YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 31
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنْ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنْ الْمُشْرِكِينَ (108) وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُوحِي إِلَيْهِمْ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا أَفَلاَ تَعْقِلُونَ (109) حَتَّى إِذَا اسْتَيْئَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَاءَهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَنْ نَشَاءُ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنْ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ (110)
قُلْ
(QuL)
“Kavlet”
“Söyle” diye emretmektedir.
Emreden bu Kur’an’ı indiren kâinatın ve tüm insanların Rabbi, Hazreti Yusuf’un Rabbi, Hazreti Muhammed’in Rabbi, biz yazanların Rabbi, siz okuyanların Rabbi olan Allah’tır. Bunda tereddüt yoktur.
Kim emretmektedir, kim söyleyecektir?
Müfessirler burada muhatap Hazreti Muhammed’dir diyorlar. Böyle kabul ettiğimizde bize bir görev düşmez. 1400 sene önce ‘söyle’ emrini almış, o da söylemiş, geçmiş gitmiş; biz şimdi sadece okuruz. Belki söylenenler arasında oluruz ama söyleyecekler arasında olmayız.
Oysa Kur’an şimdi bize nâzil olmaktadır. Kur’an biz yazarken bize ‘söyle’ diyor; siz okurken de size ‘söyle’ diyor. Yani bu emir bu sözlerin ulaştığı herkese emirdir. O söyleyecektir. Kur’an’ı böyle okumamız ve böyle anlamamız gerekir. Böyle anlaşılır ve böyle yapılırsa, o zaman ondan yararlanırız.
Kime söylenecektir?
“Sen onlardan ücret istemiyorsun, o bütün âlemlere zikirdir.” âyetinde geçen âlemlere söylenecektir. Yani toplulukların fertlerine söylenecektir.
Bir Saadet Partiliyi bulduğunuz zaman söyleyeceksiniz, bir AK Partiliyi bulduğunuz zaman söyleyeceksiniz, bir Milliyetçi Hareket Partiliyi bulduğunuz zaman söyleyeceksiniz, bir Cumhuriyet Halk Partiliyi bulduğunuz zaman söyleyeceksiniz, BDP’lileri bulduğunuz zaman söyleyeceksiniz...
Türklere söyleyecek, Fransızlara söyleyecek, tarikatlara söyleyecek, dindarlara söyleyecek, dinsizlere söyleyeceksiniz. Onlardan birilerine söylemek hepsine söylemektir; artık ondan sonrasında söylemek görevi onlara düşer.
‘Yazınız’ demiyor, ‘söyleyiniz’ diyor.
Bu sebepledir ki biz bu yazdıklarımızı her hafta okuyoruz. Aslında okumamız da yeterli değildir. Reşat Nuri Erol’un yaptığı gibi yazılanlar sözle özetlenmelidir. Çünkü etkisi ancak o zaman olmaktadır.
Bununla beraber Kur’an’ı ezbere okumak nasıl “söylemek”se, yüzünden okumak da “söylemek”tir. Bu yazımızı birilerine okursanız o da “söylemek” olur.
Burada ‘belliğ’ demiyor, ‘söyle’ diyor.
O halde bu hitap sadece Hazreti Muhammed’e olsaydı, o aramızda yaşamadığı için söyleyemeyecektir, dolayısıyla bize emir ulaşmamış olurdu. Allah Kur’an’ı gönderdi; yetmedi, peygamberi de gönderdi ve ona ‘söyle’ dedi. Allah Kur’an’ı bize de gönderdi, şimdi bize de ‘söyle’ diyor. Hepimiz resulün halifesi olarak söylemek zorundayız.
هَذِهِ
(HAvÜıHIy)
“Bu”
Burada işaret edilen dişidir. İşaret edilen mübtedadır.
Neye işaret etmektedir, “Bu”dan maksat nedir?
Müfessirler ‘davet’ kelimesine işaret etmektedir diyorlar, oysa ‘davet’ kelimesi geçmemektedir. Hazreti Yusuf hapishanede iken arkadaşına; ben şirki bıraktım, babalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un milletine tâbi oldum diyor. “Bu” işte oradaki ‘millet’ kelimesine işaret etmektedir. Hazreti Muhammed’in babası olmadığı halde, o da o millete tâbi oldum diyor. Yani millet kelimesine işaret ederken, ‘ben de o millete tâbi oldum’ derken, onun bizim de babamız olması gerekmez.
O halde ‘İbrahim milleti’ neyi ifade eder?
Allah Hz. Adem’i yarattı. İlk insanlar kabileler hâlinde yaşadılar. Kabileler toplayıcılık, avcılık ve çobanlık dönemlerinde birbirlerinden uzak idiler. Hattâ çiftçilik döneminde de ayrı ayrı yaşıyorlardı. Bu uzaklık sebebiyle dilleri farklılaştı. Herkes Tanrı’ya kendi dilinde ad verdi. Şekil yazısı olduğu için ayrı ayrı sembollerle gösterildi. Sonra bir araya gelince sanki her kabilenin tanrısı ayrı imiş gibi aralarında cidal başladı. Sonra barışıp her kabilenin tanrısını ayrı kabul ettiler. İşte şirk böyle doğdu. Hazreti Nuh ve ondan sonra gelen peygamberler Mezopotamya’da bunun mücadelesini yaptılar, tek tanrı inancını yaydılar.
Hazreti İbrahim de bunlar arasında doğdu ve büyüdü.
Hazreti İbrahim’e daha geniş bir görev verildi; yalnız Mezopotamyalıların Tanrı’sı değil, tüm insanların tek Tanrı’sı, tüm dünyanın tek millet olması için çalışma görevi verildi. Bunun için çocuklarını görevlendirdi. Hazreti İshak Filistin’e geldi. Hazreti İsmail Mekke’de yerleşti. Hazreti İbrahim’in üçüncü hanımı Katura’dan olan dört oğlu da doğuya Hindistan’a gittiler. Hazreti İbrahim’in oğullarının her biri tek tanrıcılığı yani bütün insanların kardeş olup tek Tanrı’nın mahluku olduklarını yaydılar.
Sonunda Kur’an inerek tek kitap etrafında toplanmayı emretti.
Kur’an insanlığın birliği için gerekli fıkhı oluşturdu. Ne var ki o zaman müsbet ilimler gelişmemişti, ulaşım sağlanamıyordu, haberleşme yoktu, üniversiteler oluşmamıştı. Yeryüzünü tek millet yapma kolay iş değildi. Ancak bugün III. Bin Yıl içinde bu İbrahimî milletin dini tamamlanacaktır. İslâm dini, barış dini yeryüzüne hakim olacaktır. Din/düzen yalnız İslâm olacaktır, barış olacaktır. Barışa karşı çıkan ve hakem kararlarına uymayanlara karşı tüm insanlık birlikte savunmaya geçecektir.
Demek ki burada işaret edilen İbrahimî dindir. İslâm dinidir. Onun milletidir.
سَبِيلِي
(SaBiLIy)
“Yolumdur.”
Bize emredilen budur. Söylemeliyiz, herkese söylemeliyiz, her yerde söylemeliyiz. Bizim yolumuz İbrahim milletinin yoludur. Barış yoludur. İslâm yoludur. “Adil Düzen”dir. Tekrar hatırlatalım; insanlıktan bunu istiyor.
