YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
2990 Okunma
YUSUF 41-42

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 13

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَاصَاحِبَيِ السِّجْنِ أَمَّا أَحَدُكُمَا فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا وَأَمَّا الْآخَرُ فَيُصْلَبُ فَتَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْ رَأْسِهِ قُضِيَ الْأَمْرُ الَّذِي فِيهِ تَسْتَفْتِيَانِ (41) وَقَالَ لِلَّذِي ظَنَّ أَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَا اذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ فَأَنسَاهُ الشَّيْطَانُ ذِكْرَ رَبِّهِ فَلَبِثَ فِي السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ (42)

 

يَاصَاحِبَيِ السِّجْنِ

(YAv ÖAvXBaYı elSiCNi)

“Ey iki sicn sahibim/arkadaşım.”

Bundan önce “iki zindan arkadaşım” diyerek konuya devam etmişti. “İki zindan arkadaşım” demiş olması, duyurma ve işitmeden çok, onlara yakınlık hissini vermek içindir. Yani, ben size zindan arkadaşım olduğunuz için bunları anlatıyorum demek istemişti.

Zindan arkadaşlıkları önemli arkadaşlıklardır.

Bediüzzaman’ın arkadaşları da zindan arkadaşlarıdır. Birbirlerine çok yakın olup sıkıntıda olan insanlar arasında ruhi bir bağ doğar.

Şimdi burada da “zindan arkadaşlarım” diye söze devam ediyor. Kıyas yapacak olursak, Hazreti Yusuf o gün konuşurken dâvet ve tebliğ yapmaya devam etmiştir. Birinci zindan arkadaşlarım konuşmasının ortasından söylediğine göre burada da yapmak istediği öyledir. Hazreti Yusuf, “size rızıklanacağınız bir yemek gelmeden” demişti. Onlara âhireti tebliğ ettikten sonra rüyalarını da tâbir etmişti, yahut düşüncelerini tâbir etmiştir.

Kenan Evren, 12 Eylül (1980) sonrasında Millî Görüşçüler ile Ülkücüleri zindanlarda bir araya koydurmuştur. Ülkücüler milliyetçi kalmakla birlikte, aynı zamanda mü’min olmuşlardır. Demek ki şer zannettiğimiz şey hayr olmuştur.

Burada iki defa “sahibeyi’s-sicni” diyerek tekrar etmesi bunun önemli olduğunu gösterir. Askerlikte de eğitim yapılırken sıkıntı çektirilir. Zamanla askerlik arkadaşlığı kardeşten ileri hâle gelebilir. Sıkıntılı hac yolculuğu da böyledir. Oruç da bu sebeple insanları birbirine yaklaştırır.

Askerlikteki sıkıntılı eğitim yerinde ve olması gereken bir eğitimdir. Burada yani askerlikte bir hususa önem vermeliyiz. Kişi üstünü kendisi seçmelidir. Sıkıntı üstün üstüne karşı olmalıdır. Yani kendilerini beğendirme çabası birlikte ve  bir arada olmalıdır, üstün üstüne karşı olmalıdır. Baskı da üstün üstünden gelmelidir. Bunun savaştaki şartlara dayanabilmek için bir eğitim olduğu bilinci askerlere iyice anlatılmalıdır. Sıkıntı çektirildiği gibi kendilerinin korunduğu hissi de verilmelidir. Komutanların astlarını koruma usulü bundan ileri gelmektedir. Bir ast suç işlediğinde, onu üstlere karşı ve mahkemeye karşı korursanız, astınız size bütün içtenliğiyle itaat eder.

Askerliğin temel kuralı şudur. Astına sıkıntılı görevler vereceksin, onu sıkıntılarla mücadeleye karşı mukavim hâle getireceksin. Ama astını daima koruyacaksın, onun tarafı olacaksın. Buna karşı o da üstüne karşı son derece saygılı ve itaatkar olacaktır.

“Resule itaat eden Allah’a itaat emiş olur” hükmü burada geçerlidir. Sen üstüne itaat ederken aslında devletine itaat etmiş olursun, Allah’a itaat etmiş olursun.

Ey hapishane arkadaşlarım” diye vurgulaması, sıkıntıların bizi birbirimize yaklaştırdığı ilkesini getirmektedir. Hazreti Yusuf bunu hatırlatmakta ve vurgulamaktadır.

Kırsal kesimde yaşayan, sıkıntılı hayat süren, birbirine muhtaç olanlar arasında büyük bir sevgi doğmakta, akrabalık ve komşuluk ilişkileri gelişmektedir. Kentlerde ise birbirine muhtaç olma durumu olmadığı için akrabalık zayıflamakta, komşuluk ise unutulmaktadır.

Bu yakınlık insanlara dünyayı sevdirmekte, yaşama isteğini doğurmaktadır. İnsanın kendisini sevenleri olduğunu görünce, onlar sebebiyle yaşama arzusunda olmaktadır. Kimsenin kendisini istemediği bir dünyada yaşamak ise zindan olmaktadır. Bu sebepledir ki yaşlılara hakları (maddî imkânlar) verilirken, bu haklar kendilerine değil de, onlara bakacak olan yakınlarına verilir. Yaşlılar yakınları tarafından bakılırlar. Bu uygulama yaşlıları hayata bağlar; yakınlarını da yaşlılara bağlar.

أَمَّا أَحَدُكُمَا

(EamMAv EaXaDuKuMAv)

“İkinizden biriniz ise”

Emmâ” kelimesi tasnif içindir. İkisinin durumu aynı olmadığı için ikisi için ayrı fetva vermektedir. Birine ‘sen asılacaksın, sen kurtulacaksın’ demiyor, ‘biriniz böyle olacak, biriniz böyle olacaktır’ demiyor. Ayrı ayrı hitap etmiyor. İkisine birden hitap ediyor. Herkese kendi durumunu takdir etmeyi kendisine bırakıyor.

Peygamberlerin sünneti budur.

Bir dava gelir; ‘senin cezan budur’ demektense, ‘böyle bir suç işleyenin cezası budur’ denir. Osmanlılarda kadı soruşturma yapar, olayı tesbit eder. Sonra kadı müftüye sanığın adını vermeden müftüden fetva isterdi. Soru: “Amr Zeyd’e tokat atsa, Amr’ın cezası nedir?” El-Cevap: “Beş akçe tazminat verir.” Böyle cevap alınırdı. Yani verilen hükümler şahıslardan uzak olarak verilirdi.

Hazreti Yusuf burada ‘biriniz böyle diğeriniz şöyle’ diyerek hükmü bir müftünün fetvası tarzında vermektedir.

