YUNUS SÛRESİ-23
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللَّهِ فَعَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُوا إِلَيَّ وَلَا تُنْظِرُونِ (71) فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (72) فَكَذَّبُوهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَجَعَلْنَاهُمْ خَلَائِفَ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ (73) ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاءُوهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا بِهِ مِنْ قَبْلُ كَذَلِكَ نَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِ الْمُعْتَدِينَ(74)
***
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللَّهِ فَعَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْتُ
(Va uTLu GaLaYHıM NaBaEa NUvXın EiÜ QAvLa LıQaVMıHiy YAv QaVMı EiN KAvNa KaBuRa GaLaYKuM MaKAvMIy Va TaÜKiYRIy BiEAvYATı elLAvHı FaGaLay elLAHı TaVakKaLTu)
“Onlara Nuh’un nebeini tilavet et. Hani kavmine ya kavmim diye kavl etmişti; makamım ve Allah’ın âyetlerini tezkir etmem size kebir oluyorsa ben Allah’a tevekkül ettim.”
Bu sûre uygarlaşma sûresidir, insanlığın tarih boyunca uygarlaşmasının hikâyesidir. İnsanlar başlangıçta meyve toplayarak yaşıyorlardı. Nüfusları arttı, havalar soğumaya başladı, mevcut meyvelikler yetmez oldu. Bunun üzerine insanlar avcılığa başladılar, zamanla avlanacak hayvanlar tükendi. Havalar ısındı, her taraf ot doldu, insanlar çobanlık dönemine geçtiler, hayvanların sadece etinden değil, yün ve sütünden de yararlandılar. Otlar bitti, kuraklıklar başladı, tarım dönemine geçtiler, tarlalarını ektiler ve sapları hayvanlara yedirdiler, taneleri kendileri yediler. Böylece yerleşik hayat doğdu.
İnsanlar bu döneme kadar göçebe kabile hayatı yaşıyorlardı. Bundan sonra yeryüzünü imar etmeye başladılar, yerleşik hayat doğmaya başladı, yazıyı buldular, uygarlık ortaya çıktı.
Bu sûrede anlatılanlar bundan sonraki uygarlaşma dönemi ile ilgilidir.
Kuzeyde yaşayan ve barajlarla orman ziraatını yapan Sümerliler, Fırat ve Dicle vadisine indiler. Fırat ve Dicle vadisindeki halk sulama tarımını yapıyorlar, barajı bilmiyorlardı. Uygarlıkta ileri idiler ama savaşçı değillerdi. Oysa kuzeyden gelenler hem soğuk iklimden geliyor hem de avcılığın sürdürülmesi nedeniyle savaşçı idiler. Fırat ve Dicle vadilerini işgal ettiler. Sulama tarımını gördüler. Baraj yapmayı biliyorlardı. Sümerliler barajları içme suları için yapmışlardı. Böylece ellerindeki imkânları büyütme gücünü de kullanarak Fırat ve Dicle üzerinde barajlar yaptılar. Verim birden arttı, 100, 200 misli artan bir zenginlik ortaya çıktı. Civardan işçi olarak gelen halk kalabalık kentler oluşturmaya başladı. Orman tarımında herkes birbirini tanıdığı halde, yeni sitelerde yabancılar gelmiş ve yeni bir sosyal yapılaşma başlamıştı.
İşte, eski köy veya kabile hayatı ile yaşamaya alışmış insanlar kent hayatına uyum sağlayamamış, Hz. Nuh peygamber insanlığa bu durumu düzenlemek üzere gönderilmiştir.
Göçebe dönemi gaz dönemidir; kabileler birbirleri ile çarpışır ve ayrılırlardı.
Tarım dönemi katı dönemdir; yerleşik hayat başlar, komşuluk başlar. İnsanlar bu dönemde yazıyı icat ettiler. Sümerler Mezopotamya’ya geldikleri zaman yazıyı biliyorlardı.
Bugün katı dönemden sıvı döneme geçilmektedir. Bu dönemde insanlar birbirlerine çok yaklaşmışlardır ama artık birbirini tanımayan insanlar arasında ilişki doğmuştur. Yazının icadı kadar önemli olan bilgisayar dönemine geçilmiştir.
Demek ki biz şimdi ikinci Nuh dönemini yaşıyoruz. Bu büyük değişmeyi insanlar hazmedemiyor, merkezi yönetim sistemini bırakıp “Adil Düzen”e geçemiyor. Bu durum bizi “Nuh Tufanı” gibi bir tufanla (biz buna “Sosyal Tufan” diyoruz) karşı karşıya bırakmaktadır. Bu tufan fiziki tufan değil sosyal tufan şeklindedir, böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız.
Biyolojik silah korkunç bir silahtır. İstanbul sularına bir kattınız mı, tüm İstanbul Nuh Tufanı’nda olduğu gibi bir haftada kırılıp gider. Kimyasal silah da böyledir, havamızı kirletirler, kaçacak zaman bulamayız. Tahrip edici ve yangın çıkarıcı silahlar bir şehri bir haftada bitirir. En korkuncu atom silahıdır. Yeryüzü silah fıçısı hâline gelmektedir. Bu silahlar bir patlasa yeryüzünü Nuh Tufanı’ndan daha beter hâle getirir. Bunun dışında yayılmakta olan hastalıklar ve bizzat ilaçlar insanlığı zehirlemektedir. Aleksi Karel; medeniyetimiz çöküyor, ne var ki biz medeniyetimizin yıkıldığını görüyoruz, biliyoruz, tedbir alabiliriz diyor.
Bu sûre uygarlaşmada insanlığın karşılaştığı zorlukları anlatmakta ve sorunların nasıl giderileceğini bildirmektedir. Bu sûre bundan önceki âyetlerde uygarlaşmanın yasalarını ortaya koydu, şimdi de insanlığın uygarlaşmasının iki ana iskeletini anlatmaktadır.
Hazreti Nuh Peygamber, ilk defa yeryüzünde yazılı hukukun tedvinini öğreten peygamberdir. Daha önce kurallar şifahi olup kişi yönetimi vardır. İlk defa Hazreti Nuh aleyhisselâm, tanımadığı kalabalık halkı yazılı talimatlarla yani yazılı hukukla yönetmeye başladı. Bu hukuk, bu şeriat bizim bugünkü sünnet benzeri şeriattı. Bilgiyi Cebrail’den alıyor ama ifadeler resule ait oluyordu. Buna “sünnet şeriatı” diyoruz.
Bu sûrede Hazreti Nuh aleyhisselâmdan sonra Hazreti Musa aleyhisselâm anlatılmakta, sûre böylece sona ermektedir. Son kısmında bizim zamanımızı anlatmaktadır. Hazreti Musa aleyhisselâm ise “sünnet” değil de “kitap şeriatı” getirmiş, doğrudan Allah’tan aldığı kitabı/Tevrat’ı insanlığa sunmuştur. Bu kısım bu sûrede bundan sonra anlatılacaktır.
Kur’an uygarlığını ise son bölümde ele almaktadır.
Bu arada Hazreti Yunus aleyhisselâmın kıssasına temas etmektedir. Hazreti Yunus Peygamber Ninovalılara tebliğ yapar, Ninovalılar onu dinlemezler, o da kızar ve orasını terk eder; Allah’tan emir almadan terk eder, Allah da onu balık ağzı ile iade eder; geri döner ve Ninovalıların tamamı iman ederler. Kur’an diyor ki; yalnız Yunus’un kavmi öyle yaptı.
Bu kıssa bize büyük müjdeyi vermektedir. Tüm insanlık “Adil Düzen”i kabul edecektir. Üçüncü Binyıl Uygarlığı tüm insanlığın katkısı ile Kur’an uygarlığı olacaktır, Allah nurunu tamamlayacaktır, tüm insanlık “Adil Düzen”e sosyal tufan olmadan geçebilecektir.
Bu tarihi oluşma ne zaman olmuştur. Uygarlıklarda gerisin geriye gidersek, uygarlıkların ömrü 1000 senedir, öncesi ve sonrasıyla başlangıç tarihi Hazreti İsa’nın doğum tarihidir. Ondan önceki 1000 yıl İbrani uygarlığıdır, Milattan Önce 1000 yıllarıdır. Ondan önceki uygarlık ise Hazreti İbrahim uygarlığıdır, o da Milattan Önce 2000 yıllarıdır. Ondan önceki de Hazreti Nuh uygarlığıdır, demek ki Milattan Önce 3000 yıllarıdır.