Anayasamızda değişmez maddeler vardır.
DEMOKRASİ, LÂİKLİK, LİBERALLİK VE SOSYALLİK.
İslâmiyet’te dört madde vardır.
İSLÂM, HAK, ADALET, ŞERİAT.
Acaba bunlardan hangisi hangisine tekabül eder?
-İslâmiyet lâikliğe tekabül eder.
-Hak sosyalliğe tekabül eder.
-Adalet liberalliğe tekabül eder.
-Şeriat demokrasiye tekabül eder.
Demek ki insanlık da akıl yoluyla İbrahim milletine yaklaşmaktadır.
Çok kısa olarak bu dört esası açıklayalım.
Şeriat, demokrasi:
Şeriat demek, insanların kendi içtihat ve icmalarına göre hareket etme mükellefiyetleri demektir. Yani birbirlerine tahakküm etmeyeceklerdir. Herkes kendi içtihadı ile, her topluluk da kendi icmaları ile amel edecektir. Çoklu hukuk sistemidir.
Demokrasi de halkın kendi kendisini yönetmesidir. Batılılar sahtekârlık yapıyorlar, ekseriyetin yönetmesi şeklinde anlıyor, insanları kandırıyorlar.
İslâm, lâiklik:
İslâm demek, barış içinde yaşamak demektir. Herkes hakemlerin kararlarına uyacak, savaş yerine barış içinde olacaktır.
Lâiklik de insanların kendi inançları ve anlayışları içinde yaşamalarıdır. Birbirine zorla kendi görüşlerini kabul ettirmemesidir.
Batılılar burada da sahtekârlık yapıyorlar, lâikliği dinleri dışlama ve baskı şeklinde anlıyorlar. Dinler dışlanmayacak, bütün dinler şeriat içinde eşit şekilde yaşamış olacaktır.
Hak, sosyallik:
Hak demek gerçeklik demektir. İnsanların kâinatı var edenin himayesinde olması demektir. Çalışıp kazananların çalışmayanlara da pay ayırması demektir. Çünkü onların da yeryüzünde kira payları vardır. Allah kâinatı hukuk içinde yaratmıştır.
Sosyallik de bu demektir, çalışmayanların da yaşamalarına imkan vermektir.
Ne var ki Batılılar bunun da sahtekârlığını yapıyorlar, sadece prim yatıranlara sosyal haklar tanıyorlar; bunun neresi sosyallikse.
Adalet, liberallik:
Adalet demek, herkese kendi hakkını vermek demektir. Yani hem çalışanlarla çalışmayanları eşit saymaktır, hem de herkesin kendi iradesi ile istediği işi yapmasıdır.
Liberallik de böyledir. İnsanların istedikleri işleri yapmaları demektir.
Batılılar bunun da sahtekârlığını yapıyorlar, ağır vergilerle küçük işletmeleri çökertiyorlar, tekeller oluşturuyorlar.
Oysa Kur’an’da vergiler belirtilmiştir. Kimse artıramaz. Tekellerin oluşması da faizin yasaklığı ve sermaye vergisi ile önlenmiştir.
Batılılar liberalliği yalnız büyük sermaye için yapıyorlar.
İşte, Batı İbrahimî düzenin ilkelerini teori olarak kabul etmiştir ama uygulamada sahtekârlık yapmaktadır.
İşte; ‘Bizim yolumuz İbrahimî yoldur, O’nun milletinin yoludur’ dememiz gerekmektedir.
‘Gelin ey sahtekârlar gelin, tartışalım; siz mi demokratsınız, biz mi; siz mi lâiksiniz, biz mi; siz mi liberalsiniz, biz mi; siz mi sosyalsiniz, biz mi?’ dememiz gerekmektedir.
Gelemezler, tartışamazlar. Onlar ellerine geçirdikleri medya ile yalanlarını her gün kusarak dünyanın havasını kirletiyorlar.
أَدْعُو إِلَى اللَّهِ
(EaDGUv EiLay elLAHı)
“Allah’a dâvet ediyorum.”
Buradaki “Allah” kelimesinden kasıt Allah’ın halifesi olan tüm insanlıktır.
Gelin, sizi tüm insanlığa çağırıyorum.
Sadece Türk, Fransız, Rus, Çin değil; tüm insanlığın yoluna çağırıyorum, tüm insanlığın barış içinde yaşaması için çağırıyorum demektir.
Burada yine belirtelim ki; insanlığa çağırma demek, milliyetçiliği unutma, ona karşı gelme demek değildir. Tam tersine o milletlerin hukukunu korumak, onların varlıklarını sürdürmelerini sağlamak için insanlığa çağırmaktır. Haksızlığa uğrayan bir ulus olursa tüm insanlar onun haksızlığını gidermelidir.
İşte iman budur.
İnsanlık içinde devletlerin hukuku korunacak, devletler içinde de illerin hukuku korunacak. Yani biz insanları Türklüğe çağırıyorsak, Türklerin Kürtleri ezmeleri, onların haklarını gasbetmeleri, onlara zulüm yapılması için değil.
Gelin, Türkiye’de yaşayan kabileler; birleşelim ve güçlenelim de içimizdeki bir kabileye bir haksızlık yapılırsa hepimiz birlikte onun arkasında olalım. Yani dış ülkelerle barış içinde olmalıyız, içeride de iller arası barış içinde olmalıyız. İller de bucaklara ayrılacak, onların da hukukunu iller koruyacaktır. Nihayet bucaklar ocaklardan oluşacak. Ocaklarda kişiler yaşayacak, bucaklarda çalışacak, onların hukuku korunacak. Kişi ocağını, bucağını, ilini ve ülkesini kolayca değiştirebilecek; böylece kişinin hukuku temel olarak korunacaktır.
“Allah’a çağırıyorum” deyince ocağımıza, bucağımıza, ilimize, ülkemize ve insanlığa çağırıyorum denmiş olur.
Allah’a nasıl çağırılır, biz Allah’a nasıl gideceğiz?
O’nu temsil eden topluluklara uyarak barış içinde yaşayarak O’na gitmiş oluruz. Yoksa Allah’ın mekanı yok, oraya varamayız.
عَلَى بَصِيرَةٍ
(GaLAv BaÖIyRaTin)
“Basiret üzere”
“Ben basiret üzere olmak üzere sizi Allah’a çağırıyorum” demek olur. O zaman “Ed’û”daki “Ene”nin hâli olur. Yahut “Sizi basiret üzerinde olmaya davet ediyorum” olur. O zaman da mef’ulün hâli olur yahut mef’ulü olur. Yani, ben basiret üzere olmak üzere davet ediyorum, yahut sizin basiret üzere olmanız için davet ediyorum anlamları çıkar.
“Basiret” ne demektir?
Gerçekleri görmek demektir.
Dünya dönüyor ama biz onu duruyor gibi görürüz. İşte basiret üzerinde olmak demek, dünyanın döndüğünü görmek demektir. Yani ilk görünen değil de, düşünerek gerçek olanı görmek demektir. ‘Komplo’ diyerek bizimle alay edenler, bizim basiret üzerinde olmadan görünüşe aldandığımızı söylemek istiyorlar.
