YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
2041 Okunma
YUSUF 111

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 32

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِأُوْلِي الْأَلْبَابِ مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَى وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (111)

 

لَقَدْ

(LaQaD)

“Kesinlikle”

Le” tekit harfidir. “Kad” mazinin üzerine geldiği zaman oluşun devam ettiğini ifade eder. Nâkıs “Kâne” fiili zaten devamlılığı ifade eder. O takdirde “Kad” tekit harfi olur.

Bu sûrede iki yerde “LeKad” geçmektedir. Biri sûrenin başında aynı kelimenin başına gelmektedir. Böylece sûre baştan bu kelimeyle başlamış, son âyet de onunla bitmiştir.

لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ (7)

“Yusuf ve kardeşlerinde sailler için âyetler vardır.”

Sail” demek, soran veya isteyen demektir. Burada soran anlamındadır. Ama sadece soran değil araştıran anlamına da gelir. Yani gerçekleri öğrenmek isteyenlere âyetler vardır, yani köşe taşları vardır.

Allah’a inanan insanlar ortaya çıkan olayların takdir-i İlâhi ile olduğunu, tümünün hayır olduğunu, Allah’ın takdirinde şer olmadığını bilirler. Biz eğer bu dünyada eziyet görüyorsak, bu eziyet günahlarımızın keffareti olmakta, sabrımızdan dolayı derecemizin yükseleceğini bilmekteyiz. Her halükârda yine hayırdır. Hattâ günah işleyenler cehenneme gidecek, azap çekecek ama sonunda kurtulacak ve onlar için o azab da hayır olacaktır.

Allah insanları onlara kötülük edeyim diye yaratmadı. Onları yüceltti, adeta tanrılıktan pay verdi. Kendisine halife kıldı. Yeryüzüne onları eğitmek için gönderdi. Kendilerinden öğretmenler atadı. Kur’an’ı indirdi ve onlara öğretmenlerinin kıssalarını orada hikâye etti. Onlar okunursa, üzerinde düşünülürse, orada hep çok kaynaklar bulunacak ve çözümler üretilecektir.

Tarihte ilk uygarlık Hz. Nuh aleyhisselâm ile başlamıştır. İlk örnek uygarlık o dönemde oluşturuldu. O uygarlığın kuvvete dönüşmüş şekli Mısır’da gelişti. Hz. İbrahim aleyhisselâm ikinci Hak uygarlığı oluşturmak üzere görevlendirildi. Mekke’ye gitti ve oğlu İsmail ile Kâbe’nin temellerini attı. Mısır’a gitti ve dolaştı. Filistin’e oğlu İshak’ı yerleştirdi. Üçüncü hanımı Katura’dan olan dört oğlunu doğuya Hindistan’a gönderdi. Böylece Hz. Nuh’un Mezopotamya’da oluşturmaya başladığı uygarlık, Hz. İbrahim tarafından beşeri uygarlığa dönüştürülmek üzere onun zamanında yeni uygarlığın temeli atıldı.

Hz. Yusuf Mısır’a gitti ve kardeşleri ile yeni uygarlığı oluşturacak bir ulusun temelini attı. Bu ulus Hz. Musa zamanında Mısır’dan hicret etti ve İbrani uygarlığını getirecek İsrail kavmini ortaya çıkardı. Hz. Yusuf İbrani ulusunu oluşturdu, Hz. Musa ise İbrani uygarlığını getirecek İsrail oğullarının topluluğunu eğitti. Hz. Davut ve Hz. Süleyman bunları uyguladılar. Bu uygarlık da sonunda kuvvet uygarlığına dönüştü. Dor’ların istilası ile Atina’dan kaçan İyonyalılar Batı Anadolu’da Ege Denizi kıyılarında siteler kurdular, Tevrat’ı oralarda öğrendiler. O zaman oraları İran’ın satraflığında idi. Tevrat’ı Yunanca’ya aktardılar ve geliştirdiler. Böylece İbrani uygarlığının kuvvet medeniyetini kurdular.

Sonra Hazreti İsa geldi ve İbrani uygarlığını beşerileştirdi, tüm insanlığın dini/düzeni hâline getirdi. Bu arada Kıbrıslı Zenon Tevrat’ı lâikleştirdi ve beşeri hukuk yaptı. Romalılar bunu benimsediler ve imparatorluklarını meydana getirdiler. Bu uygarlıkların sentezi ile Bizans uygarlığı doğdu. Roma ve Bizans Hıristiyan olmakla beraber, uygarlıkları kuvvet uygarlığı olmuştur.

Bundan sonra Hazreti İbrahim’in başlattığı inkılâbı tamamlayan Hazreti Muhammed geldi ve Kur’an’ı getirdi. Arapların başlattığı Kur’an uygarlığına sonradan Persler ve Türkler katıldı. İslâm uygarlığı doğdu. Bugünkü Avrupa-Batı uygarlığı, Haçlı Seferleri ile başlayan uygarlıklar arasındaki ilişki sonunda kuvvet uygarlığı olarak çağımızdaki çok ileri bir uygarlık olarak ortaya çıktı.

İbrahimî gelişmeler henüz tamamlanmamıştır. “Adil Düzen” uygulaması ile insanlık gelişmiş uygarlığın gerektirdiği ihtiyaçlarını ilim yoluyla çözecek ve beşeriyet artık rüştüne ermiş olacaktır.

Bugünkü uygarlık, uygarlık taşlarından birisinin onarılmasından başka bir şey değildir; yeni uygarlık değildir. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve Birinci Kur’an uygarlıkları yeni uygarlıklardır. Üst üste oluşmuş apartman katlarıdır. Oysa Mısır, Yunan, Roma ve bugünkü Avrupa ise yeni bina değildir; hattâ asıl binanın ayrı katları da değildir. Bugünkü Avrupa-Batı Uygarlığı, eskidiği için harap olan Birinci Kur’an Uygarlığı’nın onarılmış hâlidir. Şimdi ise biz “Adil Düzen”le yeni uygarlığa başlıyoruz. Bu uygarlık yeni apartman değildir. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve Birinci Kur’an Uygarlığı’nı oluşturan uygarlıklar apartmanının üzerinde kurulacak yeni kattır.

كَانَ

(KAvNa)

“Oldu”

Kâne” vardır anlamındadır. “Kâne” nakıs fiil olarak kullanıldığında fail almaz, mübteda gelir. Buna isim denmektedir. “Kâne” fiil olduğu zaman yeniden oluşu gösterir. “Sare”dan farkı, “Sare”de bir başka şeyin bir şeye dönüşmesidir. “Kâne”de yeniden oluşmadır. Fiili mazidir. Oysa nakıs fiil olduğu zaman devamlılığı ifade eder. Burada nakıs fiildir, devamlı vardır demektir. Bunun başlangıcının olması devamlılık mânâsına zarar getirmez.

