YUNUS SÛRESİ-7
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلَاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللَّهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي السَّمَوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (18) وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلَّا أُمَّةً وَاحِدَةً فَاخْتَلَفُوا وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (19) وَيَقُولُونَ لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ لِلَّهِ فَانْتَظِرُوا إِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ (20)
***
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ
(Va YaGBuDUvNa MiN DUvNı elLAHı MAv LAv YaWurRuHuM Va LAv YaNFaGuHuM)
“Ve Allah’ın dununda kendilerine ne zararı ne da faydası olanlara ibadet ediyorlar.”
Bir kelime arka arkaya tekrar ediliyorsa, birincisi ile ikincisi arasında fark vardır demektir. Cümlenin kaili ve muhatabı başkası ise o zamiri kailin veya muhatabın söylediği isme göndermez, tekrar eder.
“Dün Ahmet bize geldi. Hasan önce gelmişti. Hasan Ahmet gelmeyecek demişti.” denir. “Hasan, o gelmeyecek.” denirse bu manaya gelir. Bir de eğer aynı kimse değişik sıfat veya hâl ile söylenecekse isim tekrar edilir. ‘Armut tatlı meyvedir, armudun ağacı serttir’ dersiniz. Çünkü birinci armut yiyecek olarak, ikinci armut ağaç olarak zikredersiniz.
Kur’an’da çok tekrar edilen “Allah” kelimesi de zamir olarak değil de isim olarak kullanıldığı zaman böyle değişik durum olmalıdır. Ya kail değişmeli ya da vasfı veya hâli değişmeli. Başka sebepten de olabilir.
Kur’an’ı yorumlarken bu sebepleri göz önüne almak gerekir.
Medine sûrelerinde “Allah” kelimesi daha çok âlemlerin rabbi ve birebir O’nun halifesi olan topluluk kastedildiği zaman, “Allah” kelimesi tekrar ediyordu. Mekke sûrelerinde henüz topluluk değil kişilerin imanı söz konusu olduğu için burada Allah lafzı için biri arşa istiva etmeden hâlik Allah ve diğeri de arşa istiva eden Allah manasında olduğunda zamir gönderilmez, “Allah” lafzı izhar edilir. Bundan önceki âyette “Allah isteseydi ben onu size okuyamazdım” demiş, sonra da “Allah’a iftira edenden daha zalim kim vardır” demiştir. Birinci Allah istiva etmeden önceki Allah, ikinci Allah istiva ettikten sonraki Allah’tır.
Şunu bilmeliyiz ki istiva eden Allah ile istivadan önceki Allah değişmemiştir, aynı Allah’tır ve her iki görüntüsü ile hâlen vardır. Sadece bize görünen iki yanı olmaktadır. Kardeşinizden alacağınız olursa alacağınızı kardeşten değil borçludan istersiniz. Kardeş muamelesi görmez, borçlu muamelesi görür. Kişi aynı kimsedir.
Burada zikredilen Allah istivadan önceki Allah’tır.
“Allah’ın dununda ona zarar veren veya yarar vermeyecek kimselere ibadet ediyor” dediğimizde, takdiri ilâhide zarar verme olduğu için zarar veriyorlar ve yine takdiri ilâhide yarar olduğu için size yarar veriyorlar anlamındadır; hiç yararları yoktur, hiç zararları yoktur anlamında değildir.
İbadet etmek de onların kölesi hâline gelip başkasının işini yapmamak demektir. Men edilen ibadettir, amel değildir. Sözleşme yaparsınız, onun işini yaparsınız, bu meşrudur. ‘Ben başkasına iş yapmayacağım, yalnız sana iş yapacağım dediğiniz’ zaman bu şirktir. Aslında ben birisinin işini yaparken senin takdirin ve senin izninle yapıyorum. Senden başkasının abdi değilim diyorsun.
Bu sebepledir ki ben bir iyilik yaparsam Allah için yapıyorum. Allah onu ona ihsan ediyor. Kötülük de böyledir. Kötülük yaparsam ben Allah’a karşı gelmiş olurum, Allah onunla ona ceza vermektedir. Yani hayır ve şer de Allah’tandır.
Burada zarar ile menfaat karşılaştırılmıştır. Türkçede “zarar” malın alışverişte noksanlaşmasında kullanılır, karşılığı da “kâr”dır. Arapçada “kâr “ribh”dir, bizim “zarar” dediğimiz şey de “hasar”dır. Nef’ ve zarar ekonomiden çok sosyal ve bedene olan zararlardır da. Nef’ de öyledir.
Avrupalıların zararından korunmak için ona teslim olmak, Avrupa Birliği’nden yararlanmak için AB’nin her dediğini yapmak, Avrupalılara ibadet etmedir. Yararlanalım diye Avrupa Birliği’nden gelen kanunları okumadan meclisten geçirmek, Avrupalılara ibadettir. Oysa onların bize ne menfaatleri vardır, ne de zararları vardır; olaylarda menfaat vardır, olaylarda zarar vardır.
Başka bir ifade ile bir olayda yararlı veya zararlı olabilirler ama onların istedikleri zaman yararlı olma, istedikleri zaman zararlı olma halleri yoktur. Mutlak darr (zarar) veya mutlak nafi (faydalı) değil, o olayda ve o durumda “darr” veya “nafi”dirler. Olayda biz de zararda savunuruz, yararda birlikte oluruz. Bu meşrudur. Ama birisini mutlak zarar verebilen kabul etmek veya mutlak yararlı kabul etmek demek, ona tapma demektir.
İnsanların kendi liderlerini hatasız görüp mutlak yararlı olduklarına inanmak, ona tapmadır. Karşı tarafı da mutlak zararlı görüp ona saldırmak, o da ona tapmadır.
وَيَعْبُدُونَ
(Va YaGBuDUvNa)
“Ve ibadet ediyorlar”
Burada mahzuf bir cümle vardır. Onlar mücrim oldukları gibi Allah’ın âyetlerini tekzib ediyorlar. Bu cümle ona atfedilmiştir. Âyetleri tekzib ediyorlar, çünkü onlar mücrimdirler. Suçlu oldukları için ve suç işlemeye devam edecekleri için âyetleri tekzib ediyorlar. Onlara ne zarar ne de yarar sağlamayacak kimselere de ibadet ediyorlar.
Bu âyet çok açık olarak ifade ediyor ki Avrupalılar veya Amerikalılar bize ne yarar, ne de zarar sağlarlar; yarar veya zarar kendi yaptıklarımızdan ileri gelmektedir.
İktidarda olanları güçlü kabul edip bize yarar sağlayacaklar veya bize zarar vereceklerdir diye onlara mutlak olarak teslim olup yanlış yaptıklarına doğru demek, onlara ibadettir. Oysa onlar kimseye ne yarar ne de zarar getirebilirler; yarar ve zarar kendi yaptıklarımızın sonucu olacaktır. AK Parti iyi işler yaparsa onunla beraber oluruz, çünkü iyi iş bize fayda sağlar. CHP iyi iş yaparsa onun yanında oluruz, çünkü iyi işi kim yaparsa yapsın yarar sağlanır. Bizim için iyi veya kötü kişi yoktur, iyi veya kötü iş vardır.