Mesela, boşanmayı yasaklamak daha çok boşanmaya sebep olur. Karı koca, ‘nasılsa eşim beni boşayamaz’ diye düşünerek birbirlerine saldırmaya devam ederler, sonunda ya fiilen ya da resmen boşanırlar. Oysa boşanmanın kolay olması hâlinde birbirlerine saygılı olurlar, çekinirler ve evlilik daha çok devam eder. Nitekim boşanmanın kolay olduğu, şeriatın bulunduğu yerde boşanma oranları yüzde beş civarındadır, boşanmanın zor olduğu ülkelerde yüzde kırk civarında.
İşte, “basiret” demek, gözle görünenin beyinle değerlendirilmesidir.
Hayvanlar re’y ederler ama basiret edemezler.
Biz karşı tarafa diyoruz ki; biz size “Adil Düzen”den bahsederken, ispat edemediğimiz, akılla, ilimle kanıtlayamadığımız bir şeyi söylemiyoruz. Kur’an’dan öğreniyoruz ama aklımız da onları tasdik ediyor. Siz de bizden duyduklarınıza uyun demiyoruz. Sadece düşünün, aklınıza uyarsa kabul edin, basiret üzerinde olun diyoruz, ona davet ediyoruz. Allah’ın size soracağı budur; neden kulak vermediniz? Kulak verdik ama aklımız ermedi derseniz, kurtulursunuz; ama Allah size kulak verdi, göz verdi, beyin verdi, anlamaya çalışmadınız, işte onlardan sorulacaksınız.
أَنَا وَمَنْ اتَّبَعَنِي
(EaNa Va MaNı itTaBaGaNIy)
“Ben ve bana tâbi olanlar.”
Burada “Ene” “Ed’û”nun teyid edilmiş failidir. Atıf yapılabilmesi için teyid edilmiştir. Ben davet ediyorum ve bana tâbi olanlar da davet ediyor anlamındadır. Ben basiretteyim, bana tâbi olanlar da basiret içinde sizleri davet ediyoruz demektir.
Demek ki tâbi olanlar da basiret içinde olmalıdırlar. Körü körüne tâbi olmamalıdırlar. Birlikte davet etmelidirler. Biri bir söz söyledi ve doğru söyledi ise çevredekiler ona tâbi olmalıdırlar. Onlar da söylemelidirler. Biri bir şey yaptı; yaptığı doğru ise o da onu yapmalıdır demektir.
Erbakan “Adil Düzen”i söyledi. Bu doğru ise biz de ona tâbi olmalıyız ve söylemeliyiz. Yoksa tâbi olmamalıyız.
Numan Beyin hatası burada; hem “Millî Görüş”e tâbi oluyor, “Adil Düzen”e tâbi oluyor, hem de daha sonra da onları söylemiyor!
Oysa Tayyip Bey ayrılıp gitti. O basiretsizliği ile “Adil Düzen”i kabul etmedi, çekip gitti, ona bir şey söyleyemeyiz.
Yahut “Alâ Basiratin” mukaddem haber olur, ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz denmiş olur. Yani “Alâ Basiratin” ya zarf olur, ben ve bana tâbi olanlar fail olur. Yahut ben ve bana tâbi olanlar mübteda olur, “basiret üzerinde” kelimesi haber olur. Birincisinde davet esnasında da ispat yapma mükellefiyeti var, ikincisinde ise ispat etme yeterlidir. Davetten sonra ispat karşı tarafa düşer. Her ikisi de caizdir demektir. İlmen bu böyledir dersiniz, Kur’an’da bu böyledir dersiniz. İspatı karşı tarafın kendisi için yapmasını istemek demektir.
Biz burada açıklamalar yaparken ispatlı açıklamalar yapıyoruz. Yani “Ene Vemeni’t-Tebeani”yi fail kabul ediyoruz. Oysa “Adil Düzene Göre Anayasa”mızı takdim ederken ispat yapmıyoruz. Sadece diyoruz ki; bunlar Kur’an’a dayanmaktadır, bunlar müsbet ilme dayanmaktadır. O zaman da “Ene Vemeni’t-Tebeani”yi mübteda kabul ediyoruz. Kur’an ifadedeki bir sanatla bize tebliğ yükünü de öğretiyor.
وَسُبْحَانَ اللَّهِ
(Va SuBXAvNa elLAHı)
“Ve Allah sübhandır.”
Buradaki “Vav” hâl vavıdır. Allah sübhan olduğu halde ben sizi Allah’a hizmete veya yardıma davet ediyorum demiş olmaktadır. Kâinatı var eden Allah sübhandır. Hiçbir eksiği, noksanı yoktur. Bize muhtaç değildir. Ama kendisine toplulukları halife kılmış, size de kendi haklarını onlara vermenizi emretmiştir. Böylece bize işyeri açmıştır. Eğer topluluğu bize muhtaç etmeseydi biz ne iş yapacaktık. Nasıl devlet halkın işi olsun diye fabrika kurarsa, Allah da halkın işi olsun diye toplulukları var etmiş ve onlarla iş yapmamızı emretmiştir.
Burada “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü burada sübhan olan topluluk değil, kâinatı var eden Allah’tır.
Biz konuşurken ‘Ahmet zamanında geldi, o çalışkandır’ deriz. Çünkü burada kastettiğimiz Ahmet’in çalışkan olduğu için gelmesidir. Faillikte birlik vardır. Oysa ‘Ahmet geldi, Ahmet mühendistir’ dediğimiz zaman, mühendis ile gelme arasında bir ilişki yoktur. Onun için Ahmet tekrar edilmiştir.
Bu kural meanide belirtilmiştir. Ama tefsirciler bunların üzerinde durmamışlardır.
Bizim yapacağımız şey bu incelikler üzerinde durmaktır.
Siz başka türlü izah edersiniz, olabilir.
Ama hiç izah etmemek olmaz.
وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ (108)
(Va MAv EaNa MiNa eLMuŞRiKIyNa)
“Ben müşriklerden değilim.”
Buradaki “Vav” hâl vavıdır; “Ed’û”daki “E”nin hâlidir.
Yani “Ben müşrik olmadan Allah’a davet ediyorum.”
İnsanlar nerede şirk yapıyorlar?
Allah’ı kendilerine, ocaklarına, bucaklarına, illerine ve ülkelerine, hattâ insanlara daha yakın bulup diğer ocakları, bucakları, illeri, ülkeleri aşağı görüp kendilerini Allah’ın bir yardımcısı olarak görmektedirler. Evet, biz insanlar Allah’ın halifesiyiz, topluluğumuz da O’nun halifesidir. Ama herkes kendisi için halifedir. Ben içtihat ederim, içtihadım benim içindir. Biz icma ederiz, icmamız bizim içindir. Bizim içtihatlarımızı başkalarına dayatmak, bizim icmalarımızı başka topluluklara dayatmak şirktir, kendimizi ve topluluğumuzu Tanrı’ya ortak etmektir. Yasalarda değişmez maddeler koymak şirktir. Bugün yaşayan neslin gelecek nesillere hükmetme yetkisi yoktur. Belki sadece icmalar ancak icmalarla değişebilir diyebiliriz.
