YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1302 Okunma
67 VE 70.AYETLER

YUNUS SÛRESİ-22

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

 

هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (67) قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ إِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهَذَا أَتَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (68) قُلْ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَ (69) مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ (70)

 

***

 

هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (67)

(HuVa elLaÜIy CaGaLa LaKuM elLaYLa LiTaSKuNUv FIyHı Va elNaHGaRa MuBÖıRan EinNa FIy ÜAvLiKa LaEAYAvTin Lı QaVMın YaSMaGUvNa)

“O, Leyli içinde siz sükûn olasınız diye sizin için ca’leden ve neharı mubsır kılan kimsedir. Bunda işiten bir kavim için âyetler vardır.”

Kur’an kendisinin Allah sözü olduğunu, dolayısıyla ne söylerse kabul etmeleri gerektiği iddiasında asla bulunmaz. Daha önce gelen peygamberler, kendileri mucize göstererek, getirdiği kitaplarının Allah sözü olduğuna dair insanları inandırdılar. O kitaplarda, o kitapların Allah sözü olduğuna dair ispatlar yoktur.

Oysa Hazreti Muhammed’in herhangi bir mucizesi yoktu, onun mucizesi Kur’an’dı.

Kur’an, kendisinin ilâhi kelâm olduğunu beyanları ile kanıtladığı gibi ondan sonra ben ne söylersem doğrudur deyip insanları düşünmeden kabullenmelerine götürmüyordu, her ileri sürdüğü iddiayı ayrı ayrı akıl yoluyla ispat etme delillerini de sunuyordu. Yani söylediği cümleleri yalnız Allah sözü olduğu için kabullenmemizi istemiyor, aklımız da ererse kabul etmemizi istiyordu. Bu hususta o kadar ileri gitmiştir ki, Kur’an’da müteşabihler vardır. Siz onu anlayamayabilirsiniz, ‘biz bunu anlamadık’ deyip geçin, onlarla amel etmeyin, siz sadece hikmetlerini de anladığınız hükümleri uygulayın. Kur’an işte böyle bir kitaptır.

Biz insanlara; gelin, Kur’an âyetleri Allah’ın sözleridir, kabul edin yoksa azaba duçar olacaksınız demiyoruz. Biz; gelin diyoruz, Kur’an’ın söylediklerine kulak verin, deneyip doğru şeyler söylüyorsa onu kabul edin diyoruz.  Bakınız diyoruz, şu tarlanın, şu taşın altında define vardır; kaldırın o taşı da defineyi çıkarın diyoruz. Belki biz size yalan söylüyoruz. Ama taşın altına bakıp hazinenin olup olmadığını neden görmüyorsunuz. Hazine yoksa, siz bir şey kaybetmeyeceksiniz, biz kaybetmiş olacağız; ama hazine varsa, siz zengin olacaksınız.

‘Hayır! Siz dindarsınız, sizin sözünüze göre hiçbir şey yapmayız! Hattâ her tarafı kazarız ama orası siz gericilerin gösterdiği yerdir deyip oraya çapamızı uzatmayız!’ diyorsunuz! Bu dediğinizde de inat ediyorsunuz!

İşte biz buna “küfür” diyoruz; sizi helâke götürecek olan bu “küfür”dür, sizi cehenneme götürecek olan bu “küfür”dür.

Şimdi insanı düşünün...

İnsanın gözü vardır, ışığı alır, onu elektrikî dalgalara çevirir. Sonra da o sayede çevreyi görür. Gözümüz öyle yaratılmıştır ki Güneş ışığını en iyi bir şekilde görür. Göz renklerden en çok yeşil rengi görür. Sağında bulunan mavi ve lacivert renkleri daha az görür. Solunda bulunan sarı, kırmızı ve turuncu renkleri de daha az görür. Arıların yaşadığı yerlerde kırmızı renkli çiçekler bulunmaz, bu sebeple arılar kırmızı rengi hiç görmezler, çünkü ona ihtiyaçları yoktur.

Yeryüzü yemyeşildir. Dolayısıyla insan gözü de öyle yaratılmıştır ki en çok orasını görür. Derinliği hissetsin diye hafifçe kayıktır. Güneş de öyle yaratılmıştır ki en çok yeşil renkli ışığı yayar. Oysa Güneş’in sıcaklığı ve büyüklüğü başka türlü olsaydı başka renkte ışık yayacaktı. Dolayısıyla insan gözü, bitkilerin özümleme renkleri ve Güneş’in saldığı ışık arasında bu uyum olmayacaktı.

Kur’an buna işaret ederek gündüzü mubsır yani gösterici yaptı diyor. Değişik canlılara kendilerine gerekli gözler verilmiştir. Denizin dibindeki canlılarda göz yoktur, çünkü orada ışık yoktur. Yarasalar gece avlanırlar, dolayısıyla gözleri onların yaşamaları için yeterli değildir, onlar ultra ses dalgaları göndererek onunla bizim gözle gördüklerimizi görürler. Denizin dibindeki balıklar da böyle anlaşırlar. Denizin dibinde öyle balıklar vardır ki 110 voltluk ampulü yakarak onunla çevrelerini aydınlatır ve öyle yaşarlar. Onların gözleri de o ışığı en iyi şekilde algılayacak şekilde yaratılmıştır.

Işık vücudun hücrelerini devamlı uyardığı için insan yorulduğu zaman ışıkta rahat uyuyamaz. Böylece gece olunca canlılar rahat uyusunlar diye Güneş ışığından uzaklaştırır. Aslında geceleri de başka dalga boylarında ışıklar vardır. Gecede canlıların bir kısmı bu ışığı algılayarak dolaşırlar. Ama insan vücudu o ışıkları algılayamaz, dolayısıyla rahatsız olmaz. Nasıl televizyon hangi istasyona girerseniz o kanalı gösterirse, onun gibi insan vücudu da hangi ışık dalgasına uyumlu ise onunla çalışır. Böylece geceleri de sükûn için yapmıştır.

Sükûn hareketin zıddıdır. Gündüzü mubsır, geceyi de seken yapan biyolojik yapı üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Kur’an’ın âyetlerini buna göre yorumlamak gerekmektedir.

Burada “li’n-nâsi” demeyip “li-kavmin” denmiş olması, ilmî çalışmaların ulus ulus yapılacağını ifade eder. Her kavim kendi dillerinde ilmî çalışmalar yapar, ortaya âyetleri koyar, sonra bunlar Arapça ve Latince dillerinde birleştirilerek insanlığın ortak malı olmuş olur.

Dikkat edeceğimiz başka bir özellik de şudur; “sem’ eden kavim için” denmektedir, “basarı olan kavim için” denmemektedir. Oysa burada uygun olan mademki mubsırdır, mubsır olan kavim için derdik, biz olsaydık. Kur’an işte böyle bir kelimeyi bize göre söylemesi gerekenden başkasını söyleyerek bize birçok şeyi, bir dünyayı anlatmaktadır. Yukarıda açıkladığım Güneş, bitki renkleri ve insan gözü arasındaki uyum görülmez, ancak düşünülerek ve dille ifade edilir. İlim görsel değildir, sözledir. Bunun için “sem’ eden kavim” denmektedir. Burada başka bir şeye daha işaret etmektedir. İnsan ancak dille düşünür. Kelimeler ve kelimeler arasında mantıki bağlantılar olmazsa biz ilme sahip olamayız. Dil ise kavmîdir. Bu sebeple “sem’ eden kavim için âyetler vardır” denmektedir.

