoruz. Ay ve Güneş uzaydaki ölçümleri bize öğreten iki ana cisimdir.

Pusula Çin’de biliniyordu, ne var ki bir işe yaramıyordu. Matematik ve geometri Yunanistan’da biliniyordu ama bir işe yaramıyordu. Allah insanlara Kâbe tarafına dönüp namaz kılmayı emretti. İşte, Müslümanların kıbleyi bulabilmeleri için önce yönü tesbit etmeleri gerekmiştir. Çinlilerin pusulasını kullanır oldular. Sonra da Kâbe’nin ne tarafta olduğunu tesbit etmek istediler. İşte, Ay ve Güneş’in hareketleri ile ilgili hesaplardan trigonometri doğdu ve Müslümanlar bu sayede her yerde kıbleyi bulabildiler.

Sonra bunlar ne işe yaradı?

Pusula ve astronomi sayesinde insanlar için açık denizlerde dolaşma imkânı ortaya çıktı. Amerika böyle keşfedildi. Şimdi uzaya gidiyoruz. Uzayda hareket edebilmemiz için üç sabit cisme gerek vardır, bunlar da Ay, Güneş ve Yer olmaktadır.

“Hukka” develere yem verilen kabın/kovanın adıdır. Yem ona doldurulur ve hayvanlara dağıtılır.  Sonra içindeki miktara “okka” denmiştir. “Hakk”ın karşısı “bâtıl”dır. Var olan haktır, yok olan bâtıldır. Dolu olan haktır, eksik olan bâtıldır. Sağlam olan haktır, hasar olan bâtıldır.

Doğru, iyi, yararlı ve âdil olan haktır.

Yanlış, kötü, zararlı ve zulüm bâtıldır.

Doğru ve yanlış, zararlı ve yararlı, âdil olan ve zalim olan halk tarafından kolayca tarif edilmektedir. Oysa iyi ve kötünün tanımı zordur. İlkeleri tarif ediyoruz.

Varlık yokluktan iyidir. Birlik ayrılıktan iyidir. Düzgün dağınıktan iyidir. Evrim durağandan iyidir.

Hakkı böyle tanımladıktan sonra burada kastedilen hakkın ne olduğunu bu kriterlere göre sıralayabiliriz. Yokluğun yerine varlığı ikame etmiştir. Ayrılık yerine birliği tercih etmiştir. Bu birliğin sağlanması için kâinatı bir bütünün parçaları olarak var etmiştir. İnsanlarda da kişiler topluluğun bir parçası olarak var edilmiştir. Her şeyin en azı seçilmiştir, her şeyin en ekonomik olanı alınmıştır. İnsanlar uygarlaşacak şekilde var edilmişlerdir. Kâinat hak içindedir. Kâinatta butlan yoktur.

Âyetler tafsil edilmektedir, Kur’an’da ayrı ayrı anlatılmaktadır. Tüm âyetler bir bütündür ama mafsallarla birbirine bağlıdır. Her ayet ayrı anlatılmaktadır.

Burada tafsil edilen sûrelerin âyetleri değil kâinatın âyetleridir. Kâinat aslında bir bütündür. Biz kelimelerle onları ayrı ayrı varlık hâline koyarız.

Anadolu’yu düşünelim. Dağları ile, ırmakları ile, kayaları ile, bitkileri ile, hayvanları ile bir bütündür, tektir. Ama biz onları parçalar ve her parçaya ayrı ayrı ad veririz. Dolayısıyla Anadolu’da birçok varlıklar yer alır. İşte bu Allah’ın âyetlerini tafsil etmedir. Bir insan tektir ama onun görüntü, hareket ve davranışları farklı farklıdır. O farklılıklarını da biz kelimelerle adlandırarak yaparız.

İlk defa Allah isimleri öğretti, işte o isimlerin müsemmaları ayrı ayrı varlık oldular. Sonra insanlar uygarlaştıkça veya yeni varlıklarla karşılaşınca onlar kendileri de adlar taktılar. Böylece insan yalnız isimleri öğrenmedi, isimleri üretmeyi de öğrendi. Bu sebepledir ki “alem” demiyor, “alemler” diyor. Yani birden değil de sürekli olarak öğretmektedir. “Fassalna” demiyor, “yufassilu” diyor. Sürekli olarak tafsil etmektedir.

Kâinat insan için yaratılmıştır. İnsanın ondan yararlanması gerekmektedir. Tek insanın değil de insanlığın yararlanması gerekmektedir. Onun için kâinatın insanın anlayacağı ve ondan yararlanacağı şekilde olması gerekmektedir.

Hayvanlar da görürler ve uzaklığı algılarlar ama hayvanlar bir galaksinin yeryüzünden olan uzaklığını hesaplayamazlar. İnsan beyni kâinatı tüm olarak kavrayacak şekilde var edilmiştir. Bu da âyetlerin tafsili ile mümkündür.

Âyette geçen kelimeleri karşılaştıralım:

 

جَعَلَ   خَلَقَ

قَدَّرَهُ   يُفَصِّلُ

يَعْلَمُونَ   تَعْلَمُوا

 

الشَّمْسَ   الْقَمَرَ

السِّنِينَ   الْحِسَابَ

الْحَقِّ   الْآيَاتِ

 

ضِيَاءً   نُورًا

مَنَازِلَ   عَدَدَ

قَوْمٍ   اللَّهُ

 

هُوَ   ذَلِكَ

مَا   الَّذِي

 

وَوَ   وَ

بِ

لِ   لِ

إِلَّا

6

6

6

4

4(7)

18

12

 

1- 6 fiil 6 marife 5 nekre ve 1 Allah kelimesi vardır; 3*6=18

2- Allah kelimesi nekre içinde sayılmıştır. Çünkü o ne nekredir ne de marife. Benzer şekilde ve Ma burada da zi ukul arasında sayılmamıştır.

