YUNUS SÛRESİ-5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
وَلَوْ يُعَجِّلُ اللَّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْ فَنَذَرُ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (11) وَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَائِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَنْ لَمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَسَّهُ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (12) وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ (13) ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ مِنْ بَعْدِهِمْ لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ (14)
***
وَلَوْ يُعَجِّلُ اللَّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْ فَنَذَرُ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (11)
(Va LaV YuGacCıLulLAHu LilNAvSı elŞarRa iSTiGCALaHuM Bi eL PaYRı La QuWıYa EiLaYHıM EaCaLuHuM Fa NaÜaRu elLaÜIyNa LAv YaRCuNAv LıQAvEaNAv FIy OuĞYAvNiHiM YaGMaHUvNa)
“Allah nâs için hayrı istical etmelerine şerri ta’cil etseydi onlara ecelleri kaza olunurdu. Likamızı reca etmeyenleri tuğyanlarında vezr ederiz de amh ederler.”
Bundan önceki iki âyette âhirette likayı reca edenlerle etmeyenleri ayırmıştı. Yani insanlar ikiye ayrılmıştır; öldükten sonra dirileceklerini bilen ve buna göre hazırlık yapanlar, öldükten sonra dirileceğini hesaba katmayanlar.
İki genç nişanlanır. Düğünleri için iki aile seferber olur. Hazırlık yapanlarla görüşürseniz, hep o hazırlık içindedirler. Yahut seçim olacak, bakarsınız halk her şeyi bırakmış, seçim hazırlığına girmiştir.
Âyetlerde âhirete iman edenler demiyor, âhireti reca etmeyenler yani beklemeyenler diyor. İkisi arasındaki fark şudur. Bilirsin ama onun gelip gelmemesi seni fazla ilgilendirmez.
Oysa âhireti reca edenler, evlenecek eşler gibi, seçime giren partiler gibi her işi bırakıp sadece ona yönelirler. Hayatlarını hep âhirette verecekleri hesabı düşünerek yaşarlar. Her hareketleri ve davranışları âhirette verecekleri hesaba göredir.
Diğerlerinin ise böyle dertleri yoktur. Belki günah işlemiyorlar, belki görevlerini yapıyorlar ama bu sadece geleneğin icabı ve dünya çıkarları için olmaktadır.
Onlar diyorlar ki; bize yaptığımız sevabın karşılığını bu dünyada bize ver, âhirette vereceklerini istemiyoruz. Bize bugün ücretimizi ver. Bizi ortak edip gelecekte daha çok pay vermeyi vaad etme.
Demek ki hayrı istical etmek, şimdi kazanmak, ilerisini ise düşünmemektir.
Allah’ın insandan istediği ise dün kazandıklarını bugün yemek, bugün kazandıklarını gelecekte yemektir. Selem sistemi budur.
Faizli sistemde tam tersi vardır. Gelecekte kazanacaklarını şimdi yemek, gelecekte de geleceğin geleceğini harcamaktır. Herkes alacaklı yaşıyor. Herkes borçlu yaşıyor.
İki sistem arasındaki fark budur.
Herkesin üretilmiş yahut babalarından devralınmış mallarda alacak hakları var. Onu bugün kullanıyor. Şimdi ürettiklerini de geleceğe saklıyor. “Adil Düzen” budur.
Bugünkü düzende ise insanlar borçlanıyor ve onu harcayarak yaşıyor, sonra kazanıp borcunu ödüyor.
İslâm düzeninde kişi ailesine ve yakınlarına borçlanıyor, topluluğa yük olmadan yaşıyor. Sonra da kazanarak ailesine olan borcunu ödüyor. Yetişkin çağda biriktirdiklerini yaşlılıkta tüketiyor.
Bu dünya hayatını böyle düzenlediği gibi, dünyada kazandıklarını dünyada harcamıyor. Dünyada kazandıklarının bir kısmı ile yaşıyor. Artanla yeni nesil yetiştiriyor ve âhirete gittiği zaman alacaklı gidiyor. Bankada biriktirdiği parasını orada çekiyor.
Onlar hayrın hemen olmasını isterler. Allah diyor ki: Biz de şerri hemen verseydik, günah işler işlemez cezalandırsaydık, o zaman helâk olup giderlerdi. Allah öyle yapmıyor, onlar şerri işledikleri halde hemen cezalandırmıyor.
Bunun hikmeti nedir?
Kötülüğü hemen cezalandırmazsanız, ona zaman tanırsanız, ileride tevbe edebilir, artık aceleyi değil müecceli istemeye başlar. Bunun için Allah hemen ceza vermiyor.
İkincisi de, onun yaptığı şer topluluk için hayırlı olur.
28 Şubat olmasaydı, AK Parti bugün iktidarda olamazdı.
Gezi Olayları olmasaydı, AK Parti’ye bir şey anlatmak mümkün olmazdı.
Bugün Kur’an’a inandıklarını söyleyenlere bir şey anlatamıyoruz. Onun için bürokratlar hâlâ günah işlemeye devam ediyorlar, yazarlar hâlâ günah işlemeye devam ediyorlar.
Âyette bazı hususlara dikkat etmemiz gerekmektedir.
a) Nâsın aleyhine şerri tacil etseydi denmesi gerekirken, nâsın lehine şerri tacil etseydi denmektedir.
b) “Lev” harfi ile getirilmiştir. Tacil etmez demektir. Mutlaka erteler demektir. O sebeple herkes zanneder ki Allah karışmıyor.
c) Hayrı tecil etmek yerine hayrı istical etmek demektedir Hayrı bedel olarak getirmiştir.
d) “Le Kudiye Lehum” veya “Aleyhim” denmesi gerektiği halde “İleyhim” denmiştir.
e) “Le Kudiye Aleyhimu’l-Emru” denmesi gerekirken, “Eceluhum” denmektedir.
f) Yukarıdaki âyetlerde “Ellezîne Lâ Yercûne Likaenâ” denmiş, burada tekrar etmiştir. Zamir getirseydi nâsa gidebilirdi.
Âyetteki kelimeleri tasnif edelim:
وَلَوْ لِ بِ ل فَ لَا فِي | إِلَيْهِمْ الَّذِينَ | للَّهُ | طُغْيَانِهِمْ اسْتِعْجَالَهُم لِقَاءَنَا أَجَلُهُمْالْخَيْرِالشَّرّ النَّاسِ | يَعْمَهُونَ يَرْجُونَنَذَرَُقُضِيَ يُعَجِّلُ |
8 | 2 | 1 | 7 | 5 |
Hayr Şer ile, Reca İstical ile, Tuğyan Amh ile, Vezr Tacil ile, Nâs Allah ile, Ecel Kad ile eşleşmiştir. Lika ise tek kalmıştır.
Burada “Amh” kelimesi üzerinde durmamız gerekir. “Amaha” çevreyi görmemedir. Bu gözlerdeki eksiklikten olursa “ama” olur. Çevrenin karanlık olması veya fazla aydınlanmış olmasından ileri gelirse “amh” olur. Çevreye bakmadan dolaşma da “amh” olabilir.
Hayr var, şer var. İstical var, vezr var. Kâinat yaratıldı. İnsan yaratıldı. Dünya geçici olarak yaratıldı. İki takım oluşturuldu, iyiler takımı ve kötüler takımı. Bunlar devamlı olarak oyun oynamaktadırlar. Kur’an bunların oyunlarını anlatmaktadır.
Hayrın oluşması için şerrin bekçilik yapması gerekir, yoksa hayır dikkatsiz olur ve kendisi şerre dönüşür. Şer gelir ve insanları uyarır, insanları hayra zorlar. Hayra gitmeyenlere mühlet verilir. Onlar hayrı rahatsız ederler. Yeneceklerini sanırlar. Oysa onların şerleri sayesinde hayır güçlenir.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmasaydı Cumhuriyet kurulmazdı. 28 Şubat olmasaydı AK Parti bugün iktidar olmazdı. İnkılâplar olmasaydı Adil Düzen üzerinde çalışmalar yapılmazdı.