Anlatılmak istenen; onun şimdi de hakim durumunu koruduğu, bizim için âyet olduğu beyan edilmiştir. Fıkıhçılar nass ve kıyas diye ikiye ayırmaktadırlar. Onlara göre nass ikidir; biri Kur’an, biri hadistir. Buralardan elde edilecek bilgi âyettir. Yani Kur’an “nass” kelimesi yerine “âyet” kelimesini kullanır ve asıl delil Kur’an’dır. Sünnet ise Kur’an’ı bize öğreten, lafzını ve mânâsını yani lugatini bize öğretendir. Sünnete şiddetle ihtiyacımız vardır. Çünkü biz Kur’an’ın lafzını ve mânâsını sünnetten öğreniyoruz. Ne var ki biz hükümleri Kur’an’dan istidlâl ediyoruz. Hadisler âyet değildir. Âyet Kur’an’dır. Şimdi dünya Kur’an’ı bozmak ve değiştirmek için uğraşmaktadır. Oysa sünnet olmazsa biz Kur’an’ın ne lafzını ne de mânâsını bilebiliriz. Sünnet de yetmemektedir. Kur’an ve sünnete dayanarak içtihat yaparız ve sorunumuzu onunla çözeriz. Ne var ki bizim içtihadımız her zaman hatalı olabildiği için amelî değeri vardır, ilmî değeri yoktur. Kimse kendi içtihadının kesin doğru olduğunu iddia edemez. Kur’an kesin delildir. Ama anlamadığımız mânâ kesin değildir. Biz hata etmiş oluruz. Eğer Kur’an’ın mânâsı üzerinde icma varsa o zaman o kesindir. Artık ona aykırı içtihat yapmayız. Sahabelerin icmaı âyet gibidir. Eğer Kur’an’ın mânâsında icma ettilerse, artık onların âyete dayanarak icmaları âyet gibidir. İnkâr eden Kur’an’ı inkâr etmiş olur, kâfir olur.

Bugün bazı nevzuhur diplomalı cahiller vardır, gaflet ve dalâlet içinde icmaı inkâr etmektedirler. Adil Düzen Çalışanları böyle gafletlere elbette düşmezler. Onların dini/düzeni onların olsun, bizim dinimiz/düzenimiz Ehli Sünnet yoludur.         

فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ

(FIy QaÖaÖıHıM GıBRaTün)

Onların kıssalarında ibret vardır.”

“Kussı” kardeş demektir, amcaoğlu demektir, birbirini izleyenler demektir. Batı dillerindeki “kuzen” kelimesi buradan gelmektedir.

Kasas” birbirini izleyen olaylar demektir. Sebep-sonuç ilişkileri ile bağlı bulunan hikâyelerdir. Peygamberlerin hayatları silsile-i mütesaddikîn olduğu için onların hayatları kasastır. Bunun için ‘kıssadan hisse’ derler.

Bir insanın hayatı kıssa olduğu gibi bir devletin tarihi de kıssadır. Çünkü geçmişte yaşananların sonucu olarak gelecek inşa edilir. Birinin yaptığını diğeri tamamlarsa bu kıssa olur. Herkes işe yeniden başlarsa o kıssa olmaz.

Bu sebepledir ki AK Parti’nin Millî Görüş gömleğini çıkarması tutarsızlıktır; “Adil Düzen”e karşı olmak tutarsızlıktır. “Adil Düzen”de eksiklik olabilir, yanlışlık olabilir ama bir defa ona başlanmıştır. O halde yeni gelenlerin “Adil Düzen”e karşı olmaları değil, onun yanlışlarını düzeltmeleri ve eksikliklerini tamamlamaları gerekir. Numan Kurtulmuş taraftarları da Erbakan’ın başlattığı “Adil Düzen ve Millî Görüş”ü bırakarak bir şey yapacaklarını sanıyorlar. Oysa bir İstanbul âliminin sözünü hatırlatmak isterim: Filozofların silsile-i mükezzibindir, peygamberler silsile-i müsaddikindir. O sebepledir ki peygamberlerin hayatları kasas olarak anlatılmaktadır, nebe (haber) olarak anlatılmamaktadır.

Buradaki zamir Hazreti Yusuf ve kardeşlerine değil, bütün peygamberlere gitmektedir. Onun için “Ve” harfi getirilmemiştir. Hazreti Yusuf ve kardeşleri için “âyât” kullanılmış ve “onlarda” denmiş, oysa burada peygamberlerin kıssalarında ibret vardır denmektedir. Onların kendilerinde âyetler vardır. Peygamberlerin ise hikâyelerinde ibret vardır denmektedir.

Burada bir hususa dikkat edilmelidir. Tarihte peygamberler geldi geçti. Onlara kitaplar verildi. Peygamberlerin hikâyeleri bize kadar kısmen geldi. Bize ne kadar gerekiyorsa o kadarı geldi. Kur’an dışındaki kitaplar da bize tam olarak gelmedi, bize lazım olduğu kadarı ulaştı. Kur’an ise lafzı ve mânâsı ile günümüze kadar ulaştı. Sünnetten bize gerektiği kadarı geldi. Hadisler zayıf rivayetlerle ulaştı. Bu sebepledir ki biz bugün Kur’an’ı anlamak için sünnetten ve eski kitaplardan yararlanırız ama onlara uymak zorunda değiliz. Biz Kur’an’dan yapacağımız istidlallere uymakla yükümlüyüz. Diğer deliller hep Kur’an’ı anlamamız içindir.

İbret” âyet karşılığı getirilmiştir. Fıkıhçılar nassla veya kıyasla derler, Kur’an ise âyetle veya ibare ile demektedir. “Ubur etmek” demek, akan derede görünen taşlara basa basa karşı yakaya geçmek demektir. Nassla veya icma ile sabit olan hükümlere dayanarak onun benzerinde de o hükmü görmek demektir.

Domuz eti haramdır. Çünkü domuz meyvecil hayvandır. İnsan da meyvecildir. Besinleri aynı olan canlılar birbirine besin olmazlar. O halde maymunun eti de haramdır.

Ne yaptık?

İllet taşına basarak domuzda olan hükmü maymuna geçirdik. Demek ki domuz etinin haramlığı âyetle sabittir. Maymunun eti ise ibretle sabittir.

İşte, kıyas da böylece dördüncü delil olarak ortaya çıkar.