3- “İllâ” “İn” ve “Lâ” şeklinde düşünülürse, mebnilerin toplamı 12 eder, kelimelerin toplamı 30 eder.

4) Kelimeler hep eşleşmiştir.

a) “Haleka” yeniden var etmektir, “Ceale” ise var edilene bir görev vermektir.

b) “Takdir etmek” sayısını belirlemedir, “Tafsil etmek” ise gruplandırmadır, farklılaştırmadır.

c) “Ta’lemû” bütün insanların bilmesi, “Ya’lemû” ise belli bir kavmin bilmesidir.

d) Güneş cinlerin yaşadığı sıcak cisimden bir örnektir, Kamer ise insanın yaşayacağı soğuk bir cisimdir.

e) “Sinin” dizilmiş demektir, “Hesab” da dizilmiş demektir. Ardışık sayılar olarak tanımlanır.  Bir sonra gelen bir öncekinden farklıdır.

f) “Hak” varlığın yapısını içini, “Âyet” ise varlığın dışını görüntüsünü gösterir.

g) “Ziya” ışık enerjisidir, “Nur” ışığın yansıması ile görüntülemeyi sağlamasıdır.

h) “Aded” yumurta gibi bölünmez varlıkların her biridir. “Menzil” ise sürekli varlığın tarafımızdan belirlenen sayısıdır.

i) “Allah” kâinatın var edicisidir, “Kavm” onun yeryüzündeki halifesidir.

j) “Huve” ve “Zâlike”nin biri zamirdir, diğeri işaret ismidir.

k) “Mâ” nefyi ifade eder, “Ellezî” varlığı ifade eder; varlık ve yokluk karşılaştırılıyor.

l) “Ve” atıf harfidir, “İllâ istisna harfidir; biri + diğeri – dir.

m) “Bi” başlangıç sebebini gösteren atıf harfidir, “Li” bitiş sebebini gösteren harftir.

هُوَ

(HuVa)

“O”

Buradaki “O” zamiri Kâinatı var eden Allah’a gitmektedir.

Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olmadan önce de Abdullah Gül idi, Cumhurbaşkanı olduktan sonra da Abdullah Gül’dür. Gül’ün çocukluğunu anlatırken; “Gül çocukken çok çalışkandı, o Suriye’ye nota verdi” diyemezsiniz. Çünkü sanki çocukken nota vermiş gibi olur. “Gül çalışkandı, Gül Suriye’ye nota verdi” dersiniz.

Demek ki bir kimsenin kişiliği değişince ismi tekrar edersiniz.

Allah arşa istiva etmeden de Allah’tı, arşa istiva ettikten sonra da Allah’tır. Sadece durumu değişmiştir. O zaman halikti, şimdi rabdır.

Buradaki “O” kelimesi ile işaret edilen “Rabbiniz” kelimesidir. Halk eden Allah da ca’letmiştir ama o zaman halik iken ca’letmiştir. Ca’lediyor demiyor. Yani halk ederken hangi parçanın nereye kullanılacağını bilerek o parçaları yaratmıştır.

الَّذِي جَعَلَ

(elLaÜIy CaGaLa)

“Ca’letmiş olan”

Ca’l, var olan bir şeyin kendisini değil de hâlini değiştirmektir.

Allah Ay’ı, Güneş’i, ziyayı ve nuru halk etmiş, onlara görev vermiştir. Şems’i ziya, Kamer’i nur yapmıştır. Yaratılışlarını ona göre yapmış ve onları ona göre görevlendirmiştir.

Tuğla üretirsiniz ama onu bir yerde kullanmazsınız. Bugün böyle üretilen mallar vardır. Amerikan tüccarları kahveyi ucuz bir değerle alıyorlar ve satarken kârlı satabilmeleri için bir kısmını denize döküyorlar yahut döküyorlardı.

İşte Allah böyle bir şey yapmakta, yarattığı her şeye görev vermekte ve onları değerlendirmektedir.

Bir armut fidanı/ağacı dikersiniz, birkaç sene meyve vermez. Siz zannedersiniz ki bu ağaç gereksiz yaratılmıştır ama bir gün gelecek o meyve verecektir. Gelecekte işe yaraması için şimdi var olmuştur. Bunun dışında armut ağacı meyve vermediği zamanlarda da yapraklarını sonbaharda dökmekte ve humuslu toprak üretmektedir, gövdesinde odunu depolayıp keresteyi hazırlamaktadır. Kâinatta her şey böyledir, boş ve abes bir şey yoktur.

الشَّمْسَ ضِيَاءً

(elŞaMSa WıYAEan)

“Şems’i ziya (kıldı)”

Güneş’i ziya yapmıştır.

Kâinat üç boyutlu uzay olarak var edilmiştir. Galaksiler arası mesafe 2 milyon ışık yılıdır. Bir milyar ışık yılında 10^3/8*13,7 =1712 milyar galaksi vardır. Bu galaksilerin ancak bize yakın olanlarını görürüz. Uzak olanların uzaklaşma hızları ışık hızından fazla olduğundan görülmezler. 1712/(4/3*3.1416) = 400 milyar galaksi görülebilir.

Bir galaksi içinde de 200 milyar yıldız vardır.

Güneş hidrojen atomu deposudur. Hidrojen helyuma dönüşmekte ve çevreye ışık yaymaktadır. Kâinatın her tarafı güneşlerle doludur. Güneş dendiği zaman enerji kaynağı olan varlık kastedilmektedir.