Onlar hep galip geldik, hakkı yok ettik derken, bir bakmışsınız ki onlar yok olmuştur. Sermaye imparatorluğu sona ermektedir. Masonlar çökmektedir. Sosyalizm ve kapitalizm çekilip gitmektedir. Her yerde dindarlar gelmektedir. Gülen Cemaati bile sermayeyi düşündürmektedir. Papalık da onların korkulu rüyası olmuştur.
وَلَوْ يُعَجِّلُ اللَّهُ
(Va LaV YuGacCıLulLAHu)
“Ve Allah tacil etseydi”
Rabları onlara hidayet eder, âhireti reca etmeyenlerin me’vaları ise nârdır. Yani bu dünyada onlara ceza verilmez, cezaları ertelenir denmiş olur. Sonra da eğer bunların şerlerine verilecek cezaları Allah acele etseydi varlıklarını sürdüremezlerdi. FeBiZâlike Lem Yuaccil / bu sebeple isti’cal etmedi. Açıklayıcı cümle hazf olunmuştur.
Burada “Ve” harfi ile o cümlenin tersi açıklanmıştır.
“İn Ci’te Ükrimke, Feİn LemTeci’ Ükrimke Ev LaÜkrimke” cümlesi ile “Veİn LemTeci’ Ükrimke Ev LaÜkrimke” arasındaki fark şudur. Birincisinde, gelirsen ikram ederim, gelmezsen gelmediğin için ikram etmem veya affeder yine ederim manası çıkar ve in lem teci’ ikram edip etmememe gelmemenle alakalı değildir şeklindedir. Burada “ve” geldiğine göre reca edip etmesi sebebiyle değil, başka sebeple eğer tacil etseydi anlamındadır. Bu başka sebep onların varlıklarını sürdürmeleri, görevlerini yapmaları ve sonunda tevbe edip kurtulma ihtimalini ortaya koymak içindir. Bu sebeple tevbe eden günah işlememiş gibidir.
Böylece devamlı sorulan suale de cevap verilmiş olmaktadır. Şeytana isyan ettiği için lanet edilmiştir. Kıyamete kadar günah işlemeye devam etmektedir. Ama bir gün gelir tevbe ederse bütün günahları affedilecek ve o da meleklerle beraber olacaktır.
Günahkârların durumu da budur.
“Tacil etmek” derece derece yakınlaştırmak demektir, vaadi erkene almak demektir.
Burada “Rabları” yerine “Allah” kelimesi getirilmiştir. Çünkü tacil rab sıfatına muvafık değildir. Ceza erteleniyor ki onlar terbiye olsun. Gerçekleri görsünler ve hakka gelsinler. Gerçekleri görmeyecekleri kesinleşince dereceleri gitmiş olur, helak olur veya cezalarını çekerler.
لِلنَّاسِ
(LilNAvSı)
“Nâs için”
Burada tüm insanların acul olduğunu beyan ediyor.
Hemen istiyorum, kısa zamanda istiyorum. Öldükten sonra dirileceğimi biliyorum. Milyar yıl beklemeyi düşünmek bana sıkıntı vermektedir. Oysa bu bekleme benim için birkaç saatlik bir zaman olacaktır.
“Nâs” kelimesi kullanılmıştır. Genel kanunu ifade etmiştir. “Felev” gelmeyip “Velev” gelmesi de bu sebepledir.
“Lam” harfinin gelmesi lehlerine şerri istical etseydi manasındadır. Onların istedikleri olduğu için “Alâ” değil de “Li” gelmiştir.
الشَّرَّ
(elŞarRa)
“Şerri”
Şerri Allah tacil etseydi.
Şer nedir, hayır nedir?
Önce kişiler için şer ve hayır vardır.
Topluluk için, insanlık için hayır ve şer vardır.
Her ikisi için hayır, her ikisi için şer vardır.
Kişilerin hayrı, işledikleri suçun cezasını âhirette değil de bu dünyada görseydiler o zaman şerri işleyemezlerdi, cezalarını görüp yok olurlardı.
Topluluk için şer ise suç işlenmesine izin verilmeseydi anlamında olurdu. Yani insanlar isterler ki şer olmasın. Kimse kötülük yapmasın, kimseye kötülük gelmesin. Böyle bir dünyayı düşünürler. Allah isterse elbette böyle bir dünya yaratabilirdi ama o zaman bizim bir amelimiz ve irademiz olmazdı, biz birer robot makine olurduk. İnsanın bir tür tanrı imiş gibi kendi iradesiyle iş yapması, bundan dolayı mükâfat görmesi, bundan dolayı mücazat görmesi, insanın yüksek derecelere çıkmasına sebep olmaktadır. Bu sebepledir ki Allah insanlar için şerri istical etmiyor, kötülüklerine karşı hemen ceza vermiyor. Bunun başka bir manası da, Allah insanlara şerri kolay kolay yaptırmıyor.
اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ
(iSTiGCALaHuM Bi eL PaYRı)
“Hayrı istical etmelerine benzer”
Buradaki “istical” masdardır. Öyle bir tacil yapsalardı ki o tacil onların hayrı isticali gibi olsaydı.
“Darabtu darbe Ahmedin” desem, “Ben Ahmed’in vuruşu ile vurdum” olur, benim darbımı Ahmed’in darbına benzetmiş olurum. Ona “Ahmet’in darbı gibi” manasını verebiliriz. “Ke isticalihim bi’l-hayri” onların hayrı istical etmeleri gibi ben de şerri tacil etseydim manası çıkar. “Bi” harfi manası ile manalandırsak, onların hayır ile istical ettikleri gibi Allah da şerri tacil etseydi.
Tacil fiiline istical masdarı masdar olarak getirilmiştir. “Tacilüne isticalen” diyebiliriz. Manası şudur, acele ediyor ki acele olsun. Bir an önce görevini yapıyor ki bir an önce ücretini alsın.
“Acciltuhum isticalehum” dersem, istical etmeleri için ben tacil ettim.
Yani onlar hayrı istical etsinler diye ben şerri istical etseydim. Yahut onların şerri hayırla istical etmeleri için ben de onlara tacil etseydim yahut Allah etseydi.
İnsanlar vardır ki bir an önce amel ederler ki hayrı elde etsinler. Ama o acelecilik onlara şer olur. Herkes yapacağını yapacak ve bekleyecek. İşler kendiliğinden oluşacak, sonucu acele etmek hayrı şerre çevirir. Vakti gelmeden devşirilen meyve işe yaramaz. Bu sebepledir ki meyveyi zamanında yiyiniz deniyor.
لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ
(La QuWıYa EiLaYHıM)
“Onlara kaza olunurdu”
“LeKudiyehum” denmesi gerekirken, “kendilerine kaza olunurdu” denmiştir. İş kaza olunmazdı, zaman onlara yaklaştırılırdı, sonra olacaklar önce olurdu. Onlar olmadan olurdu. Kendileri bir şey yapmamış olurlardı. Zaman kendileri üzerinde kapanır, doğmamış, yaşamamış olurlardı.
أَجَلُهُمْ
(EaCaLuHuM)
“Ecelleri”
Bir film seyredersiniz. Olaylar cereyan eder, siz de tecessüsle takip edersiniz.
Filmi çok yavaş çevirebilirsiniz. Bu sefer zihniniz ortalıkta bekler, boşluklar içinde kalır, sıkıntı basar. Filmi daha çabuk çevirseniz olayları takip edemezsiniz, zihniniz bir şey anlayamaz. İki saat içinde oynanacak filmi siz iki dakikaya indirebilirsiniz ama o zaman hiçbir şeyi seyretmemiş olursunuz.