Müşrik olmadan, müşriklerden olmadan Allah’a davet edeceğiz. Bize gelin, biz hakız, bize itaat edin demeyeceğiz; Allah’a gelin diyeceğiz. Ekseriyet sistemi içinde ‘sen in de ben sana hükmedeyim’ demek de şirktir. ‘Gelin birlikte idare edelim’ diyebiliriz. Yoksa, ‘sen beni idare etme, ben seni idare edeyim’ anlayışı hatalıdır. Biz imama uyduğumuz zaman imama uymuyoruz, Allah’ın emrettiklerini yaparken birlikte hareket ediyoruz. Onun için imamın yüzü de kıbleye dönüktür, bize dönük değildir. O yapıyor, biz de yapıyoruz, yoksa o bize yaptırmıyor.
“Müşrikler” kurallı erkek çoğulla gelmiştir.
Demek ki onların da toplulukları vardır, onların da tüzel kişilikleri vardır. Biz o topluluktan ayrılıyoruz. Yani kendi uluslarını diğer uluslardan üstün görüp onlara tahakküm etmeye çalışanlardan ayrılıyoruz.
AB kendisini üstün gören, dünyaya hükmetmek için birliğini kuran bir topluluk olarak görülüyor. Bunun ispatı Gümrük Birliği’dir. Kendilerine katmak istedikleri uluslara kendi müktesebatını dayatmaktadır. Oysa müzakerede taraflar eşit olmalıdır. Hak ne ise ona uyulmalıdır.
İşte bu aşağılık duygusu içinde AB ile müzakereler şirktir.
Onları hakka davet etmek üzere onlarla müzakere ederiz.
Biz müzakere masasında otursaydık onlara “Adil Düzen” çözümlerini getirirdik, işsizliğin nasıl ortadan kalkacağını anlatırdık, lâikliğin ne olduğunu anlatırdık, zinanın neden suç olduğunu anlatırdık. Yarın “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman böyle yapacak. Hakemlere her zaman gidebilirdik. Yanlış karar verseler de devam ederdik, hakem kararlarına karşı da hakemlere giderdik.
Demek ki, bizim görevimiz her şeyi fırsat bilerek “Adil Düzen”i insanlara anlatmak olmalıdır.
Mesela, Avrupa’daki Türkler doktora yapmalı, Adil Düzen’e göre Avrupa Birliği Anayasası ne olmalıdır deyip cevaplar bulmalıdırlar. Türkiye’den gidenlerin Adil Düzen’e göre statüleri nedir? Zimmilerin hukuku ortaya konmalıdır. Yine Avrupa’daki Müslüman Türkler Hıristiyanlık ile İslâmiyet’in aynı kaynaktan gelen din olduğunu ortaya koymalıdırlar. Papa’nın ‘Türkleri de AB’ye alalım, onlar da İbrahimî dindendirler’ demesini değerlendirmeliyiz.
***
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ
(Va MAv EaRSaLNAKa MıN QaBLiKA)
“Senden önce irsal etmedik.”
1. Kur’an’da geçen “Ke/Sen” harfi, müşterek olarak değil, okuyan kimseleri muhatap alır, her okuyan mü’mini muhatap alır. Bir mânâsı budur.
2. İslâm âlimini muhatap alır. Nebinin halefi olarak “sen” diye âlime hitap eder. Onun görevi Kur’an’dan anladıklarını halka aktarmaktır. İkinci mânâsı da budur.
3. Üçüncü olarak “sen” deyince, İslâm yönetiminin başkanlarına, bucak başkanlarına hitap eder. Başkanlar resulün halifesidirler. Üçüncü mânâsı da budur.
4. Dördüncü olarak Kur’an’ı ilk olarak Cebrail’den alan Hazreti Muhammed’e hitap eder. Burada en uygun olanı Hazreti Muhammed’e hitap olarak anlaşılan anlamıdır.
Hazreti Adem’den başlamış ve Cebrail’in öğretmesi ile nebiler gelmiş, bunların bir kısmı resul olmuştur. Binlerce nebi ve resul gelip geçmiştir. Son olarak da Cebrail’den lafzen vahiy alan nebi resul Hazreti Muhammed gelmiştir, O’na hitap etmektedir.
Böyle söyledikten sonra, Allah Muhammed’e hitap ederek; “Senden önce de resuller gönderdik” demektedir. Bize ise; “Ondan önce de resuller gönderdik” demiş oluyor.
Kur’an yorumlanırken karşılaşılan zorluk buradan gelir. Burada “Ke” harfi ile muhatap olarak hazreti Muhammed alınmakta ama bize söylenmektedir. Hazreti Muhammed vahiy alan son resuldür. Hazreti Muhammed’in mucizesi Kur’an’dır.
إِلاَّ رِجَالاً نُوحِي إِلَيْهِمْ
(EilLAv RıCALan NUvXIy EiLaYHıM)
“Vahyettiğimiz ricali irsal ettik.”
Bu istisna ile biz hariç kalıyoruz. Bize vahiy gelmemiştir. “Ke/Sen” harfinin Hazreti Muhammed’e işaret ettiğini buradan anlayabiliriz.
“Rical” kelimesi kuralsız çoğuldur. Topluluğu değil sadece sayı çokluğunu ifade eder.
Burada tartışılacak konu şudur:
Neden erkeklerden resul gelmiş de kadınlardan gelmemiştir?
Bucak başkanlığına kadının gelmesi doğru mudur?
Bu konuyu kavramamız için insanın yaratılışı hakkında biraz düşünmemiz gerekir. Canlılar erkek ve dişiden oluşurlar. Biz de canlı olduğumuz için erkek ve kadından yaratılmışız. Canlılar içinde kuşlar ve memeliler aile hayatı yaşarlar. Yani yavrular anne babanın veya hiç olmazsa annenin büyütmesi ile büyürler. Biz de canlıyız, dolayısıyla diğer memeliler gibi aile içinde doğar ve büyürüz. Kaldı ki hayvanlardan farkımız vardır. Bizim küçüklüğümüz çok uzun sürmekte, onlarca yılı almaktadır. Ayrıca bizim için aile hayatı büyüdüğümüzde de bitmez, tüm hayat boyu devam eder. Bütün bunlar bize insanda hayvanlarda olmayan bir aile hayatı olduğunu gösterir.
Bu fıtrîdir.
Aile hayatı karı kocadan oluşur. Akraba olmayan bir erkek ve bir kadın çocuk büyütmek amacıyla ortaklık kurarlar. Kadın Allah’ın kendisine emanet ettiği rahmini yalnız bir erkeğe yani kocasına tahsis eder, başka erkeklerle buluşmaz.
Buna ‘zina yasağı’ denir.
Ailede işbölümü vardır. Kadın çocuk doğurur ve büyütür, baba ise nafaka temin eder ve aileyi savunur. Erkek kadının yaptıklarını biyolojik olarak yapamaz. Kadın ise erkeğin yaptıklarını yapar ama zorlanır.
Kadınlar kendilerine düşen görevleri tek başlarına yapmakta zorlanırsa da, aşiret yani ocak içindeki dayanışma ve ortaklık içinde rahatlıkla sorunları çözerler. Bunun için beş vakit namaza katılırlar, orada erkekler kadar söz hakları vardır. Ocakta beş vakit namazı kadınlar da kıldırabilirler. Ocak başkanı olabilirler.
