YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 27
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَابَنِيَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلاَ تَيْئَسُوا مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِنَّهُ لاَ يَيْئَسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الكَافِرُونَ (87) فَلَمَّا دَخَلُوا عَلَيْهِ قَالُوا يَاأَيُّهَا الْعَزِيزُ مَسَّنَا وَأَهْلَنَا الضُّرُّ وَجِئْنَا بِبِضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ فَأَوْفِ لَنَا الْكَيْلَ وَتَصَدَّقْ عَلَيْنَا إِنَّ اللَّهَ يَجْزِي الْمُتَصَدِّقِينَ (88) قَالَ هَلْ عَلِمْتُمْ مَا فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ وَأَخِيهِ إِذْ أَنْتُمْ جَاهِلُونَ (89) قَالُوا أَئِنَّكَ لَأَنْتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَا يُوسُفُ وَهذَا أَخِي قَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (90)
يَابَنِيَّ
(YAv BaNıyYa)
“Ya ibinlerim.”
Hazreti Yakup aleyhisselâm oğullarına sabrı tavsiye ettikten, Allah’a teslimiyeti önerdikten sonra; “ey oğullarım” diyerek başka bir sayfa açmaktadır. Teslim olmak, sabırla beklemek, kadere isyan etmemek, olanların Allah’ın izniyle olduğunu kabul etmek ama gelecek için çalışmak, durmamak gerektiğini de ikinci olarak ifade ediyor.
Türkiye İstiklâl Savaşı’nı kazandıktan sonra beklenmedik bir musibetle karşı karşıya geldi. Din düşmanlığı yapıldı. Millet sabretti, isyan etmedi, ortalığı velveleye vermedi. Ama sessiz sedasız direndi. Mesela, ben bir medrese alimi olan babamın evinde Arapça öğrenmeye devam ettim. Her gün eve gelip kitaplarımızı alacaklarını bekliyorduk. Tüm Türkiye Hıristiyanların başlangıçta yaptıklarını yaptı, kapalı yerlerde Kur’an ve medrese ilimlerini okumaya devam etti.
Sonra devran değişti. Demokrasi geldi. Türkiye’de Kur’an Kursları, İmam Hatip Okulları, İlâhiyat Fakülteleri ve en sonunda “Adil Düzen Çalışanları” ortaya çıktı.
Bugün “Adil Düzen” henüz gelmemiştir ama “Adil Düzen”in gelmesi için şartlar tamamlanmıştır. Sovyetler yıkılmış, Papalık Avrupa’da güçlenmiş, Amerika’da Obama devlet başkanı olmuş, İslâm ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmış, insanlık “Adil Düzen”in gelmesini beklemektedir. Ülkemizde Millî Görüş iktidara gelmiş, Gülenciler dünyaya yayılmış ve okullar kurmuş, Akevler Adil Düzen çalışmalarına sessiz sedasız devam etmektedir...
Şimdi yeni bir hamlenin yapılması beklenmektedir.
İşte, Hazreti Yakup aleyhisselâm da oturmayın diyor.
“Ey oğullarım” ifadesi, konuya başka yönüyle bakılması anlamındadır.
Büyük ihtimalle Hazreti Yakup peygamber ilk tavsiyeleri yaptıktan sonra oğullarını kendi hallerine bırakmış, kendisi de teemmüle girmiştir. Buradaki “Yâ Beniyye” kelimesi konunun değişmesi anlamına geldiği gibi arada zaman geçtiğine de işaret etmektedir. Yani sabırla beklemek, heyecanlanmayıp fevri davranmamak ilk tavsiyedir. Zaman geçince yeni durumlar ortaya çıkmıştır. Artık hareket zamanı gelmiştir.
اذْهَبُوا
(iÜHaBUv)
“Zihab ediniz.”
Mısır’dan dönmüşlerdir. Haftalar süren yolculuktan sonra bekleme durumuna geçmişlerdir. Perişan haldedirler. Kardeşlerinden biri ‘hırsız’ diye yakalanmıştır, kim bilir ne durumdadır, kardeşlerin en büyükleri de yanlarında yoktur. Bu arada getirdikleri erzak da bitmektedir. Taşıma su ile değirmen çevirmektedirler, tâ Mısır’dan getirdikleri yüklerle karınlarını doyurmaktadırlar. Bu arada gidip buğday alacak paraları da yok gibidir.