Bunun gibi, eğer sizin geleceğiniz de süratlendirilirse siz yaşamadan oraya ulaşırsınız yahut zaman size ulaşır. Hayat bir filimdir. Biz o filmi yaşıyoruz. Bugün Schrödinger’in çözdüğü denklemlerle ispat edilmiştir ki zaman kuantumlardan oluşur, film kareleri gibidir. Daha süratli çevirdiğiniz zaman kısalır, daha yavaş çevirdiğiniz zaman uzar. İşte burada işaret edilen bu zamanın izafiliği ve tecil edilmesinin Allah için mümkün olmasıdır.
Zamanın kısalıp uzayacağı Kur’an’da birkaç âyette açıkça ifade edilmiştir. Kelamcılarla filozoflar arasında bu mesele sürekli tartışma konusu olmuştur. Sonunda Albert Einstein zamanında açıklanan izafiyet nazariyesi ile kesinlik kazanmıştır.
Biz ışığın geldiği istikamette gitsek de aksi istikamette gitsek de hız değişmiyor.
(C+V) * T1 = T2 * C
(C -V) * T1 = T2 * C oluyor.
Taraf tarafa çarpar C’ye bölersek T1= T2/((1-(V/C)^2)^0.5
Bu formülde hız arttıkça zaman uzamaktadır, ışık hızına varınca sonsuz olmaktadır.
Yahut T2 = T1 * /((1-(V/C)^2)^0.5 şeklinde yazılırsa zaman bize yaklaşmaktadır.
Ecel bize yaklaşmaktadır.
Buradaki ila ancak izafiyet nazariyesi ile anlaşılır.
فَنَذَرُ
(Fa NaÜaRu)
“Biz bırakıyoruz”
Buradaki “Fa” harfi yukarıda açıklananların sonucunu bildirmektedir. Buna fa-i ta’liliye denmektedir. Bu sebeple yani tacil etmek için biz onları kendi tuğyanlarında bırakıyoruz. Onlar karanlıklarda veya sisler arasında el yordamı ile dolaşıp duruyorlar.
Yukarıda söylediğimiz gibi, onların da görevleri vardır. Onlar olmazsa müminler gevşeyecek ve onlar da onlar gibi olacaklardır. Biz aşı yaparız, vücuda mikropları salarız ki vücut uyansın, hazırlıklı olsun, güçlü mikroplar birden onu yakalayıp da hasta etmesin. Sonuçta diri kalsın. Onların görevi odur.
الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا
(elLaÜIyNa LAv YaRCuNAv LıQAvEaNAv)
“Likamızı reca etmeyenler”
Bu kelimenin aynı lika ile tekrarı bu tür insanların bir sınıf olduğunu açıklar. Yani insanların bir kısmı vardır ki âhireti reca etmiyorlar. Bir kısmı ise âhiret için çaba göstermektedirler. Allah o reca etmeyenleri de bırakarak müminlerin uyanık kalmalarını sağlamaktadır yahut gerçek mümin olmayanlar onlar sayesinde ayıklanmaktadırlar.
فِي طُغْيَانِهِمْ
(FIy OuĞYAvNIHıM)
“Tuğyanları içinde”
“Tuğyan etmek” kazanın taşması demektir. Yerinde sığmayıp başkalarının haklarına tecavüz etme tuğyandır. “Kendi tuğyanları içinde” denmektedir, sonunda ve sonuç olarak onlar kendi tuğyanları içindedirler.
Bazı Millî Görüşçüler ve Risale cemaatleri bizim şeriat yolumuzu beğenmediler.
Biz, önce küçük bir kooperatif kuralım, bu kooperatifte kendimizi tezkiye edelim, ondan sonra başkalarını davet ederiz, insanlar katılırlarsa makroda inkılâp yaparız dedik.
Onlar ise cari sistemde iktidar olacaklar ve ondan sonra hak yolunu tesis edeceklerdi...
Şimdi ne oldular?
Birbirlerini yiyorlar, kendi tuğyanları içinde amh ediyorlar. Birileri hırsızlıklarını yakalayacak, iktidarı ellerinden alacaktı. Şimdi bunlar dershaneleri kapatacaklar ve onların imkânlarını ellerinden alacaklar. Onlar kendi aralarında körebe oynuyorlar. Bize yararları vardır; bu sayede insanlık öğreniyor ki mevcut zalim düzende iyi insanlar iyilik değil kötülük yapıyorlar, böylece insanlar “Adil Düzen” çağrılarına ister istemez kulak vereceklerdir.
يَعْمَهُونَ (11)
(YaGMAHUvNa)
“Amh ediyorlar.”
Bu ülkede sürekli olarak trilyonları götürenler bakan çocukları değildir, yolsuzluk yapanlar bakan çocukları değildir. Başkaları milyarları bir gecede alıp götürüyor, suçlu olarak da bakan çocuklarını gösteriyor, onlar ise güya memlekete hizmet ediyor. Sen külahıma anlat. Asıl suçluya dokunmak şöyle dursun, onları ağzına bile alamıyorsun. Onun talimatı ile devletini yıkıyorsun. İşte bu amhdır.
Diğer taraftan AK Parti de asıl suçlu olan Taraf gazetesine, Samanyolu’na, Zaman’a dokunamıyor da Amerika’daki zavallı bir Tanrı kuluna saldırıyor, koskoca devlet olarak baş edemediklerini onun bertaraf etmesini istiyorlar. Medreseleri, mektepleri kapatıyorlar. Birlikte körebe oynuyorlar. Sen Azerbaycan’daki okullara ne uzanıyorsun? Kendi ülkendeki suçluları bul ve cezalandır. Sıraların, kitapların, binaların ne günahları vardır?
İşte amh olanlar bunlardır, şaşkın olanlar bunlardır.
Allah bunlara izin veriyor, onlar da körebe oynuyorlar, tuğyan ediyorlar...
Neden izin veriyor?
Bu arada bizim ders alıp hazırlanmamız için izin veriyor.
وَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَائِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَنْ لَمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَسَّهُ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (12)
(Va EiÜAv MasSa elEiNSANa elWurRu DaGAvNAv Li CaNBiHIy Eav QAGıDan EaV QAvEMan FaLamMAv KaŞaFNAv GaNHUv WurRaHUv MarRA KJaEaN LaM YaDGuNAv ElLa WurRın MasSaHUv KaÜAvLiKa ZuyYıNa LiLMuSRiFIyNa MAv KAvNUv YaQMaLUvNa)
“İnsana bir durr mess ettiğinde cenbinde kaiden veya kaimen bize dua eder. Ondan durrunu keşf ettiğimizde kendisine mess eden durru üzerine bize hiç dua etmemiş gibi murur eder. Müsriflere amelleri böylece tezyin edildi.”
“İnsan” dediği zaman topluluk değil de kişi anlaşılmaktadır.
Şu âyetler vardır.
الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ
“Onlar Allah’ı kıyamen ve kuuden ve cenbleri üzerinde zikrederler.”
فَاذْكُرُوا اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ
“Allah’ı kıyamen ve kuuden ve cenbiniz üzerine zikrediniz.”
Bunların ikisi mü’minlerin Allah’ı zikretmeleri şeklindedir.
Bu âyette ise insandan bahsedilmektedir.
Müminlerin zikri “ve” ile getirilmiştir. İnsanın duası “ev” ile getirilmiştir. Müminlerin zikri bir namazında, bir yerde, değişik zamanlarda yapılan zikirdir. Yer birliği onların birliğini sağlar. Namazda hem ayakta, hem kuudda, hem de cenbde iken zikredilecektir. Hepsinin birden yapılması gerekir. Onun için “ve” harfi ile getirilmiştir. Namazdaki cenbi secde olarak anlıyoruz. Rükû ve kıyamı da kıyamen anlıyoruz. Tahiyyat ile ilgili Kur’an’da başka âyet yoktur. Secde âyetiyle beraber düşündüğümüzde cenbin secde olması gerekir.