Rüyalar tek rüya olarak gösterilmiştir. Burada da hükümler tek hüküm olarak verilmiştir. Biri beraat edecek, diğeri ise asılacaktır. Çünkü ikisi birden hapishaneye gelmiş ve aynı suçtan itham edilmişlerdir. Sonunda biri beraat etmiş, diğeri ise asılmıştır.

Bunların arasındaki yakınlık sadece hapishane arkadaşlığı değildir, aynı zamanda itham edilen suçta da ilişkileri vardır.

فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا

(FaYuSQIy RabBaHUv PaMRan)

“Rabbine hamrı iska edecektir.”

Arkadaşının sahibine “rab” demektedir. Buradan anlaşılıyor ki iki fetadan maksat iki köledir. Hapishane belki de kölelerin terbiyesi içindir. Kölenin sahibine Hazreti Yusuf “rab” demektedir. Böylece burada kölelik müessesesinin hukuku da ortaya çıkmaktadır.

Mısır’da da hukukun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Savaş sona erdikten sonra onlara yani esirlere değişik muameleler yapılır. Karşılıksız serbest bırakılır. Fidye alınarak serbest bırakılır. Cizyeye bağlanarak toprakları kendilerine bırakılır. Bunlardan hiçbirisi sorunu çözmüyorsa, karşı taraf savaşa devam edecekse, o zaman o kent halkı asimile edilir. Bunun için esirler köleleştirilir ve savaşçılara dağıtılır. Onlar köleleri eğiterek onları vatandaş hâline getirirler. Böylece kişiler ortadan kalkmaz ama topluluk ortadan kalkar.

Rabbi” kelimesi, kölenin sahibi, yani onu eğiten ve terbiye eden demektir.

Kur’an bir bütündür. Hükümler hep birbirine uyumludur. Fıkıh Kur’an’dan çok sünnete dayalı olarak oluşmuştur. Kur’an ise usulü fıkha göre anlaşılır. Önce sünnete dayalı olarak fıkıh meydana gelmiştir. Sonra fıkha dayalı olarak usulü fıkıh oluşmuştur. Şimdi usulü fıkha dayalı olarak Kur’an’ı yorumluyoruz.

Görüyoruz ki sünnet Kur’an’ın uygulamasıdır. Bu da büyük bir mucizedir.

Usulü fıkhı bilmeyen resul nasıl oldu da Kur’an’ı bu kadar doğru bir şekilde anladı?

Demek ki ona Cebrail öğretti. Sünnet vahye dayanır. Hele Kur’an’ı bu şekilde bir kimsenin telif etmesi imkansızdır. Çünkü Kur’an  deneye deneye oluşmuş bir kitap değildir.

Genç rüyasında hamrı sıktığını söylemekte; Hazreti Yusuf ise rabbine/sahibine hamrı iska edeceksin diyor. Demek ki kölenin rabbi/sahibi de Mısır azizlerdendir. Irgat değildir. Köle de aslında şarap sıkmamaktadır. Çıktığı zaman da tarlaya gidip şarap sıkmayacaktır. Ama şarapla ilgili başka bir iş yapacak, efendisine şarap sunacaktır.

İşte, burada da rüya tabirinde bir usul ortaya çıkıyor. Rüya tam olduğu gibi gösterilmez. Tevil edilecek şekilde gösterilir. Şarap sunma şarap sıkma şeklinde gösterilmiştir. Hazreti Yusuf da bunu tevil etmiştir. O halde rüya ilminde yeni bir konu ortaya çıkmıştır. Acaba rüyada neden sunma sıkma olarak gösterilmiştir? Neden aynen gösterilmemiş de tevil edilecek şekilde gösterilmiştir? Rüyada daha ileri anlayış da olabilir. Bu da kendisinin efendisinden sonra da yaşayacağı, bu sefer şarap da sıkacağı veya başkalarına da şarap sunacağı şeklinde anlaşılabilir. Zindandaki köle efendisine şarap sunuyor ama sonra başkalarına da sunacaktır. O halde rüya öyle  gösterilmeli ki efendisi mahzuf olmalıdır. Bu hazfı yapabilmek için o kimse efendisini rüyada görmemek için üzüm sıkmış olarak görüyor. Demek ki rüyanın tabiri yapılırken neden bu şekilde gösterildiği de değerlendirilmelidir.

Burada başka bir yiyecekten bahsedilmeyip şaraptan bahsedilmesi, şarabın o zaman en önde gelen yemek veya içecek olmasından ileri gelir. Yani yemek pişirmiyor da şarap sıkıyor.

Tahliller derinleştirilmelidir. Beraat edecektir. Çıktıktan sonra şarabı sıkacaktır demektir. Bu kısım hazf olmuştur. Anlatırken böyle atlamalar yapılır. Çünkü rabbine sunması için beraat etmesi gerekir. O hukuken bilinmektedir. Bu sebeple rabbine şarabı sıkacaktır derken zaten hapishaneden çıkacağını da ifade etmiş oluyor.

İşte buna “dâllun bil-iktiza” denir. Gramerciler buna “kinaye” diyorlar.

وَأَمَّا الْآخَرُ

(Va EamMa eLEAPaRu)

“Diğeri ise”

Diğeri asılacak diyor. “Diğeriniz” demiyor da “diğeri” diyor. Böylece muhataba kötü haberi doğrudan vermiyor. Burada yapılan birden anlatma yerine düşünerek anlamasına zaman bırakmasıdır. Kapalı konuşma bu sebeple de yapılabilir. “Emma”lar söylenir, ondan sonra “Fa” harfi ile cevaplar gelir, cevaplar cümleler şeklinde olur.

Aher/diğeri” olan başında ekmeği taşıyandır. Kuşlar onun başındaki ekmeğinden yiyordu. Onun asılacağı bu şekilde haber verilmektedir. Bu kötü haberi sona saklamıştır. Önce müjdeli haberi vermiş, sonra da kötü haberi vermiştir. Ama sanki ondan bahsetmiyormuş gibi “ahar olan asılacaktır” demektedir.

Bir suç işlenmiş, ikisi o suçtan itham edilmiştir.  

فَيُصْلَبُ

(FaYuÖLaBu)

“Salb olunacak.”

Evet, “diğeri asılacaktır” diyor. Başının üzerinde kuşların ekmek yemesi asılmasına delalet etmez. O sebeple onu tasrih ediyor. Salb edilenin boğazına ip geçirilir. Bir çengele makara takılır. Altından sandalye çekilerek kişinin nefes alması önlenir, kanın beyne gitmesi önlenir. Önce beyin ölümü, arkasından da kişinin ölümü olur.