Bizim Güneş’in etrafında on gezegen vardır. Sadece bizim Yer’de hayat vardır. Bizim dışımızda olan gezegenlerin etrafında Ay gibi uydular vardır. Uydusu olmayan gezegenlerde hayat olmaz. Bu sebeple uydudan bahsedilerek gezegenler temsil edilmektedir. Bunlar Güneş ışığını alırlar ve kendi içlerinde ısıya çevirerek canlıları yaşatırlar. Bu da tüm kâinatta böyledir. Canlıların en evrimleşmiş kısmı insandır.

وَالْقَمَرَ نُورًا

(Va elQaMaRa NUvRan)

“Kameri nur yapmıştır”

Güneş’ten gelen ziya Ay’a çarpar. Ay’ın üzerindeki moleküllerin üzerindeki elektronların yerini değiştirirler. Her noktası ayrı ışık kaynağı olur. Yani Güneş’ten nasıl çıkıyorsa Ay’ın herhangi parçasından da öyle ışık çıkar. Madde ancak böylece görülür hal alır. Güneş’te hidrojen helyuma içerde dönüşür.

Güneş’in etrafında atmosfer vardır. Biz Güneş’in ziya olduğu yeri değil de bu atmosferde dönüşen nuru görürüz. Güneş enerjiyi üretir. Ay ise görüntüyü üretir. Görüntü nurdur. Enerji ziyadır. Kur’an bu sebeple nurdur. Çünkü şeriatı gösterir.

وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ

(Va QadDARaHUv MaNaZiLa)

“Ve onu menziller olarak takdir etti”

“Takdir” ilerde olacak bir şey anlamındadır veya ölçülendirmedir. Yani takdir etme ölçülendirmedir ama fiili ölçülendirme değildir, fikri ölçülendirmedir.

‘Benim evim üç kat olsun’ dediğimiz zaman evinizi takdir etmiş olursunuz. Üç kat ev yaptığınız zaman inşa etmiş olursunuz.

“Biz Ay’ı konaklar olarak takdir ettik” demek, yaratırken Ay’ı konaklama yeri olacak şekilde var ettik demektir. “Ona konaklar yaptık” demiyor, “onu konaklar yaptık” deniyor. Yeryüzünden kalkacak bir füze başka gezegenlere gitmeden önce Ay’da konaklayacaktır. Ondan sonra oradan istediği zaman çok kolay kalkacaktır. Ay’da ağırlık altıda bire inmektedir. Yer’de 1 metre atlayan kimse Ay’da 6 metre atlar. Ayrıca Yer’den kalktığı zaman hava direnci vardır, dolayısıyla kalkış hızını büyük bir şekilde kesmektedir. Oysa Ay’da atmosfer olmadığı için direnç de göstermeyecektir. Uzay yolculuğumuzun tek istasyonu Ay’dır. Kalkışı Yer’e doğru yaptığınız ve yörüngesi istikametinde yaptığınız zaman Ay’dan ayrılma son derece kolay olacaktır.

Ay’ın bir günü bizim bir ayımız kadardır. Ayın kutuplarında dünyadaki 100 katlı apartman yerine 600 katlı apartman yapabiliriz. Aynı mukavemet hesapları ile yapılır. Dolayısıyla orada konaklama da Güneş ışığı ile karşı karşıya gelebilir.

لِتَعْلَمُوا

(LiTaGLaMUv)

“Bilmeniz için”

Buradaki “Lam”ı ilk bakışta seneleri ve hesabı bilmeniz için onu menziller olarak takdir ettik şeklinde anlayabiliriz. Seneyi 12 ay kabul edip sayarak seneyi bilirsiniz ama hesabı nasıl bileceksiniz? Sene bilinmez. Çünkü 12 aya biz sene dediğimiz zaman sene olur. 14 desek sene başka olur. Buradaki “Lam” harfi “Ceale”ye bağlıdır.

Ay ve Güneş sistemi anlatılmaktadır. Yeryüzü’nün kendi ekseni etrafında dengeli dönmesi için dönüş frenlerini yenen kuvvete ihtiyaç vardır. Yer’in içinde ters dağlar vardır, yani And Dağları silsilesi vardır, Himalayalar silsilesi vardır. Ay dönerken buradaki mağma tabakasını da kendisine sürükler. Dolayısıyla Yer’in günü Ay’ın dönüşüne göre değişmez. Ay dönerken diğer gezegenler Ay’ı hızlandırır ve yavaşlatırlar. Dolayısıyla Ay’ın sürtünmeleri de tüm gezegenler tarafından korunmaktadır. Gezegenlerin sürtünmeleri Güneş’e yaklaşmakla yenilerek dönüş zamanı aynı kalmaktadır. Böylece senelerin oluşması Ay ve Güneş’e bağlıdır. Uyduları olmayan gezegenler kendi etraflarında dönmezler.

Sene ve gün ancak Güneş ve Ay’ın birlikte var olmaları ile mümkündür. Böylece âyet bu gerçeğe işaret etmektedir. Buradaki muhatap tüm insanlıktır. İnsanların bilmesi için Allah kâinatı yaratmıştır. Canlılar aküleri elektrik üretmek için kullanırlar ama hiçbir zaman jeneratör kullanmazlar. Canlılar kimyasal kas kuvvetleri ile hareket sağlamaktadırlar. Ama içten yanmalı pistonlu motorları kullanmamaktadırlar. İnsanlar da bilgisayar yapmışlardır. Canlılardaki sinir sistemi bilgisayardır ama onların çip sistemi bizimkinden farklıdır. Allah kâinatı yaratırken bizi de hesaba katmış ve ona göre yaratmıştır.