مِنْ دُونِ اللَّهِ
(MiN DUvNı elLAVHı)
“Allah’ın dununda”
İstiva etmeden önce Allah kâinatın planını yaptı, her şeyi takdir etti. Her şey o kanunlara göre yürümektedir. Yarar sağlayan da zarar sağlayan da O’nun takdiridir, O’nun sebep sonuçlarıdır.
O halde biz kişilere değil olaylara bakacağız, geçerli sebepleri işleyeceğiz. Zararları O’nun kanunları içinde def edeceğiz. Yararları da O’nun kanunları içinde sağlayacağız.
Biz ne başarıyı ne de başarısızlığı AK Parti’de veya AB’nde değil, kendi amellerimizde arayacağız. İlâhi kanunlara tâbi olup orada çözümler arayacağız. Onun dışında peşinde koşulan makamlar, peşinde koşulan servetler, peşinde koşulan çoğalma hevesleri boştur; bu dünyada da işe yaramaz, âhirette de işe yaramaz. Ancak ilâhi kanunlar içinde doğru hareket ettiğimiz zaman başarılı oluruz.
مَا لَا يَضُرُّهُمْ
(MAv LAv YaWurRuHuM)
“Onlara zarar vermeyen”
Avrupa Birliği’ne girdiğimizde artık cennete gireceğiz sanıyoruz. Oysa Gümrük Birliği’ne girdik, ne kazandık? Biz kendimizi başka uluslardan daha yüce kabul etmeyeceğiz ama biz kendimizi onlardan daha aşağı da kabul etmeyeceğiz.
Kişi olarak da böyledir. Kimse kimseye zarar veremez. Silahı olan öldürür. Senin silahın olursa sen öldürürsün. O halde ondan korkup ona teslim olma değil, biz de silah sahibi olmalıyız. Öldürmek zafer kazanmak demek değildir. Öldüren sonra öldürülür veya hapse girer. O halde şeriatın söylediklerini yapmak gerekir.
“Men Lâ Yedurruhum” denmiyor da, “Mâ Lâ Yedurruhum” deniyor. Çünkü bunlar diri olan diktatörlere tapmıyorlar, bunlar ölü olan kişilerin adlarına ve heykellerine tapıyorlar. Bugün diktatörlerin hiçbirisi sağ olmadığı halde onların heykellerini dikerek ona ibadet ediyorlar. Türkler hâlâ okullarda Mustafa Kemal Atatürk’ün heykeli karşısında toplantı yapıyorlar. Lenin yok, Tito yok ama onların temsil ettiği zihniyet dünyayı kasıp kavuruyor.
Bugünün ikinci büyük şirki ise karşılıksız paradır. Herkes onun peşinde koşuyor ama onun aslında hiçbir faydası ve zararı yoktur. O karşılıksız para faizi yani sömürüyü temsil ediyor. İnsana ne zarar verebilir ne de yarar sağlayabilir. Zarar veren de fayda veren de onların arkasında koşan insanların kendileridir. Bunun içindir ki çoğul getirilmiştir.
وَلَا يَنْفَعُهُمْ
(Va LAv YaNFaGuHuM)
“Onlara menfaat da vermez”
Evet, menfaat da sünnetullah ile olmaktadır.
Kimse kimseye zarar vermez, kimse kimseye yarar da vermez; yaptığımız işler bize zarar verir ve yarar verir; ne heykeller ne de kâğıt parçası zarar veya yarar vermez.
İnsanların peşinde koşmaları gereken gerçek varlıklardır, yaşayan varlıklardır, gerçek eşyadır, reel ekonomidir.
وَيَقُولُونَ هَؤُلَاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ
(Va YaQUvLUvNa HAvEuLAEi ŞuFaGAEuNAv GıNDa elLAHı)
“Ve bunlar Allah’ın indinde bizim şefilerimizdir derler.”
Âyete mana verirken “Mâ”yı “Men” kabul ederek manalandırdık. Sonunda “Mâ”nın “Men” olmadığının farkına vardık ve tevil edip yorumladık. Ölü oldukları ve kendilerine değil de bıraktıklarına taptıkları için “Mâ” getirilmiştir dedik.
‘Bunlar bizim şefilerimizdir’ demeleri bizim yorumumuzu teyit etmektedir. Çünkü eşya şefi olmaz. O halde orada “Mâ”dan maksat şuurlu varlıklardır, insanlardır. Onlar bir şekliyle onların üstün varlıklar olduğuna inanmaktadırlar.
Buradaki “Allah” kelimesinden kasıt “toplulukları” olabilir.
Bazı insanlar kendi devletlerini, kendi kabilelerini veya topluluklarını mukaddes kabul eder, ona tapar ve onun için ölürler. Her kabilenin veya topluluğun ayrı putu vardır, onu tanrı kabul eder. Onun için savaşır. Kullandıkları araçlar şefidirler.
Mustafa Kemal Atatürk’e tapanlar ona tapmıyorlar, onun nezdinde Türk milletine tapıyorlar. Durmadan Türk Lirası peşinde koşanlar onun peşinde koşmuyorlar, Türkiye’deki servetin ve topluluğun malları peşinde koşuyorlar.
Serveti topluluğun kabul edip onun parası ile onu yağmalıyorlar. Oysa yöneticiler topluluğun görevlileridir. Topluluk ise Allah’ın halifesidir. Âlemlerin Rabbinin halifesidir. Her kabile ayrı ayrı değildir. Tek insanlıktır. Halife olan insanlıktır. Topluluklar ise insanlığın bir cüzüdür, birer organıdır.
Yeryüzü O’nun yani Allah’ın bize ihsanıdır. Karşılıklı para (karşılığı olan para) o ihsanın içindeki paydır. Yeryüzünü yöneticilerin kabul edip onların saymak gasptır. Karşılıksız para gasptır. Ne kişilerin ne de kâğıdın bir yararı vardır. Yöneticiler topluluğu temsil ediyorlarsa, onların emrinde iseler, onlar hakiki değerleri temsil ediyorlar demektir. Para da reel değerleri temsil ediyorsa, zararlı ve yararlıyı temsil ediyor demektir.
Vetr tek, şef’ ise çift demektir. Allah’ın indinde şefilerimizdir.
Çağımızın putlarından biri de ekseriyettir. Bir araya geliyoruz. 15 kişiyiz; 8’i bir şey derse hepimiz demiş gibi kabul ediyor ve onu kabulleniyoruz. Bu da her an değişen ve hiçbir manası olmayan, gerçekte var olmayan bir kavram olarak insanlık tarafından kendisine put edinilmiştir. Yöneticiler yani bürokratlar, karşılıksız para ve ekseriyet günümüzün putlarıdır. Bu putlara dördüncü bir put olarak modayı da ilave edebilirsiniz.