Bugün acı çektirmeden, hattâ kendisinin haberi olmadan zehirleme veya iğne ile öldürme de mümkündür. Fransızlar idam edilecek kişinin giyotinle başını kesiyorlar.

Kur’an asılmaktan bahsetmektedir.

Mısır’da da idam cezaları salb ile olmaktadır. Bu âyet ona delalet eder.

Adamın asılma ile teşri edilmiş olmasının illeti kolay ölüm olmalıdır. Ölmeden önce hiçbir eziyetin yapılmamasıdır.

Kur’an’da iki türlü idam infazı teşri edilmiştir. Biri asma, biri de öldürmedir. Yaralayarak, vurarak öldürmedir. Kendi arzusu ile gelir ve sehpaya çıkarsa, bu salbdir. Kişi irtidat etmiş olmaz, suça rıza gösterdiği için de âhirette suçun cezası olmaz. Suçsuz idam edilmişse âhiretteki mertebesi yüksek olur. Bu dünyada da malları mirasçılara kalır, cenaze namazı kılınır. İslâm mezarlığında kalır. Sicilde adı korunur. Oysa cezaya rıza göstermeyip firar eden veya karşı çıkan kimse öldürülür. Silahla öldürülür. Cenaze namazı kılınmaz. İslâm mezarlığında gömülmez. Çukura atılır. Malları müsadere edilir, vârislerine kalmaz.

Hazreti Yusuf bunu söylerken aynı zamanda hükme rıza göstermesini de tavsiye etmiş oluyor. Katl olunacak denmiyor, “salb olunacak” deniyor.

فَتَأْكُلُ الطَّيْرُ

(Fa TaEKüLü elOaYRu)

“Kuşlar yiyecek”

Rüyada başında ekmek olduğunu görmüş, kuşlar ekmeği yiyorlardı. Tevilde ise kuşlar başından yiyorlardı şeklinde görmüştür.  Başından yemelerinin sebebi, diğer tarafların elbise ile örtülü olmasıdır. Asarken elbisesi ile asıyorlar. Dolayısıyla diğer tarafları yeme imkanı olmayacaktır. Kuşlar ancak açık olan başından ekl edebilirler.  

Rüyada görülen kuş gerçek kuştur. Sadece etini yeme yerine ekmek yemelidir. Buradaki tevil et yerine ekmek yemiş olmalarıdır. Rüyasında başında ekmek taşıdığını görmüştür. Biri ekmek taşıdığını görmüştür. Öbürü şarap sıktığını görmüştür. Ekmek ateşte pişen bir şeydir. Şarap ise sadece sıkılmış nesnedir. Burada şarap ile ekmek karşılaştırılmaktadır. Biri şarap, diğeri ise ekmek. Biri ateşte pişmiş, diğeri ise ateşte pişmemiştir. Yani biri sıkıntılı olacak, diğeri ise sıkıntısız ve sevimli olacaktır.

Hazreti Yusuf burada rüyayı tabir ederken ekmek ile şarap karşılaştırılmıştır. Biri doğal bir olaydır. Diğeri ise tevili gereken bir olaydır. Ayrıca Arapçada “tayr” uğursuzluk anlamındadır. Kuşun yemiş olması bir uğursuzluğun olacağına delâlet eder.

Demek ki rüya tabirlerini yaparken kişinin kendi inanışı ve kanaati de önemlidir. Uğursuzluğun kuşlarda değil kendi nefislerinde olduğunu Kur’an Yasin Sûresi’nde beyan etmektedir. Ama Mısırlıların inanışı böyle. Rüya da ona göre görülür. Dolayısıyla rüya kişiden kişiye değişmektedir. Herkes rüyasını ancak kendisi yorumlayabilir.

مِنْ رَأْسِهِ

(MiN RaESiHIy)

“Re’sinden”

Asıldıktan sonra asılan hemen sehpadan indirilmez. Ölüm tamamlansın ve ibret alınsın diye idam edilen asılı kalır. Cezadan maksat caydırıcılıktır. İdam edileni başkaları görsün ve ibret alsın diye bir iki gün asılı bırakılır.

Bu sebepledir ki “Adil Düzen”de soruşturma gizli yapılır. Olay da fazla duyurulmaz. Soruşturma bitip de karar alınacağı gün duruşma için olayın cereyan ettiği bucağa gidilir. Mahkeme orada kurulur. Suçlunun fiili anlatılır. Baş hakem yahut hakim olayı özetler. Failine karşı fiilin olduğuna dair şahitler şehadet ederler, tasdik ederler. Baş hakem de idamına karar verir. Bu arada idam sehpası da hazırlanmıştır. Orada idam edilir. Bir iki gün ibret olsun diye bekletilir. Suçu ve hükmü de yazılı olarak üzerinde bırakılır.

Bugün ise olay cereyan ettikten sonra yıllarca süren muhakemesi oluyor. Olay unutuluyor. İdamına karar veriliyor. İnfaz da gizli yapılmakta. Böylece adaletin tecellisi tamamen istenen gayeden uzak tutulmaktadır.

Kuşlar başından yiyorlar. Suçlu olan baştır. Başından asılmıştır. Açık olan baştır. Ondan yemektedirler. Burada baş dendiğinde yüz de dahildir.

“Min” iptidai gaye için olabilir, teb’iz için de olabilir.

قُضِيَ الْأَمْرُ

(QuWıYa eLEMRu)

“Emir kaza olunmuştur.”

Kudiye” denmiş, yani mahkeme meseleyi karara bağlamıştır. Demek ki hapsedilmiş olanlar sadece göz altındadırlar. Mahkeme kararını beklemektedirler.

Emr” olay, iş anlamındadır. “Emrani” denmemiş de “el-emr” denmiştir. O halde ikisinin suçlandığı olay tek olaydır. Biri beraat etmiş, diğeri asılacaktır.

Kaza olundu” demek, hükme varıldı demektir, infaz edildi demek değildir.

İkisi davanın sonucunu beklemektedirler. Rüyayı da görmektedirler.

Demek ki önce karar veriliyor. Sonra karar rüyada gösteriliyor.

İnsanlar birden sevinir, birden üzülürlerse, ruhi bunalım geçirirler. Rüya insanlara bu sebeple önceden gösterilmekte, insan ruhi olarak olaylara hazırlanmaktadır. Kanser olan bir hasta öleceğini öğrendiği zaman ölümüne rıza gösterir ve zamanla ölümünü bekler. Rüyada öleceğini öğrenen insan ölmeyi sükunetle bekler. Bu sebepledir ki rüyalar temsili olarak gösterilir. Kişi tam olarak ne olacağını bilse ruhi hazırlık olmamış olur. Olayla birden karşılaşmış olur, rüyanın faydası kalmaz. Temsili olarak gösterilince yavaş yavaş alışır.  