Kur’an ve sünnetten sonra icma ve kıyas gelir.

Yine İslâm dinini bozmak isteyenler, kendi akılları ile anlamadan heva ve heves içinde ahkâm kesiyorlar. Kur’an ve sünnetten sonra içtihadı delil olarak getirmişler. Zavallı cahiller; belki hainler, belki de satılmışlar. İçtihat delil değil hüküm çıkarmadır. İcma da içtihatla sabit olan hükümlerdir. Ama bunlar icma ile sabit olduğu için delildir. Çünkü hüküm uygulamada olur. Dördüncü delil içtihat değil kıyastır. Kıyas da Kur’an’la sabit olan delildir. Kıyasla sabit olanlar da Kur’an’la sabit olmuşlardır.

İspat mı istiyorsunuz?

Kur’an’da, ben bana bildirilenlerin içinde domuz etinden başka haram bulamadım diyor. Oysa üzüm şarabı da haramdır. Çalınmış olan mal da haramdır. Zina da haramdır. Kumar da haramdır. Öyleyse burada anlatılmak istenen kıyasla sabit olan da vahiy ile sabittir ve Kur’an’da vardır.  

“Sigara Kur’an’da yoktur, o halde haram olmaz, mekruh olur” sözü de son derece yanlıştır. Biz sigarada altı illet buluyoruz. Önce zararlıdır. İcma ile sabit pek çok haram vardır. Domuz eti böyledir. Sigara alışkanlık yapar. Şanslı oyunlar gibi alışkanlık yapar. Ezlamın (kura çekmenin) haramlığı âyetle sabittir. Tarım arazilerinde buğday yerine tütün yetiştiriyoruz, zehir yetiştiriyoruz. İsraftır. Zenginlere de haramdır. Tağyir-i halkillahtır. Ciğerler sadece oksijen almak için yaratılmıştır. Başka şey için kullanmak tağyirdir (değiştirmedir). İçmeyenlere ezadır ve zarardır. Eşe ve çocuklara zulümdür.

Şimdi yukarıda saydığımız altı illetin bir tanesi de olsa icma ile sabitse ve o vasfın onda olduğunda icma varsa, sigaranın haramlığı da icma ile sabit olur. Eğer illette icma yoksa veya illette icma vardır ama o vasfın sigarada olduğunda ihtilaf varsa, o zaman içtihatla sabit olur. Kişi kendisi içtihat eder ve haram sayar. Yoksa saymaz.

Peki, mekruh nedir?

Kimilerine göre haramlığı icma ile sabit olmayanlar mekruhtur. Bize göre ise haramlığı icma ile sabit olmayanlar için görüşlerine göre haram haram kabul edenlere haramdır. Sadece yasak değildir. Ceza verilemez. Bucak içinde icma ile haramlığı sabit olanların hukuki hükmüne göre hukuk onları korumaz. İçtihatla haram olanlara mekruh gözü ile bakılabilir.

لِأُوْلِي الْأَلْبَابِ

(Li EuLIy eLBABı)

“Loblar sahipleri için”

Kıssada herkes için âyetler vardır. Sail olan, soran, araştırmacı olan için âyetler vardır. Âlim olmaları gerekmez. Müçtehit olmaları gerekmez.

Oysa ibret alabilmek yani kıyas yapabilmek için lüb sahibi olunması gerekir.

Allah insanları değişik şekilde yaratmıştır.

Kiminin sanata eli yatkındır. Kimi tüccardır. Kimi âlimdir. Kimi kâşiftir.

Bunları tasnif edebilmemiz için Kur’an’da zikredilen kelimeleri tasnif ediyoruz.

Orada tip insanlar ortaya çıkar.

Kur’an’da içtihat için lüb sahiplerinden bahsedilmektedir.

Elbab” kelimesi Kur’an’da 16 defa geçmektedir.

16 sayısı ikili sayıdır.

Hepsi de “ulu’l-elbab” şeklinde geçmektedir.

E 2, L 3, B 2 , A1  sekiz defa geçmektedir.

16’nın yarısıdır.

L:3*30 + B:2*2 + E:2=96=6*16 + Av:6=102=7*16

Harflerin sayısı Med harfi sayılmazsa 16’nın altı katı ve Med harfi V’den dönüşmüş olduğu için 6 sayılırsa 16’nın 7 katı olmaktadır.

Demek ki burada sayılar dört defa özel sayılar olarak geçmektedir.

Olasılık hesaplarıyla dördünün de ikili sistemden gelmesi, ikili sistem diğer sistemler içinde 1/2 alınabilir. 1/8’in gelmesi de 1/2 ihtimaldir. 3 1/16’nın gelmesi ile ihtimal (1/16*1/16*1/16*1/16)*2 şeklinde yazabiliriz. 32768’de birdir.

Lüb” kelimesi ceviz içindeki kırışıklardır. Leblebi de ona benzemektedir. Bunlara benzer kırışıklar insan beyninde bulunmaktadır. İnsandaki içtihat kabiliyeti burada ortaya çıkmaktadır. Bilgi sahibi olmak, hafıza sahibi olmak demektir. Muhakemede iyi düşünmek, düşünmede ve hesapta hata yapmamak demektir.

Uli –l Elbab” zeki olanlar demektir. Zeki insan melekelerini iyi kullanmaktadır. İnsana has bir olgudur.  

Bir örnek verelim. Muhaddisler değişik hadisleri ravilerle tartışıyorlarmış. Bir sail bunlara gelmiş ve; ‘Hayızlı kadın cenazeyi yıkayabilir mi?’ diye sormuş. Herkes susmuş, kimse buna dair bir hadis bilmiyormuş. Orada bir fakih varmış; ‘Evet, yıkar’ demiş. ‘Kafadan atma’ demişler. ‘Hayır, sünnete göre fetva veriyorum. Hazreti Aişe hayızlı iken Peygamber’in başını yıkamış. Diriyi yıkayan ölüyü haydi haydi yıkar.’ demiş.  

İşte “lüb” budur.

Dereceleri vardır.

Zikir derecesi vardır. Bilinen kuralların uygulama yerlerine karar vermektir.

Fıkıh derecesi, olaylara uygulanacak kuralları belirlemektir.

Rüsuh derecesi ise kuralları ortaya koyma derecesidir.

Rasihler planın nasıl yapılacağını tesbit ederler.

Fakihler onlara dayanarak plan yaparlar.

Ehli zikrler planı uygulatırlar.

Bunların hepsi lüb sahipleridir.