Burada başka önemli bir husus daha belirlenmiş olur. Her devletin resmi dili vardır. O devlet içinde yaşayan herkes o dili bilecek, onunla anlaşacak ve onunla düşünecek, âyetleri o dil içinde oluşacak. Devletin içinde illerin ayrı ayrı dilleri olabilir, bucakların ayrı ayrı konuştukları dilleri olabilir. Ama devlet içinde hukuk dili bir dildir; topluluk o dille askerlik yapar, o dille üniversiteleri okur, o dille birbirleri ile konuşup anlaşır ve bir topluluk olur. Hukukları o dilin terimleri ile yazılır.

O halde yeter sayıyı bulan toplulukların ayrı devlet kurmayı talep etme hakları vardır ama devletin içinde birkaç dilin resmi dil olmasını isteme hakları yoktur. Kendi illerinde kendi dillerini konuşurlar ama devletin içinde ortak dil olacak ve devlet dili ile ilimler oluşacaktır.

هُوَ

(HuVa)

“O”

Buradaki zamir “Min Dunillahi”deki “Allah” lafzına gitmektedir. En küçük bir tereddüt olmadan burada beyan edilen Allah âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Çünkü leyli ve neharı ca’leden O’dur. Buradan öğreniyoruz ki “Allah’ın dunundaki şürekâlar”daki “Allah” da âlemlerin rabbi olan Allah’tır.

Gerçek varlıkların sahibi olan tek Allah’ın varlıklarının karşılığı çıkarılan para Allah’ın kendisini isimlendirir ama karşılıksız çıkarılan faiz parası şirktir.

Kime şirktir?

Âlemlerin rabbi olan Allah’a şirktir. Nasıl şirk ediyorlar ki kâinat hep kıl payı dengeler üzerinde kurulmuştur. Nasıl karbüratörü tıkanan veya elektriği kontak yapan bir araba çalışamazsa, kâinatta da eğer bir yer ideal durumdan şaşsa, o kâinat varlığını sürdüremez. Kâinatı böylece dengede tutan Allah’ın yanında O’na yardımcı ve ortak üretmenin akılla izah edilen bir tarafı olabilir mi? İnsanları saymayan ve zulüm yapma mekanizması olan karşılıksız para nasıl kabullenilebilir?

الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ

(elLaÜIy CaGaLa LaKuM)

“Sizin için ca’letmiş olan kimsedir”

Kur’an’ın temel varsayımı şudur. Kâinat koskoca büyük bir evdir, o evin sakinleri de insanlardır. Şimdi bir köşk düşünün, o köşkte birçok insanlar yaşamaktadır. Onların gayesi köşkü bakımlı tutmak, köşkün gayesi sarayda oturanları barındırmaktır. O halde kâinat bir köşktür, insanlar da o köşke hizmet ediyorlar. Allah’ı barındırsınlar.

İşte bu böyle değildir. Çünkü Allah’ın barınması için köşke ihtiyacı yoktur, Allah’ın sohbet edecek insanlara ihtiyacı vardır; kendi ilâhlığını kanıtlayacak insanlara, meleklere, cinlere, ruhlara ihtiyacı vardır. Bunları da var etmese, o zaman Allah boş abes bir şey olurdu. Allah hâlik olma durumundadır, mahlûka bunun için ihtiyacı vardır, şuursuz varlıklara değil de kendisi gibi kişiliği olan ve muhatap olan varlığa ihtiyacı vardır. Bu söz (ihtiyaç) biraz abes kaçmaktadır ama başka söyleyecek söz bulamadığım için bu sözü kullanmaktayım.

İşte, kâinatı takdir ederek, gece ile gündüzü var ederek sadece ve sadece insana bir barınak yapmıştır. İnşaat yapan müteahhit çalıştırdığı işçilere kalacak barakalar yapar. Allah da muhatap olarak alacağı insanlara kalacakları yer hazırlamıştır. Bu kâinat odur, o barınaktır. Bunun için “sizin için ca’leden” denmektedir. Yani gece ile gündüzü bize tahsis etmiştir, bize ca’letmiştir. Biz öldükten sonra onu başkalarına ca’ledecektir.

اللَّيْلَ

(elLaYLa)

“Leyli”

“Leyl”in iki manası vardır. Biri gecedir. Biri de maddedir.

“Nehar” da gündüzdür ve enerjidir, ışıktır.

Nehir ile nehar arasında bu sebeple ilişki vardır, ikisi de akan şeyi ifade ederler.

Kâinat atomlardan oluşmaktadır. Atomlar da elektron ve pozitron dediğimiz en küçük çiftten oluşurlar. Bunların ışık hızından düşük durumları sükûndur. Işık hızı ise ışık olmadır. Elektronla pozitron birleşip ışık hızına çıktıkları zaman mubsır olurlar, parçalanıp aşağı hızlara indikleri zaman da biz oluruz, bedenimiz olur.

Allah bize bir taraftan seken hâlinde bedenimizi vermiş, diğer taraftan Güneş ışığını göndererek bizim görmemizi sağlamıştır. Demek ki bu âyeti hem gece ve gündüz ikilemi içinde anlayabiliriz, hem de madde ve enerji anlamı içinde anlayabiliriz.

Bir fizikçi bu türlü anlar, bir ekonomist veya biyolog o şekilde anlar. Bu husus Kur’an üzerindeki çalışmalarla iyice kavranmalıdır. Kur’an’daki bütün ifadeler matematik formülleri gibidir. Ne var ki soyut olarak ifade etmez, somut olarak ifade eder. Diğerlerini siz kıyaslayın der. Üç kilo patates beşer liradan onbeş lira eder der, bize çarpmayı böyle öğretti, sonra biz onu genelleştirir herhangi iki çarpan olayına uygularız. Bu sebepledir ki biz bir âyete mânâ verdiğimiz zaman bizim verdiğimiz mana doğru olur. Ama hiçbir zaman başkalarının verdiği mana yanlış olmaz, onun uygulandığı yerde de onunki doğrudur.

Biz Kur’an’a kendimiz için mana vereceğiz ve onu doğru kabul edip uygulayacağız ama başkalarının verdiği başka manalara da yanlış demeyeceğiz. Eğer samimi iseler o onlar için doğrudur. Onlar onunla amel etmekle mükelleftirler. Samimi değilseler de onların günahları bizim değildir. İçtihadın bu manasını anlayamayanlar, hala babaya secde edilmesi saçmalığını savunuyorlar.

Tasavvuf ehlinin verdiği birçok mana şeriatçıların manalarına tamamen zıttır ama o onlar için doğrudur, bizim onlara siz yanlış söylüyorsunuz deme yetkimiz yoktur. Bu sebeple biz hep saygılı olduk. Onlar ise tarikat verilerini şeriata uygulamak istiyorlar, işte onların hataları buradadır. Ama biz onlarla mücadele etmeyiz. Gülen’in yaptığı hata buradadır. Kendisi dini sahada görevli iken siyasete de karışmak istemiş, sonunda duvara toslamıştır. Gülenciler tasfiye edilse bile Risale-i Nur şakirtleri hiçbir zaman tasfiye edilemezler.