Hazreti Nuh peygamberin, Hazreti Muhammed aleyhisselâm gibi uygarlık hazırlığı yapmak üzere 300-400 sene evvel gelmesi gerekir. Demek ki Milattan 3300 sene önce gelmiş olmalıdır. Mezopotamya tabletleri ve tufanın bıraktığı bitkilerin karbon metodu ile ölçülen tarihleri de 3300’ü vermektedir.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ
(Va uTLu GaLaYHiM)
“Ve onlara tilavet et”
Buradaki “Ve” kavl et ve tilavet et anlamında atıf harfidir. Böylece bundan önce anlatılanlar şimdi insanlık tarihine getirilmektedir. İnsan bundan 60 000 yıl önce son yeni tür olarak yaratıldı, bir anne babadan yaratıldı. Çoğalmaya başladı ve şimdi nüfusu on milyara yaklaşıyor. İnsanlık da bir canlıdır; doğmuştur, gelişmiştir, bugün ergin yaşa ulaşmıştır. Hazreti Nuh dönemi insanlık ömrünün son onda birini oluşturur; bir çocuğun 12 yaş ile 15 yaş arası dönemini yaşamıştır yahut buluğ çağına ulaşmıştır. O günlerden bugüne gelinmiştir. Kıyamete kadar yaşayacak ve sonunda bu dünyadaki ömrünü tamamlayacaktır.
Buradaki “onlar” İslâm düzenine karşı gelen kimselerdir.
Tarih insanın yaratılması ile başlayan iki hizbin çatışması ile devam etmektedir. Meleklerin grubunu oluşturan “yapıcılar” grubu vardır, bunların başını peygamberler çekmektedir. Bir de şeytanın oluşturduğu “yıkıcılar” grubu var. Yapıcıların görevi uygarlığı oluşturmadır. Yıkıcıların görevi ise uygarlığı oluşturmakla görevli yapıcıların hata yapmaları hâlinde onları devre dışı etmedir. Canlılarda da bu gruplanma vardır. Yapıcılar canlılığı yaşatmaya çalışırlar. Yıkıcılar ise yaşlanan, işe yaramayanları eleyip yenilere yol açarlar.
İnsanlık âhirete vardığı zaman bütün insanların bir arada yaşadığı dört boyutlu uzayın varlığı olacaktır. Bir film düşünün, her karesi ayrı ayrı görüntülenmektedir. Bir de bütün filmin birden görüntülendiği filim şeridi kadar uzun ekran; işte âhiret odur.
Bu sûrede bu insanlık uygarlaşması anlatılmaktadır.
Uygarlaşma Hazret Nuh aleyhisselâm ile başlar. Kur’an ve Tevrat böyle söylüyor. Bugünkü arkeolojik kazılar da bunu bütün ayrıntıları ile ortaya çıkarmıştır.
نَبَأَ نُوحٍ
(NaBaEa NUvXın)
“Nuh’un nebeini”
“Nebe” geçmiş olaylardır.
“Haber” ise gelecek olayları anlatmadır.
Bize bundan 5000 seneden önce olmuş olan olayları anlatmaktadır.
“Nuh” kelimesinin kökü “NVX”dir. “Nevh” rüzgâr estiğinde uğultu çıkaran dağdır. Sonra ölü üzerine ağlayan kadınlara “nevahe” denmiştir. Tufanı bekleyen Hazreti Nuh(AS)’un feryatları bir “nevahe” olmuş ve bundan dolayı bu ismi almıştır.
Akevler Lügati’nde böyle yazılıdır.
Evet, Hazreti Nuh aleyhisselam gelen helâki halka bağıra bağıra anlatmış ama onlar kulak vermemişler, sonunda helâk olup gitmişlerdir. Biz de şimdi Kur’an’dan aldığımız emre uyarak çağırıyoruz ama duyan yoktur. İnsanlık böyle yalan, zulüm ve sahtekârlık içinde devam edip gitmez. Tanrı vardır ve Tanrı mutlaka bu gidişe dur diyecektir.
Birinci Nuh dönemi insanlığa uygarlaşma startını vermiştir. Beş bin senedir bu koşuya katılanlar yarışmaya devam ediyorlar. Peygamberler geldiler, insanları eğittiler, bugünkü seviyeye getirdiler. Şimdi ikinci hamle olmaktadır. Artık “vahiy alan peygamberler” konuşmuyor, şimdi “araştırma yapan ilim adamları” konuşuyor, üçüncü binyıl uygarlığını onlar kuruyor. Bediüzzaman ve Erbakan bu haykırışlarını dünyaya duyurdular. Şimdi Gülen Bediüzzaman’ın haykırışını yüklenmiş durumda, Erdoğan da Erbakan’ın haykırışlarını devam ettirmektedir. Akevler yeni hamlenin projesini hazırlıyor. Sonunda onlar Akevler’de birleşmek zorunda kalacaklardır, tav’an veya kerhen herkes “Adil Düzen”e gelecektir.
إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ
(EiÜ QAvLa LıQaVMıHIy)
“Hani kavmine demişti”
Hazreti Nuh Peygamberden önce insanlar 50 000 sene yaşadılar, avcılık döneminde her tarafa yayıldılar, okyanustaki adaları bile işgal ettiler. Avustralya’daki ilk halk MÖ 42 ile 48 bin yıl önce gelip yerleştiler yani avcılık döneminde oralar da meskûn idi.
İnsanlar başlangıçta tüm yeryüzünün kendi ülkeleri olduğunu ve Nuh Tufanı’nın bütün dünyayı kapsadığını sanmışlardır, hattâ hâlâ böyle bir tufan ihtimali üzerinde duranlar bile vardır. Oysa Kur’an çok açık olarak “Nuh, kavmine demişti” diyor; “insanlığa demişti” demiyor; tufan tüm insanlığı sardı demiyor, sadece Nuh kavmini helâk etti diyor.
Bugün tufanın izlerine rastlanıyor ama bu izler yerel tesbitler olup tufan bize göre yalnız Mezopotamya’da olmuştur.
يَاقَوْمِ
(YAv QaVMı)
“Ey kavmim”
Evet, “ey insanlar” değil, “ey kavmim” diyor.
O tarihlerde uygarlık sadece Mezopotamya’da var; yeni düzen yani “şeriat düzeni” orada gerekmektedir. Dolayısıyla Hazreti Nuh Peygamber de bütün insanlara hitap etmiyor, yalnız kendi kavmine hitap ediyor.
Hazreti Nuh’tan sonra Mezopotamya’da ilk uygarlık kuruluyor, “şeriat düzeni” doğuyor, Mezopotamya yönetimi büyüyor ve üç oğlunun çocukları üçe ayrılıyor.
Yafes’in çocukları doğuya gidiyorlar ve Doğu uygarlığını kuruyorlar.
Ham, batıya gidiyor ve batıda Avrupa benzeri uygarlığı kuruyor.
Sam, yerinde kalıyor, Ortadoğu ve Afrika uygarlığını kuruyor.
O halde insanlık bu üç kardeşin kültüründe oluştu. Ne var ki bunlar aynı ırktan olan kimseler değildir. Kavm demek aynı soydan gelen insanlar demek değildir. Bir devlet içinde yaşayarak, birbirleri ile evlenerek, ortak dil oluşturarak bir kavim olunur.
Bugün dünyanın hiçbir yerinde saf ırk bir topluluk mevcut değildir, tarihte de olmamıştır. Uzun zaman birlikte yaşayanlar topluluklar oluştururlar; kabileler yani bucaklar, şa’bler yani iller ve kavimler yani devletler oluştururlar.
إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ
(EiN KAvNa KaBuRa GaLaYKuM)
“Makamım size kebur oluyorsa”
Benim yerim size ağır geliyorsa demek olur. Benim konumum size zor geliyorsa denmiş oluyor. Her dilde psikal kavramlar bir deyimle ifade edilir. Türkçede “çekememek” tabiri vardır yani başkasının konumunu, durumunu bir başkasının kabullenmemesidir. Komşunun zenginliğini çekemeyebilir. Kıskanmak “haset” ile ifade edilir, çekememek de ağır gelmek şeklinde olur. Sindirememek denmiş olur. Sürekli ilişkide bulunan kişiler arasında böyle bir durum ortaya çıkar. Çekememekte onun durumunu siz, sizin durumunuzu o benimsemez.
Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını sindiremeyenler vardır.
Bediüzzaman yeni şeyler söyledi, İstanbul uleması bunları hazmedemedi, dolayısıyla dışlandı. Aynı durum bugün Gülen hakkında da söylenmektedir.
Akevler’in “Adil Düzen”deki durumu budur; kendileri bulacaklardı, kendileri yapacaklardı. Ama onlar değil de başkaları yapmışsa, bu onlara ağır gelmektedir.
مَقَامِي
(MaKAvMIy)
“Makamım”
Topluluk içinde işbölümü vardır, herkes kendisine düşen yerde durur. Bu yer yüksek olur, düşük olur, ıslak olur, çalılık olur. Sosyal makam vardır. Herkes kendi sosyal makamında durur. Bunu kişi kendi emeği ile elde edemez. Kendisinin de bu hususta katkısı vardır. Ancak kişinin konumu geçmişi oluşturur. Bir insan bakarsınız çevresi tarafından sevilmektedir, ne yapsa seviliyor yahut o kişiden herkes nefret ediyor. Bu kişinin makamını oluşturmaktadır. Kişinin yaptığı işler değil kişinin onu yapması ağır gelmektedir.
وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللَّهِ
(Va TaÜKiYRIy BiEAvYATı elLAvHı)
“Allah’ın âyetlerini tezkir etmem”
“Tezkir” hatırlatmadır, anlatmadır.
Peygamberlerin hiçbir silahı yoktur; onlar sadece kendilerine verilen görev olarak Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş, Allah’ın düzenine davet etmişlerdir. Onların davetini kabul edenler olmuş, onlar büyük başarılara ulaştıkları için milyarlara varan insan onların izinden gitmektedir. Sosyalizm silah zoru ile dinin yerini almak istemiş ama alamamıştır. Şimdi “peygamber” yoktur. Bu görev O’nun âyetlerini bilen “âlimlere” verilmiştir. Cebrail’den değil, Kur’an’dan emir alanlar tebliğlerini yapmakla yükümlüdürler. Kimler Kur’an ile karşılaşmış ve onun İlâhi Kitap olduğunu görmüşse, işte onlar tebliğ ile yükümlüdürler.
Buradaki “tezkirî” kelimesi her âlimin ayrı ayrı bu görevi yapması gerektiğini ifade eder. Herkesi dinleyecek ve kendi tercihlerine göre mezheplerini seçeceklerdir.
Bize göre asıl olan “MÜÇTEHİD” olmaktır.
Bunun için KUR’AN ARAPÇASINI, UYGULAMALI MATEMATİĞİ, ÇAĞIMIZIN FIKHINI ve ORTAKLIK MUHASEBESİNİ bilme zorunluluğu vardır.
Bu ilimleri öğrenmeye azmedenler içtihad yaparak içtihatlarını beyan etmeye başlarlar... İçtihatlarını beyan ederler ve ehil olanlarla tartışırlar... Halk/kişi bunlardan kimlerin müçtehid olduğuna karar verirse, o onun müçtehidi olur, o mezhebe girer.
“Tezkir”in “tebliğ”den farkı; tezkir Kur’an’ı kabul edenlere hatırlatmadır, tebliğ ise Kur’an’ı reddedenlere yapılır. Sosyalistler Tanrı’yı inkâr ediyorlardı ama kapitalistlerden inkâr eden kimse yoktur. Halk Partisi laikti, laikliği de dini ret şeklinde anlıyordu. Oysa AK Parti Kur’an’ı kabul ediyor, bu sebepledir ki bize düşen görev tebliğ değil tezkirdir.
فَعَلَى اللَّهِ
(FaGaLay elLAHı)
“Allah’a”
Burada “aleyhi” denmesi gerektiği halde neden “Allah” kelimesini tekrar eyledi?
Bu sorunun cevabını şöyle veririz. Birincisinde Allah’ın âyetlerinden kasıt dört delille sabit olan hükümlerdir. İlmidir. İlim doğrudan Allah’tan öğrenilmiyor, O’nun halifesi olan topluluktan öğreniliyor. İcma ile sabit olan ilimler tezkir edilecektir. İçtihatla sabit olanların tezkiri kişiye düşmez. Benim içtihatlarım beni ilgilendirir ama icma ile sabit olanlara herkes uymak zorundadır. Bizim tezkir edeceğimiz icma ile sabit olanlardır.
Biz CHP’ye “Adil Düzen”e gelin, Kur’an düzenine gelin diyemeyiz. Onlar; ben lâikim, din kitaplarını okumam bile diyor. Ona Allah’ın âyetlerini tezkir etmeyiz. Tabii ben laik düzeni kabul ediyorum ama kendim laik değilim derse, elbette o zaman o da muhatabımız olur. Ama AK Partili ve Saadet Partili kardeşlerimiz bizim muhatabımızdırlar. Çünkü onlar Kur’an’ı kabul ediyorlar. O halde bu kardeşlerimiz Kur’an’ın Adil Düzenine gelmiyorlarsa, elbette her birimizin onlara bunu hatırlatması görevimiz vardır.
Buradaki “Allah” kelimesi ise âlemlerin rabbi olan Allah demektir, çünkü O’na tevekkül olunacaktır.
تَوَكَّلْتُ
(TaVakKaLTu)
“Tevekkül ettim”
Akevler Sözlüğü’nde kuşların yumurta bıraktığı yer “vekl”dir deniyor. Kuş yumurtayı bırakır, Allah’a emanet eder, çıkıp gider. Burası güvenli yerdir.
Allah’a tevekkül etmek demek, ben benim görevimi yaparım, sonrasına karışmam demektir. Ondan sonraki işler bana değil Allah’a aittir. Hesap sormak da bana ait değildir.
Kur’an seviyesinde laik din düzeni yoktur, mevcut değildir.
Kur’an’a göre “din adamları” vardır, “ilim adamları” vardır, “iş adamları” vardır, “siyaset adamları” vardır.
İnsanlar hakkı aramak isterler.
-Din adamları insanları sevdirerek hakka inandırırlar.
-İlim adamları ise ilmî çalışmalarıyla hakkın ne olduğunu ortaya koyarlar.
Ne din adamları ne de ilim adamları hakkı zorla kabul ettirmeye çalışırlar. İsteyen inanır isteyen inanmaz, isteyen yapar isteyen yapmaz, onlar ona karışmazlar.
Bu seviyede başka bir laik düzen var mıdır?
-İş adamları hakkı kabul eden kimseleri alıp ekonomide anlaşmalar yaparlar. Anlaşmada rıza şartı aranır. Bu şart elbette laikliğin gereğidir.
-Siyaset adamları da kimse kimseye zorlama yapmasın diye bekçilik ederler. Kendileri zorlama yapmadıkları gibi başkalarının zorlamasını da önlerler. Hakem kararlarını uygulamaya çalışırlar. Üç kere beş on beş eder. Kim bundan daha doğrusunu bulabilir?
فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُوا إِلَيَّ وَلَا تُنْظِرُونِ (71)
(Fa EaCMiGUv EMRaKuM Va ŞuRAvEaKuM ÇumMa LAYaKuN EMRaKuM GaLaYKuM ĞumMaTan ÇümMa EaQWUv EiLayYa Va LAv TuNJiRUvNa)
“Öyle ise emrinizi ve şeriklerinizi icma ediniz, sonra emriniz size ğumme olmasın. Sonra bana inzar etmeden bana kaza ediniz.”
Bundan önce “Kul”un muhatabı kimdir sorusuna cevap olarak “müçtehitlerdir” dedik. Müçtehitlerin âlim olması yeterli değildir, aynı zamanda mümin olmaları gerekir.
Mümin demek, canını ve malını Allah’a satmış kimse demektir. O ölümden korkmaz, zarar edeceğim diye korkmaz. Geçmişte öldürülen peygamberler olmuştur ama azim sahibi peygamberlere bir şey yapamamışlardır. Hazreti İbrahim’i öldüremediler, Hazreti Musa’yı öldüremediler, Hazreti İsa’yı öldüremediler, Hazreti Muhammed’i öldüremediler.