Ulu’l-elbab” daha çok “müzakere” kelimesi ile geçmektedir. Sonra “takva” kelimesi ile geçmektedir. Ayrıca “âyet” kelimesi ile geçmektedir. İçtihadın kimler tarafından nasıl yapılacağını anlatan âyette şöyle geçer: “Onlar her söze kulak verir ve en iyisine uyarlar.” Bu âyet içtihadın temel dayanağıdır. (39/18)  

İçtihat ne demektir?

Bir konu ile ilgili delilleri toplamaktır. Bunun için herkesle istişare edilmelidir. Bu mümkün olmadığına göre bir istişare mekanizması kurulmalıdır. Rasihler kendilerine tâbi olan fakihlere danışmalıdır. Onlar da kendilerine tâbi ehl-i zikre danışmalıdır. Böylece müçtehit kendisine tâbi olanların tamamına danışmış olur.

Bunların sayısı 100 kadardır. Ayrıca, bir ülkede mevcut 10’a yakın mezhep vardır, onlara da danışmalıdırlar. Bunlardan ilgilenenler görüşlerini bildirirler. Kendilerine gönderdiği mail ile cevap istenir. Kendilerine cevap verenler kitap göstermezler, yazımı okuyun diyemezler. Yüz yüze veya telefonda görüşürler. Kim görüşmek isterse onu dinleme zorunluluğu vardır. Böylece bütün insanlarla görüşmüş olur.

Burada “her söze” dendiğine göre ancak yaşayanlarla istişare etme zorunluluğu vardır. Şifahi görüşmeye zaman ayıranlarla görüşme yapma mükellefiyeti vardır.

Bundan sonra bu hususta araştırma yapma, varsayımın doğru olup olmadığını ortaya koyma ise muhakemedir. Tahkiktir.

Âyetleri okuyan ulu’l-elbaba Allah böyle varsayımları ilham eder.

“Elbab” kelimesi burada çoğuldur. Demek ki tek başına değil de, birlikte çalışarak varsayımlar ortaya konabilir ve tahkik edilebilir.

مَا كَانَ حَدِيثًا

(MAv KAvNa XaDIyÇan)

“Bir hadis değildir.”

Kâne” “” ile geldiğinde nâkıs fiildir. Olmamak, bir oluş olmadığı için “sare” mânâsında olmamaktadır. Kur’an’da yokluk kavramını ifade eden bir kelime yoktur. Arapçada “adem” kelimesi bu mânâdadır ama Kur’an’da geçmemektedir. Yokluk bir varlık olmadığı için bir isimle adlandırılmıyor, menfi deyimlerle ifade ediliyor.

Bunun anlamı şudur. Yokluğu Allah var etmemiştir, kendiliğinden vardır. Oysa Allah’tan başla hiçbir şey kendiliğinden olamaz. O zaman vacibu’l-vücut birden fazla olur, tanrılar çoğalırdı. Dolayısıyla yokluk diye bir şey aslında yoktur. Negatif sayılar yok olan sayılar değildir. Var olanlarla birleştiklerinde sıfır yapan sayılardır. -5 ile +5’in toplamı sıfırdır. Sıfır yok olan bir şey değildir. Sıfır çok güçlü sayıdır. Herhangi bir sayı ile çarpıldığında onu kendisine benzetir yani sıfır yapar.

Hadis” kelimesi söz demektir.

Kur’an’da; anlatmak, söz, olaylar, Musa’nın hadisi, muhdes zikir, onları ehadis kıldık, hadisin lehvi, tahdis için müstenis, hadisin ahseni, Allah ve âyetlerinden sonra hangi hadise, Kur’an misli hadis, emri ihdas etmek, nimeti tahdis et, haberleri tahdis şeklinde geçmektedir.

“Kavl” kelimesinde mukavele, sözleşme vardır.

“Hadis”de ise olayların anlatımı vardır veya sadece sohbet mânâsı vardır.  

“Hudus etmek” ortaya çıkmak anlamındadır.

“Allah ve âyetlerinden sonra hangi hadise inanacaklar” diyor.

“Hadis” müfret, “Allah ve âyetleri” ise vav ile cem olmuştur. Yani Allah’ın kendisi ve O’nun var ettiği kâinat ve gönderdiği kitaplardan sonra demektir.

Biz Allah’ı ancak O’nun kâinatta yaptıkları ve gönderdiği kitapları ile bilebiliriz.

Kur’an kâinatın bir haritasıdır. Aynı zamanda hükümleri de içerir.

Bir adam birine tokat attı; bu olaydır. Bunun filmini çekebilirsiniz. Zaten geçmişin filmi orada duruyor ama orada hüküm yoktur. Tokat atana kısas yapılırsa hükümdür. Bu hükmün filmini çekemezsiniz. Bu ancak sözlerle ifade edilir.

İşte Allah’ın kâinatı ve âyetleri de hükümleri ifade eder.

Demek ki “hadis” hükümleri de içeren olayları anlatan ifadelerdir.

يُفْتَرَى

(YuFTARAy)

“İftira edilmiş.”

Fery” başın saçla örtülü kısmıdır. Sonra kürk şeklindeki elbiselere benzetilmiştir. Kuklalara giydirilen elbiselerdir. Bir şeyi başka türlü göstermek, olduğundan farklı göstermek için iktisap ettiğin iş veya sözdür. İftira edilmiş bir söz değildir. Yani kendisinin söylediğidir ama ‘başkası söyledi’ diyorsa iftiradır.

Kur’an da iftira edilmemiştir. Kur’an Allah’ın sözüdür. Burada anlatılanlar gerçekten olmuş olaylardır ve onların gerçek hükümleridir. Kıssalar ve hükümler uydurulmuş sözler değildir. Kur’an yeryüzündeki insanlara hidayet olsun diye oluşturulmuş bir kitaptır. Allah’ın ses ve çizgilerden olmayan bir kelamıdır. Muhdes değildir, yani sonradan oluşmuş değildir. Allah’la beraber kadimdir. Ondan başkası değildir. Aynısı da değildir.

Bu Allah’ın kelamı Cebrail ve melekler tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Yeryüzünün mütercimi bunlardır. Diğer yıldızlardaki gezegenlerde de bu Allah’ın kelamından onların dillerine çevrilmiştir.

Demek ki Allah’ın kelamı olan Kitap bütün kâinat için aynıdır, birdir. Onun tercümeleri gezegenlerde değişmektedir. Biz bir yıldıza gidip orada insanı bulsak onların da Kur’an’ı olacaktır ama Arapça olmayacaktır. Cebrail ve arkadaşları bu kitabı tercüme ettiler. Hazreti Muhammed ve onun arkadaşları bu kitabı ulaştırdılar. Biz de şimdi onu okuyoruz. Bu kitap onun sahte baskısı değildir. Gerçek, aslına uygun ve müellifin emri ile basılmıştır.