لِتَسْكُنُوا فِيهِ

(LiTaSKuNUv FIyHı)

“Orada sükûn bulasınız diye”

Geceler sükûn zamanıdır, insanın hücreleri dinlenirler, bakım ve temizlik işlerini yaparlar, dışarıdan rahatsız edilmelerini istemezler, kendi iç düzenleri ile meşgul olurlar; Hattâ ruh da bedeni terk eder, onu büsbütün rahat bırakır.

Bütün hayvanlar uyurlar.

Bitkiler de uyurlar.

Bu sükûnet hâli canlılığın ihtiyacı olan hâldir. Bu sebepledir ki geceler karanlık yapılmıştır. Altı ay gece ve altı ay gündüz olan kutuplarda yaşama ancak elektrik icat edildikten sonra başlamıştır, uykuda lambalar kapatılır, yazın pencereler kapatılır.

Diğer taraftan da ruh madde üzerinde sükûn bulur. Ruhumuz beden üzerinde oturur ve orada varlığını gösterir. Bedensiz ve maddesiz ruh zaman dışıdır, çünkü onda hareket yoktur. Hareketin olmadığı yerde zaman da yoktur.

Kelamcılarla filozoflar arasında uzun tartışmalar olmuş, filozoflar hareket dışı zamanı tanımlamışlar. Oysa bugün hareket dışı zaman olmadığı tamamen kabul edilmiştir. Filozoflar ile kelamcılar arasında yirmi konuda tartışma olmuş, hepsinde kelamcılar haklı çıkmışlardır.

وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا

(Va elNaHaRa MuBÖıRan)

“Ve neharı da mubsır olarak”

Cisimler aldıkları ışıkları başka dalgalara çevirerek kendileri yeni bir ışık kaynağı olurlar. Bu sayede cismin kendisini görürüz. Kendilerine dışarıdan ışık gelmezse cisim ışık yayamaz ama kendisine ışık geldiği zaman onu kendi yapısına uydurarak yayar. Bizim gözümüz de o cismi o hâli ile görür.

İnsandaki görme olayını incelediğiniz zaman görürsünüz ki ışık düzeni öyle kurulmuştur ki ruh maddeyi idrak etsin. Işığın dalga özelliği yansıma ve kırılma özellikleri, cisimlerin birer fabrika olarak bize kendilerini göstermek için yeni ışıklar üretmesi, o ışığın göz merceğinde kırılarak göz ağına düşmesi, orada 01 elektrikî uyarılarla beyne gitmesi... Beyin ve ruhun onu idrak etmesi… Bütün bunlar sayesinde kâinatın gelişigüzel değil, en ince hesaplarla ve yapılarla varlığını sürdürdüğünü görürüz.

إِنَّ فِي ذَلِكَ

(EinNa FIy ÜAvLiKa)

“Bunda”

Madde ve ışık arasındaki ilişkide büyük âyetler vardır. Madde parçacıklardan oluştuğu gibi enerji de parçacıklardan oluşmaktadır, yarımın sayılması ile oluşan parçacıklar. Buna göre değişik atomlar değişik renklerde ışık yaymaktadırlar. Işık değişik ortamlarda değişik hızlara sahiptir. Bu da kırılmalara sebep olur ve bütün bunların hepsi insanın var olması ve yaşaması içindir. Bunlarda hep âyetler vardır.

Demek ki bu âyeti açıklayabilmemiz için fiziğin elektromanyetik dalgaları olan ışını bilmemiz, ışıkla ilgili fiziği bilmemiz gerekmektedir.

Radyo ve televizyon dalgaları da ışık dalgalarıdır.

لَآيَاتٍ

(LaEAvYAvTin)

“Âyetler vardır”

Âyetler Kur’an’ın ilâhi kitap olduğuna, bu kâinatın tesadüfler sonucu meydana gelmediğine işaret eder. Kainatın her zerresinin kendine göre yeri vardır, duvarda oturmaktadır.

Bu kâinatın insan için var edildiğine dair deliller içeren âyetler vardır. Başka bir bakışla bütün bunlar birtakım kurallarla hareket etmektedirler, doğal kanunlar içindedirler. O kanunlar sayesinde biz onlardan yararlanıyoruz.

Benzer işaretler benzer sonuçları vermekte olduğu için insan insandır. Bu yalnız görme ile ilgili değildir; işitme, koklama, tatma ve dokunma da böyle çalışmaktadır.

لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (67)

(Lı QaVMın YaSMaGUvNa)

“İşiten bir kavim için.”

“Kavm” burada nekredir. Dolayısıyla her işiten kavim için âyetler vardır. Batı bugün bu ilimleri elde etmiş, basarı ile görmüştür ama onun sem’ini daha idrak edememiş, hâlâ ateizm bataklıkları içinde yüzmektedir.

Mezopotamya ilimleri gelişince Yunanistan’da felsefesi yapıldı, bu sayede bugünkü müsbet ilimler gelişti. Henüz bu müsbet ilme dayalı bir felsefe kurulamamıştır.

Batı uygarlığının çok açık noktaları vardır.

1) Batı sanayiyi ilmileştirdi, şimdi de tarımı sanayileştirmeye uğraşmaktadır ama tarımı uygarlaştıramamıştır.

2) Batı bugünkü uygarlığın felsefesini yapamamıştır, ilimlerin sonuçlarını bütünlük içinde sunamamaktadır.

3) Batı teknolojik sorunları çözmüş ama hukuki sorunları çözememiştir, insanlar tarım dönemi hukuku içinde ezilip gitmektedirler.

4) Batı bağımsız bir ilim anlayışına ulaşamamıştır, sermayeye veya devlete hizmet eden bir ilim yapılmaktadır.

İşte, üçüncü binyıl medeniyetini kurmak isteyenler bu dört sorunu çözmek zorundadırlar. Bunun için “tarım” da ilmîleşecek, insanlığın var oluş “felsefesi” yapılacak, sanayi çağının “fıkhı” oluşturulacak ve nihayet “ilim” bağımsızlığını ilan ederek sömürü sermayesinin esaretinden kurtulacaktır. Bu da kavimler seviyesinde olacaktır. Türkiye devleti bütün halkları ile Türkçe olarak bu sorunları çözme külfetini yüklenmiş bulunmaktadır.

قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ إِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهَذَا أَتَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (68)

(QAvLUv itTaPaÜa elLAvHu VaLaDan SuBXAvNaHUv HuVa el ĞaNıyYu LaHUv MAv Fıy elSaMAvVATı Va MAv Fıy eLEaRWı Ein GıNDaKuM MıN SuLTAvNın BiHAÜAv EaTaQUvLUvNa GaLay elLAvHı MAv LAv TaGLaMUvNa)

“Allah veled ittihaz etti dediler. O sübhandır. O ganidir.  Semavatta olanlar ve arzda olanlar O’nundur. İndinizde bununla hiçbir sultan yoktur. Yoksa Allah üzerine ilim etmediğinizi mi kavl ediyorsunuz?”