Günümüzde de şehit edilen âlimler olmuştur ama azim sahibi görevli âlimleri öldüremediler; mesela, Bediüzzaman’ı öldüremediler, Erbakan’ı öldüremediler.
Şimdi çok açık bir şekilde öğreniyoruz ki; tezkir etme görevlisi herkese meydan okuyabilenler mümin âlimdir.
“Emrinizi ve şürekânızı icma edin” deniyor.
“Emr” işler anlamına geldiği gibi işleri yapan görevliler anlamına da gelebilir. O halde emrinizde olan insanları ve işleri icma edin, emrinizde olmamakla beraber sizinle işbirliği hâlinde olan kimseleri de icma edin. Sonra size dert olmasın, bana acımayın, gücünüz neye yeterse onu yapın de diyor. Bunu diyebilen insan peygamber gibi görevlidir. Yani Kur’an’dan önce peygamberleri Allah seçiyordu, şimdi peygamberlerin yaptığı hizmete talip olmaya insan kendisi karar veriyor.
Yapacağınız işte, söyleyeceğiniz işte kimseden korkmuyor, Allah ne diyorsa onu yapıyorsanız, demek ki siz kendiniz peygamberlerin yaptığı hizmeti hak ettiniz demektir. Eğer tuttuğunuz yol doğru ise kimse size bir şey yapamaz. Ama ilminizin eksik olması nedeniyle yanlışlık yapıyorsanız, öldürülebilirsiniz, ama şehit olursunuz, canınız karşılığı satın aldığınız cennette yerleşirsiniz.
Evet, yapacağınızı yapın, mühlet de istemiyorum de, diyor.
Akevler Adil Düzen Çalışanları şunu bilsinler ki; Akevler’e destek veren herkes cennettedir. Ama “Akevler” hakkında konuşma yetkilisi bu âyette söylenenleri yapabilen kimselerdir. Hak gördüğünüz yerlerde, işlerde, sözlerde hesaplı hareket ediyorsanız, ‘şimdilik bunlar yapılamaz’ diyorsanız, ‘insanların kafasını karıştırmayalım’ diyorsanız; o zaman “Adil Düzen” hakkında onu temsilen bir şey söylemeye mezun değilsiniz demektir.
.فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ
(Fa EaCMiGUv EMRaKuM)
“Emrinizi icma ediniz”
“Makamım ve tezkirim ağır geliyorsa, ben Allah’a tevekkül ettim” denmişti ve “İn” şartına “Fa” harfi getirerek cevap verilmişti. Buradaki “Fa” “Aleyhi Tevekkeltü”ye atıftır. Ben tevekkül ettim, siz de yapacağınızı yapın denmektedir. “Fa” harfinin getirilmesi, beklemeyin, bildiğinizi yapın anlamındadır.
“Tevekkül ettim” cümlesini itiraz cümlesi olarak kabul edip bu “Fa”yı atıf değil de “İn”in cevap “Fa”sı kabul edenler vardır. Bence “İn kâne kebure” şart cümlesi hazf edilmiştir. Mahzuf cümlenin cevabıdır. Cümle, birinci cümlenin bedeli olmaktadır.
“Ben Allah’a tevekkül ettim” demek, sizlerin bana yapacaklarınızı göze aldım, ona göre hazırım, Takdir-i İlâhi ne ise ben ona razıyım demektir. İkinci şart ve cevap cümlesi, birincinin beyanıdır. Dolayısıyla atıf harfi mukadder değildir.
“İcma etmek” bir araya getirmek anlamında olduğu gibi; azmettiren, harekete geçiren anlamındadır. Emrinizi seferber ediniz yani işiniz bu olsun.
“Emr”in “amel”den farkı; amelde bizzat kendin çalışıyorsun, başkasının işini yapıyorsun, oysa “emr”de kendin çalışmıyorsun, sen başkalarını çalıştırıyorsun demektir.
Burada “emrinizi cem edin” derken, bürokratlarınızı da harekete geçirin demektir.
وَشُرَكَاءَكُمْ
(Va ŞuRAvKaEKuM)
“Ve şeriklerinizi”
“Şerik” nalının üzerindeki ayağı tutan kayıştır.
“Şirk etmek” demek, birisine bağlanmak, ortak olmak anlamındadır.
Türkçede şerik; mallar üzerinde ortak anlamında kullanılmaktadır. Kur’an’da ona “halit” denmektedir.
“Şerik” demek, bir işte organize olmak, sürekli işbirliği yapmak demektir.
Burada kastedilen “şürekâ” bugün için sermaye ve Masonlardır.
Hazreti Nuh Peygamber zamanında da buna benzer tekel oluşmuş, sömürenler sınıfı ortaya çıkmış, bütün uyarılara rağmen kimse kulak vermemiştir.
Bugün de sömürü sermayesi “karşılıksız para” ile dünyayı sömürmekte; açlık, sefalet, isyan ve savaşlar içinde dünyayı cehenneme çevirmiş bulunmaktadır, gelişmiş teknolojilere rağmen herkes endişe içindedir.
Gençlerle konuşuyorum; okullarda yalnız sınıf geçmek için derslerini yapıyorlar, hiç kimse öğreneyim de hayatta faydalı bir iş yapayım demiyor, çünkü kimse okullarda öğrenilenlerle bir iş yapılacağına inanmıyor. Herkes ben parayı nasıl kazanayım diye düşünüyor. Bir araya gelenler birlikte herhangi bir ders veya ilim üzerinde söz etmiyorlar. Gençler hep hayatın endişesi ve ümitsizliği içindedirler.
İşte, Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanındaki o dönemde de insanlık ilk defa böyle bir durumu yaşıyordu; zenginler sınıfı oluşmuş, hak ve hukuk tanımadan insanları inim inim inletiyorlardı. İnsanlığın bugünkü durumu da böyledir.
ثُمَّ لَا يَكُنْ أَمْرُكُمْ
(ÇumMa LAYaKuN EMRuKuM)
“Sonra emriniz olmasın”
“Emriniz” burada tekrar edilmiştir. Çünkü ğumme yalnız emrde olacak, şürekâda olmayacak. Çünkü şürekâ bir taraftan muhatapların araçlarıdır, diğer taraftan muhatapların içindedir yani onlar da muhataptır. Önce şeriklerinizle birleşin deniyor, sonra da artık size şeriklerinizle birlikte söylüyorum deniyor.
Şimdi muhatabımız kimdir, kimlere söylüyoruz?
Başta bugünkü iktidardır. Bu zalim düzenin değişmesi gerektiğini söylediğimizde şiddetle karşı çıktılar; ‘siyasi güç oluşturduk, dini güç oluşturduk’ diyerek onlarla bir oldular. Allah’ı unuttular, Avrupa ve/ya Amerika sokaklarında çare arıyorlar! Sonra onlarla bir olan Türkiye sermayesi TÜSİAD ve onlarla benzer şekilde işler yapan MÜSİAD’dır. Ondan sonra da ABD’deki tekel sermayedir yani faizci sömürü sermayesidir.
İşte bunlar şimdi şürekâları ile birlikte muhatabımızdır.
Demek ki Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanında böyle işbirliği içinde olunmuş ki Kur’an burada bunları beyan etmektedir.
عَلَيْكُمْ غُمَّةً
(GaLaYKuM ĞumMaTan)
“Size ğumme”
“Ğam” Türkçede kullandığımız dert anlamındadır. “Ğamam” yağmursuz bulut demektir, sıkıntı yaratır, bir işe de yaramaz. İşlerde gam durumunda ise çalışırsınız, çalışırsınız ama bir sonuca varamazsınız.
Evet, yukarıda saydıklarımız “Adil Düzen”e karşı birleşip cephe aldılar. Biz onlara dert olduk. Başlangıçta gittikleri yol doğru idi ama sonra biz eski arkadaşlarını yolda bırakmışlardı. Onlar bu hususta gumme oluyordu.
Allah bize diyor ki; siz onlara söyleyin, bu konu onlara dert olmasın. Bizi değil Allah’ın yolunu terk ettikleri için gumme etsinler, yoksa siz zaten buraya gelmeye hazırsınız.