Erkekler kendi başlarına görevlerini yapamazlar. Önce tek başlarına savunma görevlerini yapamazlar, dolayısıyla önce bucakta birlik yapmak zorundadırlar. Sonra ilde örgütlenmelidirler. Nihayet devlet olarak örgütlenirler. Eskiden ekonomik olarak tek başına kazanmak mümkün idi. Şimdi ise artık üretim de küçük çapta da olsa mutlaka birlikte yapılmaktadır.
İşte, erkekler kendilerine düşen görevleri yerine getirebilmek için birlik kurarlar. Bu savunma birliğine herkes katılmaz, isteyen katılır, istemeyen bedel verir.
Bucak başkanı, il başkanı, devlet başkanı aynı zamanda başkomutandırlar.
Kadınların durumu ise şöyledir. Kadınlar ortaklarının yani kocalarının ne yaptıklarını bilmek durumunda olup, gerekirse kendi istekleri ile onlara yardımcı olmak isteyebilirler. Bu sebepledir ki kamu kuruluşlarına kadınlar katılmak zorunda değildirler ama katılma yetkileri vardır. Cuma namazı kılmak onlara farz değildir ama kılarlarsa namazları geçerlidir, ayrıca Cuma günü öğleyi kılmaları gerekmez.
Demek ki erkeklerin hem siyasi hakları vardır hem de siyasi görevleri vardır.
Kadınların siyasi yetkileri vardır ama siyasi görevleri yoktur, ister katılır ister katılmazlar.
Başka bir kurala göre ise; sorumlu olunmadığı yerde sorumlulara başkanlık yapılamaz. Bundan dolayıdır ki bucak, il ve devlet başkanı resul yani başkan olamazlar.
Bu nebiler için söylenemez. Hazreti Meryem nebidir.
Peygamberlerin görevi yeryüzünün güvenliğini tesis etmektir. Onun için Kur’an çok kere mü’minlere hitap eder. Arapça dilinde erkeklere yapılan hitap kadınları da içerir. Bu sebeple kadınlar da mükelleftirler ama bazı yerlerde, mesela askerlik hizmetinde yalnız mü’min erkekler görevlidir. Bundan dolayı vahiy alan resuller hep erkeklerden olmuştur. Şimdi de bucak başkanları erkeklerden olmalıdır. Bununla beraber bir bucak kendisine bir kadını başkan seçerse biz onu tanırız. Süleyman peygamber Sebe melikesinin melikeliğini tanımıştı.
Bu konuyu kendi kendinize düşünün ve kavrayın. Düşünüp kavrarsanız başkalarına daha kolay anlatacak yol bulursunuz.
مِنْ أَهْلِ الْقُرَى
(MiN EaHLi eLQuRAy)
“Karye ehlinden”
Karye ehlinden gönderdik yani kendi aralarından çıkardık. Kent merkezinden, kent halkından gönderdik.
Burada da önemli bir kural ortaya çıkmıştır. Başkanlar kendilerinden olacaktır. İller ve bucaklar merkezden atanan valilerle veya bucak müdürleri ile yönetilemez.
İşte biz bu ifadeye dayanıp diyebiliriz ki; devlet başkanları, valiler ve bucak müdürleri merkezden atanmazlar, başkanlarını kendi aralarından kendileri seçerler. Buna mukabil kıta merkezlerinde, ülke bölgelerinde, ilçelerde ve semtlerde atanacak yöneticiler ise merkezden atanırlar. Çünkü bunların tüzel kişilikleri yoktur. Bunlara “ulu’l-emr” denmektedir. “Mine’l-kabileti” denmeyip “min ehli’l-kura” denmiş olması, hukukun ırka değil orada sakin olmaya dayandığını ifade eder. Yani bir yerde Kürt Arnavut, hattâ Müslim Hıristiyan değil, orada sakin olmaya dayanır. Irkı ve mezhebi ne olursa olsun, bir bucakta sakin olanlar bucak halkı olur ve eşit haklara sahip olurlar. Çünkü esas olan orada oturmadır. Sadece nöbetli veya bedelli olma anlamında, o da sadece siyasi yetkiler bakımından farklıdırlar.
Türkiye’yi yüze yakın ile ayıracağız. Her ili yüze yakın bucağa ayıracağız. Orada oturanlar din ve ırka bakılmaksızın kendi kanunlarını kendileri yapacaklar, yöneticileri de kendi aralarından seçilecektir.
Biz ülkenin birliğini korumak amacıyla bölge merkezlerinde hizmet verenleri başka bölgelerden getiriyoruz. Bunların başına kendilerinden yani devlet halkından emir tayin ediyoruz. Bunlar taşra halkına hizmet veriyor ama onlara emredemiyor, hattâ il halkından birinin davetlisi olmazsa oraya giremiyor.
İşte bu âyet bizim bu hükmümüzü teyid ediyor. İstihsanla koyduğumuz hüküm nassla teyit ediliyor.
“Ehli’l-Kura” burada marife gelmiştir.
“Min” ile karyelerinden olduğu belirtilmiştir, yani bucağın karyelerinden olacaktır.
Yöneticilerin merkez karyede oturmaları şartı yoktur. Yani cumhurbaşkanının Türkiye’nin on iki bölgesinde de konağı olacak, istediği bölge merkezinde oturup orada başkanlık yapabilir. Oranın emiri onun emrinde olur. Yani ordu komutanı devlet başkanı adına ordusunu yönetir, başkan gelince kendisi geri çekilir.
Bu söylediklerimizin anlaşılması için karyelerin, belde ve medinelerin, mısrların tüzel kişiliğinin olmadığı, buraların merkezden atanan emirlerle yönetildiği ilkesinin bilinmesi gerekir. Ondan sonra buradaki çoğul marifeli “karye” kelimesi bu hususlara delalet eder.
أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ
(EaFaLaM YaSiRUv Fı EaLEaRWı)
“Arzda seyr etmiyorlar mı?”
“Yeryüzünü dolaşmıyorlar mı?”
“Seyr etmek” bir amaçla iş için dolaşmak, sefere çıkmak demektir. Seyahat etmek ise sırf dolaşmak, gezip görmek için yolculuk yapmak demektir.
Kur’an’da seyahat ibadet sayılmıştır. Özel olarak kadınlar için zikredilmektedir. Seyr ise emredilmiş, farz edilmiştir; farzı kifaye olarak emredilmiştir. Seyr ediniz ve Allah’ın kâinatı yeniden yarattığını görünüz diyor.
Kazılar yapılmakta, araştırmalar yapılmakta, jeolojik araştırmalar yapılmaktadır. Bu sayede yeryüzünün oluşma şekli ve canlıların evrimi bilinmektedir. Böylece kıdem nazariyesi görülmektedir. Yunanlılar kâinatın, canlıların ve insanların hep var olduğu, sonradan yaratılmadığını iddia ediyorlardı. Oysa yapılan kazılar göstermiştir ki başlangıçta yeryüzü ateş gibi sıcaktı. Sonra soğuyarak bu hâle geldi. Kâinat bundan on üç milyar yıl önce yaratıldı. Evrimleşerek bu hâle geldi. Bu canlıların sonra yaratıldığını kesin olarak kanıtladı. O halde bir yaratıcının olması zorunludur.