Burada ise sıkıntıya giren kimse ayakta olabilir, oturmuş olabilir, yatmış olabilir. Her zaman dua eder. Bu bakımdan “ev/veya” gelmiştir. “Ve” gelseydi hepsinin bir varlık içinde yapılması gerekirdi. İşte, Kur’an bu kadar beliğ bir kitaptır.
Bizim bir kuralımız vardır. Kur’an’da eğer ahsen bir hareket emrediliyorsa, bunu namazda yapın demektir diyoruz ve onu namaz içinde bir yere yerleştiriyoruz. Bu âyetler bizim bu istihsanımızı tansîs etmektedir.
Hastalığın iyileştirilmesine Kur’an “şifa” demektedir. Durrun kaldırılmasına da “keşf” denmektedir. Durru kendisinden kaldırdığımızda diyor. “Durr” bez gibi insanın üzerini kapatan bir şey kabul edilmiş. Onun keşfi demek onun kaldırılması demektir. “İnsan” cins isimdir. Topluluk yerine kişi esas alınmaktadır. Her insan Tanrı’ya, bir kaim güce inanır. Normal zamanlarda hatırlamaz ama sıkıntıya girdiği ve artık başka kurtuluşu kalmadığı zaman, işte o zaman dua etmeye başlar. Keşfedilince dua ettiğini unutur ve yine bildiğini okumaya başlar.
Stalin gibi, Lenin gibi, Marks gibi kimseler Tanrı’ya saldırmamışlardır. Jan Jak Russo (Jean-Jacques Rousseau) dine en çok saldıran bir münkirdir. Yine de şöyle demiştir; “Ben Tanrı’ya inansaydım Müslümanların Tanrı’sına inanırdım.” Demek ki O’na inanmaktadır ama küfründen dolayı iman etmemektedir.
Biz her zaman Allah’a dua etmekteyiz. Bir gün musibete uğradığımız zaman da cezamızı çektiğimizin bilinci içinde yahut derecemizin yükselmesi için bunun Allah’ın bir ihsanı olduğunu kabul eder, kadere boyun eğeriz. Günahımızın ne olduğunu düşünür, iyileşirsek onu yapmamaya çalışırız.
Evet, müminler dua etmez, zikreder, günde beş vakitte en az yirmi defa zikreder.
Zenbleri müsriflere tezyin edilmiştir.
İnsan herkesi hatalı ve kötü görür, kendisini hatasız ve en iyi görür. Oysa her insan hatalar içindedir, farkında olmadan kötülük yapmaktadır. İnsan bunu bilmeli ve daima kendisini diğer insanlarla eşit görmelidir. Hataları olduğunu kabul etmeli ve insan kendisi üzerinde durmalıdır. Kimse başkalarının iyiliğinden veya kötülüğünden sorumlu değildir. Daima amellerinin amel-i salih olup olmadığını kontrol etmelidir.
وَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ
(Va EiÜAv MasSa elEiNSANa)
“Ve insana mess ettiği zaman”
Topluluğa bir sıkıntı geldiği zaman insanlar birbirlerini suçlarlar ve birbirlerinden yardım istemeye başlarlar. Ama kişinin kendisine bir zarar geldiği, topluluğun ona yardım edeceğini anladığı zaman ise bu sefer kendisini var edene inanır ve O’na dua etmeye yönelir.
Bundan önceki âyette toplulukla ilgili hükümler koydu. İstical ederler. Durmadan sual ederler. Ortak olurlar, bizim paramız ne oldu derler, ortaklık ne oldu derler. Hani Allah’ın cezası ne oldu derler. Bu tamamen birbirlerine bakarak söyledikleridir. Topluluk içinde oluşan bir olaydır. Başka toplulukta başka şeyler oluşur.
Yani insanların iki kişiliği vardır. Biri şahsen kendi biyolojik kişiliğidir. İnsan onu korumaktadır. Bir de topluluğa ait kişiliği vardır. O da bulunduğu topluluk içinde karşılıklı etkileşimlerle doğar. İkisinin değiştirme şekli farklıdır, sosyal kişilik ancak hicretle değişir. Biyolojik veya psikolojik kişilik ise özel eğitimle veya kişinin kendi gayreti ile değişir.
Burada “esabe” demeyip “messe” demiş olması, zarar küçük de olsa ona dayanmaz, onun defi için topluluktan ayrılarak âlemlerin rabbine dua eder.
الضُّرُّ
(elWurRu)
“Zarar”
“Darir” kataraktlı kördür. Bedeni acı duymaz ama imkânları kullanamaz olur. Dolayısıyla zarar gören hem bedeni hem de malı olabilir. Bir kimsenin kendi malı olsa bile ulaşamaması hâli zarardır. Türkçede kullanılan zarar hüsrandır. Burada “durr” marife gelmiştir, belli bir zarardır, bilinen zarardır. Bu zararın ne olduğu ise yere ve zamana göre değişecektir.
Benim için zarar olan başkası için yarar olabilir. Bir emniyet müdürünü kaymakam yapsanız yarardır. Ama bir valiyi kaymakam yaparsanız zarardır. Yahut belli sınırın üstünde bir zarar olur. Büyük zarar anlamındadır. Sıradan bir zarar değildir. Biz bu zararı şöyle tarif ediyoruz. O zararı kendisinin veya topluluğun def edemeyeceğine kanaat getirdiği zarar, acziyetini kavradığı zamanki zarardır.
Her insan Tanrı’ya inanmaktadır ve her insan sonunda O’na iltica eder diyor âyet. Bu olay sosyal olay olmadığı için benim bilmem veya sizin bilmeniz zordur. Çünkü biz zaten her zaman Allah’a dua ediyoruz.
Burada bir taraftan mess, diğer taraftan büyük zarar olarak marife getirmesini şöyle izah edebiliriz. Öyle olaylar vardır ki henüz olmamıştır. Temas etmiş, gelmek üzeredir. Henüz kendisi onu tanımamaktadır ama artık geldiğini görmektedir. Bunun için mess denmektedir. İsabet ettikten sonra artık dua edilecek bir şey kalmaz. Gelmek üzere olan ama henüz gelmemiş bir durumu “mess” kelimesi ile ifade etmektedir.
دَعَانَا لِجَنْبِهِ
(DaGAvNAv Li CaNBiHIy)
“Cenbi için bize dua eder”
Şoför arabasını arka arkaya sürerken, arkadaki kişi ona ellerini kaldırıp ‘gel, gel’ der.
Mısır şekil yazısında dua böyle el işareti ile gösterilir.
Herhangi bir işe çağırmak duadır.
Bir şeyi talep etmek davettir.
Türkçe tersine kullanıyoruz. ‘Bize dua eder’ denmektedir. ‘Allah’a dua eder’ denmektedir. Oysa müminler Allah’ı zikrederler. İnsanlar bu duayı yaparken Tanrı’ya dua ederler ama O’ndan maddi imkânlar istemek için dua ederler; derin çaba gösterirler demektir. Normal zamanda akla gelmeyen fikirler akıllarına gelir ve kurtulurlar yahut normal zamanında onlarla iş yapmayanlar o zaman yaparlar.
Bir örnek verelim. Yetkili ve inandığınız ağızdan naklediyoruz.
Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya, dışarıdan aldığı talimatla AK Parti’nin kapanması için dava açtı. Mahkemeler aldıkları talimata uyarak ve kanun nizam dinlemeyerek kapatma kararını aldılar. Saat 10.00 da toplandılar. Kapatmaya karar verdiler. Hattâ karar metnini hazırladılar. Anayasa ekseriyeti ile iktidarda olan parti kapatılıyordu! Genelkurmay’da komutanlar toplandılar; gizli kamera ile Anayasa Mahkemesi’ni takip ediyorlardı. Baskın yaptılar ve kapattırmadılar. Böylece AK Parti kurtuldu. Oysa AK Parti ümidini kesmiş, kurbanlık koyun gibi teslim olmuştu. Ama ondan sonra bu durumunu unuttu ve kendisini kurtaran o askerleri birilerinin hapishanelere koymalarına ses çıkarmadı!