Bundan önce helali haram yapıyorsunuz; söyle, Allah mı izin verdi, yoksa O’na iftira mı ediyorsunuz denmiş; sonra da onların kavilleri seni mahzun etmesin, bütün izzet Allah’ındır denmiştir.

Burada “Kâlû” denmektedir. Bir “Kul” kelimesi mahzuftur demektir. Daha önce anlatılanları onlara söyle anlamındadır. Bu tartışmada başka konular ortaya çıkacaktır. Onlara da cevap ver manası çıkar. “Ve Kâlû” denseydi, biz “Kul” emrine muhatap olmazdık, mahzuf bir “Kulû” takdir etmemiz gerekmezdi. Demek ki diyalog içinde olmamız, onlarla hep müzakerede bulunmamız gerekir. Genellikle onlar imana gelmezler, onlara bir şey anlatamazsınız ama tartışma dinleyicilere etki eder ve sonunda onlar yani dinleyiciler ve siz bu vesileyle İslâmî düzeni öğrenmiş olursunuz.

Sermaye bize otel odalarından saldırmış ve iktidarlardan indirmiştir ama söylediklerimize asla cevap verememiştir. Çünkü öyle yapsaydı bizim reklamımızı yapardı. Benzer şekilde bazı Müslümanlar da bize saldırıyorlar ama bizim fikirleri tartışmıyorlar.

İnternet dergimize (www.akevler.org) katılan arkadaşlarla da tartışıyoruz. Dergimizde yazan bazı arkadaşlar yazmaktan vazgeçmişlerdir. Neden? Çünkü sermaye onlara öyle talimat vermiştir; bir arkadaşı orada yazmasının yanlış olduğunu söylemiştir. Allah’ın emrini söyleyenlere değil de şeytanın söylediklerine uymuşlardır.

Kuran ne yapıyor? Onlar ne söylüyorsa onu bize ulaştırıyor. Biz Prof. İlhan Arsel’in kitabını cevaplandırdık. Sermaye böyle bir şey istemiyor; çünkü bu sefer insanlar tartışmaya katılır ve İslâmiyet’i öğrenirler. Bir din görevlisi Reşat Nuri Erol’a; ‘sizin yaptığınız kötülük Arsel’inkinden daha fazladır’ demiş, böylece sömürü sermayesinin sözcüsü olmuştur.

Allah’ın veled ittihaz ettiğini söylüyorlar.

Sermayenin Hıristiyan ve Müslümanlara şiddetli şekilde saldırması sonunda birleşmek zorunda kaldık. Eski düşmanlığımızı bıraktık. Papalıkla Millî Görüş ve Adil Düzen beraberlik içindedir. Bir noktada hâlâ ayrılık devam etmektedir, bu nokta da teslis akidesidir. Kur’an bunun üzerinde çokça durmakta, Papalığa tebliğini ulaştırmaktadır. Hıristiyanlığın bize en yakın olduğunu bildiren Kur’an, onların bu bâtıl inançlarını şiddetli bir şekilde yermektedir.

Bu sûrenin bunun üzerinde durması, bunu insanlığın bir sorunu olarak göstermektedir. Evlat edinme demek, ikinci tanrı yaratma demektir. Oysa ikinci tanrı var edilemez, Allah da var edemez. Her şeyin takdiri olan Allah, Allah şey olmadığı için onu var edemez. Allah’ın zatını başka türlü anlamak anlamındadır. Sübhandır yani Allah’ın evlada ihtiyacı yoktur. İncil’deki “baba-oğul” deyimleri mecazidir. Kur’an’da anne anlamına gelen rahim kökünden sıfat kullanılmaktadır. Tanrı’nın herhalde çocuk doğuracak karnı yoktur. İncil’de hiçbir değişiklik yapmayarak Hıristiyanlar teslis akidesinden vazgeçebilirler, Allah onlardan bunu istemektedir, bu sebeple onun üzerinde durmaktadır.

Bu hususta bir sultanınız var mıdır, yoksa ilim etmediklerinizi mi söylüyorsunuz demektedir. Müsbet ilmin şahikasına ulaşmış Hıristiyanları ilmin verilerine davet etmektedir.

قَالُوا

(QAvLUv)

“Kâlû/dediler”

Yukarıdan beri karşılıklı konuşmalarda konuşanların Hıristiyanlar olduğu ifade edilmektedir. Bugün bizim muhatabımız Hıristiyanlardır. O kadar güçlü olmuş ve galip duruma gelmişlerdir ki, Hıristiyanlara karşı cephe alacak kimse kalmamıştır. Hintliler hâlâ İngiliz krallığının içinde yer almaktadır, resmen onlarla bulunmaktadır, karşı çıkmayı akıllarından bile geçirmemektedirler. Çin de sadece dolarla savaşmakta, kendi parasını bile dolara karşı çıkarmamaktadır. Batı’ya rakip kimse bulunmamaktadır.

Sadece Müslümanların içinde Adil Düzen Çalışanları onlara karşı daha üstün bir uygarlık modeli ile çıkmaktadırlar. Onlar da üstün olduklarını biliyorlar ama bir türlü buna inanamıyorlar, inanamıyorlar.

Kur’an’ın bu ifade şekilleri ile nasıl günümüze hitap ettiğini çok açık olarak görmekteyiz. Kur’an muhatap olarak İsrail oğullarını almakta, ama bu konuşmalarını ise Hıristiyanlarla yapmaktadır.

اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا

(itTaPaÜa elLAvHu VaLaDan)

“Allah veled ittihaz etti”

Bugünkü İncil’de “oğuldan, pederden” bahsedilmektedir. Ne var ki İbranice aslı bulunmadığı için asıl kelimeler nedir, bilemiyoruz. İncil, Kur’an gibi yazılmış ve tek kitap hâline getirilmemiştir. İncil havarilerin hafızasında kaldığı kadarıyla bilinmektedir.

Allah böyle olmasını istemiştir; insanların iki kitapları olmasın ve tereddütlere düşmesinler diye, böyle olmasını takdir etmiştir.

Pavlus şiddetli Hıristiyan düşmanıdır. Yahudilerin bir metodu vardır, bir şeyi yenemeyeceklerse oraya katılırlar ve onu bozarlar, kendilerine yarayacak şekle sokarlar. İnsanları Hazreti İsa’ya inanmaktan vazgeçiremeyeceğini anlayınca, Pavlus birden düşmanlığı dostluğa çevirmiş ve İsa’yı gördüğünü iddia etmiştir.

O zamanki imparatorluğu da yanlarına alan Yahudiler, bozulmuş Hıristiyanlıkla kendi varlıklarını sürdürmüşlerdir.

İşte, Hazreti İsa’nın tanrının oğlu olduğu inancı ta o zamandan beri sermayenin oyunudur. Böylece dünyaya yayılmış ama tek tanrılı din sakat olarak yayılmıştır. Papalığın bu oyunları ortaya koyup bildikleri gerçekleri ifade etmesi gerekmektedir.