Bir de kazılar yapılmaktadır. Bunlara arkeolojik kazılar denmektedir. Buralarda yer altındaki kentler ortaya çıkarılmaktadır. Onların bıraktıkları eserlerle onların hayatlarını ve başlarına gelenleri bilebiliyoruz.
Kur’an bize hem jeolojik hem arkeolojik kazılar yapmamızı emretmektedir.
Burada onlar bunu yapmıyorlar mı?
Yapmaları gerekir.
Nitekim yapıyorlar.
فَيَنْظُرُوا
(Fa YaNJuRUv)
“Nazar etsinler.”
“Nazar etmek” bakmak demektir, araştırmak demektir. Türkçede görüşmek buluşmak demektir. Oysa Arapçada münazara tartışmak demektir.
Bakmak ve görmek.
Türkçede de iki fiil varır.
İşitmek ve dinlemek de böyledir.
Re’y etmek, nazar etmek, ibsar etmek üzere üç fiil mevcuttur.
Re’yde senin iraden yoktur. Gelen bir azabı görürsün.
Nazarda senin iraden vardır, sen görmek için bakarsın.
Basarda ise gözle değil de beyinle görürsün.
İnzar bekletmek anlamına da gelir. Gözetme anlamındadır.
Yeryüzü dolaşılacak ve geçmiş kavimlerin başlarından neler geçmiş görülecektir.
Kur’an’da kıssalar anlatılmaktadır. İnsan nasıl hafızası ile insansa, insanlık da tarihi ile insanlıktır. İnsan nasıl çocukluğunu hatırlamazsa, insanlık da tarih öncesi zamanlarını bilememektedir. Ne var ki insanlık kalıntılar bırakmıştır. Kullandığı aletler, bilhassa taşlar bize geçmişlerini anlatmaktadır. Kemikler, deri veya tüy parçaları insanın geçmişini hatırlatmaktadır. Bilhassa yapılar, mağaralarda çizilen resimler, tarih öncesi devirleri bildirir. İnsanlar yazıyı icad ettikten sonra ise bize yazılı belgeler bırakmışlardır. Kazı ile yazı birbirine uyuyorsa sağlıklı bilgi ediniriz.
كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ
(KaYFa KAvNa GaQıBaTu elLaÜIyNa MıN QaBLıHıM)
“Kendilerinden öncekilerin akıbeti nasıl oldu.”
Geçmiş insanların başından neler geçti.
Kâinatta evrim vardır. İnsanlıkta da evrim vardır. Evrim canlıların yaşlanması, ölmesi ve onların yerine yenilerinin gelmesidir. Bu dünya böyle yaratılmıştır.
Bizans İmparatorluğu yaşlanmıştı. Yerine Selçuklular ve Osmanlılar geldiler. Bin senelik bir dönemde İslâm Medeniyeti de yaşlandı. Osmanlılar gitti ve Cumhuriyet geldi. Yeni uygarlık kurmak zorundayız. Ölünün uzuvlarını diriltmekle uğraşmak boş yeredir. Avrupa olgunluk çağındadır, yaşlanmaktadır ve çöküyor. Bizimkiler de başkalarının bedeninden aktaracakları organlarla yaşayacaklarını sanmaktadır. Oysa onlar da çöküyor. Belki ömürleri beşyüz sene sonra bitecektir ama sonuç olarak bitiyor.
Bizim işimiz Batı uygarlığının peşinde koşmak değil, Mustafa Kemal’in dediği gibi “muasır medeniyetin üstüne çıkmak”tır. Bunu yapmayanlar helâk olup giderler.
Biz Avrupa Birliği’ne girmemeliyiz, Avrupa Birliği “Adil Düzen”e gelmelidir. Yaşlanan insan ya erken ölür ya da ömrünü tamamlar. Avrupa Birliği de ömrünü tamamlamak istiyorsa değişmelidir. Bizimle beraber olup “Adil Düzen”i birlikte kurmalıyız. Papalık bu yolda adımlar atmalıdır. Kur’an da onlarla beraber yeni uygarlığı kuracağımızı haber verilmektedir.
Burada “akıbet” kelimesi kullanılmaktadır. Arkadan gelen anlamındadır.
Bu gelişme iyilikte olabilir.
Evrime ayak uyduranlar yaşarlar, uyduramayanların mezarları kalır.
Bugün insanlık “SOSYAL TUFAN” seviyesindeki sorunlarla karşı karşıyadır.
-Toprak, su, hava ve canlı kirlenmektedir.
-Doğum kontrolü, çöken aile kurumu, kitle imha savaşları ve tedavi tababeti insan neslini dejenere etmektedir.
-Atom silahları, tahrip edici silahlar, biyolojik silahlar ve kimyasal silahlar yeryüzünü barut fıçısı hâline getirmektedir.
-Rüşvet mafyaları, iş mafyaları ve senet mafyaları ile her türlü silahlı mafyalar yani ‘mafyalar düzeni’ çağımız dünyasını yaşanmaz hâle sokmuştur.
Bütün bu sorunlar çağımız dünyasındaki “SOSYAL TUFAN”ı haber vermektedir.
“ADİL DÜZEN” bu sosyal tufana karşı inşa edilen bir “SOSYAL GEMİ” gibidir. Biz kırk yıldan beri sabır ve sebatla işte bu gemiyi inşa ediyoruz...
Evet, bu “Sosyal Gemi” yani “Adil Düzen Gemisi” bizi kurtaracaktır.
İnkâr ve inadında devam edenler ise tufan deryasında gark olup gideceklerdir.
Görünen köy kılavuz istemez. Onların görmek istemediği “SOSYAL GEMİ”dir.
Kanser hastasına diyorlar ki; ‘Sen hastasın, acı çekiyorsun, ömrün bitiyor, gel tedavi edelim.’
O ise inkâr ediyor ve diyor ki; ‘Hayır! Bakın, ben ölmedim, hâlâ yaşıyorum!’
Evet, yaşıyorsun ama ıstıraplar içinde yaşıyorsun, korkular içinde yaşıyorsun, acılar içinde yaşıyorsun...
Bugünkü anayasa da korku anayasasıdır. Anayasa ekseriyetiyle iktidar olan veya son Anayasa maddeleri referandumunda yüzde 58 oy alan AK Parti de kendisini güya kurtarmaya çalışıyor; “Sosyal Gemi”ye bineceğine, “Adil Düzen” gemisine bineceğine, aklı sıra “Sosyal Tufan”a karşı dağlara sığınıyor!..
Dağlara sığınıyor!!!
وَلَدَارُ الْآخِرَةِ
(Va La DARu eLEAPiRaTi)
“Âhiret dârı”
“Âhiret” burada marifedir. Öldükten sonraki hayat anlamında olabilir.
Burada bu mânânın verilmesi zordur. Çünkü akletmiyor musunuz, çünkü onu akletmek kolay değildir. Onu ancak Allah’ın bize bildirmesiyle bilebiliriz.
“Âhiret” demek burada sonra gelen demektir.
Yani sonbaharda dökülen yaşlı yaprakların yerine ilkbaharda ortaya çıkan yeni yapraklar daha iyidir. Yaşlı insanların yerine gelmekte olan gençlik daha iyidir. Ömrünü doldurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine gelmekte olan Cumhuriyet daha iyidir. Yani yeni gelen eskisinden iyidir.