Bu sebepledir ki burada “li ta’lemû / bilesiniz diye” denmektedir. Kâinatın yaratılışında iki hikmet arayacağız. Canlılar için ne gerekiyorsa onların ihtiyaçlarını gideren her şeyi Allah halk etmiştir. Ayrıca insana ne gerekiyorsa onları da halk etmiştir. Kur’an bu hususu işaret ederek insanın buna göre şükrünü eda etmesi gerektiğini ifade etmektedir.

عَدَدَ السِّنِينَ

(GaDaDa elSiNIyNa)

“Senelerin adedini”

“Sinin” senelerin cemidir. Eşyanın kurallı çoğulu gelmez. Sadece sayılarda “selasûne, erbeûne” şeklinde gelir. “Sin” her ne kadar diş anlamında ise de “sin”, “sünnet” kelimesinden biliyoruz ki dizi kural demektir. O halde senelerin adedi anlamının ötesinde dizilerin adedini bilme anlamına gelir. 1,2 iki benzer varlığın dizisidir. Ne var ki 1 ve 2 eşit değildir. Biri önce, diğeri sonradır. Diğer dizilerden farkı budur.

Bir daire üzerinde iki nokta koyun. Biri önde diğeri arkada değildir. Hangisini isterseniz onu birinci kabul edersiniz. Bir kürede üç nokta da böyledir. Bunlar dizi olsa da sırası yoktur. Sayılarda durum böyle değildir. Bir ikiden öncedir. İki de birden sonradır. Böylece sayı demek sıraya girmiş dizi demektir. Peanu’nun varsayımları olarak Batı’da bilinmektedir.

İşte bunları bilmeniz için biz onları var ettik. Günler peş peşe gelirler. Çarşamba Salı’dan sonra geliri erkene alamazsınız. Zaman böyle oluşmaktadır. Filmin sıraya konmuş resimleridir. Biz bunu ancak Güneş ve Ay’ın dönmesinde oluşturdukları gün ile bilebilmekteyiz.

Demek ki burada “Adede’s-sinîne” dendiğinde sayılar sistemini anlatmaktadır.

وَالْحِسَابَ

(Va eLXıSABa)

“Ve hesabı”

Sıralanmış sayıların özelliği toplanabilmeleridir. Yani ayrı ayrı sayılmış iki kümeyi birleştirip bir küme yaparsanız bu “toplama” olur. Aynı büyüklükteki kümeleri birleştirirseniz bu “çarpma” olur. Çarpanları aynı olanları birleştirirseniz o da üs almadır. Bunların ters işlemi ile matematikte işlemler biter.

Hesap yapma bu işlemleri yapma demektir. Bu da dizi sayesinde sağlanmaktadır. Bu hesaplama sayesinde insan canlıları görebilmekte, duyabilmekte, tanıyabilmektedirler.

İnsanların genetiği de DNA’ların dizisinden oluşmaktadır. O da sayı dizisi gibidir. Bilgisayarın hesapları da öyledir. Canlılar tüm hareketlerini ve yaşayışlarını hesapla yaparlar ama onlar hesaplamayı bilmezler. İnsanlar ise nasıl hesaplandığını bilmektedirler. Bu sayededir ki göremedikleri parçaların büyüklüğünü bilmekte, varamadıkları yerlerde ölçmeler yapabilmektedirler. Böylece insan Allah’ın yaptıklarını kavramış bir varlıktır, Allah’ın büyüklüğünü gören varlıktır.

İnsanın cisim olarak ne kadar küçük olduğunu bilmek için galaksilerdeki yıldız sayılarını bilmek yeterlidir. Ne var ki o yıldızlardan hiçbiri, o galaksilerden hiçbiri kendi varlığından haberdar değildir, hesap yapamamaktadır. Hesap içindedirler ama hesaptan haberleri yoktur, oysa insan sayabilmektedir, insan hesap yapabilmektedir.

Evet, insan hesap yapabilmektedir.

İnsan da sayıyı ve hesabı Ay ve Güneş’in hareketleri sayesinde öğrenmiştir.

مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَلِكَ

(MAv PaLaQa elLAvHu ÜaLıKa)

“Allah bunları ancak şunun için halk etti”

Bundan önce anlatılan Allah, arşa istiva ettikten sonraki Allah’tır, Rab olan Allah’tır. O Allah bunları istiva etmeden önce yaratmıştır. Öyle parçalar projelendirmiştir ki, o parçalar ile biz senelerin adedini bilmekteyiz. Bizi yaratan Allah ile Kâinatı yaratan Allah aynı Allah’tır. Bizim beynimizi öyle yaratmıştır ki biz kâinatı bilelim. Başka bir ifade ile kâinatı bizim anlayacağımız şekilde yaratmıştır.

“Her şeyi çift yarattık, siz onu anlarsınız” demektedir âyet. Yani bizi kâinata göre yaratmış, kâinatı bizim anlayacağımız şekilde yaratmıştır.

Allah önce insanı yaratmayı irade etmiş. Çünkü Tevrat’ta dendiği gibi yalnızdı. Muhatabı olsun istedi. Rab olduğunu kimse bilmezse O’nun rablığının kıymeti ne olurdu? Yaratmayan ve muhatabı olmayan tanrı yok gibidir. Bir iş yapmıyor, kendisinden başka O’nu bilen de yoktur. O halde Tanrı tanrı olduğunu göstermek için insana ihtiyaç vardır. İşte bunun için insanı yaratmayı irade etti. İnsanı niçin yarattı? Kendisini bilsin diye. Allah’ın muhtaç olduğu ibadet yalnız O’nu bilmemizdir. Elbette biz bilmesek de O yine tanrı olacaktı ama tanrılığını kimse bilmeyecekti.