“Allah veled ittihaz etti” sözünü söylüyorlar ama artık buna inanan kimse çok azdır. Ateistlerin atağı onların rasyonel düşünmelerini sağlamıştır. Papalık hâlâ bunun üzerinde bir atak yapmamaktadır. İncil’in dünyaya hidayet olabilmesi için yeni yorumunu yapma zorunluluğu vardır. Biz Kur’an için bile bunu söylüyoruz.

Size İncil’den bir âyeti naklederek sizi onunla daha yakın tanıştırmak isterim. (*)

سُبْحَانَهُ

(SuBXAvNaHUv)

“O’nun sübhanı”

“Sübhan” kelimesi Kur’an’da 41 yerde geçmektedir. Bu sayı seçkin sayı değildir. Bir tane “sübhan” farklı manada olmalıdır. Baktığımız zaman kırk sübhan Allah’a veya O’nun bir fiiline izafe edilmiştir. Sadece bir kelime vardır ki o da ifk hadisesinde müminler bunu duydukları zaman senin sübhanın demeleri gerekirdi.

Buradaki “sen” kimdir?

Âyetin tefsirinde onun üzerinde durursak biz sübhan kelimesi üzerine bir fikir edinebiliriz. Müfessirler buradaki “Ke” hitabını da Allah’a göndermektedirler. Duyunca senin sübhanın demeli idiler diye mana vermektedirler. Örnek olarak da; insanların böyle şeylerle karşılaştıkları deyimler vardır, bu da odur.

Âyet “sübhanehu” olsaydı bu mana verilebilirdi; “sübhaneke” dendiğine göre oradaki muhatap söz konusudur. O zaman insanın da sübhanı olabilir demektir.

“Sübhan” masdardır. “O’nun sübhanı” denmiş olur. Allah ehaddır. Matematikte bir değil mantıktaki bir ile birin toplamı birdir (1+1=1). Matematikte ise 1+1=10 (İkili sistem) dur. Sameddir. Kâmildir. Yani bir başka yerden herhangi bir şey almaz, başkasına herhangi bir şey vermez, kendi kendine yeterlidir. Örnek olarak biz kendiliğimizden yaşayamayız. Güneş de ışığı dışarıya verir, mekânı ise başkasından alır. Güneş ancak galaksi içinde bir parça olarak bulunur, kendi kendine var olamaz. Çünkü zaman ve mekân ancak kâinatta, dolayısıyla galaksi içinde oluşur.

Buna göre “sübhan” nedir?

Kendi içinde yani halik ve mahlûk olarak kendi arşımızda yanlış, eksik, hatalı herhangi bir şey yoktur, eksik bir şey yoktur. Her şeyi ile bir bütündür. Halik vardır, mahlûk vardır. Halik olarak sübhandır. Yani üçüncü bir şey yoktur.

Eğer Allah’ın bir oğlu olursa o ne olurdu, halik mi mahlûk mu?

Allah’ın oğlu olduğu için halik, oğul olduğu sonradan meydana geldiği için de mahlûk olurdu. Hâlbuki kâinat sübhandır. Mahlûktur. Dolayısıyla o oğul olmaz.

هُوَ الْغَنِيُّ

(HuVa elĞaNıyYu)

“O ganidir”

Mutlak gani yalnız O’dur.

Bizim ganiliğimiz malımız sayesindedir yani biz mala malikiz ama mala fakiriz. O halde biz aslında sözde ganiyiz. Hâlbuki Allah bir başka şeye muhtaç olmadan ganidir. Mal ile değil, bizatihi kendisi ile ganidir. Allah’ın halik olması ve bizim de mahlûk olmamız da O’nun vasfıdır. Yani Allah bize de muhtaç değildir. Çünkü bizi her zaman var edebilmektedir. Biz olmazsak başkasını var eder. Gani olan O’dur.

“Ganiyyun” demeyip marife olarak getirilmesi, O’ndan başka gani olan yoktur demektir.

لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ

(LaHUv MAv Fıy elSaMAvVATı)

“Semavatta olanlar O’nundur”

Kur’an semavata işaret ederek Nasıralı İsa’nın kâinatın maliki olan Allah’ın nasıl evladı olamayacağına işaret etmektedir.

Biz İstanbul’dan Ankara’ya gittiğimizde 400 kilometre yol alırız. Yerin çevresi 40 000 kilometredir yani Ankara-İstanbul mesafesinden 100 kat fazladır. Ay’ın uzaklığı Yer yarıçapının 60 katıdır. Güneş’in uzaklığı Ay’ın uzaklığının 400 katıdır. Güneş’in diğer yıldızdan uzaklığı 17 520 500 katıdır. Galaksimizin çapı bunun 25 000 katıdır. Galaksiler arası mesafe bunun 20 000 katıdır. Kâinatın çapı ise bunun 6 000 katıdır.

Güya işte bunun maliki olan, haliki olan Allah ölümlü bizim gibi bir insanoğlu olacaktır! Üçüncü binyıla giren papalık, üçüncü binyıla giren Hıristiyan âlimleri bunu nasıl iddia edeceklerdir?

وَمَا فِي الْأَرْضِ

(Va MAv Fıy eLEaRWı)

“Ve arzda olanlar da”

Burada atıf harfi ile atfetmiş ve arzda olanları ayrı kimseler olarak saymıştır.

Bugün yeryüzündeki insanlar on milyar civarındadır. Geçmiş ve gelecekleri hesaba katarsanız diyelim ki 100 milyar insan. Hazreti İsa nasıl bunları var edenin oğlu olabilir? Çünkü o da bunlardan biridir, o da bir canlı idi. 

İnsanlarda böyle şirke gitme hastalığı vardır.

‘Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım’ hadisi de bunun gibi anlamsızdır.

Evet, Hazreti İsa peygamberdir, bugün yaşayan iki milyardan fazla insanın hidayetine sebep olmuştur ama onun tanrılıkla uzaktan yakından bir alakası yoktur.

إِنْ عِنْدَكُمْ

(EiN GıNDaKuM)

“Yoksa indinizde”

Sizin dininizde yani Hıristiyanların nezdinde buna dair bir sultan var mıdır?

İncil’deki “baba-oğul” kelimelerinin İbranice karşılıklarını bilmiyoruz. Mesela “valid” mi kullanıyor yoksa “eb” mi kullanıyor. Kur’an’da “”rahmet” ve “re’fet” vardır. Biri Allah’ın anneye benzeyen sıfatını izhar eder, diğeri babaya benzeyen sıfatını izhar eder.

Allah öyle bir kimsedir, O’nun insanlara olan duyguları annenin çocuklarına olan duygularına benzer anlamındadır. Yine Allah öyle bir Allah’tır ki O’nun insanlara duyduğu duyguları babanın çocuğuna duyduğu duygular gibidir. İşte, İsa’nın Allah’ın oğlu olması ve Allah’ın İsa’nın babası olması bunun benzeri ifadedir, mecazidir.

مِنْ سُلْطَانٍ بِهَذَا

(MıN SuLTAvNın BiHaÜAv)

“Bu hususta bir sultanınız”

“Sultan” öyle bir delildir ki o aynı zamanda zorla yaptırır.