وَلَكِنْ

(Va LAKiN)

“Velakin”

Lakin” kelimesi kendisinden önce gelen ifadeyi iptal eder.

“Bel” ise kendisinden önce gelen ifadeyi iptal etmez, düzeltir, yeni şekliyle söyler.

‘Ahmet geldi bel Mehmet geldi’ derse; yanlış söyledim, Mehmet geldi denmiş olur. Ayrıca Ahmet gelmiş olabilir. Oysa ‘Ahmet geldi lakin bize uğramadı’ veya ‘Ahmet gelmedi lakin mektup gönderdi’ diyebiliriz.

Lakin” bir de “Ve” ile getirilir. Eski söylenen tasdik edilir ama yeni bir şey daha söylenir. Yenisi eskisinin menfisidir. Bu uydurulmuş söz değildir ama şu şudur denir. Uydurulmuş olmadığı doğrudur. Ve fazla olarak da şu vasıflar vardır demektir. Uydurulmuş olmaz da hidayet de olmayabilir.

Yeni hükümler içerdiği için “Ve” harfi ile atfedilmiştir.

Buradaki “Ve” mahzuf bir ifadeye atıf olarak düşünülebilir.

Uydurulmuş değildir. Vahy edilmiştir.

Genellikle Kur’an’ı mealleri ile öğrenenler Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu inkâr etmezler. Ne var ki Kur’an’a ait sözleri Hz. Muhammed’in söylediğini kabul ederler mânâsında itirazları yoktur ama sözler üzerinde itirazları vardır. Evet, Kur’an’ın lafızları Allah’ın lafızları değil mahlukudur ama bu tercüme Hz. Muhammed tarafından değil, Cebrail ve arkadaşları tarafından yapılmıştır, Allah da tasdik etmiştir.

Bu kitabın dört özelliği vardır, bu âyetlerde bunlar zikrediliyor.

  1. Anlattıklarını tasdik etmek içindir. ‘Hz. Musa böyle yaptı’ dediği zaman, onun yaptığını tasdik etmek içindir. Yani bizden önceki şeriatların bize de şeriat olduğu ifade edilmektedir.
  2. Her şeyin tafsilidir. Bütün ilimleri ve oluşları ile hükümleri anlatmaktadır.
  3. Hidayettir, yol gösterendir.
  4. Ve inanmış kavme rahmettir.

تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ

(TaÖDıQa elLaÜI BaYNa YaDaYHı)

“Yedeyinde olanı tasdiktir.”

Eğer siz duruyor, kafile size doğru geliyorsa, o zaman gelmiş olanlar arkanızda kalır, gelecekler öndedirler. Yok eğer kafile olarak yürüyorsanız, önünüzdekiler daha önce gelip geçmişlerdir, siz onların arkasındasınız demektir.

Burada bizden önce gelenler öne alınmıştır. Bizim önümüzdedirler. Biz dört boyutlu uzayda kafile hâlinde seyahat ediyoruz. Film seyretmiyoruz, film yapıyoruz. Bu sebeple bizden önce gelenler önümüzdedirler. Biz onların yollarını izliyoruz, onların arkasından gidiyoruz. Tarih bize gelmiyor, biz tarihin içinde ilerliyoruz.

İşte “Beyne Yedeyhi” kelimesi bunu ifade ediyor.

Ellezî” kelimesi müfreddir. Yani kafile tektir. Hz. Adem’den kıyamete kadar giden kafiledir. Fatiha’daki “Sırata’l-lezî En’amte Aleyhim” gibi burada da aynı ifade getirilmiştir. Tek olan müstakim sıratta bizden önde gidenleri takip ediyoruz.

“Ellezi”de “el” harfi ahd için ise manası böyledir.

Bütün hak dinlerin tek İslâm dini olduğu ifade edilmektedir. İslâmiyet tektir. Barıştır. Oysa savaş tekte olmaz. Hz. Adem’den başlamış, Hz. Muhammed’de kemale ermiş, kıyamete kadar gelişerek insanlığı âhirete taşıyacak din tektir.

Bununla beraber “ellezî”deki harfi tarif cins için olabilir.

Bu takdirde İslâmiyet tektir ama onun uygulaması farklıdır. Her kavim onu ayrı ayrı şekilde uygular. Aslı ise birdir. Mesela elma, elma olarak tektir, cins olarak özellikleri bellidir, genetiği aynıdır ama şartlara göre her elma ağacı ayrıdır. Yerleri ayrıdır, ömürleri ayrıdır, tatları ayrıdır. Dalların şekli ayrıdır.

Kur’an da böyledir. Kendisi lafzı ile birdir. Tektir ama mânâsı ve uygulaması ile farklı farklıdır. Çünkü orada insan da görev almaktadır. Kabiliyet ve çalışkanlıkta farklılık arz eder. Bunun için mezhepler farklıdır. Hak dinler farklıdır.

Günümüz İslâmiyet’i ile Osmanlı İslâmiyet’i farklıdır.

İran İslâmiyet’i ile Türkiye İslâmiyet’i ayrıdır.

Ama bunların hepsi İslâmiyet’tir.

Kelimeye cins mânâsını verdiğimiz zaman bu mânâ çıkar.

Tasdik” ise iki şekilde olur. Biri size bir şey anlatır, siz de onun anlattıklarını onaylarsınız, bu tasdiktir. Türkçede daha çok bu mânâda kullanılmaktadır.

Kur’an eski kitaplar ve resulleri tasdik etmektedir. O dine mensup olanlar bundan hoşlanıp hamd edeceklerine Kur’an’a düşmanlık yapıyorlar. Bir tarafta Tevrat ve İncil, diğer tarafta Hinduların ve Budistlerin Furkan’ı; bunların müntesipleri bu kitapların İlâhi kitap olduklarını iddia ediyorlar ama ispat edemiyorlar. Onların en büyük delili Kur’an’dır; Kur’an onların İlâhi kitap olduğunu onaylamaktadır.

Tasdik”in diğer mânâsı ise onların haber verdiklerini uygulamak, gerçekleştirmektir.

Diyelim ki, İncil; ‘Benden sonra biri gelecek, o dünyaya düzeni getirecektir’ diyor. Kur’an geldi ve Tevrat’tan sonra ilk şeriat kitabı olarak bunu haber verdi. Şimdi İncil ehli bundan sevinecektir. Çünkü İncil’de bildirilen gerçekleşmiştir. Söyledikleri hak olmuştur. Bunlar ise bunu inkâr ederek Hazreti İsa’nın dirilmesini bekliyorlar!