Geleceği bilmek melekler için de mümkün değildir. Çünkü Allah’ın gelecekte neyi irade edeceğini biz bilemeyiz ama Allah bilir mi? Eğer biliyorsa geçmişte irade etmiştir. Dolayısıyla ileride edemez anlamı çıkar. O halde rüyada bilmediğimiz bir şeyi öğrenebilmemiz için ya olay geçmiş olmalı, ya da haber verilmelidir. Burada olay cereyan etmiştir. O size haber verilmektedir. Biri size gelecekse o gelme hususunda niyet etmiştir. Size ondan sonra haber verilmiştir.

Burada da durum böyledir.

Demek ki Mısır’da da kazai muhakeme vardır. Onlar gerekli kararları alırlar.  

Kuvvet yönetiminde de yargı vardır. Ancak buradaki yargı  halk içindir. Seçkinler ise bu yargıdan etkilenmezler. Yargı kararlarını uygulayıp uygulamama yöneticiye aittir. Halbuki hukuk düzeninde yönetici yargı kararlarına uymak zorundadır. Yargı kararlarına uymayan yöneticiyi halk terk eder. Sayıları da yeter sayının altına düşünce onun yöneticiliği biter. Onun şahsına yeni bucaklarda dava açılır. Mahkum edilir.

Askerlikte de yargı vardır. Ancak buradaki yargı komutanın karar almasına yarayan yargıdır. Komutan yargı kararlarına uymak zorunda değildir. Askerliğin gereği ne ise ona göre hareket eder. Askerlik müessesesi insanların hukuk düzenini korumakla görevlidir. Ama bu korumayı yaparken hukuka uymak zorunda değildir. Çünkü askerlik hukukun bittiği yerde başlar. Hukuk eğer koruyorsa o zaman zaten askerliğe gerek kalmaz.

İnsanlar işte bu inceliği anlamada zorluk çekiyor.

Savaşta adalet yoktur. Attığın bomba yalnız suçluları değil, cephede olan bütün insanları öldürür. Hukukta suça denk ceza vardır. Askerlikte ise tek ceza vardır; öldürme.

الَّذِي فِيهِ تَسْتَفْتِيَانِ (41)

(elLaÜIy FIyHı TaSTaFTıYAyNı)

“Fetva istediğiniz hususta hüküm verilmiştir.”

Hazreti Yusuf’un arkadaşları Yusuf’a rüyalarını anlatırken aynı zamanda şunu öğrenmek istemektedirler; hâlimiz ne olacaktır, beraat mi edeceğiz, yoksa asılacak mıyız?

Hazreti Yusuf bunun cevabını vermiştir.

Hazreti Yusuf’un rüya tabir etmesi son derece basittir.

Bizim rüya tabirimiz de böyle olmalıdır.

Mesela, Ergenekon davası ile muhakeme edilen bir rüya gördüğü zaman, onların cezaları kararlaştırılmıştır. Sömürü tekel sermayesi Türkiye’yi karıştırmak için belgeleri ortaya koymuştur. Türk ordusu da bu belgelerin muhakemesine izin vermiştir. Belli bir yere kadar gidilecek, orada Türk ordusunun izin verdiği mahkumiyetler olacaktır. Bu böyle ise bugün muhakeme edilen kimsenin rüyası onun sonucu hakkında haber verir. Böyle değil, kararlaştırılmamışsa; o zaman ne olacağı belli değildir. Bunun rüyası da görülemez.

Hakan’ın (Kandal) rüyasını ele alalım. [Rüya 557. Kur’an ve İlim Seminerleri notlarında var. RNE] AK Parti’nin iktidarı Allah tarafından on üç sene evvel  takdir edilmiş ve meleklere bildirilmiştir ki seneler sonra gerçekleşmektedir. Bu takdirin sebebi ise “Adil Düzen”e insanları alıştırmadır. Turgut Özal Millî Görüş çizgisinden gelmiştir. Millî Selâmet Partisi’nin İzmir milletvekili adayıdır (1977). İslâm’a meyillidir. 1980’den sonra başbakan olmuş ve önce o cumhurbaşkanı seçilmiştir. Sonra Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olmuş, şimdi de Abdullah Gül olmuştur. AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidara gelmiştir.

Türk bürokrasisi ve tüm dünya adım adım “Adil Düzen”e alıştırılmıştır.

Belli geçiş dönemi olmazsa, ara partiler olmazsa, halk o şeyin gerçeğini anlayamaz.

Nitekim İbrahim milletini insanlığın hazmedebilmesi, Kur’an’ı anlayıp uygulaması için İbrani uygarlığının gelmesi, Hıristiyanlığın dünyayı kaplaması gerekmekte idi.

Sermayenin tekeliyle insanlığın sanayide gelişmesi gerekiyordu.

Türkiye’de de “Adil Düzen”in benimsenmesi için CHP, DP, AP, ANAP ve AKP partilerinin iktidar olmaları gerekiyordu.

İşte takdir budur, görülen rüyalar budur. Erbakan’ın arkasından gidenlerin çoğu rüya veya rüyalar görmüştür. Allah kendi takdirini bu yollardan gerçekleştirir.

Ellezî FîHi Testeftiyan” diyor. Buradaki “Hi” zamiri “el-Emr”e gitmektedir. Arkadaşları o iş için fetva istemişlerdir. Rüya onu belirlemek için anlatılmıştır.

Burada rüya üzerinde başka bir bilgi de elde edebiliriz. O da rüya gördüğünüz zaman o rüyanın hangi olaya ait olduğunu kendin bilirsin. Sadece çözümünü tabircilere sorarsınız. Onlar tahlil ederler. Ama rüyanın ne ile ilgili olduğunu muabbirler/tabirciler bilemezler. Çünkü rüya görenin bütün hallerini ve yaşadıklarını bilmezler.

Yusuf Sûresi Mısır’ı anlatmaktadır, İsrail oğullarının doğuşunu anlatmaktadır. Rüya tabir ilmini, hadiseleri tevil ilmini anlatmaktadır. Bir de İlâhi âdeti öğretmektedir. Yusuf Sûresi buna göre yorumlanmalıdır.