ثُمَّ اقْضُوا إِلَيّ
(ÇümMa EaQWUv EiLayYa)
“Sonra bana kaza edin”
Bir proje yaparsınız, yalnız uygulamada tereddüt gösterirsiniz; acaba ben bu projeyi uygulasam doğacak sonuçlar kötü mü olur? Beklersiniz...
‘Benim için derdiniz olmasın, ne istiyorsanız onu yapın’ deyin, diyor Allah.
Bugüne gelirsek; bu gidiş bizi değil sizi uçuruma götürmektedir.
Bize kulak vermeyen bu halkı da tufana sürüklüyorsunuz.
Milyonlarca dolar vererek ABD’ye öğrenci gönderiyorlar. O öğrenciler orada insanları nasıl sömürelim diye öğreniyorlar, ama “Adil Düzen” çalışmalarına iki öğrenciyi zor bulmuş görünüyoruz. Onların adlarını biraz sonraki derslerde inşallah açıklarım.
وَلَا تُنْظِرُونِ (71)
(Va LAv TuNJıRUvNa)
“Ve bana inzar etmeyin.”
Mühlet vermeyin.
Eğer biz doğru yolda isek siz mağlup olursunuz, insanlık bir an evvel Allah’ın düzenine kavuşur. Yok, eğer biz hatada isek siz bizi yok edersiniz, bizim yerimize başkaları gelir, onlar hata etmezler, insanlık yine saadete kavuşur.
Biz ise O’na teslim olduğumuz için yerimiz cennet olacaktır, sadece içtihattaki hatamızdan dolayı bu dünyadan erken ayrılmış oluruz.
Evet, Adil Düzen Çalışanları iki şeye dikkat etmelidirler.
İçtihatlarında hata etmemeye çalışmalıdırlar, yoksa bu dünyalarını kaybederler.
Ondan sonra gevşemeden cihad etmelidirler, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadan gerçekleri söylemelidirler. Kişilere saldırma yoktur. Yapılan hataların düzeltilmesi istenmelidir. Onlara kavli leyyin söylenecek. Demek ki şahsımıza ne derece hakaret ederlerse etsinler kulak vermemeliyiz, cevap vermemeliyiz, onlara daima saygılı olmalıyız ama yaptıkları hataları söylerken de en küçük bir taviz vermemeliyiz, asla kimseden çekinmemeliyiz, bu yolda gerekirse ölümü de göze almalıyız.
فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (72)
(FaEiN TaValLaYTuM FaMAv SaEaLTuKuM MiN EaCRın EiN EaCRiYa EilLAv GaLa elLAvHı VaEuMiRTu EaN EaKUvNa MiNa eLMüSliMIyNa)
“Tevelli ederseniz, ben sizden bir ücret talep etmedim, benim ücretim yalnızca Allah’ın üzerinedir ve ben müslimlerden olmakla emrolundum.”
Bundan önce şart cümlesi gelmişti, makamım ve tezkirim size ağır geliyorsa denmişti.
Şimdi “Fa” harfiyle ona atfederek “tevelli ederseniz” denmektedir.
Yani bundan öncekiler hep davet mahiyetinde idi, insanlar kişi yönetiminden şeriat yönetimine çağrılıyordu. Kişi yönetiminde başkan ne diyorsa o yapılıyordu, Tüm yetkiler onun emrinde toplanmıştı. Şimdi ise kurallar ne diyorsa o yapılacaktır, kişilere değil kurallara uyulacaktır. Kurallardan ayrılanları başkan takdir edip cezalandırmayacak, hakemler takdir edip cezalandıracaklardır. Bu sisteme bir türlü gelmek istemiyorlardı.
Bugün de hâlâ mücadelemiz aynıdır.
-Hukuk devleti olsun diyoruz.
-Hâkimler değil de hakemler olsun diyoruz.
-Merkezi yönetim değil de yerinden yönetim olsun diyoruz.
-Sermaye olsun ama ticaret yapsın, tekelleşip sömürmesin, sömürü sermayesi olmasın diyoruz, karşılıksız para olmasın diyoruz.
Demek ki insanlık beş bin senedir eğitiliyor ama bir arpa boyu yol almamış.
Sizden bir ücret istemiyorum, diyor.
Biz Akevler’e ortak yaptık, kendilerine iş yaptık, evler yaptık ve yerleştirdik. Kimseden yardım istemedik, kabul de etmedik. Bugün de biz kimsenin bize yardım etmesini istemiyoruz, sadece ortak olmasını istiyoruz. Onlar Allah rızası için ortak oluyorlar. Biz ise onlara kazandırmak için ortak ediyoruz. Kendimize de bir ücret talep etmiyoruz. Kimlerden talep etmiyoruz? Tevelli edenlerden talep etmiyoruz. Tevelli etmeyenler Allah’a borçlarını ödüyorlar, Allah da bize oradan ücret verir.
Tezkir yapanlar tezkir yaptıkları kimselerden bir ücret talep etmezler. Allah’ın şeriatına gelenler yani kooperatife ortak olanlar, kooperatifte Genel Hizmet yapanlar paylarını alırlar. Kurucular kooperatife katılmayanlardan bir ücret isteyemedikleri gibi, kooperatife katılanlar da ancak gelecekte kooperatifin gelirleri olursa kuruculuk payı isteyebilirler.
Burada “ücret istemiyorum” demek aynı zamanda makam da iktidar da istemiyorum demektir. Tezkirciler hiçbir kimseye ‘sen o makamdan in de ben çıkayım’ diyemediği gibi, ‘sen kazanma biz kazanalım’ da diyemez. Bu sebepledir ki sermayenin faizden ve sömürüden vazgeçmesini istiyoruz, yoksa senin paran bizim olsun diyemeyiz.
Bizim kişilerle hiçbir sorunumuz yoktur. Onlar bize saldırsa bile biz saldırmayız. Biz tezkirle görevliyiz. Onların hesaplarını Allah görecektir.
فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ
(FaEiN TaValLaYTuM)
“Tevelli ederseniz”
Makamım size ağır geliyorsa, ben Allah’a tevekkül ettim, siz de elinizden geleni yapınız dedikten sonra, “Fa” harfi ile yine ikinci şart cümlesi getirilmiştir.
-Millî Görüş’ü yok edecektiniz; edemediniz.
-Risale-i Nurları unutturacaktınız; unutturamadınız.
-İslâmiyet’i ve Hıristiyanlığı yok edecektiniz; edemediniz.
-Kur’an’ı nüzul sırası ve tercümelerle bozacaktınız, bozamadınız.
-Sosyalizmle bir yere varamadınız, kapitalizmle de bir yere varamayacaksınız.
O halde bu başarısızlığınız karşısında gerçekleri görüp şeriat düzenine gelmelisiniz.
Israr edip devam ederek üçüncü cihan savaşı da çıkaracaktınız ama çıkaramadınız.
Gelin, artık dolarınızın Allah’tan daha güçlü olmadığını görünüz, diyebiliriz.
Hazreti Nuh aleyhisselam da onlara bunları söyledi.
Hazreti Nuh aleyhisselam zamanında neler olduğunu anlamamız için bugün cereyan eden olaylar ile karşılaştırma yapılırsa Kur’an âyetleri daha kolay anlaşılır.
Burada Kur’an’ı anlamanın yeni bir usulünü ortaya koyuyoruz. Geçmiş kıssalar bize anlatılıyor demek, bugün de biz onları yaşıyoruz demektir. Ona göre hareket etme durumundayız. Tarihi durumlar da bizim duruma benziyor demektir. Bugün olanlar geçmişte de olmuş demektir.
فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ
(FaMAv SaEaLTuKuM MiN EaCRin)
“Ben sizden ücret istemedim (veya istemiyorum)”
Ben sizlere bunları söyleyerek benim çıkarıma bir şey istemiyorum.
Örnek olarak biz diyoruz ki; yerinden yönetim sistemini kabul edelim, hakemlik sistemini kabul edelim, karşılıklı para sistemini kabul edelim, askeri yönetim ile sivil yönetimi birbirinden ayıralım.
Ben bunları söylüyorum. Bakınız, bu istediklerimde benim çıkarıma bir şey var mıdır? Ben sadece sizlerin insanca yaşaması için Allah’ın emirlerini tezkir ediyorum.
“Min Ecrin” denmekle ücretin çeşidi ne olursa olsun yani herhangi bir çıkar talep etmedim, etmiyorum diyor; Nuh aleyhisselam.