Cumhuriyet’in ilanı konusunda tartışırken iş uzayınca müdahale edilir; ‘Beyler, cumhuriyet ilan edilecek, belki bazılarınızın başı gidecek!’ denmiş. Müzakerecilerden biri demiş ki; ‘Bu kadar kesin deliliniz varken bizi şimdiye kadar ne diye uğraştırıyordunuz!?’.

Bu delildir.

Yani bu böyledir dendiği zaman o öyle olacaktır, sebebi o söylediği için öyledir.

Tarih boyunca hep münakaşa edilmiş; Allah dediği için mi doğrudur, yoksa doğru olduğu için mi öyle demiştir?

Batılılar da kanunların dayanağını şöyle izah ederler. Bazıları derler ki; kanun olduğu için doğrudur. Bazıları da derler ki; doğru olduğu için kanun olmuştur. Birincisine “pozitif hukuk” demektedirler.

Kur’an ise bir mutlak olarak “sultan” kelimesini kullanır, bir de “sultan-ı mübin” kelimesini kullanır. Sultan yaptırıcı güçtür ama eğer onun gerekçeleri de varsa o sultan-ı mübindir.

Kur’an’ın kelimelerini ele alıp tasnif ve tarif edeceksiniz. Aklınıza geleni söyleyeceksiniz. Ama onun mutlaka doğru olduğunu söylemeyeceksiniz. İnsanlar onun üzerinde tartışacaklar, sonunda herkes kabul ederse o söylediğiniz doğrudur. Yoksa kendinizi herkesten akıllı varsayamazsınız. Ben şimdi hislerimle diyorum ki ‘ben çok akıllı bir adamım’ ama aklımla biliyorum ki ben de bu insanlardan biriyim, hattâ birçok sahada eksiğim vardır.

Size başımdan geçen bir hikâyeyi anlatayım. Bir beton karıcı makinem vardı. Zincir atıyordu. İlkokulu bile okumamış bir ustaya götürdüm. Ben yüksek mühendis idim. Ben dişlerin aşındığını söylüyordum. O zincirin aşındığını söylüyordu. Ben ısrar ettim, o ısrar etti. Sonunda onun dediğini yapmak zorunda kaldım, çünkü beni dinlemedi. Oysa onun hatalı olduğuna, benim hatasız olduğuma kesin inanıyordum. Sonuçta o haklı çıktı.

Herkes bilmelidir ki kendisini akıllı sananlar başkalarından akıllı değildirler. Bu sebepledir ki kimse Süleyman Karagülle veya Muhittin-i Arabî benden akıllıdır, dolayısıyla o doğru düşünüyordu deyip benim veya bir başkasının dediğini peygamber de dâhil kabul etmesin. Peygambere Allah bildirdiği için daha doğrusunu bilmektedir, yoksa daha akıllı olduğu için değil. Ben sizden yaşlı olduğumdan ve o konular üzerinde çalıştığım için belki daha doğru bildiklerim çok olur. Ama siz de benim gibi çalışırsanız benden daha iyi doğruyu bileceğinizden kuşkunuz olmasın.

أَتَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ

(EaTaQUvLUvNa GaLay elLAHı)

“Yoksa Allah üzerine mi kavl edersiniz?”

Yani kanun yaparken ‘ben yaptım oldu’ mu diyorsunuz? Başlar gideceği için mi doğrudur, yoksa bilmediğiniz şeyleri Allah için mi söylüyorsunuz? Yani siz tanrı mısınız da tanrı böyle olması gerekir diyorsunuz?

Pavlus bunu yapmıştır ve 2000 yıl insanları dalalet içinde bırakmıştır.

Allah bizim istediğimiz biri olamaz, O kendisi ne ise odur. Hattâ O kendi kendisini de değiştiremez. O’nun mürebbisi yoktur. O’nun eksiği yoktur ki tamamlansın.

مَا لَا تَعْلَمُونَ (68)

(MAv LAv TaGLaMUvNa)

“İlim etmediğinizi mi?”

İlimleri olmayan hususta söylemektedirler. Yani kanunlarını gerekçelere değil isteklere dayandırmaktadırlar. Ben böyle tanrı istiyorum, ben böyle nebi istiyorum diyor; kendi istedikleri gibi bir nebi, kendi istedikleri gibi bir Kur’an, kendi istedikleri gibi bir adil düzen. Allah’tan emir almıyor, Allah’a emir buyuruyorlar!

Hepimiz zaman zaman böyle saygısızlığa, böyle mertebeye düşeriz, aklımız ermedi mi onu tevile kalkışırız. Bu sebepledir ki her zaman hata ederiz. Kimse hatasız değildir. Herkes kendi aklı ile hareket etmelidir. Hatasını kendisi için kendisi çekmelidir. Başkasını kendine uydurmak ne kadar saçma ise kendini de başkasına uydurmak o kadar saçmadır.

قُلْ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَ (69)

(QuL EinNa elLaÜIyNa YafTaRUvNa GaLay elLAvHı elKaZiBa LAv YuFLıXUvNa)

“Kavl et; Allah’a kezibi iftira edenler iflah olmazlar”

Sûre hep karşılıklı konuşma olarak ilerlemektedir. ‘Böyle diyorlar’ diyor, cevap veriyor; ‘Böyle diyorlar’ diyor cevap veriyor. Çoğu zaman onların dediklerini söylemeden cevap veriyor. Ne dedikleri cevaptan anlaşılıyor. Bazen de bizim ne cevap vereceğimizi söylemeden onların söylediklerini söylüyor.

Bir senarist ortaya çıkacak, bu konuşmaları senaryo hâline getirecek, sonra da film hâline getirip insanlığa sunacaktır. Akevler’de her şeyin çekirdeği atılmaktadır. Zeki Altuboğa’nın bir türlü ahşap evlere intibak edememesi, ondan sonra da senaryoya yönelmesi böyle bir ilâhi yönlendirme olabilir. İleride Kur’an âyetleri hem senaryolaştırılır ve filmleştirilir, hem de bir sûreden binlerce senaryo çıkar.

Allah’a iftira yapanlar iflah olmazlar.

Hıristiyanlar tarihin en büyük zulmünü Roma Hıristiyan olmadan önce görmüşlerdir. Sonra Roma Hıristiyanlık adına zulüm yapmış, tüm imparatorluk halkını zorla Hıristiyan etmiştir. Sonra Papalığın hâkim olduğu dönem başlamış, bu sefer Kilise zulmetmeye başlamıştır. Sonra sermaye devreye girmiş, Hıristiyanlığa saldırmış ve Hıristiyanlık yönetimi neredeyse yok olmaya yüz tutmuştur. Bugün de sermaye ile mücadele etmektedir.

Kur’an Papalığı tanımakta, onlara hitap etmekte, onların dünyaya hâkim olacağını bildirmektedir. İşte, şimdi Kur’an’ın Papalıktan talebi vardır; Yahudilerin fitne olmak üzere soktukları üçlü sistemden Kur’an’a uyarak vazgeçsinler, yoksa iflah olamayacaklarını bildirmektedir. Bizi onlara bunu söylemeye görevli kılıyor.