Burada “Li Cenbihi” diyor. Oysa müminler için “Alâ Cunubihim” diyor. “Alâ” hâl için kullanılır. “Li”nin hâl manası mecazidir.
Neden “Li” denmiştir?
Bunlar cenblerini kurtarmak için dua ederler. Gayeleri cenbleridir.
Oysa müminler cenblerini kullanarak zikrederler. Müminler Allah’ın verdiği görevi yerine getirerek âhirette derece almaları için zikrederler.
Oysa kişiler o anın o andaki bedenlere olan zararlarını def etmek için dua ederler.
أَوْ قَاعِدًا
(Eav QAGıDan)
“Yahut kaid olarak”
Müminlerde “Ve Kuuden” dendiği halde, burada “Ev Kaiden” denmiştir. Çünkü bunlar her durumda dua ederler ama oturma veya ayakta ancak ayrı ayrı olabilir. Bu sebeple “Ev” getirilmiştir. Duaları genel kurtulma duaları değildir. O anda sorunun çözülmesi onlara yeter.
Askerler AK Parti’nin kapatılmasını önlediler ya; artık işleri bitmiştir! Bundan sonra kendi kabiliyetleri, kendi güçleri yapabileceklerini yapmaya yeterlidir!
Oysa bir şey başınıza geldiği zaman bunun sebebini bilmek gerekir. Anayasada bazı maddeleri değiştirdiler de Siyasi Partiler Kanunu’ndaki maddeyi yani parti kapatma maddesini hâlâ değiştirmediler.
أَوْ قَائِمًا
(EaV QAvEMan)
“Veya kaim iken”
Yani her durumda dua etmeye başlarlar, işleri çare aramaktan ibaret olur.
Gezi Parkı (İstanbul-Taksim) olaylarında da böyle olmuştur. Bakan oğullarında da böyle olmuştur. Tayyip Erdoğan oğlunu vermediği zaman polise teslim etmemişlerdir. Onu teslim etmeyen de paralel polislerdi. Onu değil savcıyı dinleselerdi, savcı başbakan için de tutuklama kararı çıkarır ve düzen değişirdi. Öyle yapmadılar.
Sonra ne oldu?
Paralel polis diye onlar görevlerinden edildiler.
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ
(FaLamMAv KaŞaFNAv GaNHu WurRaHu)
“Durru ondan keşfettiğimizde”
Evet, kişi sıkıştığında Hızır yetişir, beklenmedik destek gelir, Allah onu keşfeder.
İstiklâl Savaşı öncesinde biz Türkiye’yi kaybettik, Sevr’i imzaladık ama duaya devam ettik. Ne oldu? Allah Yahudilerin aklına bir şey ilham etti. Türkiye Hıristiyan olursa sonra biz kuracağımız İsrail imparatorluğuna Anadolu’yu katamayız. Bundan dolayı Hıristiyanlar tehcir edilecek, Türkiye’deki Türkler dinsizleştirilecek, böylece Anadolu’da Hıristiyan kalmayacak. Bu gerekçeyle bu sefer Yahudiler İstiklâl Savaşı’nda ve Lozan’da bizim yanımızda oldular. İnsanlar bunun farkına bile varmadılar. Türkiye’yi Mustafa Kemal kurtardı diye ona tapmaya başladılar. Şunu sormadılar: Mustafa Kemal böyle Türkiye’yi kurtaracak güçlü bir adam idiyse, neden Selanik’ten başlamadı da Erzurum’dan başladı?
Allah durru nasıl keşfeder?
a) İnsanın aklına kurtuluş yollarını ilham eder.
b) Başkalarına ona yardım etmesini ilham eder.
c) Saldıranları birbirine düşürür, saldırıdan vazgeçerler. Bugün ABD Yahudileri birbirlerine düşmüştür, patron ve banker Yahudiler kavga ediyor, biz rahat ediyoruz.
d) Saldıranlara öyle hata yaptırır ki biz kurtuluruz. Nitekim İstiklâl Savaşı’ndan önce Rum ve Ermeniler Müslümanları camilere doldurup yakmaya başladılar. Türk milleti bunun üzerine uyandı ve Kuva-yı Milliye’yi kurdu. Bekleseydiler, Sevr oturduktan sonra katliama girişseydiler, bizim galip gelmemiz imkânsız olurdu.
مَرَّ
(MarRa)
“Murur eder”
Artık o olaylar olmamış, Allah onlara yardım etmemiş, dualarını kabul etmemiş gibi dolaşmaya başlar.
Nitekim İstiklâl Savaşı’ndan sonra İstiklâl Savaşı’nı kazanan komutanlar ve orgeneraller asılmak üzere muhakeme edildiler, Mareşal Fevzi Çakmak’ın müdahalesi ile kurtuldular. Mareşal’e ve İnönü’ye o ilhamı veren de Allah idi.
كَأَنْ لَمْ يَدْعُنَا
(KaEaN LaM YaDGuNAv)
“Sanki bize hiç dua etmemiş gibi”
Mustafa Kemal İstiklâl Savaşı’nda tüm camilerde hep dua ettirmiştir. Halk da bu duaya dayanarak onu başkomutan yapmıştır. İstiklâl Savaşı’nı böyle kazanmıştır. Sonra İslâmiyet’i gerici ilan etmiş ve ona karşı cephe almıştır!
İnsanın yaratılışı böyledir, böyle yapar.
Bunları söylediğimizde ve yazdığımızda bunları yapanlara düşmanlık yapmak veya onları tenkit etmek için yazmıyoruz. Bunların hepsi takdir-i İlâhi ile olmuştur.
Mustafa Kemal ne yapmışsa Recep Tayyip Erdoğan da onları yapmıştır.
Bizim görevimiz bunları bilmek ve kendimizi düzeltmektir.
إِلَى ضُرٍّ مَسَّهُ
(EiLa WurRın MaSaHu)
“Ona messeden durra çağırmamış gibi”
Burada “İlâ” kelimesi gelmiştir. İnsan dua ederken başına gelene çağırır, onu görmesini ve ondan kurtulmasını ister. Genel kurtuluşu ve sistemin düzelmesini istemez.
Oysa peygamberlere öyle dava gelmemiştir ki peygamber onu çözerken bir kurala dayatmasın. Belki o kuralı o zaman koyuyordu ama artık o kurala ölümüne kadar uyuyordu. Yani müminler hiçbir sorunun özel olarak kendileri için çözülmesini istemezler. Öyle kural getirilsin ki ben ve benim gibi mağdur olanlar o zulme uğramasın, onların durru gitsin.
Oysa insan kendi sorununu o anda çözsün de ilerisi kolaydır, başkası zaten onu ilgilendirmiyor.
İşte, Kur’an’ın mucizeliği buradadır. Bir “İlâ” harfi ile koskoca bir hayat anlayışını özetler. “Messehu” diyerek daima çözümlerin mevzii olduğunu ifade ediyor.
Bizim çözümlerde kabul ettiğimiz ilkeler vardır:
a) Çözüm genel olacak, herkes için çözüm olacak.
b) Çözüm sürekli olacak, her zaman çözüm olacak.
c) Çözüm zati olacak, kendi sorunlarımızı kendimiz çözmeliyiz.
d) Çözüm ilmî olacak, denenecek, yanlış varsa düzeltilecek ve uygulanacak.
Buradaki “İlâ” ve “Messehu” ifadeleri bizim ilk iki kuralımızı teyit ediyor.
كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ
(KaÜAvLiKa ZuyYıNa LiLMuSRiFIyNa)
“Müsriflere böylece tezyin edildi”
İnsan kişiliğini koruyarak topluluk içinde yaşar. Kişi kendi çıkarına çalışır, ama sonunda kendi çıkarı ile topluluğun çıkarı paralel olduğu için topluluk oluşur.