Bugünün insanlarını sevk ve idare eden bunlar yani bu putlardır.
1- Partiler veya cemiyetler kurulur, başkanlar kutsallaştırılır. Öldükten sonra da onların geride bıraktıklarına adeta tanrı hükmüdür gibiymişçesine uyulur. Böylece tutuculuk ortaya çıkar. Yenilik yapılamaz, uygarlaşma gerçekleşemez, gelişme sağlanamaz.
2- Karşılıksız yani karşılığı olmayan faizli para çıkarılır. Çalışanlar ve emek sahipleri sömürülür. Karşılıksız faizli para ile haramzade zenginler ve yöneticiler dünyayı sefalet ve savaş içinde sömürerek yönetirler.
3- Ekseriyetle kararlar alınır... Topluluk yaz-boz tahtasına dönüşür... İktidar çekişmesi ve değişmesi insanları ezer... Yöneticiler yönetilenlere daima zulmeder...
4- Bir de basın yani medya yoluyla, reklam ve pazarlama yoluyla modalar icat eder, bu araçlarla insanları peşlerinde koştururlar. İnsanların önemli bir kısmı bir tarafta açken, diğer tarafta mutlu bir azınlık israf ve servet yarışı içindedir.
Bu putların temsilcileri de şefi olan kimselerdir. Parti başkanları, para basanlar, baskı yapıp ekseriyeti temin edenler, modayı icat edip kabul ettirenler de birer şefidirler.
وَيَقُولُونَ
(Va YaQUvLUvNa)
“Ve kavl ederler”
Bunlar kimlerdir?
Kendilerine ne zararı olan ne de yararı olan şeylere ve kişilere ibadet edenler, kendi hayatlarının bütün faaliyetlerini onun içine koyanlar; işte bunlar diyorlar.
Kendi kendilerine diyorlar.
Bunlarla biz başarı içindeyiz diyorlar.
Liderlerin peşinde koşanlar, para biriktirmekle uğraşanlar, oy peşinde koşanlar ve moda için çırpınanlar; işte bunlar derler.
هَؤُلَاءِ
(HAvEuLAEi)
“Bunlar”
Parti kurucuları, faizci bankerler, ekseriyete oy veren halk, moda yapıcıları onlar için şefidirler, onları topluluğun imkânlarına götürürler.
شُفَعَاؤُنَا
(ŞuFaGAEuNAv)
“Şefilerimizdir”
Yani biz kendimiz topluluğun imkânlarına ulaşamayız, ancak bunlar sayesinde ulaşıyoruz. Modaya göre hareket etmezsek topluluk bizi dışlar, sonra aç kalırız.
عِنْدَ اللَّهِ
(GıNDa elLAHı)
“Allah’ın indinde”
Topluluğun indinde. Onun düzeni içinde.
Allah bir düzen kurmuş, bu kuralları da O koymuştur.
قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللَّهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي السَّمَوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ
(QuL Ea TuNabBiEuNa elLAvHa BiMAv LAv YaGLaMu Fiy elSaMAvVAvTı Va LAv Fıy eLEaRWı)
“Allah’a semavatta ve arzda bilmediklerini mi tenbi ediyorsunuz? de.”
Kâinatı Allah yaratmıştır ve onun düzenini O koymuş, insanlara da onu anlayacak beyin vermiştir; onu anlasınlar da orada iş yapsınlar ve yaşasınlar diye.
Allah insanlara Kâinatı değiştirme ve yeni kanunlar koyma gücünü vermemiştir.
Onlar yani bazı insanlar güya Allah’ın bilmediklerini keşfedecekler ve o sayede Kâinatın daha fazla gelişmesini sağlayacaklardır! Bazı insanlar böyle bir zavallılık içindedirler. Ne müsbet ilmin ne de münzel kitapların bahsetmediği bir şeyi onlar uyduruyor ve onu hak yapıp onun işlerini yapıyorlar!
Kur’an düzeninde meclis var, istişare var, içtihad var, icma vardır. Ne var ki bunların işi yeni kâinat var etme değildir, tam tersine mevcut kâinatı öğrenmektir, anlamadır. Kur’an düzeninde olanlar işte bunun için yardımlaşıyorlar.
Hâlbuki bugünkü Batı sömürü düzeninde ise insanlar kendilerini kanunları icat eden bir merci kabul etmişlerdir. Ekseriyetle yeni kâinat var ediyorlar ve bunu haber veriyorlar, bizim dünyamız böyledir diyorlar.
Kur’an’da demokrasi var mıdır, yok mudur tartışması, eğer insan tanrı mıdır, değil midir şeklinde ise elbette insan tanrı değildir. Ama insan Allah’tan başka da kimsenin abdi değildir. Dolayısıyla herkes kendisi içtihad yapacak ve yaşayacaktır. Kendi seçtiği başkana itaat edecek, kendi seçtiği hakemin kararına uyacaktır. Bu yönüyle bakıldığı zaman Kur’an düzeni şerikleri kabul etmediği için gerçek demokrasi yalnız İslâm’da vardır.
Onlar ise yöneticileri, karşılıksız parayı, ekseriyet kararlarını ve modayı tanrı kabul ettikleri için kula kuldurlar, eşyaya kuldurlar ve onlarda gerçek demokrasi yoktur.
سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (18)
(SuBXAvNaHUv Va TaGAvLAy GamMAv YuŞRıKUvNa)
“İşrak etmekte olduklarından Allah sübhandır ve taaldır.”
Burada açıkça onların yaptıklarının şirk olduğunu ifade etmektedir. Hükümdarlar şirktir. Karşılıksız para şirktir. Ekseriyet kararları şirktir. Moda şirktir.
O sübhandır ve taaldır, bunları kendi düzeni içinde kabul etmez.
“Adil Düzen”de yöneticilerin kanun koyma yetkileri yoktur. Onların görevi mevcut kanunları uygulamadır.
“Adil Düzen”de karşılıksız para yoktur. Para, var olan veya taahhüt edilen bir değerdeki payı gösterir.
“Adil Düzen”de ekseriyet kararı yoktur, ekseriyetin tahakkümü yoktur; istişari karar vardır, hicret demokrasisi vardır.
“Adil Düzen”de modalar sömürücü moda merkezlerine göre değil, dayanışma ortaklıkları ortaklarının arzusuna göre icat edilir ve sömürü aracı yapılmaz. Üretilecek ürünler de sipariş kadar imal edilir.
“Sübhan” ve “Taalâ” kelimeleri karşılaştırılıp mana verilmelidir.
سُبْحَانَهُ
(SuBXAvNaHUv)
“O sübhandır”
“Sübhan” demek, Allah’ın sübhan olması demek, eksiklikten uzaktır demektir.
Yani…
Allah Kâinatı yaratacak, onu eksik ve noksan bırakacak; O bilmeyecek de onun yarattığı varlıklar O’ndan daha fazla bilecekler ve eksikliklerini tamamlayacaklar!
Böyle mantıksız düşünme olur mu?