***

وَقَالَ لِلَّذِي ظَنَّ أَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَا

(Va QALa lielLaÜIy JanNa EanNaHUv NAvCın MiNHuMAv)  

“Onlardan naci olacağını zannedene kavl etti.”

Ellezî” getirmekle marife getirmiştir. Çünkü biz naci olan kişiyi biliyoruz.

Zanne” zannetti, bildi anlamındadır.

EnneHu”daki “Hu” zamiri “Ellezî” ismi mevsulüne gitmektedir.

Nacin” ismi faildir ve nekredir. Haberdir. Haberde nekrelik asıl olduğu için nekre gelmiştir. Çünkü naci olan yalnız o değildir, başka naciler de vardır. Haberin marifesi tariften çok tahsisi ifade eder. Burada tahsis olmadığı için nekre gelmiştir. O sebeple “nacihima” denmemiş de “Nacin Minhuma” denmiştir.

Burada “zanne” kelimesini getirmiştir. Rüya tabirlerinin zannî olduğunu ifade etmiştir. İhtimal olanda galip olana zan denmektedir. Hazreti Yusuf rüya tabirini yaparken vahye dayanmamaktadır, sadece ilme dayanmaktadır. Dolayısıyla bilgisi kesin değildir.

Demek ki peygamberlerin içtihadî ilimleri zannîdir, hata ihtimali vardır.

Hazreti Muhammed de Mekke’ye giderken rüya görmüştür. Mekke’ye barış içinde gideceklerdir. Ama rüyası tabir ettiği gibi çıkmamış, gidememişlerdir. Rüya doğru idi ama yorumu yanlıştı. O sene gideceğini sanmıştı.

Demek ki rüyayı yorumlayan peygamber de olsa hata edebilmektedir.

Rüya kesin bilgi için değildir, tahmin içindir. Tam isabet edemezsiniz, bambaşka bir şey çıkabilir. Bu rüyanın yanlışlığından değil, tabirin yanlışlığından olmaktadır.

Beraat etmeyi “necat” kelimesi ile ifade etmektedir. Necat bir tehlikeden kurtulma demektir. Sanık tehlikededir. Mahkum olma ile karşı karşıyadır. Beraat etmesi demek fırtınadan kurtarılmasına benzemektedir.

اذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ

(üÜKüRNIy GıNDa RabBiKa)

“Rabbinin indinde beni zikret.”

Hazreti Yusuf idamdan kurtulacak olan kimseye “Rabbinin yanında beni anlat” demekte, böylece hapishaneden kurtulması için onun aracı olmasını istemektedir.

Burada birçok fıkhi hükümler ortaya çıkar.

İslâmî olmayan düzende mü’minler o düzenin imkanları içinde haklarını arayabilirler, kendilerine bu hakkın verilmesi için aracılara başvurabilirler; bu meşrudur.

İslâm düzeninde de bucak başkanının başkan olduğu kimseler üzerinde bazı yetkileri vardır. Başta başkan geçici hakemdir. Niza hâlinde ilk kararı o verir. Karar uygulanır. Mağdur olanlar hakemlere giderler ve mağduriyetlerini giderirler. Bunun dışında başkan uyarma, azarlama, hattâ sürme yetkisine sahiptir. Böylece başkan yetkilidir. Başkanın bu kararlarını kabul etmek istemeyen kimse o bucağı terk etmek durumundadır.

Başkan kararları alırken açık istişarelerde bulunur, gizli olarak tezkiye soruşturmasını yaptırır. Başkan bu işleri yaparken çevresindeki insanlardan yararlanır. O halde hakkını arayan kimsenin çevresindekilerden yardım istemesi meşru hâle gelir. Bir bucakta  başkan bütün halkını tanıdığı için, aynı zamanda bütün halkın denetiminde olduğu için, başkanın haksızlık yapması az muhtemeldir. Böyle bir şey yaparsa herkes hakemlere baş vurup haksızlığı giderebilir. Kaldı ki herkesin bucaktan hicret etme hakkı vardır.

İşte Hazreti Yusuf burada hakkını bu yolla elde etmeye çalışıyor.

Hazreti Yusuf hapishane arkadaşına kendi hayatını anlatmıştır. Nasıl haksızlığa uğradığını arkadaşı bilmektedir. Mahkeme kararı ile mahkum olmuş değildir. Bir köle olması sebebiyle efendisinin talimatı ile hapishaneye konulmuştur. Bunun giderilmesi için dışarıdakilerin Hazreti Yusuf’a yardımcı olmaları gerekmektedir. Bu meşru hakkını kullanmış oluyor. Biz de zaruretten dolayı bu hakları kullanırız. Hattâ bu ilkeye dayanarak hakkını almak için rüşvet verme de meşru görülmüştür. Biz buna iştirak etmiyoruz. Ancak hakemlerin kararı varsa, o kararın infazı için gerekli işlemler yapılabilir.

Günümüzde mü’minler davranışlarında, davranışlarının şeriata veya kanunlara uygun olup olmadığını düşünmeden yaşıyorlar. Başka imkanları da yok.

İşte, “Adil Düzen” insanlara şeriata ve kanunlara uygun yaşama imkanını araştıran bir sistemdir.  Düzenin değişmesi için çalışmak gerek, bozuk düzende şeriata uymak yükümlülüğü yoktur.

فَأَنْسَاهُ الشَّيْطَانُ

(FaEaNSAHu el ŞaYOANu)

“Şeytan ona insa etti.”

Hazreti Yusuf rüyayı tabir ettikten sonra “ve” harfi getirilerek beraat edecek olan kimseye beni efendinin yanında an dedi. Âyette Hazreti Yusuf’un bunu ne zaman söylediğini “ve” harfi ile anlayamayız. Rüyayı tabir ettikten sonra hemen o mecliste söylemiş olabilir. Bunun fazla mânâsı olmaz. Kurtulduktan sonra söylemiş olabilir. ‘Bak, rüya tabirim çıktı, benim iyi muabbir olduğumu öğrendin; artık git, efendinin yanına git, benim bu kabiliyetimi anlat, beni buradan çıkarsınlar, işlerine yararım’ demiş olabilir.

Geçmişte saraylarda rüya tabircileri ve kahinler bulunur, ona göre hükümdarlar siyaset çizerlerdi. İslâmiyet’te kehanet yoktur ama rüyanın tabiri vardır.

İlmî metotla rüyaları yorumlayan kişiler cumhurbaşkanlığı köşkünde bulundurulmalıdır. Hazreti Yusuf’un bu teklifi bunun sünnet olduğunu ifade eder. Bir mü’min laik düzende köşk tabircisi olabilir.