Kâinatta ve insanlıkta evrim vardır. Eskiler giderler, yeniler gelirler. Yeniler eskilerden daha ileridir, daha yenidir. Tarihteki devreleri görelim, hep ilerleme olmuştur. Medeniyetler hep eski medeniyetlerden daha ileri olmuşlardır.
İşte, bize bu husus bildirilmektedir.
Bu kurala dayanarak, öldükten ve kâinatın ömrü bittikten sonraki hayat da âhirettir ve o daha hayırlıdır. Birinci mânâda harfi tarif cins içindir. İkinci mânâda harfi tarif ahd içindir. Her iki mânâ da doğrudur.
خَيْرٌ
(PaYRun)
“Hayırdır.”
Daha hayırlıdır, daha iyidir, daha gelişmiştir.
Yaşlı, yapraklarını döken ağaç taze yaprakları ile boyunu da uzatır. Yaşlı bitkiler yıkılır, çürür, tazeleri gelir. Ama ağaçların çürüğü yeryüzüne toprak kazandırır ve ondan sonra gelenler daha gür, daha yüksek kalitede oluşurlar.
Tarihte uygarlıkları sıralarsak; toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık; Sümer medeniyeti, Babil medeniyeti, İbrani medeniyeti, Hıristiyanlık medeniyeti ve İslâm medeniyeti, öncekilere nisbetle hep daha iyi ve hayırlı medeniyetler olmuşlardır.
Bunların uzantısı olan Eski Mısır medeniyeti, Firavunlar medeniyeti, Yunan medeniyeti, Roma/Bizans medeniyeti ve bugünkü Avrupa/Batı medeniyeti, öncekilerden daha ileri medeniyet olmuşlardır.
Bugün en uzaklarla görüntülü olarak konuşabiliyoruz. Bir gün içinde dünyada istediğimiz yere gidebiliyoruz. Gecelerimiz elektrik sayesinde gündüz kadar aydınlık gibi. Bilgisayarla en zor hesapları yapabiliyoruz. Robotlar yapabiliyoruz. Bunların hepsi yüz sene içinde gerçekleşti. Demek ki sonra gelen önce gelenden daha hayırlıdır.
لِلَّذِينَ اتَّقَوْا
(LilLAÜIyNa itTaQaV)
“İttika edenler için”
Kimler için hayırlıdır?
İttika edenler için hayırlıdır.
İnkılapları yapanlar için hayırlıdır.
Bu değişmeyi, bu gelişmeyi benimseyenler için hayırdır.
Türkiye iki asırdır Batılılaşmaktadır.
Medreseler bu değişime hep karşı durdu ve hep mağlup oldu.
Neden mağlup oldu?
Mağlup oldu çünkü gericilik yaptı. Karşı durdu ve sonunda mağlup oldu.
İslâmiyet mağlup olmadı, yaşlanmış gövde mağlup oldu.
Şimdi ne oluyor?
“Adil Düzen” geliyor.
İşte bunlardan kimler yararlanacak?
İttika edenler yararlanacaklardır. “Adil Düzen”e karşı gelenler helâk olup gideceklerdir. Bunu anlamamız için “Adil Düzen”in ne olduğunu bilmemiz yeterlidir.
Kur’an’ın haber verdikleri gözle de görülmektedir.
İleriliğe ve yeniliğe uyum sağlayamayanlar mağlup olacaklardır.
Bir şeyi sürüklediğiniz zaman sürtünme kuvvetleri oluşur. Sonunda sürtünme kuvvetleri yenilir ve eşya istediğiniz yere götürülür. Yeniliğe karşı çıkmak sürtünme kuvvetleridir. Yenilik varsa ilerleme vardır. Dururlarsa yok olurlar. Mikroplar yenilir, vücut sağlamlaşır. Vücut yenilirse ölür ama onu öldüren mikroplar da ölür.
Yani ittika edenlerin var olup ilerleme gerçekleştirme şansları vardır. İttika etmeyenler yenseler de yenilseler de yokluğa mahkumdurlar.
أَفَلَا تَعْقِلُونَ (109)
(EaFaLAv TaGQıLUvNa)
“Akletmeyecek misiniz.”
“Akletme” demek muhakeme etme demektir.
Tüme varmak, sonra da tümden gelmek demektir.
Tarihî gelişmeleri inceleriz, yeryüzünde gezip dolaşır, kazılar yapar, geçmişi öğreniriz. Sosyal kanunları, doğa kanunlarını öğreniriz. Ondan sonra da tümdengelim yoluyla geleceğimizin ne olduğunu biliriz.
İşte akletmek bu demektir.
Böyle bir çalışma yaptığımızda uygarlıklar tarihini ortaya çıkardıktan sonra “Adil Düzen”in geleceğine şüphemiz kalmaz. III. bin yıl uygarlığının görüntüsünü çizmiş hâle gelmekteyiz.
Yirminci yüzyılın başında kimse bilgisayarı tahmin edemezdi, uzaya gideceğimizi söyleyemezdi. Demokrasinin geleceğini, papalığın yeniden güçlenmeye başlayacağını söyleyemezdi. Evet, III. bin yılda Hıristiyanlık yeniden güçlenecek ama bu Hıristiyanlık Pavlus’un Hıristiyanlığı değil, Hazreti İsa’nın Hıristiyanlığı olacaktır. Hıristiyanlar Tevrat şeriatı yerine Kur’an şeriatını alacaklardır.
Aslında aralarında fark yoktur. İki bakımdan Kur’an şeriatı Tevrat şeriatına tercih edilir. Biri; elimizde Tevrat’ın aslı yoktur, dilini bilmiyoruz. Kur’an’ın aslı vardır, dilini de çok iyi biliyoruz. Diğeri ise; Tevrat kendi döneminin detaylarını ortaya koymuştur, o zamanın sorunlarını çözmüştür. Kur’an ise sorunları çözmemiştir, sorunların nasıl çözüleceğini öğretmiştir. Biz de bin sene önceki çözümlerle bugünkü sorunları çözmüyoruz, Kur’an’a dayanarak bugünkü sorunları çözüyoruz.
İşte “Adil Düzen” budur.
Tevrat da Hıristiyanların kitabı değildir. Kur’an ile Tevrat arasında onlar açısından fark yoktur. Tevrat tasdik edilmiş, Kur’an da tebşir edilmiştir.
***
حَتَّى إِذَا اسْتَيْئَسَ الرُّسُلُ
(XatTAy EiÜAv iSTaYEaSa elRuSULu)
“Hattâ resuller meyus olunca.”
Biz 1960’larda Erbakan’la bağımsız adaylığımızı koyduğumuzda, seçimden sonra bizi dışlayıp Millî Nizam Partisi’ni kurdular. Biz yine de dışarıdan katıldık ve destek verdik. Sonra gördük ki; Kur’an düzeni yerine Necip Fazıl’ın Fransa’dan araklanan tarikat edebiyatını (İdeolojya Örgüsü) program yapmışlar! Ümidimiz kırıldı ama desteklemeye ilâhi emirdir diye devam ettik. MSP döneminde CHP ile koalisyon yaptılar, Akevler yine dışlandı. Bir de baktık ki; CHP ile bir olup faizleri artırdılar!