Bu emri yerine getirmemiz için bizim basınımız olmalıdır, yayınımız olmalıdır. Önce Türkiye’nin her yerinde Hizmet Kooperatiflerini kurmalıyız. Bu kooperatiflerin bir de merkez kooperatifleri olacaktır. Basın yayın hizmetlerinde ortak radyoları, televizyonları, bankaları olacaktır. Devletin de katıldığı ve denetiminde olduğu bu kuruluşlar Adil Düzene göre çalışacaklar, merkezin sansüründe değil, yargının denetiminde olacaklardır.

Bu “Kul” emrini ancak o zaman yerine getirebiliriz.

Şimdi sessiz sedasız yazarız, biz okuruz.

قُلْ

(QuL)

“Söyle”

Kime söylüyor?

-Her mümine söylüyor.

Kime söylüyor?

-Kooperatif başkanlarına söylüyor.

O halde kooperatifler “Adil Düzen”i kurmakla yükümlü oldukları gibi; “söyle/tebliğ et” de demektir; saldırarak değil, leyyin kavl ile söyleyeceksiniz. Onlara saldırarak değil, tam tersine onların dostu olarak söyleyeceksin. Söyleyebilmemiz için bizim ağzımızın olması gerekmektedir, o da nâsın yayın kuruluşudur.

Bir şeyi söyleyebilmemiz için önce yapmamız gerekmektedir.

Yapmayacaklarımızı söylememeliyiz.

Bugün Batı modeli içinde kurulan Türkiye birden bu modeli terk edemez, “Adil Düzen”e geçemez. Hazreti İsa Romalılara Hıristiyan olun demedi, aksine, kralın işine karışmayın dedi. Bugün bizim durumumuz budur. Kooperatifleri kuracağız ve kendi içimizde Kur’an’ı yaşayacağız. Devletimizin Kur’an düzenine gelebilmesi için önce halkın değişmesi gerekmektedir. Yani halk kooperatifler kurarak değişecektir. Sonra mevcut partiler de ister istemez “Adil Düzen”e geleceklerdir.

Bugünkü demokrasi anlayışı bize bu kolaylığı sağlamaktadır.

إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ

(EinNa elLaÜIyNa YaFTaRUvNa)

“İftira ediyor olan kimseler”

“Fa” harfi ile başlayan kelimelerde ayrılık var, bölünme vardır. Fark, felek, fasl, fecr, fadl, feth, fevr, feyz, fakr, feverân bunlara örnektir.

“Fer” demek döngülü şey demektir.

“İftira etmek” demek, kendi üzerine dönmek demektir, kendin düşünüp söylemek demektir. Gerçekle ilgisi olmayan düşünceleri ortaya koymak demektir. Kişi yapmadığı halde, olmadığı halde, yapmış ve olmuş gibi göstermedir. Helali haram, haramı helal yapma demektir. Şeriatta olmadığı halde şeriatta varmış gibi iddiada bulunmaktır.

عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ

(GaLay elLAvHı elKaZiBa)

“Allah’a kezibi”

Zamir gönderilmemiş, “Allah” lafzı tekrar edilmiştir.

Buradaki “Allah”, Allah’ın halifesi olan topluluktur. Topluluğun istemediğini topluluk istiyor göstermek iftiradır.

Diktatörler kendileri bir şey isterler, halkım bunu istiyor diye yalan söylerler. Seçim yapar ama hile yaparlar, baskı yaparlar, para kullanırlar ve halk istedi derler. Güya halkın oyu imiş gibi gösterirler, buz gibi yalan söylerler.

Halkın istekleri sandıktaki oyla belli olmaz. Halk istediği işte çalışabiliyor mu? Halk istediği malı alabiliyor mu? Halkın istediği orada vardır. Selem kredisini veririz, istediği malı alma hakkını veririz. Emek kredisini veririz, istediği işte çalışma imkânını sağlarız. Halka hicret etme imkânı sağlarız, istediği yerde istediği şeriatta yaşar.

Ekseriyet sistemi ve buna göre oylama iftiradır; halka iftiradır.

Bu sebepledir ki burada “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir.

لَا يُفْلِحُونَ (69)

(LAv YuFLıXUvNa)

“İflah olmazlar.”

Yeryüzünde maddeler vardır. Bunlar döngülü olduğu ve tekrar tekrar kullanıldığı için bu maddelerde sıkıntı çekmiyoruz. Asıl tükenen enerjidir. Güneş’ten gelen ışık yeryüzünde kimyasal enerjiye dönüşür, mekanik enerjiye dönüşür, biz onu kullanır ve yaşarız. Işık ısıya dönüşür ve bir daha ışık olamaz.

Demek ki asıl sıkıntı Güneş enerjisini boşa akıtma veya bulamamadır. Asıl üretim tarım üretimidir. Bu sebepledir ki tarım sektörü esas sektördür. Refah tarımla ölçülür.

Kur’an’da “refah” kelimesi yoktur, refah kelimesi yerine “felah” kelimesini kullanmaktadır. Refah, ortalama ömrün uzun olması ve nüfusun artmasıdır. Yaşlarının toplamı yüksek olan topluluklar refah içindedirler ve büyümektedirler.

Batı ortalama ömrünü uzatmakta ama doğurganlığını azalttığı için süratle küçülmektedir. Topluluk olarak refah içinde değildir. Nüfusu azalan topluluk refah topluluğu olamaz. Bugün yeryüzünde nüfusu azalan topluluk Hıristiyan topluluğudur, iftiranın sonucu bu durumdadırlar.

مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ (70)

MaTAGun FiY elDuNYAv ÇümMa EiLaYNAv MarCıGuHuM ÇümMa NuÜıQuHuM elGaÜAvBa eLŞaDIyDa BiMAv KAvNUv YaKFuRUvNa)

“Dünyada metadır. Sonra merciileri bizedir. Sonra küfrediyor olmalarından dolayı onlara şedid azap tattıracağız.”

“Metaun fi-d dünya” mübtedası silinmiş bir haberdir. Bu bildirilmemiştir. “Dünyada bir meta” mübteda neden hazf edilir? Birisi beklenirken geldiğinde ‘geldi, geldi’ dersin, ‘Ahmet geldi’ demezsin. Çünkü zaten bekleniyor. Ahmet kelimesi haberi uzatır, onun önemini azaltır.

Bütün bunlar dünyada metadır. Biz yukarıdan beri olayları âhirette değil de dünyada yorumladık, dünya olaylarını izah ettik. Kur’an bunu teyit ediyor, dünya hayatı ile ilgili bahis burada beyan edildi.

Bunların âhiretteki hükmü nedir?

Onun anlatılması burada yapılmaktadır. Burada iki husus önemlidir, iki defa “sümme” kullanılmıştır. Biri âhirette ilk dirileceğimiz gün, diğeri cehenneme veya cennete gideceğimiz gün. Berzah dönemi de bir devir olacak, belki de dünya hayatı kadar uzun olacak, hesap vereceğimiz gün olacaktır.

Burada bir husus önemlidir. Şimdiye kadar hep amelle ilgili azabdan bahsederken, burada küfrün cezalanacağına işaret etmektedir. Şiddetli azabı zevk ettireceğiz denmektedir.

Küfür ne manadadır?