Buradaki “Fe” harfinden, Hazreti Yusuf’un sözlerinden sonra arkadaşının söyleneni hemen unuttuğu anlaşılmaktadır. Yani, Hazreti Yusuf’un arkadaşı beraat edip hapishaneden çıkarken ‘beni an’ demiş, o da sevincinden hapishane arkadaşını unutmuştur.

Burada “şeytan unutturdu” deniyor.

Şeytan kimdir veya nedir? Şeytan nasıl unutturuyor? Unutma nedir?

Bu konuların tahlili gerekmektedir. Bugün  bilgisayarlarda hafıza vardır. Saklanılması istenen bilgi dosyaya alınır. Dosyaya bir ad verilir ve dosya hafızaya gönderilir. Hafıza dolduğu zaman eskisi silinmezse yenisi saklanamaz. Bazen dosya silinir. Çöp kutusuna atılır. İnsanda da buna benzer mekanizmalar vardır. Ekranda dosyaların adları görülür ve siz zaman zaman ekrana göz atarak gerekli olan dosyaları çağırır, iş yaparsınız. Ama eğer dosyanız silinmişse onu hatırlayamazsınız. Eğer biri ‘böyle bir dosyanız var’ derse, çöp kutusuna gidersiniz ve onu ekrana getirirsiniz. Buna ‘hatırlama’ diyoruz. Eğer çöp kutusundan da silinmişse, artık onu hatırlayamazsınız da. Biri size hatırlatsa da hatırlayamazsınız.

Şeytanın unutturması demek, beynin ekranından dosyayı çöp kutusuna atması demektir. Demek ki şeytan bunu bazen başarmaktadır. Çöp kutusundan silmek ise şeytanın değil de, belki meleğin işi olur.

Şeytanın unutturmasına Allah izin vermiştir. Çünkü  Hazreti Yusuf’un zindanda kalması gerekir. Bunun iki sebebi vardır: Biri, Hazreti Yusuf’un eğitimi tamamlanmalıdır. Diğeri de, Mısır’daki olaylar olgunlaşmalıdır. Aziz ölmeli, Firavun rüya görmeli ve Mısır’daki bolluk ve kıtlık zamanı yaklaşmalıdır. İşte şeytana bunun için  unutturma izni verilmiştir.

Şeytan insana musallat kılınan iblisin türemesidir. Demek ki cinlerde de insanlar gibi doğma, yaşama, çoğalma ve yaşlanma gibi devreler vardır. İnsanların yapıları moleküller arası ilişkilerle oluşmaktadır. Cinlerin yapıları ise atomlar arası ilişkilerle oluşmaktadır. Bizim “GÜNEŞTE HAYAT” makalesinde/dosyasında bunlar açıklanmıştır. Melek ve ruhların yapıları ise batıni âlemin yapılarıdır. Onların hayatları insan ve cinin hayatlarından farklıdır.

ذِكْرَ رَبِّهِ  

(ÜiKRa RabBiHİy)

“Rabb’inin zikrini unutturdu.”

Arapçada meçhulün mastarı yoktur. Her iki mastar aynıdır.

Rabb’inin zikri” demek, Rabb’ini anmak veya Rabb’ine anlatmak mânâlarındadır.

Burada Rabb’inin yanında Hazreti Yusuf’u anmayı veya O’na anlatmayı şeytan unutturmuştur. Bu sûrede kölenin sahibine olan ilişkisini tekitle rab ilişkisi olarak belirtilmiştir. Demek ki köle ile sahibi arasındaki ilişki baba ile oğul veya ana ile çocuk arasındaki ilişkiye benzemektedir.

Sahibinin görevi köleyi topluluğun ferdi hâline getirmektir. Bunu kanıtlayan köle hakemlerin kararı ile hür hâle gelir. Kendisini o hâle getiren sahibine borçlanır. Borç-alacak ilişkisi doğar. Hattâ köle ile sahibi arasında mirasçı olma gibi akrabalıklar da ortaya çıkar.

Köle ile efendisi arasındaki bu düzenlemeyi bu suredeki “Rabbi” sözlerinden istidlâl ediyoruz. Fıkıhta buna benzer hükümler vardır. Mesela, Kur’an’daki köle azatlık isterse, onda hayır görürseniz, sözleşme yapın, borcu öderse hür olsun diyor. Fıkıhçılar bunu dini bir emir kabul etmişler ve sahibi isterse yazışır hükmünü koymuşlardır. Biz ise onların bu yorumlarına iştirak etmiyoruz. Çünkü Kur’an’da da ‘onda hayır görürse yazışsın’ denmiyor, ‘siz hayır görürseniz yazışın’ deniyor. Bizim hayır görmemiz, hakemlerin hayır görmesidir. Bu sebeple fıkıhçıların bu yorumu Kur’an’ın usule göre yorumuna uymuyor.

Biz, çağımızın köleliği kaldırma modasına şiddetle karşıyız. Savaş varsa kölelik de vardır. Kölelerin hürleştirilmesi hususunda Kur’an’ın emirlerine uyarak modacıların görüşleri doğrultusunda sonuçlar elde ediyoruz. Biz çağın modasına uyarak Kur’an’a uygun olmayan bir hükmü reddediyoruz ama çağın modasına uygundur diye Kur’an’ı reddetmiyoruz. Kur’an ve ilim ne söylüyorsa onu bulmaya çalışıyoruz.

Bu sûredeki “Rabbi” kelimeleri bizim kölelik hakkındaki içtihatlarımızı teyit etmektedir. Bize muhalefet edenlerin bunları iyi bilmesi gerekir.

فَلَبِثَ فِي السِّجْنِ

(Fa LaBiÇa  Fiy elSiCNi)

“Sicnde lebs etti.”

Lebise” burada lazım fiildir. Kendi arzusu ile kalmamıştır ama kalmıştır. O halde lazım fiillerde failin mürid olması şartı yoktur. Kendi isteği ile olmasa da eğer fiil işlenmişse, fail onu kendi iradesiyle yapmış olduğu anlamı taşımamaktadır.

Lebs etmek” demek, kalmak, bulunmak anlamındadır.

Hapishanede kalmak” ne demektir? “Sicn” ne demektir? İnsanlar senelerce neden hapishanede tutulmaktadır? Mısırlıların anlayışına göre kişinin kötülük yapmaması için hapishaneye alınmaktadır. Bugünkü hapishanelerde ise ceza olarak bırakılmaktadır. Oysa hapishane alışıldıktan sonra dışarıdan daha rahattır. Dışarıda olanların gaileleri hapishanede olanlardan daha çoktur. Asıl ceza dışarıdaki yakınlarına verilmiş olur. Bir de suçluya hapishanede infak edilmiş olur, yani devlete yük olur.