İşte bu ikinci tasdik, geçmişte başlanan işleri bugün biz tamamlıyorsak bu tasdiktir.

Cumhuriyeti kuranları biz tasdik ediyoruz. Çünkü onu yaşatmaya çalışıyoruz. Bizim görevimiz budur. “Adil Düzen”i kabul etmediği için belki de birinci cumhuriyet yıkılacaktır. Ama biz cumhuriyeti yaşatmağa çalışırız. Biz musaddıkız. Hattâ yıkılırsa, yıkıldıktan sonra da ikinci cumhuriyeti biz kurarız.

Biz nerden biliyoruz?

Biz neyin musaddıkıyız?

Biz şimdi İslâm uygarlığı ile Batı uygarlığını sentez ediyoruz; onların başlattıkları işleri tamamlıyoruz. Bunlar bellidir.

-Demokrasiyi yani şeriatı,

-Lâikliği yani İslâmiyet’i,

-Liberalliği yani adaleti,

-Sosyalliği yani hakkı getirmeyi başlattılar;

*Biz şimdi onları tasdik ediyoruz, onların mekanizmasını kuruyoruz. Onları sahtelerinden ayırıp hakikilerini getiriyoruz. Yani, biz bizden öncekilerin musaddıkıyız.

*Biz Osmanlıların ve Bizanslıların vârisiyiz; biz onların başlattıkları uygarlığı devam ettirmeye çalışıyoruz.

*Biz Osmanlıların, Selçukluların, Karahanlıların, Göktürklerin, Hunların ve İskitlerin vârisiyiz; onların başlattıkları uygarlaşmaları sürdürüyoruz.

*Biz Osmanlıların Selçukluların, Abbasilerin, Emevilerin, Dört Halifenin, Hazreti İsa’nın, Hazreti Musa’nın, Hazreti İbrahim’in ve Hazreti Nuh’un başlattıkları uygarlaşmanın sıkı takipçisiyiz.

*Biz Kuran’ın, Tevrat’ın, İncilin, Furkan’ın musaddıkıyız.

Kur’an bize bunları öğretiyor.

Yani, biz yıkmaya değil yapmaya memuruz.

YENİ UYGARLIĞIN TEMELLERİ VE İLKELERİ NELERDİR?

  1. Birinci ilke ‘yerinden yönetim’ ilkesidir. Herkes kendi içtihadı ile ilzam olunacaktır. Kendi şir’asını kendisi koyacaktır Sonra Hazreti Yusuf peygamberin aşireti gibi herkesin aşireti olacak ve kendi aşiretinin düzenini kendisi kuracaktır. Başkalarına zarar vermemek üzere istediklerini kendileri yapacaklardır. Kendileri ister cehenneme ister cennete gidecekler. Merkezden dayatmayacağız. Bucaklar öyle, iller öyle, insanlık içinde ülkeler öyle.
  2. İkinci ilke ‘savaş’ değil ‘barış’ içinde olmaktır. Yeni uygarlık mensupları aralarında çıkan ihtilafları hakemlerle çözecekler. Birbirlerine karşı zor ve dayatma kullanmayacaklardır. “Adil Düzen” esas düzendir.
  3. Üçüncüsü; birlikte yaşayacaklar ama serbestçe iş yapacaklar. Adalet içinde herkes yaptığının ve ürettiğinin karşılığını alacak. Fiyatlara ve ücretlere müdahale edilmeyecek ama herkes emeğinin hakkını alacak. Liberal düzen olacaktır.
  4. Dördüncüsü; çalışmayanların, çalışamayanların da yaşama hakları vardır. Yeryüzü hepimizindir. Çalışamayanlar yeryüzünün kirasından pay alırlar. ‘Patronlar ve çalışanlar yaşarlar; diğerlerinin canı cehenneme!’ anlayışı ve uygulaması olmayacaktır.

İşte “ADİL DÜZEN” budur.

İnsanlık hep bunları elde etmek için savaş vermiştir.

Biz de bu savaşa gönüllü olarak katılıyoruz.

Tarihte daima Adil Düzenciler galip gelmiştir. Biz de galip geleceğiz. “Adil Düzen”e karşı olanlar ise sonunda mağlup olacaklar ve cehennemde haşrolacaklardır.

وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ

(Va TaFÖIyLa KulLi ŞaYEın)

“Ve her şeyin tafsilidir.”

Fasıla” bitişik olduğu halde ayrı olan şeydir. Dirsek, bilek böyledir; bunlara “mafsal” denmektedir. Kâinat tamamen böyle oluşmuştur. Yahut biz öyle yaparız.

Âlem var, âlim var. Âlemde alâmetler var, âlimde ise ilim var. Âlem cüzlerden ve mevclerden (dalgalardan) oluşur. Cüzler nebat hâlinde oluşmuştur. Mevcler ise hayvanlar hâlinde oluşmuştur.

Nefis var, ümmet var. Nefisler eğitilerek ümmete uyum sağlarlar. Ümmetler örgütlenerek kişileri birleştirirler.

Mekan, zaman, madde ve enerji, vardır.

Dil, sanat, teknik ve hukuk vardır.

Kurallar vardır. İrade vardır. Evrim vardır. Bozulma vardır.

Böylece kâinat tafsil edilmiştir. Her şey böyle 24’lü cüzlere ayrılmaktadır.

Kur’an bunları bize nasıl öğretmektedir?

Kur’an’da kullanılan kelimeleri tasnif ettiğimiz zaman kâinatın tasnifi oraya çıkar.

 

وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (52)

وَلِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصِيلًا (12)

“Onlara bir kitab getirdik, onu ilim üzerine tafsil ettik. Hidayettir, iman eden kavim için rahmettir.” Kur’an ilimle tafsil edilmektedir. Konunuz olan âyette ise her şeyin tafsili yapılmaktadır. “Senelerin adedini ve hesabı bilesiniz diye” kâinat böyle yaratılmıştır. “Ve biz her şeyi tafsil ettik.” deniyor.

İşte, Kur’an bize diyor ki; eğer siz sekiz yüzlü üzerinde ilim yaparsanız, Kur’an’ın kelimelerini sınıflandırırsanız, tüm kâinat sınıflanmış olur. “Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı” böyle doğacaktır. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri sınıflandırılacaktır.

Bir insan böyle bir sınıflama yapmak için yetmemektedir.

Tüm insanlar bu çalışmalara katılmalıdırlar.

NASIL KATILACAKLAR?

İşte, İstanbul’da Akevler Adil Düzen Çalışanları, M. Lütfi Hocaoğlu’nun öğretiminde “Ruhu’l-Kur’an” adıyla program hazırlamaktadırlar.