Kezibi iftira etme küfür sayılmıştır. Cezanın fikre değil ama fiile verileceğini ifade ettik. Fikir fiile dönüşüp zararlı olduğu zaman o küfür artık fikir değil fiil olacaktır.

Bir günahı işlemek elbette suçtur ama günahı sistem hâline getirmek, zulüm hâline getirmek küfürdür. Bir kimsenin zina yapması suçtur ama zinayı meşrulaştırmak ise fuhuştur ve cezası zinadan çok daha fazladır. Bir haramı işlemek suçtur ama onu helal hâle getirmek küfürdür, daha çok cezaya müstahak olur. Demek ki günahı sistemleştirmek, örgütlü suç kurma anlamında küfürdür.

Bunun cezası şiddetlenecektir, ceza da şiddetin sebebi olarak ifade edilir.

Demek ki burada önemli bir kural konmuş olmaktadır. Bir şey suç ise o suçu meşrulaştırmak daha büyük bir suçtur. Yani amel yine gerekir. Küfür yeniden suç olmaz. Ama küfrün eklediği suçların cezası fazla olmuş olur.

مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا

(MaTAGun FiY elDuNYAv)

“Dünyada meta”

Burada şu sorunun cevabı vardır. Batılıların iflah olmayacakları söyleniyor ama bakıyoruz ki Batılılar zenginlik içindedirler, refah içindedirler. Biz sefalet içindeyiz.

İşte bu itirazlara karşı cevap verilmektedir. Anlattıklarınız dünya metaıdır. Bugün Avrupa dünyayı sömürmektedir. Bu onların felah içinde olmaları anlamına gelmez. Çünkü asıl felah âhireti de içeren felahtır. Âhirette ise azap vardır.

Bununla beraber bu azaplar dünyada da olabilir. Zenginlik veririz. Sonra onlar bize rücu ederler, sonra da biz onları cezalandırırız. Yani burada dünya yakın zamanın başarısıdır. Uzak zamanın ise fecaat olduğunu ifade eder.

“Fî” harfi getirilmeseydi, “meta-ı dünya” denseydi, bu durumun dünyada olduğunu gösterirdi.

ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ

(ÇümMa EiLaYNAv MarCıGuHuM)

“Sonra merci’leri bizedir”

Burada “Sümme” kullanıldığı için dünya hayatından sonra anlamındadır. Dünyadan sonra âhirete demek olur. Merciiniz bizedir denmekle, dünyada merciimizin olmadığı anlaşılabilir. Dünyada bizi serbest bırakmıştır.

Allah’a rücu ne demektir?

Bizi serbest bırakmış, biz istediğimizi yapmıştık; şimdi ise artık o serbestliğe sahip olmayacağız. Evet, günah işlemiş olan berzah âleminde bize rücu edecek diyor, Allah. Bu rücunun manası bizzat doğrudan karşılıklı görüşme şeklindedir. Şimdi perde arkasından onunla doğrudan görüşemiyoruz. Bu dünyayı böyle yaratmış, bizi bu dünyaya böyle getirmiş. Yavaş yavaş, eğile eğile, O’nunla karşı karşıya gelecek hâle gelebileceğiz.

Bu dünyada da kırk yaşında yaratılabilirdik. Ama nutfe olarak var edilip yıllar yılı eğitile eğitile bu hâle geldik. Böyle olsaydı, şöyle olsaydı diye ahkâm kesmeye yetkimiz yoktur. O böyle uygun görmüş böyle yapmış. Bizi var ederken bize sormamış ki, sonra nasıl yapacağını bize sorsun.

Bu soruların kaynağı insanın kendisini tanrıdan da akıllı görmesidir. Müritlerin şeyhleri için söylediklerini müminler rableri için söyleyemiyorlar. Bizim işimiz, görevimiz nedir, onu öğrenip onu yapmaktır. Kerhen ve tav’an O ne derse onu yapmak zorundayız.

ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ

(ÇümMa NuÜıYQuHuM elGaÜAvBa eLŞaDIyDa)

“Sonra onlara şedid azabı tattıracağız”

Buradaki “sümme” âhiret hayatında cennete veya cehenneme gitmeden ara hayatın uzun süreceğidir. Yani ikinci eğitimin de burada olacağıdır. Ölüm tatmayacağız.

Bugün entropinin büyümesi ile varlığımızı sürdüreceğiz. O gün belki entropinin dalgalanması ile hayatımızı sürdüreceğiz. Dünya hayatı ölümlü hayattır, âhiret hayatı ölümsüz hayattır. O hayatın fiziğini varsayımlarla kurabiliriz.

Burada elim azabla azaplandıracağız, şedit azapla zevklendireceğiz diyor. Azabın şiddetleneceği ifade edilmektedir.

بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ (70)

(Bi MAv KAvNUv YaKFuRUvNa)

“Küfür ediyor olmalarından dolayı...”

Örgüt kurmak suç değildir. Küfür de doğrudan cezalandırma sebebi değildir. Suçu örgüt hâlinde işlemek cezanın artırılmasına yani teşdidine sebeptir. Küfür de eğer kötü amelleri artırıyorsa, o amellerin cezası da şiddetli olacaktır.

“Hel tüczevne bima küntüm teksibûn” âyeti ile tearuz hâlinde gibi görülür. Çünkü orada sadece kesb ettiklerinizin cezası verilecek diyor, burada ise küfrettiklerinizden dolayı azabınız artırılmıştır diyor.

Tearuz yoktur. Çünkü küfür kesb edilen seyyieyi artırmıştır. Küfür azabın sebebi değildir ama teşdidin sebebidir. Bu sebeple de seyyienin cezası artmış olacaktır.

 

(*) Metta: BAB 12/50 AYETTİR

O zaman Isa Sebt günü ekinlerden geçti; şakirtleri aç idiler, ve başakları koparıp yemeğe başladılar. 2-Fakat Ferisiler bunu görerek ona dediler: İşte, şakirtlerin Sebt günü yapılması caiz olmayanı yapıyorlar. 3-îsa da onlara dedi: Davud’un, acıktığı zaman, kendisi ile beraber olanlarla ne yaptığını; 4-Allahın evine nasıl girdiğini, ve yenilmesi ne kendisine ne de beraberinde olanlara değil, ancak kâhinlere caiz olan huzur ekmeklerini yediğini okumadınız mı? 5-Yahut şeriatte okumadınız mı ki, kâhinler mabette Sebti bozarlar, ve suçlu değildirler? 6-Fakat size derim ki, mabetten daha büyüğü buradadır. 7-Fakat siz: “Ben kurban değil, merhamet isterim,”* sözünün ne demek olduğunu bilmiş olsaydınız, suçsuzları mahkûm etmezdiniz. 8-Çünkü insanoğlu Sebt gününün Rabbidir.

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1637 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1441 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2175 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1377 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1260 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1415 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1536 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2159 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1502 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1306 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1326 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1453 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1258 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1243 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1347 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1367 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1220 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1693 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1302 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1333 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1566 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1302 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1334 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2032 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1363 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1309 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1856 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1614 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1317 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1337 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1305 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1231 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1276 Okunma
34-109.AYET
1516 Okunma

© 2024 - Akevler