Burada “Fe” harfi getirilmiştir. Ta’lîl fesidir. Yani şeytanın unutturması hapishanede kalmasına sebep olmuştur. Demek ki hapishane arkadaşı hatırlasaydı, efendisine Hazreti Yusuf’tan bahsetseydi Yusuf zindanda kalmayacaktı. Bunun anlamı şudur ki, Hazreti Yusuf zindanda aldığı bir ceza karşılığı bulunmamaktadır. Dışarıda bulunduğu taktirde suç işleyeceğinden hapishaneye alınmıştır.

İslâmiyet’te bir yerden sürme yetkisi o yerin bucak başkanına verilmiştir. Bir yere sürme ise ceza olarak hakemlerin kararı ile yapılmaktadır. Ayrıca bir kimse hiçbir bucak tarafından kabul edilmezse, o zaman bunlara ait bir bucak inşa edilir ve o bucağa sürülmüş olur. Kendisini kabul eden bucak bulunduğunda o bucağa hicret eder.

Demek ki İslâmiyet’te hapishane yoktur. Onun yerine sürgün bucakları vardır. Kur’an bir yere sürülme veya bir yerden sürülmeden bahsetmektedir. Ancak sürgün sitelerinden söz etmemektedir. Sadece yerin marife olarak getirilmesinden anlıyoruz ki burası bildiğimiz yerlerden birisidir. Burası sicn değildir, çünkü hapishane arz sayılmaz.

Arz nedir?

Arz yeryüzüdür. İlk mânâsı budur. Sonra ülkenin topraklarına, ilin topraklarına “arz” denmektedir. Bir yerin arz olabilmesi için oranın müstevdeğ ve müstakar olması gerekir. Kur’an arzı böyle tarif etmektedir. Sicn müstakar olsa bile müstevdeğ değildir. Müstevdeğ olması için orada üretimin yapılması gerekir. Müstakar da değildir. Çünkü müstakar demek, dışarı çıkıp dolaştıktan sonra merkezi yere gelmedir. Merkezi yerde olma lebstir, istikrar değildir. Burada lebs ile karar arasında mevcut olan farkı da öğrenmiş oluyoruz. Çivi ile çakılmış bir parça lebs etmektedir. Sarkaç ise karar kılmaktadır, gidip gelmektedir.

Hazreti Yusuf sicnde kalmıştır, yani kapalı bir yerde, üretimin yapılmadığı bir yerde kalmıştır. Ama “Fe” harfinden öğreniyoruz ki, hapishane içinde serbestçe dolaşabilmekte hattâ yerini değişebilmektedir. Mısır’da ve İslâmiyet’te hapishane bir ceza çekme yerinden ziyade, kişiyi suç işlemekten uzak tutma aracıdır. “Beni rabbinin yanında zikret” demiş olmasından ve bunun sonucu olarak hapishanede kalmasından anlıyoruz ki, hapishane Mısır’da bile bir sürgün yeridir.

Aynı suçtan yargılanan iki kişiden biri beraat etmiş, diğeri ise idam edilmiştir. Beraat edene daha hafif ceza verilmemiştir.

Ceza mantığının kuralı budur. Bir fiilin birçok sebebi vardır. Sebepler birleşince olay meydana gelir. Sebep ile olay arasında zamanın sürekliliği yoktur yani sebep işlenir, çok sonra o sebepten dolayı olay olmuş olur. Yalnız bir sebep vardır ki o sebep işlendiği zaman olay başlamış olur ve artık o  olay kendi kendine sürüp gider. İşte bu sebebe ‘illet’ denir. Sebep işleyenlere ceza verilmez, illet işleyene ceza verilir. O suçlu sayılır. Fıkıhçılar buna “mübaşir (illet işleyen) varken müsebbibe (sebep olana) ceza verilmez” derler.

Bir örnek verelim: Bir kimse başka bir kimseye para verip adam öldürtse; para veren müsebbip, öldüren mübaşirdir. Burada kısas öldürene uygulanır, para verene uygulanmaz. Çünkü mübaşir varken müsebbibe ceza verilmez.

Bununla beraber parası olanın istediği zaman istediği kimseyi öldürteceğinden hukuki denge yoktur. Bu dengeyi kurabilmemiz için parası ile öldürten kişiye de bir caydırıcılık uygulamamız gerekir. Evet, bedenen suç işlemediği için bedeni ceza uygulanamaz ama parası ile suç işlemiştir, ölüme sebebiyet vermiştir. Mâli desteğin mübaşiridir. Mâli ceza verilmelidir. Bunun için şu hükümleri koyuyoruz: Önce tetikçi parayı alıp da adamı öldürmezse, parayı veren tetikçiye bir yaptırım uygulayamaz. Parayı alan parayı vereni öldürse kısas uygulanmaz. Parayı iade eder, ayrıca âkilesi parayı verenin vârislerine diyeti öder. Parayı alan söz verdiği adamı öldürürse, cinayet kamuya karşı işlendiği için öldürülenin tarafının affından yararlanamaz. Parayı verenin ağır diyetini ölenin vârislerine öder, yani burada hem diyet hem kısas birden uygulanır.

Görülüyor ki, İslâm hukukunda hapishane cezası yoktur, sürgün yeri vardır. Sürgün yerine giriş-çıkış serbesttir. Sadece suçlu dışarı çıkamaz. Yönetim hukuki düzenle değil, askeri sistemle yapılır. Sürgün yeri bir bucaktır. İsteyenler orada dışarıdan gelip orada iş yapabilirler, sürülen kimse zorunlu olarak çalıştırılır. Çalışmazsa dayak atılabilir. Başka cezalar verilebilir.

Tevrat’ta bu sitelerden ve cüzzamlıların sitesinden bahsedilmektedir. Mısırlıların da Mezopotamya hukukundan yararlandıkları anlaşılmaktadır. Ancak bütün kuvvet uygarlıklarında olduğu gibi Mısır’da da zorunlu çalışma yerleri hapishanelere çevrilmiştir. Ne var ki dayandığı temel aynı kalmıştır. Hapishaneler ceza evleri değil, gözaltında tutmak yerleri olarak değerlendirilmiştir.

بِضْعَ سِنِينَ (42)

(BiWGa SiNiIyNa)

“Bid’a sene”

Sinîn” senenin cemidir/çoğuludur. “Sin” diş demektir, çoğulu “esnan”dır. “Sünnet” kuraldır. “Sinîn” senenin çoğuludur, kurallı çoğulun nunu değildir, senenin ikinci nunudur. İzafette bu nun düşmez.