İnsanı yaratan insan kadar akıllı olamayacak!
Hiçbir varlık kendisinden üstün varlığı meydana getirmez.
وَتَعَالَى
(Va TaGAvLAy)
“Ve taaldır”
Kur’an’da “Sübhan” kelimesi “Taalâ” kelimesi ile 8 defa geçmektedir. Altısı “sübhanehu”, ikisi de “sübhanellah” şeklindedir. Bir de “ala rabbin tesbih et” denmektedir.
“Uluv” yükseklik demektir.
“Sema” yukarısı, “Alâ” ise yüksek demektir. Mertebece yüksek olarak da kullanılır.
“Sübhan” işlerini yaparken en mükemmelini yapar, en iyisini yapar, ondan daha iyi olmaz anlamındadır.
Âli olduğunun manası da, O yarattıklarının seviyesinde değildir. Onlar O’nun mahlûkudur, O ise onların halikidir. Mahlûk halik ile nasıl denkleşebilir?
عَمَّا يُشْرِكُونَ
(GanMAv YuŞRıKUvNa)
“Şirk ettikleri nesnelerden...”
“Ammen” denmeyip “Ammâ” denmektedir. Yani şirk ettikleri kişiler değil eşyalardır. Heykeller, kâğıtlar, kararlar ve eşyadır. Bunları Tanrı’nın gerçek mahlûkları ile eşleştiriyorlar.
Bir ağaç meyve verir, onun yalnız belki onda biri yeniden ağaç olur. Ama o sayede binlerce mahlûk beslenir ve yaşar. Doğada israf yoktur. Her şey gereği kadar yapılmıştır.
وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلَّا أُمَّةً وَاحِدَةً فَاخْتَلَفُوا وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (19)
(Va MAv KAvNa elNAvSu EilLAv EumMaTan VAvXıDaTan FaPTaLaFUv Va LaV LAv KaLiMaTun SaBaQaT MiN RabBıKa La QuWıYa BaYNaHuM FIyMAv FIyHı YaPTaLiFUvNa)
“Nâs ancak bir tek ümmet idi. İhtilaf ettiler. Rabbinden sebkat etmiş kelimesi olmasaydı, ihtilaf ettiklerinde aralarında kaza edilirdi.”
İnsanlık bir tek ümmettir. Tek topluluktur. Tek yönetimleri vardır. Bundan 60 bin sene evvel yaratılan Hazreti Âdem ve eşinden türemişlerdir. Zamanla çoğaldılar ve ayrı ayrı topluluk oldular. Aralarında ayrılık meydana geldi.
Canlıların türleri arasında evrim vardır. Türler yarışır ve denge öyle oluşur. İnsanlar ise birbirleri ile yarışmakta ve çatışmakta, uygarlaşma öyle sağlanmaktadır.
Canlılarda nasıl mikroplar varsa, insanlarda da mikroplar vardır. Mikropların görevi iş yapamaz, yaşlanmış veya bozulmuş toplulukları ortadan kaldırıp, sağlam ve genç nesillere alan açmaktır.
O halde şirk de yine Allah’ın takdiridir, Allah’ın izni ile vardır.
Şeytan da görevlidir.
Allah’ın gücü yetmiyor da Bedir Savaşı’nda şehit olanlar sayesinde mi İslâmiyet bugünkü duruma geldi. Hayır, sebkat edilen bir kelime vardır. Bu dünya o kelimeye göre yönetilecek ve kıyamete kadar devam edecektir.
Biz bize verilen görevi yapma durumundayız. Kur’an’ı okumak, anlamak ve ona göre yani anladığımıza göre hareket etmek durumundayız. Biz görevimizi yapmadığımız zaman onlar ortaya çıkar ve bizi bitirirler.
On dokuzuncu yüzyılda dünyaya imparatorluklar hâkimdi. Osmanlılar, Avustralya İmparatorluğu, Rusya Çarlığı dünyaya hâkimdi, bunlar süper güçler idi. Bunlar yaşlanmıştı. Devletler üstü kuruluşlar sona gelecekti. Hanedanlık yerine cumhuriyetler gelecekti.
İşte, fitne ve fesadın merkezi olan sömürü sermayesi Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nı çıkararak onların varlıklarına son verdi. Ne var ki mikroplar sadece yıkıp yok ederler, mikroplar yeni yapı oluşturmazlar. Sermaye yeni düzen kuramamaktadır.
Bu âyet şu soruya cevap veriyor: Allah bizim cihad yapıp ilâhi düzeni kurmamızı istiyor. Neden kendisi kendi kudreti ile yapmıyor da bizim cihadımıza ihtiyacı vardır?
Allah’ın arşa istiva etmiş olmasından dolayı artık dünyayı ilâhi kanunlar (sünnetullah) idare ediyor, Allah doğrudan idare etmiyor. Yani kâinatta şeriat hâkimdir. Kişisel yönetim yoktur. Dolayısıyla Allah doğrudan müdahale etmemektedir. Çünkü Allah arşa istiva etmiştir.
Biz sünnetullaha göre hareket edeceğiz ve kazanacağız veya kaybedeceğiz. Biz O’na itaat ederek bu işleri yaptığımızdan dolayı sonunda biz kazançlı çıkacağız. Bu dünyada kazançlı çıkmasak da âhirette mükâfatımızı alacağız.
وَمَا كَانَ النَّاسُ
(Va MAv KAvNa elNAvSu)
“Nâs değildir”
“Kâne” tam fiil ise eskiden tek ümmet idi, şimdi değildir, şimdi olmayabilir anlamı çıkar; nakıs fiil ise her zaman tek ümmettir ancak ihtilaf hâlindedir anlamı verilebilir. Her iki manayı verebiliriz. Hazreti Âdem yaratıldığı zaman insanlar tek topluluk iken, sonra çoğaldılar ve ayrı ayrı topluluklar oldular sözü doğrudur. Şimdi de tek ümmettirler ama ihtilâf hâlindedirler sözü de doğrudur.
“Nâs” dendiği zaman yaşayan insanlar demektir. Bugün yaşayan insanlar ihtilaf hâlinde tek ümmettirler. İhtilaf demek, birbirleri ile savaş içinde olmak demek değildir; görüş ayrılığında, yaşama ayrılığında olmak demektir.
إِلَّا أُمَّةً وَاحِدَةً
(EilLAv EumMaTan VAvXıDaTan)
“Sadece tek ümmettir”
Yeryüzü tüm insanlık için tek yaşama yeri yapılmıştır. İnsanlar yeryüzünü aralarında bölüşmüşler, komşu olarak birlikte yaşamaktadırlar. Ayrı ayrı topluluk olmak için aralarında ihtilaflar olmalıdır. Uluslararası dil farkları uluslar ile doğar. Ulus demek, dış savunmayı yapan topluluk demektir. Savunmayı ancak bir tek dille yapabilirler. Böylece insanlık kavimlere ayrıldı ve her kavmin kendi dili vardır, kendi hukuku vardır.