“Böylece” diyerek işte bu kanunu ifade ediyor ve insandan bahsettikten sonra oluşan topluluklardan söz etmektedir.
Bunlar müsriflerdir.
“Tebzir” malda olan gereksiz harcamadır.
“İsraf” ise hem malda hem de zamanda olan israftır.
“Surfe” kuşların veya böceklerin kendilerine yuva yaparken topladıkları malzemeden artan kısımlara denir. Yerlere dökülür. Sanayi artıkları surfedir. Bu suretle çevre kirliliği oluşmaktadır. Doğada artıp çevreyi bozan veya kirleten bir şey yoktur. Canlılar öyle yaratılmıştır ki mallar döngü içine girer ve çevreyi kirletmez. Çevre kirliliği insanların israfından doğmuştur. Sanayici ürettiğini alır, o para ettiği için satar, para etmeyenleri de sokağa atar. Bu israftır.
Öyle düzen kurmalıyız ki eşyada geri dönüş olmalıdır.
Enerjide geri dönüş olmaz. Enerji ışıktan ısıya dönüşür ve öyle kalır. Yapraklar dökülür ama sonra havada CO2 olur, toprakta gübre olur.
Müsriflere amelleri tezyin edilmiştir. İnsanlar gününü kurtarmakla uğraşmakta, genel olarak ilerde veya başka yerlerde doğan şartları düşünmemektedirler. Kişideki bu bencillik psikolojisi toplulukta yer almaktadır.
Şeriat israfsız bir düzenin kurulmasını istemiştir. Benim yaptıklarım başkalarına zarar vermemelidir, çevreyi kirletmemelidir. Allah kâinatta hiçbir şeyi gereksiz yaratmadığı gibi hiçbir kirlilik yapan yığıntıya da sebep olmaz. Bu işi israfçılar yaparlar. Allah onlara izin vermiştir. Bu sebeple “züyyine” denmektedir. Yani onları da Allah yarattı, onlara da görevlerini Allah verdi. Düzende onlara da ihtiyaç vardır. Siz onlara düşman olmayın, onları ortadan kaldırmaya çalışmayın. Size zarar olur.
Termometre motorun ısınıp ısınmadığını gösterir, alarm görevi yapar. Bu durumda arabayı durdurur suyunu tamamlarsınız. Siz arabaya su koyacağınıza termometreyi koparırsanız motorunuz yanar.
Müsriflerin görevi termometre görevini görmedir. Su ısındığı zaman devreye girer, acı çektirerek size suyunuzu koymanızı hatırlatırlar.
Onlar için tevbe kapısı açıktır. Tevbe ederlerse eski yaptıklarından sorulmayacaklardır. Bundan dolayı sevap bile alırlar. Sigara içmeyen kimse sigara içmediği için sevap alamaz ama sigarayı bırakan sevap alır. Yani yalnız sigaranın günahları af olmaz, sigara kullandığı için alışmamış olan kimseden daha fazla sevaba erer.
مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(MAv KAvNUv YaQMaLUvNa)
“Amel ettikleri”
Amel ettikleri şeyler onlara tezyin edildi.
İnsanlar daima kendilerinin yaptıklarının en iyi olduğunu sanırlar. İyiler zaten iyi iş yaptıkları için öyle görürler. Kötülere de kötülüklerinden dolayı kötü işler iyi görünür. Böylece görevlerini yapmış olurlar.
Burada “Mâ Amilû” denmemiş de “Mâ Kânû Ya’melunê” denmiştir. Yaptıkları ve yapacakları şeyler tezyin edilmiştir.
Bizim de çok dikkatli olmamız gerekir. Yaptığımız gerçekten salih amel midir, yoksa bize tezyin mi edilmektedir? Onun tek ayıracı Kur’an’a dayalı fıkıhtır.
وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ
(Va LaQaD EaHLaKNAv elQRUvNa Min QaBLiKuM LamMAv JaLaMUv Va CAvEaTHuM RuSUvLuHuM Bi eLBayYıNAvTı Va MAv KAvNUv Li YuEMiNUv KaÜAvLiKa NuCZIy eLQaVMa eLMuCRiMIyNa)
“Sizden önce karnları/nesilleri helâk ettik. Zulüm etmişlerdi. Onlara resulleri beyyinelerle gelmişti. Onlar inanmamışlardı. Mücrim olan kavmi böylece cezalandırırız.”
Sûre Kâinatın yaratılışından başladı. İnsana geldi. İnsandaki iyilerle kötüleri anlatmış ve kötülerin görevleri anlatılmıştır. İyilerle kötüler arasında kurulan denge ile insanlık ilerlemeye ve gelişmeye devam etmektedir. Oyunun kuralları eşit şartlarda oynanır. Böylece iyiler kendi zaferlerini kendi çabaları ile sağlarlar. Kötüler zamanla görevlerini doldurur ve artık gereksiz olurlar. İşte o zaman da Allah onları helâk ederek iyilere yol açar.
III. binyıla yaklaşırken iyiler çok bozulmuşlar, yaşlılıktan doğan eksiklikler sebebiyle yaşamalarına gerek kalmamıştı. Eskiden insanlık henüz uygarlığa ulaşmamıştı, motoru, elektriği, telefonu ve bilgisayarı bilmiyordu. Bugün yepyeni bir dünya oluşmuştur. İnsanlık “tarım dönemi hukuku” ile gününü sürdürmek istiyordu. Tanrı anlayışları ve inanışları da rasyonel değildi. Yeni uygarlığın gelmesi gerekiyordu. Allah sosyalizm ve kapitalizm gibi düzenleri çıkardı ve onlara bâtıl düşünceleri ve inanışları yıktırdı.
Demek ki tutuculukta ısrar eden topluluklar helâk olurlar. Adil düzen yerine zalim düzen gelir ve zalim düzen bozuk düzeni kaldırır. Sonra resuller gelir ve onlar hak düzenini gösterirler. Halk iman etmez. Bu sefer de o düzen helâk olur. Burada anlatılan budur.
Kapitalizm ve sosyalizm zulüm düzenlerinden sonra “Adil Düzen” gelmektedir. 1960’larda ortaya çıkan bu düzen girdiği mücadelelerde hep zaferle savaşı kazanmıştır. Ne var ki küçük savaş kazanıldı, Bedir kazanıldı ama büyük savaş olan nefisle savaş henüz kazanılmadı. İnsanlar nefes alınca tekrar eski tutuculuklarına devam etmektedirler. Bin sene önceki tarım dönemi sorunlarını çözen fıkhı bugüne dayatmaktadırlar. Daha önce denememiş gibi tekrar eski gafletleri içine dönmüşlerdir. İşte şimdi helâk olma zamanları yaklaşmıştır.
Gelin, faizi ve zinayı meşru gören Batı’nın bataklığından ve AB taklitçiliğinden kendinizi kurtarın; gelin bin sene önceki tarım hukukundan vazgeçin; gelin kendimiz Kur’an’a dayanarak bugünün sorunlarını yani sanayi döneminin sorunlarını çözelim diyoruz.
Yeryüzünde bugün Kur’an’a dayanarak sorunlarını çözen Akevler’den başka bir yer varsa söyleyin, biz de oraya gidelim ama yoksa artık bize kulak verin.
Necmettin Erbakan vefat etmeden önce ona söylemiş ve demiştim ki: “Siz ilk hamlede İslâm’ın bir düzen olduğunu ortaya koymak için hareket ettiniz. İkinci hamlede bu düzenin “Adil Düzen” olduğunu gösterdiniz. Şimdi de o düzenin uygulamasını yapmak istiyorsunuz. Birinci ve ikinci hamlenizi Akevler ile yaptınız. Şimdi de Akevler olmadan bu hamleyi yapamazsınız. Gelin, siz başkan olun, ben sekreter olayım, hamleyi başlatalım...”
Benim sekreter olmam dışındaki bütün önerilerimi kabul etti ve uygulamaya başladı.