Ümidimiz iyice yok oldu.
Bir müddet sonra hükümet bozuldu. Sonra partimiz kapatıldı. Mamak’a gidildi.
İyice ümidimiz kalmadı.
Ama sonra yeniden ortaya çıktık.
Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız ama ulaştığımız yer seraptır.
Ümidimiz tamamen bitmiş gibidir.
Erbakan bile on sene müddetle “Adil Düzen”i ağzına almadı.
AK Parti ise “Adil Düzen” karşıtı olmakla övünmektedir!
Erbakan da ümidini kesmiştir.
Hazreti Muhammed de böyle ümitsizlik dönemi geçirdi.
Akevler de gevşedi, çalışmayı bıraktı.
Şimdi ise yeniden canlanma emareleri görülmektedir.
İstanbul Akevler “Adil Düzen Çalışmaları”na devam etmektedir; hemen hemen hiç ara vermeden çalışmalarını sürdürmektedir...
Erbakan yeniden “Adil Düzen”i hararetle savunmaya başlamıştır.
R. Tayyip Erdoğan da şimdilerde hatalarını anlayacak gibidir...
وَظَنُّوا أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا
(Va JanNU EanNAHuM QaD KuÜiBUv)
“Kizb edildiklerini zannettiler.”
“Kezibe” yalan söyledi demektir. Meçhulü olmaması gerekir. Müteaddi olarak da mânâlandırılır. Küzibû mânâsına gelir. Ama burada ince mânâ vardır.
Sizin bir kanaatiniz vardır. Onu söylersiniz. Sonra o yanlış çıkar. Siz yalancı değilsiniz ama söyledikleriniz yanlış olur. Arapçada “kizb” masdarı hem yanlış hem de yalan için kullanılır. Yalan için kullanıldığında lazım fiildir, yanlış için kullanıldığında müteaddi fiildir. Bunun meçhulü olur. Söylediklerimiz galiba yanlış dersiniz.
‘AK Parti ya “Adil Düzen”e gelecek veya hüsrana uğrayacak’ diyoruz ama başarıdan başarıya koşuyor. İşte o zaman biz diyoruz ki; ‘Yoksa biz Kur’an’ı yanlış mı anladık, AK Parti başaracak mı?’ Seçimi kaybetmesi başarısızlık değildir, seçim dışı yollarla iktidarı kaybetmesi başarısızlıktır. Diyelim ki, bu seçimde AK Parti iktidar oldu ve devam etti. Üç devre iktidar oldu. Seçimde iktidardan indi. Bu AK Parti için başarıdır. Sonra ileride tekrar iktidar olabilir. Ama bu böyle olmayacak diyoruz; duvara çarpacak, bu bâtıl düzen yıkılacak, “Adil Düzen” gelecek diyoruz. Henüz ümidimizi kaybetmiş değiliz. Belki beş sene sonra AK Parti yola gelecek, belki de yıkılacak ama her halükarda “Adil Düzen” gelecektir.
Gerçi biz İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları dışında herkes ümidini kesmiş, AK Parti’nin peşinde koşmaktadırlar; İzmir Akevler’dekilerin durumu böyle. Ama biz ümidimizi kesmedik. Biz de ümidimizi kestiğimizde Allah’ın yardımı gelecektir.
جَاءَهُمْ نَصْرُنَا
(CAvEaHuM NaÖRuNAv)
“Onlara yardımımız gelmiştir.”
Sevr dayatılınca ümitsiz halde idik; yardım geldi.
İnkılâpların sonunda ümidimizi kaybettik; yardım geldi. Demokrat Parti iktidar oldu.
Altmış ihtilâlinde ümidimizi kestik; yine yardım geldi.
Seksen müdahalesinde ümidimizi kestik; yardım geldi.
28 Şubat’ta ümidimizi kestik; 2002’de de yardım geldi.
Anayasa Mahkemesi AK Parti’yi kapatıyordu; yardım geldi.
Demek ki biz Allah’ın yolunda olmaya devam edelim; gerekli yardımları Allah yapacaktır. Biz O’nun işine karışmayalım, biz sadece bize verilen görevi yapalım.
فَنُجِّيَ مَنْ نَشَاءُ
(FaNucCıYa MaN NaŞAeEu)
“Meşiet ettiğimizi tenciye ederiz.”
Genel kural şudur. Cihat yapanlar yani ilericiler kurtulur, direnenler helâk olur.
Tarafsızlar yani ne direniyor ne de cihad ediyor olanlara gelince; Allah onların bazısını kurtarır, bazısını helâk eder.
Kur’an’ın ilk uygulamasına baktığımızda, bu kadar korkutucu şartlara rağmen Arabistan büyük kötülüklere uğramamış, oluk oluk kanlar akmamıştır. Ama savaşlarda helâk olanların dışında, Hendek Savaşı’nda ihanet eden Yahudilerin başından çok acı azap geçmiştir.
Cumhuriyet dönemi acılar dönemidir. Ama soykırımı olmamıştır. Adım adım “Adil Düzen”e doğru gidilmektedir. Mü’minler hatalarının nedenlerini düşünsünler diye zaman zaman şehitler verilmektedir.
وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنْ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ (110)
Va LAv YuRadDu BaESuNAv GaNı eLQaVMı eLMuCRiMiYNa)
“Mücrim kavimden be’simiz reddolunmaz.”
İnkılâpları durdurmak isteyen bir topluluk başarıya ulaşamaz.
Burada “kavm” diyor, yani “topluluk” diyor, “kişi” demiyor.
Yine genel kural şudur. Topluluk olarak suçlu kavim varlığını sürdüremez. Ama kişiler olarak bizden de şehitler verdiğimiz olur, onlar da kişi olarak kurtulabilirler. Herkes hesabını âhirette görecektir.
Yeryüzünde nerede olduğumuzu bilmeliyiz.
Dünya ne durumda, bilmeliyiz.
Biz ne durumdayız, bilmeliyiz.
- Batı uygarlığını oluşturan tekel sömürü sermayesi ömrünü doldurmuş, geri çekilmek üzeredir. Sahte doların hakimiyeti kısa zamanda son bulacaktır.
- Yeryüzünde hakka dönüş başlamıştır. Dinsizlik modası ve zaferi son bulmuştur. Dinler kendilerini toparlayacak ve uygarlaşmada birinci rolü oynayacaklardır. Üçüncü bin yıl dinler arası çatışmaya değil, dinler arası dayanışmaya dayanacaktır.
- Müsbet ilim, dinler de dahil olmak üzere, her kuruma hakim olacaktır. Din, ekonomi ve siyaset müsbet ilme dayanacaktır. Âlimler hükmetmeyecek ama âlimlerin söyledikleri olacaktır.
- Üçüncü bin yıl uygarlığının merkezi Türkiye olacaktır. Bu durum Türkiye’nin tarihi ve coğrafyası gereğidir. Bu merkezin yükünü Adil Düzenciler taşıyacaktır. Her Adil Düzen Çalışanı nerde bulunduğunu, görevinin ne olduğunu çok iyi bilmelidir. Çalışmaya devam edip Allah’ın nusretini beklemelidir. Yusuf Sûresi’ndeki olayları geleceği için bir müjde kabul etmelidir.