Burada bir şey akla gelir, ibadet eden ve bilen yalnız insan mı olacaktır?

Hayır.

Üç tane daha O’nu bilen mahlûkat vardır; cinler, melekler ve ruhlar. Cebrail melek değil ruhtur. Kur’an insanlara nâzil olmuş kitaptır. Onun için anlatırken insandan bahsetmektedir. Diğer âyetlerde melek, ruh ve cinden bahsetmektedir.

“Allah” kelimesinin iadesi, hilkatin istivadan önce olduğunu bildirmesi sebebiyledir.

إِلَّا بِالْحَقِّ

(EilLAv Bi eLXaqQı)

“Sadece Hak ile”

Burada “Bi” harfini kullanmaktadır. “Hak ile” anlamında olabilir. Bâtıl diye bir varlığın daha olduğunu ama onu yaratmadığını söylemektedir. Yani bâtıl da mevcuttur, Allah’ın meşietinde vardır ama Allah kâinatı bâtıl üzerinde var etmedi. Eğer “Bi”yi sebebiyet “Ba”sı kabul edersek, hakkın dışında bâtılın olduğunu ifade etmiş olur. Tanrı’nın dışında hak ve bâtıl vardır anlaşılır. Ehli Sünnet bunu kabul etmemişlerdir. Bu sebeple buradaki “Ba”yı “Fî” manasında alacağız. Yerleri ve gökleri hak içinde yarattı anlamı çıkar. Makroda bâtıl yoktur. Bâtıl bizim irade-i cüz’iyemiz içinde vardır. Allah’ın muhatabı olan insan cüzi iradeye sahip olmuş, sanki o da tanrı imiş gibi ona karşı cephe alabilmektedir. Küçüklüğünü göremeyerek tanrısına kafa tutabilmektedir. Böylece Allah kendisini yalnız kendisine inkıyat eden insanlara değil, karşı duran, kafa tutan insan ve cinlere de kendisini bildirmektedir.

Nasıl muhalefetsiz demokrasi olmazsa, tatsız olursa; asi kulların olmadığı kâinat da tatsız tuzsuz bir kâinat olurdu. Nasıl karşı takım olmadan oynanan oyunu kimse seyretmezse, şeytan taifesinin olmadığı kâinatı da mükemmel kâinat olarak göremeyiz.

O zaman neden onlara azab etmektedir?

Azab etmediği takdirde o zaman kendisine kendi iradeleri ile itaat edenlerle itaat etmeyenleri bir tutmuş olurdu ki bu da onlara zulüm olurdu. Bu sebeple diyoruz ki cehennem de rahmettir. Biz demiyoruz, Allah diyor; rahmetim her şeyi içine almıştır diyor. Yani cehennem de rahmettir. Cehennem insanlara azap vermek için var edilmemiştir, azabı çekerek dereceleri yükselsin diye var edilmiştir. Şehitler öldüğü sırada azap çekerler ama mertebeleri yükselir.

Bu açıklamalardan anlıyoruz ki kâinatın zevkli, neşeli ve heyecanlı olması için şeytan ve taifesine ihtiyaç vardır. Bunların cezalanması da ihtiyaçtır. Aksi halde iyiler ile kötüler bir olurdu. Bu sefer de onlara zulüm olmaktadır. O zulüm de cehennem azabı ile giderilecek, onlar da sonunda bizim cennete gelmeseler bile kendi cennetlerine gideceklerdir.

Allah bu âyetleri indirmekle bize bunları düşünmemizi öğretmekte ve emretmektedir.

يُفَصِّلُ الْآيَاتِ

(YuFaoOıLu eLEAyYAvTı)

“Âyetleri tafsil eder”

Buradaki âyetleri Kur’an âyetleri olarak da anlayabiliriz.

Dolayısıyla bu âyetlerle başka âyetler tafsil edilmektedir.

O âyetlerde sorulan sorulara burada cevap verilmektedir.

Kâinatın âyetlerini tafsil ediyor kabul ediyoruz.

Bilmemiz için âyetleri tafsil etme durumundadır.

Fasıl, birbirinden ayrılmayan ayrı iki şeyin birleştiği yerdir.

Bir bütün olanı bölmek ve onun üzerinde öyle düşünmek tafsildir.

Türkiye’yi illere ayırıp o illeri ayrı ayrı ele alıp iller arasında ilişkiler kurmak tafsildir.

Allah’ın âyetleri tafsil edilmektedir. Allah bütün olan kâinatı ayırıp ayrı ayrı tafsil etmektedir. Kur’an âyetlerini de böyle tafsil etmektedir.

Kur’an’ın yapısı ile kâinatın yapısı birbirine benzer.

لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (5)

(Lı QaVMın YaGLaMUvNa)

“Bilecek bir kavim için.”

Kur’an zikirdir. Herkese zikirdir. Ama Kur’an aynı zamanda hikmettir. Ancak ilim sahipleri o âyetleri anlarlar.

Burada bahsedilen âyetleri anlamak için 1400 sene geçmesi, müsbet ilimlerin öğrenilmesi, Arapça dilinin kaidelerinin ortaya konması gerekirdi. Bu sebeple bu âyetleri anlayacak bir kavme işaret etmektedir. Bu kavim maruf kavim değildir, münker bir kavimdir.

Kâinatın sırları 20. yüzyılda çözülmüştür. DNA’ların keşfi, bilgisayardaki 0 ve 1’in keşfi, Matematikte ihtimaliyat hesaplarının bulunması, dalga fonksiyonlarının keşfi, schrödinger denklemleri günümüzü aydınlatmıştır.

Kur’an bu âyetlere işaret ederek bunu anlayacak bir kavim için diyor.