Bilgisayarın tuşuna bastığınızda ekrana hemen gelecektir. Onun üzerinde düşünecek, sen de kendi bilgisayarında eklemeler yapabileceksin.

Sonra ikili çalışma yapılacak ve bilgiler birleştirilecektir. Önce çalışanların hepsi ikişer ikişer çalışır ve ortak metin meydana getirirler. İhtilaf ederlerse iki görüş de yazılır. Sonra onların temsilcileri bir araya gelir ve onlar metinlerini birleştirirler. Sonunda bütün çalışmalar birleştirilmiş olur.

Kur’an’daki kelimeler tasnif edilecek, ifadeler tasnif edilecek…

Kâinat tasnif edilecek, oradaki olaylar tasnif edilecek…

Ve Kur’an ile kâinat arasındaki münasebet ortaya konacaktır.

İşte Kur’an burada buna işaret etmektedir.

Basit bir örnek verelim.

Fatiha’da geçen kelimeleri ele alalım:

 

) الْحَمْدُ الرَّحِيمِ)( الدِّينِ الصِّرَاطَ(     ) الْعَالَمِينَ الضَّالِّين) (الْمُسْتَقِيمَ  الْمَغْضُوبِ( (                )نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ( ) اهْدِنَا أَنْعَمْتَ(

الرَّحْمَن صِرَاطَ الَّذِينَ لِلَّهِ           ِإِيَّاك إِيَّاكَ                                   عَلَيْهِمْ عَلَيْهِمْ                        وَ وَلَا

 

Hamd” ile “rahmet” arasında karşılıklı ilişki vardır. Allah rahmet eder, insanlar da hamd ederler.

Din” ile “sırat” arasında ilişki vardır, ikisi de yoldur.

Âlemler” topluluk demektir. İnsanoğlu “dalâlet” eder. Diğer canlılarda dalâlet yoktur.

İstikamet” ve “gadab”; istikamet insanı gadaba uğramaktan kurtarır.

İbadet” ve “istiane”; İbadet hizmet etmektir. İstiane ise yardım istemektir.

Hidayet” ve “in’am”; İkisi de insana yapılan lütuftur.

Şimdi siz bu 16 kökü alarak ikişer ikişer tasnif ediniz.

Sonra onları birleştiriniz.

İşte tüm Kur’an bu yolla tasnif edilirse, Kur’an tafsil edilmiş olur.

Kâinat da ona paralel olarak tasnif edilmiş olur.

وَهُدًى

(Va HuDan)

“Ve hidayet oldu.”

“Tasdik edici olarak” ve “tafsil eden olarak” dedikten sonra, “hidayet olarak” ifade edilmektedir.

Hidayet” nedir?

Yola götürmek veya yol göstermektir.

Geçmişte olanlar tasdik edilecektir. Ondan sonra ilim yapılacaktır. Kendi çağımızdaki ilimleri tasnif etmemiz gerekir. Kur’an bu tasnifte bize yardımcı olacaktır.

Kur’an aynı zamanda hidayettir.

Geçmiş peygamberlerin kıssalarının ve bugün yaşadığımız kâinatın bilinmesinden sonra bizim görevimiz nedir, ne yapmalıyız?

İşte, Kur’an bu yönü ile hidayettir. Görevlerimizi bize anlatır. Doğduğumuz günden öleceğimiz güne kadar nasıl davranacağımızı bize haber verir. Topluluğun oluşması ve düzgün bir şekilde yaşaması için gerekli bilgileri içerir.

Fatiha Sûresi’nde hidayet istiyoruz.

Bakara Sûresi de, “bu Kur’an muttakilere hidayettir” diyerek, Kur’an’ın ne olduğunu tarif etmektedir.

İşte tasnif budur.

İnsanlığın tarihini bilmek, kâinatı bilmek, bunlara dayanarak görevlerimizi ve kurtuluşumuzu bilmektir.

İşte Adil Düzen” budur.

Kur’an’dan peygamberlerin kıssalarını öğreneceğiz.

Yine Kur’an’dan müsbet ilimleri öğreneceğiz.

Kimileri, Kur’an fizik kitabı değildir diyerek, bizim Kur’an’ı ilmen yorumlamamızla istihza ediyorlar. Oysa Kur’an her şeyin tafsilidir; ilmin de tafsilidir. Daha doğrusu ilim tafsildir; onu da Kur’an öğretmektedir.

Kur’an’ın tafsiline nasıl başlayacağız?

Her şeyin zahiri var batını var. Önce zahirle batını ayırırız. Diyelim ki 5000 kelime vardır. Biz kelimeleri dörde ayırırız, zahir batın, hem zahir hem batın, ne zahir ne batın. Dört sınıfa ayrılmıştır.

Hamd batındır. Rab batındır. Alem batındır. Rahmet batındır. Mülk zahirdir. Yevm zahirdir. Din batındır. İbadet zahirdir. Avn zahirdir. Hidayet batındır. Sırat burada batındır. İstikamet batındır. Nimet zahirdir. Gayr zahirdir. Gadab zahirdir. Dalalet batındır.

Bakalım kaçı zahir kaçı batındır?

Hamd batındır. Rahmet batındır. Rab batındır. Din batındır. Alem batındır. Sırat burada batındır. Dalalet batındır. Hidayet batındır. İstikamet batındır.

Mülk zahirdir. Yevm zahirdir. İbadet zahirdir. Avn zahirdir. Nimet zahirdir. Gayr zahirdir. Gadab zahirdir.

Bir hata yaptık. Alemi batın saydık; Alem zahirdir.

Demek ki Fatiha’daki kelimeleri ikiye ayırdık. Sonra tekrar böyle ayırmaya devam edilir. Kur’an’ın kelimelerini böyle tasnif edersek Kâinatı da tasnif etmiş oluruz.

Önce dörde ayıracağız. Kasas, tafsilat, hidayet ve rahmet.

Bu şekildeki çalışmalara III. bin yılın başında İstanbul Akevler başlamıştır.

Prof. Dr. Necmettin Erbakan Türkiye ve dünyaya duyurmuştur.

III. bin yıl uygarlığı bunun üzerine oturacaktır.

وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (111)

(Va RaXMaTin Lı QaVMın YuEMıNUvNa)

“İman eden kavm için rahmettir.”

“Kasas”, “tafsil” ve “hidayet”ten sonra “rahmet”tir, yani emeğimden fazla lütuftur. Çalışırsın, ücretini alırsın Hem de işçiliği o ister, seni çalıştırır. Ama çalışmadan verdikleri rahmettir (Rahman sıfatıyla). Çalışana verirse o da rahmettir (Rahim sıfatıyla).