İşte bu perişan halde iken babaları çocuklarına emir veriyor, ‘gidiniz’ diyor.
Gidecekler, bir taraftan biten erzaklarını temine çalışacaklar, diğer taraftan Mısır’dan bir haber getireceklerdir.
“İzhebû” burada emirdir. Babaları emretmektedir. Bununla beraber emir sigası tavsiye ve dua anlamlarını da taşır. Babaları aşiretin devlet başkanı gibidir ama yaşlıdır. Çocuklarına müşavirlik yapmaktadır. İşleri asıl yapanlar çocuklardır. Büyükleri vezir yani başbakan gibidir. Ailenin işlerini asıl o yönetmektedir. Şimdi büyükleri de yoktur. Ondan sonra gelen yönetimi ele almıştır. Babaları yani aşiret başkanı ‘gidiniz’ diyerek gerektiğinde emir vermekte, çocuklar da babalarına uymaktadırlar.
O halde cumhurbaşkanlarının bakanlar kuruluna zaman zaman talimat verme yetkisi vardır. Bazı konularda bakanlar kurulu cumhurbaşkanından istizan yapacaktır.
Burada belirlenecek başka bir konu da şudur: Aşirette hiyerarşik bir oluşum vardır. Başkandan sonra kardeşler sıra ile başbakanlık görevini yüklenmektedir. Hazreti Yakub’un çocukları için bu yaş sırası ile oluşmaktadır. Kur’an’dan sonra veraset sistemi kalkmış, yerine biat sistemi gelmiştir. O halde aşiret içinde fertler sıralama yapacaklar ve ona göre yerlerini alacaklardır. Kadınların işi ayrı, erkeklerin işi ayrı olduğundan bu sıralamayı kadınlar ayrı erkekler ayrı yapacaklardır. Her namazda yapılan imam intihabı da bu yükümlülüğü bize hatırlatmaktadır. Aşiret oluştuktan sonra imam belli olacaktır. Ama aşiretin yönetimi sıralamadaki kıdeme göre olacaktır. Aşiret içi kavgaların kalkması ancak böyle hiyerarşik bir örgütlenme ile mümkündür. Bunu kabul etmeyen aşireti terk eder.
فَتَحَسَّسُوا
(Fa TaXasSaSUv)
“Tahassus ediniz.”
Buradaki “Fa” şarttan veya emirden sonra gelen cevap cümlesinin başına gelmektedir. Bu “Fa” sebebiyet “fa”sına benzemektedir. Buna cevap “fa”sı diyebiliriz.
‘Gidiniz’ diyor. Mukadder bir durum ortaya çıkıyor.
Gidelim de ne yapalım?
“Gidiniz de tahassus ediniz” diyor. Emredilen gitme değil, tahassus etmedir. Ne var ki tahassus için gitmek gerekiyor. O halde sebep emredilmekte, müsebbeb istenmektedir. Bu tür emirlerin cevaplarında “Fa” harfi gelmektedir.
“Hasis” alevlendiği zaman ateşin çıkardığı gürültüdür. Hem göze hem kulağa hitap etmektedir. Sonra anlam genişlemesi ile beş duygu ile idrak etmeye “his” denir. Hattâ ağrı gibi acıkma gibi şeyler de “his”tir. Bir şeyi idrak etmek de “his”tir. Hazreti İsa çevresinin küfrünü idrak etmiştir, onların davranışlarından durumu anlamıştır.
“Tahassus etme” tüm duyu organlarını ve beyni faaliyete geçirerek araştırma, haber alma demektir. Bir olay vuku bulduğu zaman onun soruşturulması tahassus olur. Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması tahassustur.
Nasıl olacaktır?
Olaya kulak verilecek ve bir ip ucunun ortaya çıkması beklenecektir.
Şöyle bir soru ortaya çıkar.
Bir sokakta bir ölü bulunmuştur. Faili belli değildir. Kasame yapılır ve o sokağın halkı diyetini öder. Bunun arkası bırakılacak mıdır? Olay kapanmış mıdır? Yoksa tahassus edilecek, beklenecek, bir kokusu çıkarsa üstüne gidilecek midir?