Batılılar kâinat âyetlerini iyi bilmektedirler. Doğulular da kitaplarda kalmış olsa bile Kur’an âyetlerini iyi bilmektedirler. Ama ikisini birlikte bilen ve anlayan, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, yalnız Akevler Adil Düzen Çalışanlarıdır.

Demek ki münker olarak geçen kavim sizsiniz. Siz bugün bir aşiret/ocak seviyesindesiniz. Sizin yarın bu iki ilmi bilen bir kavim olacağınıza dair tereddüdüm yoktur.

Bu sebepledir ki dışarıdaki olaylar bizi hiç ilgilendirmiyor. Sadece Allah’ın haber verdiği “Adil Düzen”e gidişe doğru adım atılınca imanımız daha da artmaktadır. Hamd olsun.

إِنَّ فِي اخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا خَلَقَ اللَّهُ فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ (6)

(EinNa FıPTıLasfı elLAYLı Va elNaHAvRı Va MAv PaLaQa elLAvHu FIy elSaMAyVATı Va eLEaRWı LA EAvYAvTın Lı QaVMin YatTaQUvNa)

“Leylin ve neharın ihtilafında ve semavat ve arzda Allah’ın halk ettiklerinde ittika eden kavim için ayetler vardır.”

 

Bundan önceki âyet ile bu âyet karşılaştırıldığında:

 (5) (6)

يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَلِكَ إِلَّا بِالْحَقِّ

هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ

لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ

وَمَا خَلَقَ اللَّهُ فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ

إِنَّ فِي اخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ

 

İki âyet önce semavat ve arzın altı günde yaratılmasından, ondan sonraki âyet Ay ve Güneş’in ca’linden, şimdi de leyl ve neharın ihtilafından söz etmektedir.

Bundan önceki âyette “Allah bunu hak ile halk etti” denmektedir.

Bu âyette de semavat ve arzı Allah’ın halk etmesinden söz etmektedir.

Orada âyetlerin bilen kavim için tafsilinden, burada ittika eden kavim için âyetlerden bahsetmektedir.

Leyl ve neharın Kur’an’da iki manası vardır. Biri madde ve enerjidir, diğeri gece ve gündüzdür. Halef olma demek ard arda gelme, birinin diğerinin yerine geçmesi demektir.

Burada leyl ve nehar gece ile gündüz anlamındadır. Canlılarda yorulma diye bir olay olmaktadır, kirlenme denen olay olmaktadır. Dinlenmek ve temizlenmek için canlının günün bir kısmında dinlenmesi gerekmektedir. Buna uyku hâli denmektedir. Hayvanların uyuduğunu biliyoruz. Bitkiler de uyurlar. Tek hücreli canlıların uyuyup uyumadığını bilmiyoruz.

Gecede hiçbir şey değişmiyor. Aynı varlıklar vardır. Gündüzde de o varlıklar vardır. O halde geceyi şöyle tanımlayabiliriz. Varlıkların görünmez durumları gece, görünür durumları gündüzdür.  Birbirlerini görmedikleri için her biri kendi kabuğuna çekilir ve güven içinde yaşar. Gündüz ise canlıların birbirlerini gördükleri durumdur. Bu sefer de birbirleri ile işbirliği yapar veya birbirlerine saldırırlar.

Gündüz topladıklarını geceleri kullanırlar. Canlıların bedenleri ile kâinatın varlığı arasında büyük uyum vardır. Gece ile gündüzün 24 saat olması da canlılar için ayarlanmış bir uzunluktur. Beden 24 saatin ötesindeki periyotlara uyum sağlayamamaktadır.

İki hilkatte de “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir, ikisinde de “Mâ” geldiği halde bu “Mâ”lar farklıdır. Biri nefy “Mâ”sıdır, biri ism-i mevsuldür. Daha önceki âyette semavat ve arzın hilkatidir. Burada ise semavat ve arzın içindekilerden bahsetmektedir. Onların hilkatini zikretmektedir.

Daha önce “âyetleri bilsinler”, burada “ittika etsinler” denmektedir. Biri fiilîdir, diğeri ise ilmîdir. Yani birinde sadece beyinde olaylar olmaktadır, diğerinde ise dışarıda yapılan işlerden bahsetmektedir. Âyetler tekrar edilmektedir. Birinde “biz tafsil ediyoruz” denmektedir. Diğerinde ise “kendileri âyettir” denmektedir.

Bu farklılıklardan şunu anlayabiliriz. Önceki âyette tafsil edilen Kur’an âyetleridir. Burada ise varlıkların kendilerinde olan âyetlerdir yani doğal âyetlerdir. Âyetin iki manasının olduğu belirtilmektedir. Burada bu açıkça ifade edilmiş olmaktadır. Doğadaki âyetler yapmamız için gereklidir, gideceğimiz yere gitmemiz için gereklidir. Kur’an’daki âyetler ise bilmemiz için gereklidir, proje yapmamız için gereklidir.

Bileceğiz ve sonra ona göre amel edeceğiz. Allah insanı böyle yaratmıştır. Hayvanlarda ise bilme doğuştan vardır, sonra öğrenilmez. Ancak insanlar öğretirler. İnsan ise kendi kendine öğrenir.

Önemli bir husus daha ortaya çıkmaktadır. İnsan kendi kendine öğrenen varlıktır yani içtihad yapan varlıktır. Birisinin ona öğretmesi gerekmez. Kişi yapar, onun yaptığını görür, o da onları yapar. Kimse öğretmez, kendisi öğrenir.

Müçtehid yetişme merkezimiz olacaktır. Orada yetişmiş olanlar yetişecek olanlara örnek olacaklardır. Denemek için onlara imkân vereceğiz ama onlara öğretmeyeceğiz, onlar kendileri öğreneceklerdir.