إِنْ أَجْرِيَ
(EiN EaCRiYa)
“Benim ecrim”
Türkçede “ücret” olarak kullanıyoruz, Kur’an’da “ecr” olarak geçmektedir.
“Benim ücretim” deyince her türlü çıkar demektir.
O halde müminler çıkarlarını tezkir ettikleri kimselerden almıyorlar. Gerekli masrafları kendi aralarında kendi imkânları ile çözüyorlar. Kooperatifler kuruyorlar. İnsanlara diyorlar ki; kooperatif/ler kurun. “Men ensârî ilellah” diyor ve ortak arıyoruz. Ortak olanlar masrafları karşılıyorlar. Bizim herhangi bir çıkarımız söz konusu değildir.
Geçmişteki hatamız iktidara talip olmak olmuştur.
Cemaatin hatası da devletten yardım vesaire almasıdır.
Bu yolla bugünkü duruma gelindi ama sorunlar çözülmedi.
Allah’a hamd olsun ki Akevler Kooperatifi böyle bir hataya düşmedi.
إِلَّا عَلَى اللَّهِ
(EilLAv GaLa elLAvHı)
“Sadece Allah’ın üzerinedir”
Evet, görevlendiren O, ücret de O’na aittir. Sizden bir şey talep etme yetkisini bana vermemiştir. Kooperatifi kurarsınız, orada hizmet verirsiniz. Hizmetinizin ücretini kooperatifin ortaklığı içinde ortaklardan alırsınız.
Buradaki “Allah üzerinedir” sözünü âlemlerin rabbi olarak düşünebiliriz veya kurduğumuz kooperatife aittir demiş oluruz.
Tezkir dışında sizden bir şey istemiyoruz.
وَأُمِرْتُ
(Va EuMiRTu)
“Ve emrolundum”
Peki, bu tezkirimi tamamladıktan sonra yine siz direnmeye devam ederseniz, benim görevim ne olacaktır, ben ne yapacağım; sizinle çatışacak mıyım, sataşacak mıyım, sizinle ilişkiyi kesecek miyim, size darılacak mıyım? Ne yapacağım? Bu hususta bana ne emrolundu, işte onu sizlere bildiriyorum. Bundan sonraki tutumum ne olacaktır?
أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (72)
(EaN EaKUvNa MiNa eLMüSLiMIyNa)
“Müslimlerden olmakla (emrolundum).”
Evet, siz eğer yine de bizimle barış içinde olursanız, ben sizinle dargın olmam, kızgın olmam, barış içinde sizinle işbirliğine devam ederim. Yani benim sözlerim benimle ilgili değildir. Tezkirden sonra dostluğumuz devam eder.
Biz Akevler olarak barış içinde kurulduk, barış içinde yaşadık. Kimse ile cepheleşmedik. CHP ile koalisyon yaptık. MHP ile seçim birliğine girdik.
Sonra bazı Millî Görüşçüler, cemaatler, AK Parti hep dışladı; bizden gelendir diye “Adil Düzen”i dışladı. Biz ise kimseye karşı durumumuzu değiştirmedik.
İşte, Hz. Nuh aleyhisselama da bu emredilmişti, kavmine böyle söylemişti.
فَكَذَّبُوهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَجَعَلْنَاهُمْ خَلَائِفَ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ (73)
(Fa KaüÜaBUvHuv Fa NacCaYNAvHuv Va MaN MaGaHUv Fıy elFuLKı Va CaGaLNAvHuM PaLAvEiFa Va EaĞRaQNav elLaÜIyNa KaüÜaBUv BiEAvYAvTıNAv Fa EuNJuR KaYFa KAvNa GaQıBaTu eLMuNÜaRıYNa)
“Onu tekzib ettiler. Onu ve onunla beraber fulkde olanları necata erdirdik. Onları yeryüzüne halifeler ca’lettik. Âyetlerimizi tekzib edenleri gark ettik. İnzar olunanların akıbeti nice oldu, nazar et.”
Ben barışçılar içindeyim yani sizinle savaşmıyorum, ben sizi kurtarmak istiyorum demiş ve artık işi Allah’a havale etmişti. Onlar kulak vermediler, tekzib ettiler.
Kimi tekzib ettiler?
Onu tekzib ettiler.
Onun nesini tekzib ettiler?
Kur’an’ın anlattıklarını tekzib ettiler.
“Onu ve onunla beraber gemide olanları kurtardık” diyor, “Müminleri kurtardık” denmiyor, “gemiye binenleri kurtardık” diyor.
Gemiye bindiler, dünyada kurtuldular, âhirette hesaplarını verirler.
Bugünkü düzende gemi ahşap evleri imal eden kooperatiflerdir. Taşınabilir ahşap evlere sahip olanlar kurtulacaklardır. Diğerlerine ne olacak, bilinmiyor. Yüz lojmanlı daireler yapanlar kurtulacaklardır. Hizmet Kooperatifi kuranlar ve ortak olanlar kurtulacaklardır. Bu düzen uçuruma gidiyor. Karşılıksız para bir yalancılık ucubesidir, onunla dünya yaşayamaz.
Başta ‘onu tekzib ettiler’ diyor, sonra gark edilenler için ‘onlar Allah’ın âyetlerini tekzib ettiler’ diyor. Kötü akıbetin Hz. Nuh’u tekzib ettiklerinden dolayı değil, Allah’ın âyetlerini tekzib ettiklerinden dolayı olduğu belirtiliyor.
Kimse kimseyi doğrulamak durumunda değildir. Doğru söylüyorsa doğrulamakla görevlidir. İddia eden iddialarını ispat etmiş ise onu dinlemek zorundasınız. Yoksa hiç kimseyi tasdik etmek zorunda değiliz.
فَكَذَّبُوهُ
(Fa KaüÜaBUvHuv)
“Onu tekzib ettiler”
Onu yani Hazreti Nuh aleyhisselâmı tekzib ettiler.
Nesini tekzib ettiler?
Onun sözlerini tekzib etmediler, söylediklerini tekzib etmediler. Hayır, sen yalancısın dediler. Oysa onlar onu değil sözleri tekzib etmeli idiler.
Bugün de ne yapıyorlar?
“Adil Düzen”i anlatanları tekzib ediyorlar.
Oysa onlar söylenenleri tekzib etmelidirler, söyleyeni değil.
فَنَجَّيْنَاهُ
(Fa NacCaYNAvHu)
“Onu necata erdirdik”
Ben Allah’a tevekkül ettim ve ben müslimlerden olmakla emrolundum. Sonra “Fe” harfi getirilerek onu tekzib ettiler, ona sen yanlışsın veya yalancısın dediler, söyledikleri üzerinde durmadılar; söyleyeni kötüleyerek doğrunun gelmesini önlemeye çalıştılar. Tekzib ettikleri aslında Kur’an’dı ama Kur’an’ı açıkça tekzib edemedikleri için ona saldırdılar, Hz. Nuh aleyhisselama saldırdılar, sözlerini tekzib edeceklerine söyleyeni tekzib ettiler.
Söyleyen yalancı olabilir ama şimdi söylediği söz doğru olabilir.
Kişi çok iyi insan olabilir ama söyledikleri yanlış olabilir.
Onlar bugünkü insanlar gibi “Adil Düzen”in kendisi hakkında bir şey söyleyemediler ama söyleyenlere saldırdılar ve onları iktidardan uzaklaştırmak için uğraştılar.
“Onu tenciye ettik” diyor, “Onu necata erdirdik” diyor yani bir defa değil, tedrici bir şekilde kurtardık diyor.
Demek ki Hz. Nuh ve onunla beraber olanlara değişik zamanlarda saldırılar yaptılar ama ona bir şey yapamadılar yahut denizin karaları birkaç defa kaplaması anlamındadır.
وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ
(Va Man MaGaHUv Fıy elFuLKı)
“Fulkde onunla beraber olanları”
“Ellezîne Meahu” denmiyor, “Kim onunla beraber gemide idiyse” deniyor.
“Fulk” büyük gemidir, “sefine” küçük gemidir, “cariye” kayık seviyesindeki deniz aracıdır.
Hazreti Nuh’un gemisine binenler oldukça kalabalık kimseler olmalıdır.
Gemiye kimler bindiyse onlar kurtuldular.