Buradaki Hazreti Yakub’un emrinden öyle anlaşılıyor ki; tahassus emriyle olay her zaman tahassus edilecek ve kasame ile kapanmış olayın aydınlanması yapılacaktır.
Peki, ceza ne olacaktır?
Diyeti ödendiği için kısas yapılmayacak ama failin âkilesi diyeti kasameye katılanlara ödeyecek, sonra onlar katile rücu edeceklerdir. Bu hükmü buradaki tahassus emrinden istidlâl edebiliriz.
مِنْ يُوسُفَ وَأَخِيهِ
(MiN YUvSUvFa Va EaPIyHı)
“Yusuf ve kardeşinden tahassus ediniz.”
Buradaki “Min” oradan gelen hasislere yani etkilere kulak veriniz demektir.
Hazreti Yusuf ve kardeşinden bahsedip büyük oğlundan bahsetmemektedir. Hazreti Yusuf’u kurt yemiştir ama olay kapanmamıştır. Tahassus edilmesi gerekmektedir.
Yani faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için tahassus edilmesi gerekir.
Geçmişte hep olaylar olmuş ve başkalarına yüklenmiştir. 31 Mart Vakası, İzmir suikastı, Menemen Olayı, Sivas olayları, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, Danıştay baskını, Hrank Dink’in öldürülmesi gibi olaylar olmuştur. Üzeyir Garih öldürülmüştür. Bunların iç yüzleri henüz aydınlatılmamıştır. O halde faili meçhul olaylar aydınlatılmalıdır. Geriye dönülüp ceza verilmeyebilir. Cezalarda takip hatalı olabilir. Ama olay aydınlatılmalıdır. İzmir suikastı olmuş mudur; yoksa belli siyasileri ve dindarları tasfiye etmek veya yok etmek için yapılan bir tertip midir? Tertip ise yapan kimdir? O zamanki iktidar mıdır, yoksa dışarıda hazırlanan bir tertip midir? Tertipten Mustafa Kemal’in haberi var mıdır?
İşte bunlar araştırılmalıdır.
Hazreti Yusuf’u araştırma görevi Hazreti Yusuf’a suikast yapanlara verilmektedir. Demek ki cezalanma ihtimali kaldırılmalı ama olaylar aydınlatılmalıdır.
Ergenekon ve Balyoz için de yapılacak budur. Teşebbüsler olmuş ama başarıya ulaşamamıştır. Başarıya ulaşmadığı için kimseyi cezalandıramayız. Teşebbüs devam etmiyorsa alacağımız bir tedbir de yoktur. Yapılacak iş olayların ortaya konması ve aydınlatılmasıdır. Orada yer alan veya haber alan kimseler beyanda bulunarak, kimse suçlanmadan, cezalandırılmadan olay aydınlatılmalıdır.
‘Hazreti Yusuf’u kurt yemiştir, olan olmuştur’ demeyip; kuyuya atılıp atılmadığı araştırılmalıdır. Kardeşleri itiraf etmeli, cezalandırılmamalıdırlar. Ama gerekli bilgi edinilmeli ve Hazreti Yusuf bulunmalıdır. Hazreti Yakup bize bu dersi vermektedir.
Failleri suçlayarak cezalandırırsanız, olay aydınlatılmaz, yeni suçlar ortaya çıkar. Oysa olay suç olmaktan çıkarılırsa, Ergenekoncular ve Balyozcular bize doğru bilgi verirler ve biz gerçekleri öğreniriz; ayrıca şimdi de o gibi teşebbüslere devam edenler varsa, bu vesileyle onlar da ortaya çıkar. Gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkacağından korktukları için bu gibi girişimlerden vazgeçerler.
Bir ordu komutanını suçlamak demek, onu ihtilale zorlamak demektir. Ama ordu komutanı da, ‘o zaman öyle yaptık ama başaramadık’ diyebilmeli, onun komutanlığına bir zarar gelmemelidir.
Bir taraftan Hazreti Yusuf’un araştırılması söz konusudur. Bir de Hazreti Yusuf’un kardeşinde olduğu gibi suçun sabit olması durumunda yine suçun mahiyeti ortaya konmalıdır. Mahkum her zaman iade-i muhakemeye gidebilmelidir. Bunun için önce tahassus edilmesi gerekmektedir. Deliller ortaya çıkarsa yargıya gidilebilmelidir.