Kavimler şa’blara (illere) ayrılmakta, şa’blar (iller) kabilelere (bucaklara), kabileler (bucaklar) de aşiretlere (ocaklara) ayrılmaktadırlar. Kişi aşireti içinde yaşamaktadır.
İnsan kişiliğini koruyarak topluluk içinde özgür olmaktadır. Kendi mülküne çekildiği zaman istediği gibi yaşamaktadır. Ortak alana girdiği zaman da ortaklığın kurallarına uymaktadır. İnsan özgürlüğünü ancak topluluk içinde gerçekleştirmektedir.
Ankara’ya gitme özgürlüğünü kullanan insan arabada/otobüste/trende/uçakta istediğini yapma özgürlüğünden vazgeçmektedir. Kendi isteği ile vazgeçmekte ise özgürdür. Birisi onu zorla götürüyorsa özgürlüğünü kaybetmiş demektir.
فَاخْتَلَفُوا
(FaPTaLaFUv)
“İhtilaf ettiler”
İnsanlık ülkelere, ülkeler illere, iller bucaklara, bucaklar ocaklara ayrılıyor. Sonra herkes kendi mülkünde özgür olmaktadır. Bu ayrılmalar aynı zamanda ihtilaflara sebep olmakta, sosyal gruplar arasında çatışma veya yarışma meydana gelmektedir.
Canlılarda aynı türlerde yarışma ve dayanışma vardır, farklı türlerde ise çatışma ve birbirini besin yapma vardır. İnsanlarda ise tek tür oldukları halde aralarında hem yarışma ve dayanışma, hem de çatışma ve yağmalama vardır. Düzen böyle kurulmuştur.
İnsanlarda uygarlaşma bu ihtilaftan çıkmaktadır.
Biz uygarlaşmayı şöyle tarif ediyoruz: İnsanlarda sattıklarının ürettiklerine oranı uygarlaşmayı ifade eder. Bu bakımdan insanlar ancak 21’inci asırda tam uygarlaştılar. Uygarlaşma oranı bugün yüzde yüzdür.
Uygarlaşma demek işbölümü demektir, herkesin farklı iş yapması demektir. Bu da ihtilaftır. “İnsanlar bir tek ümmet idiler, arkasından ihtilaf ettiler” ifadesiyle, insanların başlangıçta birlikte hepsinin benzer iş yapmalarıdır. 1950’ye kadar köylerimiz tek ümmet olarak yaşarken, bugün köyler boşaldı, herkes farklı iş yapıyor.
Her ülkenin kendi hukuku vardır. Her ilin, her bucağın ve sonunda her kişinin kendi hukuku vardır, içtihad ile kurulur. Sözleşmelerle de topluluklar oluşur.
İnsan topluluk içinde özgür olan bir varlıktır. İnsanlık özgür insanların oluşturduğu topluluktur. Topluluklarda “hicret demokrasisi” vardır. İnsan beğenmediği topluluğu oradan hicret ederek değiştirmektedir.
وَلَوْلَا كَلِمَةٌ
(Va LaV LAv KaLiMaTun)
“Velev bir kelime olmasaydı”
Türkçede “kelime” manası olan bir söz anlamındadır.
Kur’an’da bunun karşılığı “kelim”dir; “kelimât” ise cümlelerdir. Bir bütündür. Yani bir projedir. Bir tek söz değil sözlerdir.
Nekre olarak kullanılması; tek tip bir proje yoktur. Âhirette başka tip projeler olacaktır. Cennette başka, arafta başka ve cehennemde başka projeler vardır. Bu sebeple “kelimetün” şeklide yani nekre olarak getirilmiştir.
Bu dünya düzeni de böyledir. Karşılıklı takımlar olacak, bunlar yarışacak, çatışacak ve uygarlık böylece oluşacaktır. Bu düzen canlı türleri arasında da böyledir. Türler çatışırlar, çevreye uygun tür oraya hâkim olur. Darwin’in seleksiyon nazariyesi işte bu ihtilafa dayanmaktadır. Tüm canlılar tek ümmettir, bir hücreden yaratılmışlardır. Zamanla bölünerek ayrı türlere dönüştüler. Kur’an bunu anlatırken tüm canlıların bir dabbeden halk edildiğini söylemektedir. DNA yapısından biliyoruz ki tüm canlılar dört çekirdek asidini ve yirmi amino asidi kullanırlar. Hepsinin yapısı aynı atadan gelmektedir.
سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ
(SaBaQaT MiN RabBıKa)
“Rabbinden sebkat etmiş”
Rabbin bir projesi vardır. İstiva önceden planlanmış bir projedir. Kâinat ona göre yaratılıyor. O projede insanlık diye bir canlı varlık vardır. O canlı özgür fertlerin katılması ile oluşmuş bir varlıktır. Fertler insanlık içinde özgürdürler. Böylece kişiler insanlık içinde eğitilir, mezun olur veya olmaz, gününü doldurunca okuldan ayrılır, asıl yaşayacağı yere döner, orada aldığı diplomaya göre yerleştirilir.
Kur’an nâzil olduğu zaman böyle bir düzen yoktu. Ama Kur’an bunları anlatmıştır. Şimdi dünyayı temsil eden okullarımız vardır. Oradan diploma alıyor ve normal hayata dönüyoruz, orada bize öyle yer veriliyor.
İşte, dünya hayatı da böyledir. İnsanlıkta eğitiliyoruz. Âhirette dünyada aldığımız diplomaya gere yerleştirileceğiz. Sebkat eden kelime budur.
لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ
(La QuWıYa BaYNaHuM)
“Aralarında kaza olunurdu”
Hükmedilir, savaş biterdi. Yani insanlar arasında ihtilaf olmazdı.
Bu dünyada ışığın ısıya dönüşmesiyle elde edilen yararlı enerji sayesinde hayat sürmekteyiz. Gökten gelen ışık elmanın yapraklarında kimyasal enerjiye çevrilmekte, elmanın içine depo edilmektedir. Biz onu yiyoruz, parçalıyoruz, karnımıza gönderiyoruz. Hücreler o enerjiyi almakta ve onu ısı enerjisine dönüştürmektedirler. Böylece biz hareket edebiliyor, düşünebiliyor, konuşabiliyoruz.
Bu fani yani ölümlü dünya sona erecek, biz insanlar yeni hayat düzeninde yeni bir kelimede yani yeni bir hayatta toplanacağız. O hayatın birçok kısmı bu hayatın aynısı olacaktır. İşte o kelime sebebiyledir ki bu düzen böyledir. İhtilaflar devam etmektedir. Çoğulcu sistem demek bu demektir.
Canlılarda bir özellik vardır. DNA’larla “irsî”” özelliklerini atalarından alırlar, onlara benzerler. Bu yönüyle bütün canlılarda bir tür içinde olanlar birbirlerine benzerler. Öte yandan her canlı doğup büyüdüğü şartlara göre değişik yapıya sahip olmaktadır. Bunlar da “kesbî” özelliklerdir. Bir insanın erkek veya kadın olması irsîdir ama bir insanın âlim veya âmir olması kesbîdir.