Kur’an mü’minlere rahmettir.

Kur’an mü’minlere neden rahmettir?

Kur’an bütün insanlara hidayettir, onlara doğru yolu gösterir ama mü’minlere ise Kur’an özel olarak hitap eder. Şöyle ki, bütün insanlar Kur’an’dan yararlanma hakkına sahiptirler ama kimse onları bu konuda zorlamaz. Ne yapacaklarını kendileri bilir, hesabı Allah’a verirler. İsteyenler onun hidayetinden yararlanırlar.

Mü’minlere ise görev verilmiştir; Kur’an düzenini yeryüzünde tesis etmekle görevlidirler. Bu görevi yerine getirenler Allah’ın rahmetine uğrarlar. Yani askerlik yapıp yeryüzüne barış getirenler için rahmettir.

Kur’an “Ey İman Edenler” diye bunlara hitap eder;

“Ey Nâs” diyerek bütün insanlara hitap eder.

Mü’minler demek devlet kuranlar demektir, askerlik yapanlar demektir. Adaleti dağıtanlar demektir. İşte bu kitap onlara rahmettir.

Burada bir sual sorulabilir:

Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusu ve orada askerlik yapanlar bu tanıma girer mi?

Niyete bağlıdır. İlâhi adaletin bekçisi olduklarının şuurunda olanlar elbette girer, dünya ve âhiret ecirlerini alırlar. Sırf makam almak için veya hükmetmek için askerlik yapanlar günah işlemiş olmazlar ama “mü’min” de olmazlar, sadece “müslim” olurlar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti adil olursa, kararlarında tarafsızlığını korur da hakkın yanında yer alırsa, o takdirde Türkiye mü’min devlet olmuş olur.

Burada dikkat edeceğimiz başka bir husus vardır.

“Kavim” kelimesi nekredir.

“Mü’minler” kelimesi de nekredir.

Dolayısıyla kastedilen yalnız peygamber ve arkadaşları değildir.

Kıyamete kadar kavimler geleceklerdir. Ülkeleri içinde adaleti tesis edecekler ve Allah’ın rahmetine ulaşacaklardır. İç güvenliği sağlayacaklar, ayrıca yeryüzünde adalet olması için çalışacaklardır.

Türkiye Irak savaşında ABD’nin yanında yer almadı. Meclis tezkereyi reddetti.

Şimdi de tarafsızlığını sürdürüyor.

İşte bu kavim mü’min kavimdir.

“Adil Düzen” geldiği zaman bu mü’min kavmin imanı onaylanmış olacaktır.

Burada dikkat edilecek başka bir şey daha vardır; “inanan millet” demiyor, “inanan nâs” demiyor, “inanan kavim” diyor. Yani rahmet ulus devletlere aittir.

Devletlerin orduları olacaktır. İllerdeki güvenlik kuvvetleri yalnız kendi illerinden sorumludurlar. Oysa devletlerin orduları iller arası güvenliği sağlamakla görevli oldukları gibi uluslar arası güvenliği de sağlarlar.

İran eğer atom bombası yapıyorsa, uluslar arası hakemler heyeti onu mahkum etmişse; o zaman Türk ordusu İran’a saldırır ve onun zulmünü def eder. Ama İran’a saldıranlar hakem kararı alınmadan kendi kendilerine gelin güvey olup yeryüzünden ‘ben sorumluyum’ diyorsa; İran hakemlere gider ve zulme uğradığına karar alırsa, o zaman Türk ordusu İran’ın yanında yer alır ve İsrail’i işgal eder.

Gelecekte bu gibi bir durum olacaktır.

İşte, ulus devletin iki görevinden biri iç güvenliği sağlamak ve ülkeyi savunmak, diğeri ise uluslar arası zulme karşı durmaktır.

Buradaki âyet buna “kavm” kelimesi ile işaret etmektedir.

Bize, “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası’nın İslâmî değeri nedir?” diyorlar.

Bu seminerleri takip edenler bu delilleri burada bulacaklardır.

Yarın tefsir usulünü öğrenirlerse, onlar da birçok hükümleri bulacaklardır. Anayasamızda hatalar varsa, eksikler varsa düzeltecekler ve tamamlayacaklardır.

Yusuf Sûresi Kur’an’ın içerdiği konuları ve bu konuların hükümlerini bildirmekle sona ermektedir. Sûre ile ilgili tefsir ve yorumlarımızı bitirmiş oluyoruz.

 

Siz değerli okuyucularımdan ricam;

Ben bu sûre tefsirlerimizi [YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ],

“KUR’AN MUCİZELERİ” ve “ADİL DÜZEN ANAYASASI” kitaplarımıza göre basmak istiyorum. Basılacak hâle gelmesi için yardımcı olunmasını istiyorum.

İşbölümü yapıp herkese bir görev vereceğim.

İnşaallah, arkadaşlarımız bu konularda yardımcı olacaklardır.

 

 

 

                 SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org (0532) 246 68 92

 

 

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2591 Okunma
2-YUSUF 4-7
3154 Okunma
3-YUSUF 8-10
2501 Okunma
4-YUSUF 11-15
2054 Okunma
5-YUSUF 16-19
1979 Okunma
6-YUSUF 20-22
2315 Okunma
7-YUSUF 23-24
4275 Okunma
8-YUSUF 25-28
2352 Okunma
9-YUSUF 29-31
2169 Okunma
10-YUSUF 32-34
1936 Okunma
11-YUSUF 35-37
2395 Okunma
12-YUSUF 38-40
2239 Okunma
13-YUSUF 41-42
2988 Okunma
14-YUSUF 43-45
3788 Okunma
15-YUSUF 46-49
2165 Okunma
16-YUSUF 50-53
2200 Okunma
17-YUSUF 54-57
1897 Okunma
18-YUSUF 58-62
1920 Okunma
19-YUSUF 63-65
2064 Okunma
20-YUSUF 66-67
1928 Okunma
21-YUSUF 68-69
2299 Okunma
22-YUSUF 70-74
2263 Okunma
23-YUSUF 75-76
2440 Okunma
24-YUSUF 77-79
1970 Okunma
25-yusuf 80-82
1800 Okunma
26-yusuf 83-86
2005 Okunma
27-YUSUF 87-90
2098 Okunma
28-YUSUF 91-98
2255 Okunma
29-YUSUF 99-101
1861 Okunma
30-YUSUF 102-107
2276 Okunma
31-YUSUF 108-110
1949 Okunma
32-YUSUF 111
2041 Okunma

© 2024 - Akevler