Kıldığımız namazlar ve diğer ibadetler böyledir. Herkes kendi namazını kılar. O başkalarını örnek alır da kılar. O da başkalarına örnek olur.

Buradaki sıkıntımız örnek olamayışımız, örnek insanların mevcut olmamasıdır. Örnek topluluk oluşturma; işte sabikûn, evvelûn, mukarrabûn olma budur.

Bir kimsenin marangoz olması için gerekli araçları ve malzemeleri vermeliyiz. O yavaş yavaş, göre göre, deneye deneye öğrenmelidir, kendi kendine öğrenmelidir. “Li Ta’lemû” deniyor, “Li Tuallimû” denmiyor.

 

اللَّيْلِ

النَّهَارِ

السَّمَوَاتِ

وَالْأَرْضِ

اخْتِلَافِ

آيَاتٍ

قَوْمٍ

اللَّهُ

خَلَقَ

يَتَّقُونَ

 

مَا إِنَّ

فِي فِي

لَ لِ

وَوَ

 

4

4

2

8

 

15

8(5)

18(15)

 

Leyl ile nehar, semavat ile arz, ihtilaf ile ayât,  kavm ile Allah eşleştirilmiştir.

Halk ve ittika; hilkat öyle yapılmıştır ki halk ittika etsin. Portakalın kabuğu zararlıdır, acıdır ama içi yararlıdır, tatlıdır. Biz o âyetlere göre yaratılmasaydık yaşayamazdık.

Kelimelerin manalarını Kur’an’daki eşleştirmelerle tesbit etmemiz gerekir.

“Semavat ve arz” derken yalnız Yer’i anlamayacağız. Enerji üretilen yıldızlar semadır. Yıldızların ürettiği ışıkları alıp ısıya çeviren soğuk cisimler Arz’dır. Hayat ışığın ısıya dönüşmesi ile oluşmaktadır.

“Leyl ve Nehar” da böyle eş kavramdır.

Varlıkların dışarıyla ilişki kurduğu durumlar, dışarı ile ilişkiyi kesip kendi içlerine döndüğü durumlar. Denge durumu. Diğer varlıklarla ne birleşirler ne de diğer varlıklardan ayrılırlar. Birleşseler tek varlık olurlar. Ayrılırlarsa bir işe yaramazlar.

إِنَّ فِي اخْتِلَافِ

(EinNa FıPTıLaFı)

“İhtilafında”

Başına “İnne” getirilmiştir. Çünkü insan beyni zıtlar arasındaki dengeye bir türlü akıl erdirememektedir. İnsan hastalığın olmasını istemiyor, kışın olmasını istemiyor, karanlığın olmasını istemiyor. Bunun için elektrik denen ışığı icat etmiş ve gecesini gündüz yapmıştır. Bunu kendisi için kazanç kabul etmektedir.

Hâlbuki yollardaki lambalar oralardaki bitkileri rahatsız etmektedir, oralarda yaşayan hayvanları rahatsız etmektedir. İnsanlar zamanla zehirlenmektedir. Belki birkaç asır sonra gece-gündüz aydınlık içinde olmanın zararlılığı görülecektir.

Yazın uzun mesai, kışın kısa mesai yapma insanın doğası gereğidir.

Uzun geceleri ev sohbetlerine ve mescit derslerine ayırmak insanın hem fikrî hem bedenî sağlığı için gereklidir diyorum.

Değişmeler gerek. İstikrar iyi bir şeydir. Ama iktidarların değişmemesi topluluğu çökertir. Topluluklarda yaz-kış olmalıdır, gece-gündüz olmalıdır. Leyl ve neharın ihtilafı rahmettir. Bugün doğal besin problemi bilinmektedir. Naylon gömlekler çıktığı zaman herkes lüks gömlekler olduğunu sanmıştır ama sonra zararlılığı anlaşıldığı için vazgeçildi.

Bugün doğal ürünlerin yararlığı çok iyi bilinmektedir ama hâlâ sabahleyin 10’a kadar yatıyoruz. Geceleyin 12’ye kadar çalışıyoruz. Hayır, böyle olmayacak. Fecirde kalkılacak. Güneş’in ilk ışıkları ile işe gidilecek. Kışları tek mesai yapılacak, 6 saat sonra tatil edilecek. Yazları ise yine sabah kalkılacak, Güneş’in doğması ile işe gidilecek ve öğleyin tatil edilip ara verilecek. Yazın geceleri ders yapılmayacak, aksine günde 10-12 saat çalışılacaktır. Değişme ve yenileşme oluşun ta kendisidir.

اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ

(elLAYLı Va elNaHAvRı)

“Leyl ve Nehar”

Gece ve gündüz yahut madde ve enerji birer misaldir. Hüküm bu örnekler üzerine kurulmuştur. Her birbirin yerine geçme kıyas yoluyla leyl ve nehar ifadesi içine girer.  Bu değişmeleri birçok olayları gece ve gündüz üzerinden anlatmaktadır. Yaz ve kış da bu devre içindedir. Yaz ve kışın farklılığı bitkilerde dinlenme zamanlarını oluşturmaktadır. Hattâ tarihte on bin senede bir tekerrür eden buzul ve kurak devreleri vardır.

Burada göklerde ve yerde olanları yaratmasından sonra gece ile gündüzün ihtilafından bahsetmektedir. Hilkat, arşa istiva etmeden önceki durumdur. İstiva ettikten sonra, varlıkları ayrı ayrı değil de sünnetullah içinde kendi kendilerine hareket etmeleri şeklinde düzenlemiştir.