Kâinatta canlılar irsî ve kesbî yapıları ile yaşamaktadırlar. İrsî yapıları onları bir ümmet yapmakta, kesbî yapıları onları ayrı ayrı varlıklar kılmaktadır. Bu dünya hayatı böyle bir hayattır. Sebkat eden kelime budur.
Allah bizi yaratmış, bizi ayrı takımlara yerleştirmiş. Bu yerleşme kısmen irsîdir, kısmen kesbîdir. Ben ailem içinde doğdum. Annemi, babamı, kardeşlerimi, komşularımı, akrabalarımı ben seçmedim. Bunların hepsi irsîdir. Dilimi ben seçmedim, dil de benim için irsîdir. Ama okulumu ben seçtim, eşimi ben seçtim, işimi ben seçtim, mesleğimi ben seçtim. Şimdi yazdığım bu yazıları yazmayı ben seçtim. Bunlar kesbîdir.
Kesbide de irsîlik vardır. Şöyle ki, bir arabaya binmeden önce seçimi kendin yapıyorsun ama bindikten sonra artık araba yürürken inemiyorsun. Hattâ araba dursa bile siz inemiyorsunuz, çevreniz orada kalmanıza imkân vermiyor. O halde orada da irsîlik vardır.
İrsîliği yalnız biyolojik olarak anlamayacaksınız. Miras, başkalarının ürettiklerine sahip olunandır. Eğer sen seçmiyorsan, senin iradenle olmuyorsa, o irsidir. Bu işbölümü dünyasında, bu ihtilaf dünyasında bize irsî olarak ne düşmüşse onu kabullenmek zorundayız. İrsî imkânlar içinde kesbimizi yapacağız. O kesbimiz bizim eğitimimizi sağlayacaktır. Âhirete gittiğimiz zaman o eğitimi almış olarak gideceğiz.
Biz bir ailede doğduk ve büyüdük. Bu irsîdir. Aile kurduk. Burada kesbimiz var. Sonunda bu dünyayı tek başımıza terk edip gideceğiz. Biz borçlu olarak büyüdük. Borcumuzu ödeyerek gitmeliyiz.
فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (19)
(FIyMAv FIyHı YaPTaLiFUvNa)
“İçinde ihtilaf ettiklerinde...”
İhtilaf ettikleri hususlar çözülürdü.
Burada “kada” denmiyor, “kaza olunurdu” deniyor. Yani aslında takdir-i ilâhi her şeyi planlamıştır. Ne olacağı bellidir. İnsan olmasaydı da olacaktı. İnsan olduğu için yapılmıyor. İnsan olmasa da canlılar yaşıyor. Düzen devam ediyor. İnsana akışı değiştirme yetkisi verilmiştir. Bir ırmak insan olmadan önce de akmaktadır ve gideceği yer belirlenmiştir. Allah insana diyor ki; istersen şu ırmaktan suyu al, bir oluktan geçir ve değirmeni döndür.
İşte, “kelime” insanı özgür kılan kelimedir, insanı mükellef kılan kelimedir, insana günah işleme özgürlüğünü kazandıran kelimedir.
Allah isteseydi insana da cüzi irade vermez, nasıl takdir etmişse olaylar öyle cereyan ederdi. Ama Allah insana cüzi irade vermiştir. O sebeple insanlar ihtilaf edebiliyorlar. İnsanın cüzi iradesi söz konusu olmasaydı dört boyutlu uzay yeterdi. Ama insan cüzi irade kullansın diye beş boyutlu uzayı var etmiştir. Bu sayede biz ihtilaf edebiliyoruz.
İnsanın iradesi söz konusu olmasaydı arşa gerek kalmaz, kürsilerle iktifa olunurdu. Arşın kendisi için var edildiğini insan bilecek ve ona göre görevini yapacaktır.
وَيَقُولُونَ لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ لِلَّهِ فَانْتَظِرُوا إِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ (20)
(Va YaQUvLUvNa LaV LAv EuNZiLa GaLaYHi EAvYaTün MıN RabBıHIy FaQuL EinNaMav eLĞaYBu LilLAHı FaiNTaJıRUv EinNIy MaGaKuM MıNa eLMuNTaJıRIyNa)
“Ve diyecekler; ona Rabbinden bir âyet inmeli değil miydi?
Söyle; gayb Allah’ındır. İntizar ediniz. Ben de sizinle beraber muntazırım.”
Daha önce, bu Kur’an değildir yahut başka bir Kuran getir dediler, şeklinde ifade edilmişti.
“Ve diyecekler” denmektedir; diğer peygamberlere verilen mucizeler benzeri mucizeler verilmeli diyecekler… Sopa yılan olmalı… Balığın karnından kurtulmalı… Ateş onu yakmamalı… Ölüleri diriltmeli... Buna benzer bir âyet ona verilmeli idi derler, diyor. Diğer peygamberlere bu kadar büyük mucizeler verildiğini kendisi anlatıyor da, ondan sonra ben son peygamberim diyen bu kişi hiçbir mucize gösteremiyor; göstermelidir, diyorlar.
Hazreti Peygamber’e hadislerde birçok mucizeler isnat edilir, mevlitler okunur. Oysa böyle bir mucize göstermediğini, böyle bir mucizesinin olmadığını Kur’an söylüyor. Son peygambere mucize olarak Kur’an verilmiştir; kıyamete kadar o mucize devam etsin diye.
Evet, Kur’an Hazreti Muhammed aleyhisselâm zamanında ne kadar mucize ise bugün çok daha büyük mucizedir. O gün insanlar Muhammed’e değil Kur’an’a inandılar. Bugün biz de Kur’an’a inanıyoruz. Hattâ bizim daha fazla inanma şansımız vardır. 1400 yıllık uygulama Kur’an’ın söylediklerinin haklı olduğunu göstermiştir.
Kur’an Mekke’de okundu, Medine’de uygulandı, halifeler zamanında istişare ile yorumlanarak uygulandı, fukaha döneminde onun beyan ilmi ortaya kondu.
Ondan sonra gelen binyıl boyunca onun sayesinde dünyada büyük İslâm devletleri kuruldu, İslâm uygarlığı doğdu.
Bu uygarlık Haçlı Seferleri ile Avrupa’ya geçti.
Kur’an’ın verdiği bilgilerle Amerika keşfedildi.
Tekrar hatırlatalım. Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşif yolculuğunda tayfaları isyan ediyor, geri dönelim diyorlar. Kolomb, dünyanın yuvarlak olduğunu Müslümanların kitaplarını şahit tutarak onları ikna ediyor.
Avrupalılar Amerika’yı nasıl keşfettiler?