Vefat edince bu son hamlesi yarım kaldı.
Ben sekreter olsaydım, şimdi Saadet Partisi AK Parti’nin tek alternatifi olacaktı...
Ama olmadı...
Demek ki Allah’ın takdiri böyle imiş...
Şimdi de İslâm âlemi ve insanlık Kur’an dışında bir çıkış yolu bulamaz.
Bugünkü şartlarda bu işi yapacak tek parti var, o da AK Parti’dir. AK Parti de bunu Akevler olmaksızın yapamaz. İşte bugünkü durum da budur. AK Parti’nin Medine dönemini başlatması zamanı gelmiştir. Başlatmazsa; o zaman bu âyeti dikkatlice okusun...
Türkiye’de zulüm yönetimi var mıdır, halkı ezen bürokrasi var mıdır, sömüren sermaye var mıdır; hâsılı, bugün Türkiye’de zulüm var mıdır?
Akevler’in resulleri beyyinelerle gelmiş midir, “Adil Düzen”i artık sağır sultan bile duymuş mudur? Elbette eksiklikler vardır, elbette hatalar vardır ama Hayrettin Karaman ve Sabahattin Zaim’in yaptığını yapmak şer’i değildir. ‘Eksiktir, uygulanamaz, parti “Adil Düzen”den vazgeçmelidir’ dememeliydiler. Hemen Akevler onları sebkat ettiği için onların yanında yer alıp eksikliklerini tamamlamalı idiler. Onlar ise yirmi sene çalışmalarını gizlediler! Biz ancak bir tevafuk eseri olarak onların hazırladıkları raporlara ulaşabildik.
Akevler Adil Düzen Çalışmaları devam etmiştir, www.akevler.org sitemizde on binlerce sahife çalışmamız yayımlanmıştır; yayımlanmaya devam etmektedir; MEDHAL çalışma grubu da kitaplarımızı basmaktadır; ilgililer bunları okudukları takdirde yanlışlarımızı görüp ayıklarlar ama doğruları hemen göreceklerdir.
Necmettin Erbakan bunlara ömrünün sonunda “Adil Düzen”i anlatmadı mı?
O halde onlara beyyinat gelmiştir.
AK Parti bundan önce biz müslim değil muhafazakârız yani biz ilhamı Kur’an’dan değil ulusun örfünden alıyoruz diyerek tarihe karışmış bir medeniyeti yaşatma sevdasına düşmedi mi? Dikkat edilsin, âyet “küfrettiler” demiyor da “iman eder olmadılar” diyor. Çünkü AK Parti “Adil Düzen”e karşı çıkmadı, “Adil Düzen”e inanmadı, Akevler’e inanmadı. Âyet “bu kavimleri helâk ettik” diyor. Evet, bu âyet işte böylece Mekke dönemini dolduran AK Parti’ye haber veriyor, o dönemde çakılıp kalanların helâke gittiklerini söylüyor.
وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا
(Va LaQaD EaHLaKNAv)
“Helâk ettik”
“Helâk etmek” varlıklarını ortadan kaldırmak demektir. Helâk edilen orada yaşayan insanlar değildir, helâk edilen kavm değil karyedir. Karye yaşanmaz hâl alır, oranın halkı orasını terk eder, orası boşalır ve artık karye varlığını kaybeder.
Bir topluluğu tarif ederken diyoruz ki; ortak kültüre sahip halkın bir yeri kendisine vatan edinip onu imar edip yaşanacak hâle getirmeleri ile oluşan bir varlıktır.
Demek ki topluluk olabilmek için birbirleri ile uzlaşmış bir halkın olması gerekmektedir. Sonra da o halkın bir yurt edinmesi gerekmektedir. Bu topluluk bir canlı gibidir. Nasıl canlının içinde hücreler doğar, yaşar ve ölürlerse, bir toplulukta da kişiler doğar, orada çalışır, orasını imar eder, orada yaşar ve ölürler. Vatanı olmayan bir halk topluluk sayılmadığı gibi kültür birliği olan halkı bulunmayan da topluluk sayılmaz.
Burada helâk edilen halk değil, karyenin kendisidir. Artık orası yurt olma hâlinden çıkar ve sahipleri olmaz.
Helâk iki şekilde olur. Ya dışarıdan başka topluluk gelir, orasını alır, kendi topraklarına katar, halkı ya asimile eder yahut tehcir eder yani oradan çıkarır.
Bugün sermaye bunları kabul etmemektedir. O silah satacak, siz savaşıp birbirinizi öldüreceksiniz ama sonunda sizin topluluğunuz varlığını sürdürür olacak.
Kur’an bu tür düzeni kabul etmemektedir. İnsanlar ıslah olmazlarsa karye helâk olacak, yeni karyeler oluşacaktır.
“Lekad” ifadesi göstermektedir ki helâk devam etmektedir.
الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ
(elQuRUvNa Min QaBLiKuM)
“Sizden önceki karnları”
Sizden önceki nesilleri helâk ettik. Burada helâk edilen karye değildir. Burada helâk edilen kavm da değildir. Helâk edilen karnlerdir, nesillerdir.
“Karn” boynuz demektir. Boynuzdaki halkalar hayvanın yaşını gösterir. İnsanların nesillerine bir karn denir. İnsanın nominal ömrü 100 yıldır. İlk 33 senesi yetişme yıllarıdır, ortadaki 34 yıl çalışma yıllarıdır, son 33 yıl da yetiştirme yıllarıdır. Bir asır bir karndır.
Bu helâk yüz senede bir defa olabilir. Nitekim geçen asrımızda Osmanlı karnı helâk olmuş, Cumhuriyet karnı gelmiştir. 1900’den 2000’e kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nu kaldırıp yerine yeni devleti kurmakla meşgul olmuştur. 2002’deki AK Parti iktidarı yeni karndır. Asrın sonuna varıldığında birtakım olaylar olmuş olacaktır.
“Sizden önce” ifadesi “el-Kurûn”un zarfı olabildiği gibi “Ehleknâ”nın mef’ulü de olabilir. Yani sizden önceki karnleri helâk ettik anlamında veya karnları sizden önce helâk ettik manası çıkar.
لَمَّا ظَلَمُوا
(LamMAv JaLaMUv)
“Zulüm ettiklerinde” veya “her zulüm ettiklerinde”
Zulüm ettiklerinden dolayı helâk oldukları beyan edilmiştir.
AK Parti de zulüm ederse veya başladığı zulmü sürdürürse helâk olur.
Şimdi “karye”, “kavm” ve “karn” arasındaki manayı açık şekilde ayırabiliriz.
Sizden önce nice iktidarları helâk ettik anlamı çıkar. Osmanlı İmparatorluğu karn değil belki ümmetti. Onun helâki ayrı. Burada karnlerin helâkinden bahsedilmektedir.
Meşrutiyetçiler helâk olmuştur... İttihat ve Terakki Partisi helâk olmuştur... Cumhuriyet Halk Partisi helâk olmuştur... Adalet Partisi helâk olmuştur... ANAP helâk olmuştur… Doğru Yol Partisi helâk olmuştur... Daha doğrusu bunların iktidarları helâk olmuştur; çünkü zulmettiler, halkın özel hayatına ve inançlarına karıştılar...
وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ
(Va CAvEaTHuM RuSUvLuHuM)
“Onlara resulleri gelmişlerdir”
Meşrutiyet’in paşaları birbirlerine düştüler…
Cumhuriyet’ten sonra büyük zulümler oldu, iktidara gelenler ne için iktidara geldiklerini bilemediler; iktidarları gitti, partileri kapandı veya etkisiz hâle geldi...
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki resuller asılanlar idi...
Ama 1960’lardan sonra Millî Görüş bu uyarıları yapmıştı, yapmaya devam ediyor…
بِالْبَيِّنَاتِ
(Bi eLBayYıNAvTı)
“Beyyinat ile”
Buradaki beyyinat “Adil Düzen”dir.