“Adil Düzen”i benimseyip kooperatife ortak olanlar, çalışmada ve yaşamada anlaşan kimseler sosyal tufandan kurtulacak. Köy semtleri kendi kendilerine yeterli oldukları için oradakiler de kurtulacaklardır. Kentteki semtler ise köydeki semtlerden kardeş semt oluşturacaklar ve karşılıklı takas mağazaları oluşturacakları için kurtulacaklardır.
وَجَعَلْنَاهُمْ خَلَائِفَ
(Va CaGaLNAvHuM PaLAvEiFa)
“Ve onları halaif kıldık”
İlk uygarlığı Sümerler kurdular. Sonra Akadlar geldiler. Sonra tekrar Sümerler, sonra tekrar Akadlar geldiler. Ondan sonra Babilliler, sonra Asurlar ve Elamlar gelip oralarda uygarlıklarını sürdürdüler.
Sonra İslâmiyet’in geldiği dönemde burası Abbasilerin devlet merkezi oldu.
Şimdi Irak yeniden İslâm devleti olma yolunda adımlar atmak üzeredir.
“Adil Düzen”e göre oluşacak devlet yapılarında “barış” gelecektir.
وَأَغْرَقْنَا
(Va EaĞRaQNav)
“Ve gark ettik”
“Garraknâ” denmiyor da “Egraknâ deniyor, çünkü insan bir defa boğulur.
Demek ki kent bir defada gark oldu.
“Biz gark ettik” diyor.
Demek ki doğa kanunları ile gark etmiştir.
Nuh Tufanı’nın hakiki manada olduğu, tevil edilemeyeceği bellidir, gerçekten gark olunmuştur. Gark olanların hepsinin cehenneme gidecekleri anlamı da yoktur. İçtihatları sebebiyle gemiye binmeyenler gark oldular ama iyi insan oldukları için cennete gitmişlerdir.
Hazreti Nuh aleyhisselam kıssası uygarlaşmada karşılaşılan sorunları çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا
(elLaÜIyNa KaüÜaBUv BiEAvYAvTıNAv)
“Âyetlerimizi tekzib edenleri”
Daha önce onu tekzib ettiler demişti.
Burada onu değil ayetleri tekzib edenleri gark ettik denmektedir.
Onu tekzib ettiklerinden dolayı gark etmedik, Allah’ın âyetlerini tekzib ettiklerinden dolayı gark ettik diyor.
AK Partililer kötü değildir, bugünkü düzen kötüdür; bundan dolayı bu düzen istese de istemese de yıkılacaktır, çünkü Allah dünyayı zulüm üzerinde yürütmez.
Hazreti Nuh’u tekzib edenler onu tekzib etmediler, Allah’ın âyetlerini tekzib ettiler, asıl sorumlulukları da buradan gelmektedir.
فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ
(Fa EuNJuR KaYFa KAvNa)
“Nazar et, nasıl oldu?”
“Nazar etmek” demek görmek demektir.
Bize diyor ki; nazar et.
Biz nasıl göreceğiz?
Araştır, kazı yapı, tabletleri oku, tarihleri oku, git ve oraları gez, bıraktıklarına bak…
Kur’an nâzil olduğu zaman Ad ve Semud diyarının neresi olduğu dahi bilinmiyordu. Hattâ Tevrat’taki Sümer ve Akad kelimelerinin Semud ve Ad anlamında olduğu bilinmiyordu. Efsane kabul ediliyor, böyle yerlerin olmadığı sanılıyordu. Ancak yirminci yüzyılda ortaya çıkan tabletler sayesinde Tevrat ve İncil’in efsane değil tarih olduğu öğrenilmiştir.
İşte, Kur’an bizden bu araştırmaları yapmamızı istiyor.
Kazılarla kütüphaneler bulunmuştur. Çivi yazılarıyla yazılmış olan bu yazılar yaklaşık olarak okunmaktadır. Örnek olarak “melek” kelimesi yerine “tanrı” kelimesi olarak tercümeler yapılmaktadır. Bizim bu tabletleri okumamız ve orada Hazreti Nuh aleyhisselam zamanında neler olduğunu görmemiz gerekmektedir.
عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ (73)
GaQıBaTu eL MuNÜaRİyNa)
“Münzerlerin akıbeti.”
Bundan önce âyetlerde hep “qul, qul, qul” denmişti; bu “söyle, söyle, söyle” emirleri hepimizedir. Biz de şimdi bugünkü insanlığı inzar ediyoruz; gelmekte olan tufan seviyesindeki 16 tehlike ile insanlığı, Türkiye’yi, iktidarı ve muhalefeti uyarıyoruz.
-Çevre kirleniyor; toprak kirleniyor, hava kirleniyor, su kirleniyor, canlı kirleniyor...
-Mafyalar; uyuşturucu mafyası, iş mafyası, rüşvet mafyası, terör mafyası...
-Sağlık mafyası; zina, içki, evlenme zorluğu, sigorta...
-Ekonomide; faiz, karşılıksız para, işsizlik, tekel...
On altı “SOSYAL TUFAN” kaynağı göz göre, göre, göre gelmektedir.
Bunlardan sadece biri bile insanlığı yok eder.
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاءُوهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا بِهِ مِنْ قَبْلُ كَذَلِكَ نَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِ الْمُعْتَدِينَ(74)
(ÇümMa BaGaÇNAv MiN BaGDiHIy RuSuLen EiLAy QaVMiHiM Fa CAEUvHuM Bi eLBayYıNAvTı FaMAv KAvNUv LıYuEMıNUv BiMAv KaüÜABu BiHIy MıN QaBLu KaÜAvLiKa NaOBaGu GaLay QuLUvBi eLMuGTaDIyNa)
Sonra onun arkasından kavimlerine resuller ba’s ettik. Onlara beyyinatla ciet ettiler. Min kabl tekzib ettiklerinden dolayı iman eder olmadılar. Mu’tedilerin kalblerini biz böylece tab’ ederiz.”
Hazreti Âdem aleyhisselam nebidir. Hazreti Âdem’in de istifa edildiğini söylemektedir. Hazreti İdris’in nebi olduğu açıkça zikredilmektedir. Kur’an’da Hazreti Nuh’tan evvel gelen iki nebiden başkası zikredilmemektedir. O halde Hazreti Nuh ilk resuldür, ondan sonra da resuller gönderilmiştir.
İlk gelen resuller Mezopotamya resulleridir. Hud, Salih, Lut ve Şuayb Mezopotamya peygamberleridir. Kur’an’da adları geçmeyen peygamberler de vardır.
Hazreti Nuh’un gemisine binen kavimden bahsetmektedir. Bunlar ilk resullerdir. Hazreti Nuh’tan sonra iktidar değişmiş, hattâ resmi dil değişmiş ama Sümerce yazı kültürü ve dili aynı kalmıştır. Buradan öğreniyoruz ki Selçuklular, Osmanlılar, Türkiye’deki Türkler hep aynı kavimdirler. İktidarların değişmesi ile kavimler değişmiyor.
Mezopotamya’da iki dil kullanılmıştır. Ayrı ayrı kentler vardır. Sümerler Sümerce, Akadlar Arapça dil ile konuşuyorlardı. Bir de ortak yazı dilleri vardı, bu dil Sümerce yazısı ile yazılıyordu, Akadca diye başka bir yazı yoktu.
Demek ki bugünkü Türkiye’ye geldiğimiz zaman yazı tek olacaktır. Her ilin kendine has dili olacaktır. Bir dil hâkim olacaktır. Bu dil o ülkede bulunan illerin dilinden biri olabilir. Değişmesi için onda yedi ekseriyetle siteler hangi dili konuşuyorsa o dil resmi dil olur. Yani dilin değişmesi için oradaki sitelerin resmi dilleri %70’den fazlası olmalıdır. Eğer illerde çok dil konuşuluyorsa ancak illerden üçte birinin resmi dili o ülkeye aday olur. Meclisin onda yedisinin kabulü ile o dil resmi dil olur. Yazı bütün dillerde aynı olur.
Hazreti Nuh âyetler ile gelmiş, ondan sonra gelen resuller ise beyyinat ile gelmişlerdir.
Âyet; baktığınız zaman hemen doğruluğunu görürseniz bu âyettir.
Beyyinat ise; usule göre ispatlanmış fikirlerdir.