Ellerinde pusula vardı. Astronomi ve coğrafya bilgileri vardı. Ateşli silahları vardı. Bunların hepsini Müslümanlardan öğrenmişlerdi. Müslümanlara da bunları Kur’an öğretmişti. Beş vakit namaz vakitlerinin tayini, Ramazan orucu, kıble, yiyeceklerin helal veya haram olması meseleleri Müslümanları matematiğe, fiziğe ve biyolojiye yöneltti. Kur’an’ı açıklamak için geliştirdikleri fıkıh onlara müsbet düşünmeyi öğretti. Avrupa uygarlığı bunlara istinaden doğdu ve Avrupalılar yine bunlara istinaden Amerika’yı keşfettiler.
Bugünün insanlarına şunları söylemeliyiz.
Allah Kâinatı insanlar için yarattı. Hazreti Âdem’i yarattı ve ona nasıl insanca yaşayacağını öğretti. Uzun yıllar insanlar kişiler tarafından yönetildi. Belli bir olgunluğa gelince Allah Hazreti Nuh’u gönderip insanlara kurallarla yaşamayı öğretti. Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa geldiler ve insanlığa şeriat içinde yaşamayı öğrettiler. Kur’an son kitaptır. Bütün peygamberler Allah’ın elçileridir. Kur’an onların yani o peygamberlerin oluşturduğu uygarlığın son kitabıdır.
Eski kitaplar vahye dayanıyordu. Kur’an’ın kendisi de vahye dayanıyor. Kur’an’ın kendisinden sonra peygamber gelmeyecek, yeni kitap da inmeyecek. Kitap olarak Kur’an kalacak ve kıyamete kadar insanlığın bütün sorunlarını çözmeye devam edecektir. İçtihad ve icma müesseseleri ile Kur’an insanlığın sorunlarını çözecektir.
Gelin şimdi bütün ilâhi kitapları ele alıp insanlık için sorunları çözmeye çalışalım.
Bizden mucize isteyecekler, bizden keramet isteyecekler...
Bizde mucize yok, bizde keramet yok; bizde Kur’an var. Kur’an III. binyılın nasıl olacağını haber veriyor, Kur’an düzeni hâkim olacaktır diyor.
Gelin kerametlerle, mucizelerle değil de; Kur’an’dan müsbet ilme dayanarak yapacağımız yorumlarla geleceğimizi görelim ve ona göre amel edelim.
İnsanlar gelmedikleri takdirde; o zaman bekleyelim ve görelim diyoruz.
‘Biz Millî Görüş gömleğini çıkardık, biz Adil Düzenci değiliz, faiz insanlığın realitesidir ve dünya gerçeğidir’ diyen AK Partilere, ‘uçuruma gidiyorsunuz’ dedik...
Kulak vermediler... Uçurumun kenarına geldiler... Ölümü gördüler...
Bu Allah’ın onlara ikazı idi; ama şimdilik kaldırıldı. Onu yıkmak isteyenler yıkamadılar. Son seçimle yine iktidar oldular, 2015’de de iktidar onların gözüküyor...
İNSANLIK ÖLÜME GİTMEKTEDİR AMA ÇARE VE ÇÖZÜM VARDIR.
1) İnsanlık kişilerde kurtuluş aramaktadır. Suçu kişilerde bulmakta, gelişmeyi kişilerin kabul etmektedir. İktidar değişince işlerin düzeleceğini zannetmektedir. Oysa kişiler kötü değildir, düzen kötüdür. Kötü düzende diktatörlük yapmak zorundasın.
O halde insanlık “Adil Düzen”i getirmedikçe kurtuluşa gidemez.
2) İnsanlık ekseriyet kararları ile kanunlar çıkarmakta, bu durum mevzuat anarşisine sebep olmaktadır.
Çözüm şekli istişarî kararlardır. Başkan karar alacak, üyelerin hakemlere gitme yetkisi olacak. Ekseriyet demokrasisi yerine “hicret demokrasisi” oluşmalıdır.
3) İnsanlığı savaşlara ve açlığa sürükleyen karşılıksız faizli paradır.
Çare ve çözüm olarak “emeğe dayanan karşılıklı para” yani “karşılığı olan para sistemi” getirilmelidir.
4) Sermaye modalar geliştirmekte ve insanları israf içinde sefalete sürüklemektedir.
Yerinden yönetimle insanlar kendi sitelerinde, kendi bucaklarında, kendi ocaklarında kendi örfleri ile yaşamalıdırlar.
Allah nurunu tamamlayacak, “Adil Düzen” yani Kur’an düzeni kurulacaktır.
‘Bekleyin; biz de bekliyoruz’ de, deniyor; Kur’an böyle diyor.
وَيَقُولُونَ
(Va YaQUvLUvNa)
“Ve kavl ediyorlar”
“Kavl” fiili muzari olarak getirilmiştir. Tekerrür edeceğini ifade eder.
Gelecekte bu kavl/söz söylenecek demektir. Bugün söyleyecekler demektir. “Bin Dil Üniversitesi”ni kurup tüm insanlığa Kur’an’ı ulaştırdığımızda bunu diyecekler.
BİN DİL ÜNİVERSİTESİ NEDİR, NASIL KURULUR?
1- Önce bir kooperatif kurulur. Arazi sahibi arazisini ortaklığa koyar. Kamu oraya genel hizmet getirir. Esnaf malzemesi ile ortak olur. Müçtehid araştırmacılar üretim yaparlar ve örnek bir işyeri oluşur. Bu yüz lojmanlı apartmanın altında işyerleri vardır. Orada oturanlar orada çalışırlar. Kiralar üretimden pay olarak ödenir. Bunu başardıktan sonra…
2- Bir adet yüz dairelik lojmanlı işyeri on dönüm arazi üzerinde kurulur. Yüz adet apartman on bin dönüm üzerinde kurulur. Devlet Bin Dil Vakfı’na yirmi bin dönüm tahsis eder. Vakıf, kooperatifler kurarak apartmanları bitirir. Yarısını altyapısına harcar...
3- Apartmanların her katına bir dili konuşan on aile yerleştirilir. Bunlara Arapça öğretilir. Bunlar Kur’an’ın yorumlarını kendi dillerine çevirirler. Kendi ülkelerinin sorunlarını Kur’an Arapçasına çeviririler. Bunlar ülkelerine döndükleri zaman kendi dillerinde halka Kur’an’ı anlatırlar...
4- Bunlar burada ailece on sene yaşarlar. Binanın altındaki işyerlerinde çalışırlar ve geçinirler. Yaptıkları iş de; ülkemizden ülkelerine gönderebilecekleri malları satın almak, ülkelerinden gelen malları satmaktan ibaret olacaktır. Döviz kullanılmayacak, her ülkenin kendi parası kullanılacak, mallar takas edilecek...
İşte bu üniversiteleri kurup insanlığı Kur’an düzenine çağırdığımız zaman halk bizden mucize isteyecek, bizden keramet bekleyecek. O zaman biz o insanlara ‘siz bize değil Kur’an’a inanın ve bekleyin’ diyeceğiz...
Ne olacak?
Kur’an düzenini kabul edenler yaşamaya devam edecek;
Kur’an düzenini kabul etmeyenler helâk olacaklardır.