İnsanca ve dostane bir şekilde uyarılarda bulunduk. Onlarla koalisyon yaptık, onlarla seçim ittifakı yaptık. Hiç kulak verdiler mi? Sonra o partiler kapanmadı mı?
Bugün de uyarılar devam etmektedir. www.akevler.org sitemizde yayınlar devam etmektedir. Her yıl bir veya iki defa bir fitne ile karşılaşıp uyarılıyorlar. 17/25 Aralık 2013 Olayları ile 7-8 Ekim Olayları bu şekilde değerlendirilip ibret alınmalı ve gereği yapılmalıdır. Aksi halde fitneler yani olaylar tekerrür etmeye devam eder.
وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا
(Va MAv KAvNUv Li YuEMiNUv)
“Ve iman eder olmadılar”
“İman etmediler” demiyor, “iman etmek istemediler” diyor.
Allah’tan geldiğine inandıklarını söyleyenler Kur’an’ı okumaya tenezzül etmiyorlar. Allah bizlere bu kitabı gönderdi, acaba içinde ne var, tetkik edelim demediler, ciddiye bile almadılar. İnandık dediler ama sonra bırakıp gittiler.
Kendilerine delilleri ile Allah’ın dediklerini aktarmak isteyen Akevler’e ve Erbakan’a cephe aldılar. Kendi partisi de cephe aldı. Hâlâ direniyorlar. Fatih Erbakan’ı partiden uzak tutuyorlar. Bakarsın “Adil Düzen” başarır diyorlar, bunun endişesini taşıyorlar.
كَذَلِكَ نَجْزِي
(KaÜAvLıKa NuCZIy)
“Böylece cezalandırırız”
Yani sık sık iktidarları değiştiririz. Birinin başladığını öbürü bırakır, yeniden başlar, böylece istikrar olmaz. İşleri bozuk gider.
Burada karnı helâk etmeyi iktidardan indirme şeklinde anladığımız zaman esas cezalanan karnler olmaz, ülkenin kendisi olur. İstikrar görülmediği için o ülke gelişemez ve sıkıntılar içinde sömürülerek yaşarlar.
الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ
(eLQaVMa eLMuCRiMIyNa)
“Mücrim kavimleri.”
İstikrarsız bir toplulukta ekonomik krizler olur, ihtilaller patlar, isyanlar yani PKK’lar türer.
Burada “mücrim kavim” denmektedir.
Bu mücrim kavim bugün Türk milletidir, günahı “Adil Düzen”e kulak vermeyişidir.
ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ مِنْ بَعْدِهِمْ لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ (14)
(ÇümMa CaGaLNAvKuM PaLAEiFa FIy eL EaRWı MıN BaGDıHiM Lı NaNZuRa KaYFa TAGMaLUvNa)
“Sonra onların ba’dinde nasıl amel edeceğinize nazar edelim diye sizi arzda halife kıldık.”
Evet, karnı iktidarlar olarak anladığımız zaman âyetin manası günümüze geliyor. Bugün nüzul ediyor ve bize söyleyeceğini söylüyor.
20. yüzyılda sizden önce iktidarlar geldi geçti, onları iktidardan indirdik, kimilerinin artık nesilleri bile yoktur.
Şimdi sizi 21. yüzyılın başında halife yaptık. Hem de yalnız sizin memleketinize değil dünyaya hükmeder duruma geldiniz. ABD’de patronlarla bankerlerin arası açıldı. Bir zenci Müslümanın çocuğunu başkan yaptık. Eski Sovyetlerde Gorbaçov’un inkılâplarını sürdüren Putin sermayeyi yenmek için Obama ile anlaştı. İslâm âlemine hâkim olalım diye sizi de sizin iktidarınızı da aralarına aldılar. Böylece yeryüzüne halife olma yolu açıldı.
Bugün sermaye ile devletler çatışıyor. Galip gelmeleri için “Adil Düzen”e sarılmaları gerekir. Şimdi onlar sizden imdat bekliyorlar. Böylece yeryüzünün iktidarı olma yolundasınız. Size bu imkânları sağladık. Bakalım ne yapacaksınız.
Evet, Mekke döneminden Medine dönemine geçerken sizinle anlaşma yapan Medineliler de vardır. Obama ve Putin. Artık nerde olduğunuzu idrak edin de size gelen tebliği değerlendirin diyor Allah.
ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ
(ÇümMa CaGaLNAvKuM)
“Sonra sizi ca’lettik”
Burada neden “sümme” gelmiştir?
Eski iktidarlardan tefrik etmek için. 2002’den itibaren Türkiye’nin iktidarı değişmiştir. Ondan önce ordu muhalif tarafı, halk iktidar tarafı olur, ordu-millet çatışması devam edip sürerdi. 2002 seçimlerinden sonra o da halkla bir olup iktidarınızı desteklemeye başlamıştır.
İçte gerçekleşen bu inkılâp 1950’den sonra Türkiye’de görülmemişti, sancılar bundan çekilmişti. 2002’den sonra da büyük değişiklikler olmuştur. Obama ve Putin devreye girmiş, sermaye artık devletlere eskisi gibi hâkim değildir. Devletlere halk hâkimdir. Yani yalnız Türkiye’de dünyada gerçek demokrasi gelmiştir. Bunun için “sümme” kullanılmıştır. Samimiyetle Allah’a inanan bir kadro olarak size iktidarı nasip etmiştir. On sene geçiş dönemi yaşadınız, şimdi ikinci on senenizi yaşıyorsunuz. Bilin ki biz sizi oraya koyduk.
خَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ
(PaLAEiFa FIy eL EaRWı)
“Arzda halifeler yaptık”
Bunun iki manası vardır. Türkiye’de sizi halife yaptık. Yani yukarıda anlatılan Türkiye’nin iktidarlarıdır. Sonunda sizi oraya görevlendirdik. “Ceale valiyen” demek vali tayin etti demektir. Demek ki Türkiye’de görevli bulunuyorsunuz.
Türkiye Cumhuriyeti’ne verilen görev olan III. binyıl uygarlığı kurma görevinin iktidarını Allah sizi yapmıştır. “Adil Düzen” dünyaya tanıtıldı, ne olduğunu herkes biliyor. Ama küfürlerinden dolayı onu ağızlarına almıyorlar. Şimdi yapıp gösterme zamanıdır. Allah bu görevi size veriyor. Biz Akevler’e bunların ilmini yapma görevini verdi. Biz çalışıyoruz. Size de bunu uygulama görevini verdi. Projesiz füze yapılmadığı gibi ondan çok daha ağır ve karışık olan “Adil Düzen” de projesiz yapılamaz. Projeyi de Allah yalnız Akevler’e nasip etti.
“Arz” kelimesi tüm yeryüzü şeklinde de anlaşılır.
III. binyıl uygarlığının yeryüzüne duyurulması Türkiye’den başlayacaktır.
Buradaki halifeliği siyasi hâkimiyet diye anlamayacaksınız. O zaman Yahudilerin düştüğü hataya düşersiniz. İslâmiyet’te tek devlet yoktur.
مِنْ بَعْدِهِمْ
(MıN BaGDıHiM)
“Onlardan sonra”
Yani Batılı eski moda iktidarlardan sonra demektir.
لِنَنْظُرَ
(Lı NaNZuRa)
“Nazar edelim diye”
Görevi yapıp yapmayacağınızı görelim diye.
كَيْفَ تَعْمَلُونَ (14)
(KaYFa TaGMaLUvNa)
“Nasıl amel edeceksiniz?”
Burada dikkat edilirse “Mâ Ta’melûn” denmiyor, “Keyfe Ta’melûn / Nasıl yapacaksınız” diyor. Yapıp yapmayacağınız değil, yapma şekli üzerinde size karar verme yetkisi verilmiştir. Başka türlü bir şey yapmanız mümkün değildir.