Kur’an’da sene var, âm var, havl var. Bunlar arasında ne gibi bir ayrılık olduğunu tespit etmek için Kur’an’da geçen yerlerin mukayese edilmesi gerekir. Hz. Nuh peygamberin ömründen bahsederken, bin sene elli âm eksik deniyor. Seneyi herhangi bir başlangıç tarihinden itibaren 12 ay olarak düşünebiliriz. Âm ise başlangıç tarihi düşünülmeden geçen yıl olarak düşünülebilir. Sene güneş yılı, âm ay yılı olarak da düşünülebilir, aksi de olabilir. Havl, iki tarih arasındaki doğal aralık olarak düşünülebilir.

Bid’a” parça demektir. Türkçedeki bud kelimesi ile yakınlığı vardır. Bid’a, altın veya gümüşün parçalarıdır. Sikke olarak basılmış olabileceği gibi tartı ile de alınıp satılabilir. Bid’a kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder.

Kur’an’da iki yerde “bid’a sinîn” tabiri geçmekte, başka yerde geçmemektedir. Bunlardan biri Romalıların Sasanileri bid’a sininde yenecekleri ifade edilmiştir. Ninova Zaferi 627’de olmuştur. Rum Sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Sasani İmparatorluğu’nun Kadıköy’e kadar ilerlemesi tarihi 623’ten öncedir. Bizans tarihinin tetkiki ile Rum Sûresi’nin nâzil olması tarihi ve Ninova Savaşı arasında geçen sene bid’a sinîndir.

Hazreti Yusuf peygamber bu kadar sene hapishanede kalmıştır. Bid’a sene üç ile dokuz sene arasında bir müddettir. Bu peygamberin açıklaması ile bilinmektedir. Cemi kesretle cemi kıllet arasındaki sayıları içerir. Ortalaması altı yıldır. Kameri yıl olarak yedi yıl olmuş olur. Mezopotamyalılar ve Mısırlılar kameri yılları bilmektedirler. Kur’an kesin sayı değil de bid’a sayısını kullanmaktadır.

Romalıların mağlubiyetleri kesin bir tarihe bağlanamaz. Yani hangi tarihte yenilmeye başlandığı söylenemez. Çünkü tarih izafidir.

Cumhuriyet’in kuruluşu için 19 Mayıs, 23 Nisan, İnönü Zaferi, Sakarya Zaferi, Dumlupınar Zaferi, Lozan Barışı, Cumhuriyetin ilanı, Hilafetin kaldırılması gibi tarihler başlangıç tarihi olarak alınabilir. Bu sebeple kesin şu kadar yıl yerine yaklaşık birkaç yıl demek daha doğru olur. Rumi ve kameri yılların farklılığı, başlangıç ve bitiş yıllarının dahil edilip edilmemesi, yılların kesin olarak belirtilmesine mânidir. Hazreti Nuh’un kıssasında bin seneden elli âm istisnası da bunu belirtir.

İlimde ve mühendislikte sayılar belli ondalığa götürülerek durdurulur. Ondan fazla daha ince ölçü yapılamaz veya istenemez. Kur’an’da “bid’a” kelimesinin kullanılması bize bu toleransı öğretmektedir.

Hazreti Yusuf’un zindanda altı sene veya yedi sene kalmasını bilmemizde bir yarar yoktur. Orada epeyce sene kalmış olmasını bilmemiz yeterlidir. Bunun İlâhi takdir olduğu belirtilmektedir.

Seçimlerde genel olarak bid’a sene kullanılmaktadır. Genel seçimler dört senede bir veya beş senede bir yapılmaktadır. Cumhurbaşkanı seçimi beş veya yedi senede bir yapılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı iki devrede yapılırsa on yıl eder. Hazreti Muhammed de on yıl devlet başkanlığı yapmıştır. Kur’an’da bid’a sinîn geçmesi bu aralığın önemli olduğunu gösterir. Biz bu kelimeye dayanarak yıllara ait olan içtihatlarımızı buna göre yapabiliriz. Kur’an’da büyük hac tabiri geçmektedir. Bu tabir Kurban Bayramının Cuma gününe rastlamış olması ile tefsir edilmektedir. Bu rastlantının haftanın yedi gün olması dolayısıyla yedi yılda bir olması gerekir. Devlet başkanının yedi yılda bir yapılması hükmü bu âyete dayandırılabilir. Hazreti Yusuf peygamberin de hapishanede yedi yıl kaldığı söylenebilir. Bundan sonra anlatılacak olan yedi kıtlık yılı ve yedi bolluk yılı kıssaları yılların yedili döngüye bağlı olduğunu gösterebilir. Tarihin bir de bu gözle incelenmesi gerekir.

Bid’a” kelimesinin kullanılması bu döngülerin tam yedi yıl değil de üç ile on arasında değişeceğini ifade eder. Bir döngü uzar veya kısalabilir. Yahut değişik yerlerde değişik döngüler olabilir.

 

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2592 Okunma
2-YUSUF 4-7
3154 Okunma
3-YUSUF 8-10
2502 Okunma
4-YUSUF 11-15
2056 Okunma
5-YUSUF 16-19
1979 Okunma
6-YUSUF 20-22
2315 Okunma
7-YUSUF 23-24
4276 Okunma
8-YUSUF 25-28
2352 Okunma
9-YUSUF 29-31
2169 Okunma
10-YUSUF 32-34
1938 Okunma
11-YUSUF 35-37
2397 Okunma
12-YUSUF 38-40
2241 Okunma
13-YUSUF 41-42
2990 Okunma
14-YUSUF 43-45
3788 Okunma
15-YUSUF 46-49
2165 Okunma
16-YUSUF 50-53
2201 Okunma
17-YUSUF 54-57
1897 Okunma
18-YUSUF 58-62
1921 Okunma
19-YUSUF 63-65
2064 Okunma
20-YUSUF 66-67
1929 Okunma
21-YUSUF 68-69
2301 Okunma
22-YUSUF 70-74
2263 Okunma
23-YUSUF 75-76
2440 Okunma
24-YUSUF 77-79
1970 Okunma
25-yusuf 80-82
1803 Okunma
26-yusuf 83-86
2005 Okunma
27-YUSUF 87-90
2098 Okunma
28-YUSUF 91-98
2259 Okunma
29-YUSUF 99-101
1861 Okunma
30-YUSUF 102-107
2277 Okunma
31-YUSUF 108-110
1949 Okunma
32-YUSUF 111
2041 Okunma

© 2024 - Akevler