Bugün insanlığı Kur’an’a çağırmamız mümkün değildir. ‘Haydi, gösterin, ne yapacağız’ deseler; vereceğimiz cevap yoktur.
Ama “Bin Dil Üniversitesi” kurulduğu zaman ve oradaki insanlar on yıl kadar eğitildikten sonra, ülkelerine döner ve tebliğde bulunurlarsa, o zaman ‘bekleyin’ deriz.
لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ
(LaV LAv EuNZiLa GaLaYHi)
“Ona indirilmeliydi”
Buradaki “ona” zamiri Hazreti Muhammed’e gitmektedir.
Şimdi bize söylemektedirler.
Kur’an’ın Allah sözü olduğunu söylediğimiz zaman, bizden, kendi peygamberlerine gelen mucize benzeri mucize olmalı idi…
Daha ileri giderek; her zaman göstereceği bir sihir olmalıydı...
Böyle derler, böyle diyecekler…
Peygamberler mucizelerini bir defa gösterirler. Ölüyü bir defa diriltir. Sopayı bir defa yılan yapar. Ateşte bir defa yanmaz. Balık karnından bir defa kurtulur.
Oysa sihirbazlar üstünlüğün kendilerinde olduğunu iddia edip devamlı harika olayları göstermeye çalışırlar.
Burada “utiye” kelimesi değil de “inzâl” kelimesi kullanılmıştır. Mucizeleri onun devamlı elinde olmasa da bir defa da olsa göstermeli idiler, anlamındadır.
آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ
(EAvYeTün MıN RabBıHIy)
“Rabbinden bir âyet”
“Âyet” nekredir. Herhangi bir mucize anlamındadır. Kur’an dışında inzâl olunmuş başka bir şey istiyorlar. 1400 sene önce yazılmış bir kitap eğer bugünün sorunlarını en iyi şekilde çözüyorsa, ondan daha iyi bir âyet olur mu? Ama onlar yine sihirli değnek isterler.
“Rabbihi” kelimesinden maksat; mademki bu görevi ona verdi, o halde onun bir âyeti olmalıdır diyorlar.
Günümüzde insanlar hâlâ mucizeli resul bekliyorlar; bu mucizeli resul eline sopayı alacak ve herkesi hizaya getirecektir.
Böyle bir resul gelmeyecektir. Böyle bir nebi gelmeyecektir. Artık Cebrail gelip de ona vahyetmeyecektir. Kendisinde de bir mucize olmayacaktır.
Nasıl Hazreti Muhammed zamanında sorunları Kur’an çözmüşse, bugün de sorunları kişiler değil Kur’an çözecektir.
Biz Kur’an’ın çözümlerini uygulayarak insanlığa gösterdiğimizde insanlık onu örnek alacak ve kendi sınırlarını kendisi çizecek, böylece III. binyıl uygarlığı doğmuş olacaktır.
فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ لِلَّهِ
(FaQuL EinNaMav eLĞaYBu LilLAHı)
“Söyle; gayb yalnız Allah’ındır”
“Fa” harfi getirilerek “söyle” denmektedir. O halde bunu söyledikleri zaman biz de hazır olmalıyız; ‘Bekle, düşüneyim, cevap vereyim’ dememeliyiz.
Kur’an onların ne söyleyeceklerini bize anlatmaktadır.
O halde bize itiraz ettiklerinde, eğer Kur’an’ı biliyorsak cevabımızı veririz.
Burada “söyleyin” denmiyor da “söyle” deniyor. O halde bir sözcümüz olacaktır.
Bucaklarda merkez ocağıdır. Merkez ocağının başkanı aynı zamanda bucak başkanıdır. Bu başkan cuma namazını kıldıran kimsedir. Emir onadır, o söyleyecektir. Her bucakta Kur’an okunup yorumlanacak ve bucaktaki muhaliflere o cevap verecektir. İl merkezlerinde il merkez bucağı bulunacak.
İlde merkez bucağının başkanı söyleyecektir.
Ülkede merkez ilin merkez bucağı olacak, onun bucak başkanı il adına söyleyeceğini söyleyecektir.
Nihayet…
Mekke’de tüm insanlığın merkez bucağı olacak, orada dünyadan gelmiş olan ve ticaretle geçinen ilim adamları olacak, onlar insanlık merkezinde Mekke bucağını kuracaklardır. Oranın bucak başkanı insanlık adına tüm insanlığın muhaliflerine söyleyecektir. İnsanlığın başkanı gelecekte böyle seçilecektir.
Her ülke üniversitesi buraya bir ilim adamını gönderecektir. Dünyada 1000 üniversite vardır. Her üniversiteyi temsilen bir âlim Mekke’de yerleşecek, onlar başkanlarını seçeceklerdir. O başkan insanlık adına konuşma yetkisine sahip olacaktır. Bu başkan sadece bir dini değil, bütün hak dinleri temsil edecektir. Buradaki ilim adamları aynı zamanda kendi mezheplerini ve tarikatlarını temsil edeceklerdir.
IŞİD’vari kuruluşlar insanlığa ve İslâmiyet’e hâkim olamayacaklardır.
Üniversiteleri olan mezhepler Mekke bucağında temsil olunacaklardır.
فَانْتَظِرُوا
(FaiNTaJıRUv)
“İntizar ediniz”
“Nazar etmek” karşı tarafa bakmak demektir, bir yere değil de çevreye bakıp gözleme demektir. Gerektiğinde onlara müdahale etme söz konusu olabilir.
“İntizar etmek” demek, kendi içine kapanıp beklemek demek, ne olacağını beklemek demektir. Biri size gelecek ama ne zaman geleceğini bilmezseniz oturup gelmesini beklersiniz. Gözünüz geliş yolunda olur.
Demek ki bizim onlara tebliğ edeceğimiz Kur’an’da onlardan talep olacaktır; şöyle yapın, böyle yapın diyecektir, Kur’an. Onlar bunu reddedecekler.
Kur’an bize ondan sonra bir görev vermiyor. “Bin Dil Üniversitesi”ni kurduktan sonra ve tebliğimiz ulaştıktan sonra onlara söyleyeceğimiz şudur; bekleyin, bekliyoruz. Bizim onlara zorla bir şey yaptıracak durumumuz yoktur. Her birimiz için durum budur.
إِنِّي مَعَكُمْ
(EinNIy MaGaKuM)
“Ben de sizinle beraber”
Yani fiilî bir hareket bize yakışmaz. Bize saldırmadıkça biz de onlara saldırmayız. Hattâ hicret ederiz. İşgal etmeyiz, hicret ederiz. Onlar bize saldırırlarsa kendimizi savunuruz.
مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ (20)
(MıNa eLMuNTaJıRIyNa)
“Muntazırlardanız.”
Bekleyenlerdeniz.
Siz bize dokunmayın, biz de size karışmayalım.
Bizden sadece söylemek vardır.
Zorlamıyoruz.
Kur’an’ın size bildirdikleri musibetler bizden size gelmeyecektir.
Kur’an’ı gönderen ne isterse onu O yapar.