Allah doğayı yaratmış ve doğa sünnetullah üzerinde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca doğanın kanunlarından yararlanan insan da ittika etmektedir.

وَمَا خَلَقَ اللَّهُ

(Va MAv PaLaQa elLAvHu)

“Allah’ın halk ettikleri”

Allah’ın halk ettiği şeylerde her birinde sünnetullah vardır, âyetler vardır. Her bir varlığın kendi yapısı ve özelliği vardır. İnsanlar varlıkları onlarla bilirler.

Bu doğa varlıkları ve kanunları sayesinde biz varlığımızı sürdürüyoruz.

Yoksa eğer doğa kanunları olmasaydı biz var olmazdık.

Şu soru sorulabilir:

-Allah arşa istiva ettikten sonra hilkat durdu mu yoksa devam mı ediyor?

فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ

(FIy elSaMAyVATı Va eLEaRWı)

“Semavat ve arzda”

Buradaki hilkat semavat ve arzın hilkatinden sonraki hilkattir. Arşa istiva etmeden halk etmiştir. Arşa istiva ettikten sonra da halk etmektedir. Sema ve arzın içinde halk etmiştir. “Yahluku” demeyip de “Halaka” denmiş olmasından anlıyoruz ki sonradan gerçekleşecek olanlar da daha önce takdir edilmiştir.

Allah arşa istiva ettikten sonra da hilkat devam etmektedir. Ne var ki Allah bunları artık meleklerle, ruhlarla, cinlerle ve insanlarla yapmaktadır. İnsanlar bir taraftan icatlar yapmakta, diğer taraftan sonra icat ettikleri şeylerin emrine girmektedirler. Otomobili icat etmekte, sonra otomobilin tabi olduğu kurallara uymaktadırlar.

İşte bu uyma olayı ittika olayıdır.

İnsan dediğimiz varlık kendisi kendisi için kural koyar, sonra ona uymak zorundadır. Sözleşme yapar, sonra sözleşmenin emrine girer. Başkanını seçer, sonra ona itaat eder. Hakemini atar ve sonra onun kararlarına uyar. İnsanların kararları olan şeyler de Allah’ın hilkati ile olmuştur. Dolayısıyla “Mâ Halaka”nın içine girer.

İşte, insana verilen bir cüzi irade vardır ki bu âyetlerin gösterdiği istikamette gitmeyebilir ve helâk olur yani ittika etmeyebilir.

لَآيَاتٍ

(LA EAvYAvTın)

“Âyetlerdir”

“Âyet” yol üzerine konan trafik işaretleridir.

Eriğe baktığınız zaman o eriğin üzerinde onun olgunlaşıp olgunlaşmadığını, çürük veya sağlam olup olmadığını, erik olup olmadığını gösteren âyetlerle karşılaşırız. O sayede onu yer veya yemeyiz.

Topluluğun geliştirdiği kurallar da böyledir. Her kural bir âyettir, bize nasıl hareket edeceğimizi anlatır. Birliğin sağlanması için kurallar Kur’an’dan istidlâl edilerek konmalıdır. Ama farklılık olması, her topluluğun ayrı varlık olması için de her topluluk Kur’an’dan kendi anladığına göre kurallar koymalıdır. Yani dört delile dayanarak içtihat yapmalı ama herkes kendi içtihadı ile hareket etmelidir. Dört delile dayanma birliği sağlar. İçtihat da farklılığı ve özgürlüğü sağlar. Birlik içinde farklılık olur, denge olur.

لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ (6)

(LiQaVMın YatTaQUvNa)

“İttika eden kavim için.”

“Kavm” burada nekre olarak iade edilmiştir. Yani âyetleri ilmedenlerle âyetleri uygulayanlar başka kavimdir.

“Adil Düzen”i Türkiye ilmedecek ama sonra onun yeryüzünde uygulaması başkalarına ait olacaktır demektir. Nitekim tarihte de durum böyle olmuştur. Kur’an’ı Araplar ilmetmiştir. Arapçası Arabistan’da gelişmiştir. Dört Halife, Emeviler ve Abbasiler Arap idiler.

Sonra hâkimiyet Türklere geçmiş ve yeryüzünde birinci Kur’an uygarlığını yayanlar Türkler olmuştur. Önce Orta Asya’da Karahanlılar ilk İslâm devletini kurmuşlardır. Saltuk Han’ın İslâm olması ile yeryüzündeki bütün Türkler, hattâ Çinlileşmiş olan Tabgaçlar da Müslüman olmuşlardır. Hindistan’ı istila eden Gazneliler İslâmiyet’i oraya getirmişlerdir. Arkasından Selçuklular gelmiştir. Moğollar dünyayı istila emişlerdir. Cengiz Han öldüğünde imparatorluk dörde bölünmüştür. Bunlardan üçü İslâmiyet’i kabul etmiş, büyük imparatorluklar kurmuşlardır. Sonra Osmanlılar 500 sene İslâmiyet’in temsilcisi olmuşlardır.

Türkiye’de oluşacak “Adil Düzen” Türkiye dışında bir kavim tarafından insanlığa ulaştırılacaktır. Belki Afrika zencileri, belki Güney Amerikalılar, belki eski Sovyet halkı, belki Çin, belki Hint, kimin olacağı bilinmez.

 

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1682 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1495 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2263 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1451 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1305 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1460 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1589 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2222 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1558 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1384 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1385 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1495 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1307 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1286 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1406 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1409 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1260 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1741 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1351 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1378 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1613 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1347 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1379 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2079 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1408 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1358 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1972 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1657 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1381 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1381 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1355 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1271 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1326 Okunma
34-109.AYET
1561 Okunma

© 2024 - Akevler