Hazreti Nuh zamanında müsbet ilimler yoktu. Hazreti Nuh sadece âyetleri göstermiştir. Hâlbuki ondan sonra Mezopotamya’da müsbet ilmi geliştirdiler. İspat yolları öğrenildi. Resuller artık sadece âyetlerle gelmediler, aynı zamanda ilmî delillerle geldiler. Onun için onlar için “beyyinat” diyor.
Onlar beyyineleri okuyup anlayacak seviyede oldukları halde yine inanmadılar.
Bugünkü uygarlık insanlığa Müslümanlar tarafından götürüldü. Batılılar kökünü inkâr ettiler. Müslümanlar verdiklerini sonra onlardan almışlardı; sevindiler, biz bulmuşuz dediler. Sonra Mısırlılardan aldıklarını itiraf ettiler.
Bugün artık herkes bilmektedir ki uygarlığı kuranlar Mezopotamyalılardır. Kur’an, ilk resulün Hz. Nuh olduğunu ve ondan sonra resuller geldiğini bildirmektedir. Yani Batı’nın son olarak kabullendiğini Kur’ân bu sûre ile ilan etmektedir. “Onun arkasından” demekle, bunu da “Sümme”den sonra getirmekle, daha önce resul yoktu demektedir.
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِ
(ÇümMa BaGaÇNAv MiN BaGDiHIy)
“Onun ba’dinde resuller ba’s ettik”
“Sümme” yani sonra Mezopotamya’da halk yeniden çoğalmış ve yeniden uygarlık doğmuştur. Buraya gelen göçlerle burası dolmuştur. Yeryüzüne uygarlık yeniden yayılmıştır.
Bin sene gibi kısa bir zamanda insan nüfusunun artması ve o kadar uygarlıklar kurulması mümkün değildir. Baraj tekniği sayesinde verimin çok çok artması nedeniyle insanlar oraya göç etmişlerdir.
İstanbul 1950’de bir milyon nüfusa sahipti, bugün 20 milyona yaklaşmıştır.
Demek ki göç nüfusu süratle artırmaktadır. ABD’ye yapılan göç de 500 sene sürmüş, yerli halk da asimile edilmiştir ama bugün Avrupa kadar kalabalık hâle gelememiştir.
“Sümme”den sonra “Ba’de” kullanması, daha önce yoktu demektir.
Bir durumdan başka bir duruma geçiliyorsa “Ba’de” kelimesi getirilir.
“Ondan sonra resuller ba’settik.”
Ba’s var, irsal var.
“Ba's” “Bahs” kelimesi ile akrabadır ki araştırma demektir.
Resulün irsalinden ve ba’sinden beyan edilmektedir.
Hz. Musa Peygamberden bahsedilirken iki yerde ba’sden, diğer çok yerde irsalden bahsedilmektedir. Bunlar arasındaki farkı çözemedim, siz araştırın ve görüşünüzü ekleyin.
رُسُلًا
(RuSuLen)
“Resuller”
Resuller irsal edilmiştir. Artık sadece uyarıcı, sadece tarikat şeyhi olarak nebilik yerine yönetici olarak resuller geldi. Bir toplulukta sosyal gruplar vardır. Biz bunlara “dayanışma ortaklıkları” diyoruz. Dayanışma ortaklıklarının sorumluları nebidir. Bir de her topluluğun bir başkanı vardır, bunlar da resuldür.
“Rusul”, “Resul”ün çoğuludur. Nebiler vahiy alırlar ve tabi olanlara tebliğ ederler, siyasi güç oluşturup topluluğu yönetmezler. Bir dönemde birkaç nebi bir arada olabilir ama bir toplulukta yalnız bir resul olur. Harun aleyhisselâm nebi idi, resule vezir olmuştu.
Kur’an’da en çok duracağımız husus nebinin ba'si, nebinin irsali, resulün ba'si ve resulün irsalidir; devlet yapısını bu sayede çözmüş oluruz.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda nebiyi dayanışma sorumluları olarak kabul ettik, resulü de başkan olarak yorumladık. Bunu yaparken de “irsal” ile “ba’s” arasındaki farkı gözetmedik. Bunlar arasındaki fark ile anayasanın birçok problemini çözmüş oluruz. Şimdi bizim arkadaşlar derler ki; ha, demek ki sizin anayasanız eksik! O halde onu bırakalım, sömürü sermayesinin sömürme anayasasında kalalım, derler! Fıkıhta bir söz vardır; hepsini yapamıyorum diye hepsi birden terk edilmez. Gücümüzün yettiğini yaparız. Sömürü anayasasının çözülmüş hiçbir meselesi yoktur, bizde de bir tane çözülmemiş olsun.
إِلَى قَوْمِهِمْ
(EiLAy QaVMiHiM)
“Onların kavmine”
Kuzeyden gelen Sümerler yerli Akadlar ile karışarak bir kavim oluşturdular ve ilk teknik uygarlığı bunlar kurdular.
Hukuki düzeni kurmadıkları için Allah Hazreti Nuh peygamberi göndermiş, tufan olmuş ama insanlar akıllanmamış, dalaletlerine devam etmişlerdir.
İstiklâl Savaşı’ndan önceki durum Nuh Tufanı’ndan beterdi ama sonra köprü geçilmişti, Tanrı’ya ihtiyaç kalmamıştı! İstiklâl Savaşı’nda dine dayanılmıştı ama bundan sonra savaş olmayacaktı, bundan dolayı artık dine de gerek yoktu!
فَجَاءُوهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ
(Fa CAEUvHuM Bi eLBayYıNAvTı)
“Onlar beyyinatla gelmiştir”
İlmî delillerle gelmişlerdi.
Mezopotamya’da cebir dâhil bütün müsbet ilimler gelişmişti. Müsbet ilmin metotları ile ispat yöntemleri oluşmuştu. Artık sorunlar müsbet ilimlerle çözülüyordu.
İşte, gelen resuller de sosyal sorunlarını müsbet ilimlerle çözüyorlardı, bunun için “beyyinat” denmektedir.
فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا
(FaMAv KAvNUv LıYuEMıNUv)
“İman eder olmadılar”
“Liyu’minû” emir gibidir yani iman etsinler demektir, iman eder olmalıdırlar.
Alınan emirleri yapar olmalıdırlar demektir.
بِمَا كَذَّبُوا بِهِ مِنْ قَبْلُ
(BiMAv KaüÜABuv BiHIy MıN QaBLu)
“Min kabl tekzib ettiklerinden dolayı”
İnsan ve topluluklar bir yanlış yaparlarsa artık o yanlıştan vazgeçmez, ısrarla o yanlışı sürdürürler. Topluluklar eski geleneklerinden vazgeçmezler, direnirler. Çünkü tüm çıkarlarını ona göre ayarlamışlardır.
Bugün Türkiye’de 300 senedir Batılılaşma içindeyiz. Kendi değerlerimizi yitirdik, Batı’nın değerlerini de alamadık. Devamlı çelişki içindeyiz.
Hazreti Nuh peygamberden sonra da böyle olmuştur.
Ne var ki bu çelişkiler yumağı bugünkü uygarlığı doğurmuştur.
Batı ile Doğu’nun sentezi sonunda “üçüncü binyıl uygarlığı” oluşacaktır.
كَذَلِكَ نَطْبَعُ
(KaÜAvLiKa NaOBaGu)
“Böylece tab’ ederiz”
“Tab’ etmek” damgalamak demektir, değişmez hâle getirmek demektir.
Yani onlar değişmezler demektir.
عَلَى قُلُوبِ الْمُعْتَدِينَ
(GaLay QuLUvBi eLMuGTaDIyNa)
“Mu’tedilerin kalblerini.”
“İ’tida eden” demek, başkalarının haklarına tecavüz eden demektir.
Bugün dünyayı varlıklı olanlar, güçlü olanlar sömürmektedirler. İşte onlar kendi sömürülerini yitirmemek için geleneklere devam ederler, peygamberler de onlarla cihada devam eder. Yeni uygarlık böyle doğar.
Biz şimdi insanlığı sömürü düzenine karşı hareket ettirmekteyiz. Silahla değil, hukukla bunu sağlıyoruz. Kooperatifleri kurun ve sömürüye karşı tedbirler alın diyoruz. Böylece “üçüncü binyıl uygarlığı” doğacaktır.