Bu takdirde ne yapılacaktır?
Kolu kesilmişse diyeti ödenecektir. Sopa atılmışsa tazminat ödenecektir.
Demek ki burada iki şeyi öğreniyoruz.
1. Geçmişte cereyan eden olaylar cezalandırılmadan aydınlatılmalıdır. İnsanlık doğru bilgiye ulaşmalıdır.
2. Bir de mahkum olanlar her zaman davanın iadesini isteyebilmelidir. Şahit bulurlarsa, hakem bulurlarsa bu dava kapanmıştır denmemelidir.
Bugünkü hakimlik sisteminde dava görüldükten sonra o mesele artık bir daha dava konusu yapılamaz. Oysa İslâmiyet’te davanın görülmesi o konuda davanın açılmaması anlamında değildir. Beraat eden bir daha mahkum olmaz ama onu beraat ettirenlerin âkilesi/dayanışması mağduriyeti giderir.
Bakınız, Kur’an ahkâmında asla çelişki yoktur.
Oysa lâik hukuk hep çelişki içindedir.
وَلاَ تَيْئَسُوا
(Va LAv TaYEaSUv)
“Meyus olmayın.”
“Eys” hayızdan kesilen kadın demektir. Artık onun çocuğu olmayacaktır, çocuk yapma ümidi kalmamıştır.
Demek ki faili meçhul cinayetler veya haksız mahkeme kararları karşısında ümidini kesip çabayı durdurmamak gerekir. Tahassusta bulunmak gerekir. Her olayın bir gün mutlaka kokusu çıkar. Tarihçiler bunu yapmaktadır. Ne var ki bu ilmî bir çalışma değildir.
Ermeni olayları böyle sürüp gitmektedir. Önce neler yapılmıştır, neler olmuştur, doğru olarak bilmemiz gerekecektir. Ondan sonra bu gibi durumlarda kalmamalıyız. Bunun için araştırmalar yapılmalıdır. Ne var ki bu çalışmalar yapılırken suçlama sözkonusu değildir. Geçmişte cereyan eden ve ölenlerin cezalandırılması mümkün değildir. Babalarının borçlarını çocuklar ödemez.
Bu sebepledir ki İslâmiyet’te önce borçlar ödenir, sonra miras taksimi yapılır. Borçlar vârislere intikal etmez. Ama geçmişteki olaylar aydınlatılmalıdır.
Tarihçiler çalışır ve belgeleri toplarlar ama kararlar mutlaka hakemler tarafından verilmelidir. Hakemlerin kararlarına karşı da her zaman dava açılabilmelidir. Gerçekler mutlaka ortaya çıkmalıdır. İlmî araştırma sistemi gelişmelidir. Ekoller oluşmalı ve karşılıklı tartışma ile gerçeklere ulaşılmalıdır.
مِنْ رَوْحِ اللَّهِ
(MiN RaVXı elLAHi)
“Allah’ın ravhından.”
“Ravh” kelimesi “ruh” kökünden gelmektedir. “Reyhan” koku salan bir çiçektir. “Rıh” o kokuyu getiren rüzgardır. İnsanın ölümü nefesin durması ile gerçekleşmektedir. O halde ruh ölüm hâlinde insanın beyninden çıkıp giden bir şeydir. Nefese benzetilerek ölüm hâlinde çıkan şeye “ruh” denmiştir. Kur’an da bunu teyid etmektedir. Ne var ki ruhun insan beyninden uyku hâlinde çıktığını da Kur’an beyan etmektedir. Oysa uyku hâlinde nefes durmamaktadır, devamlı alınıp verilmektedir. Öyleyse ruh nefesten başka bir şeydir.
“Ravh” acaba nedir?
“Ravah” akşamları esen rüzgardır.
“Ravh” olayların bıraktıkları izlerdir, yani olayı aydınlatan kalıntılardır.
Bu kelime Kur’an’da üç yerde geçmektedir. İkisi buradadır. Biri de mukarrabûn olanların cennetinden bahsederken; onlar revh, reyhan ve naim cennetler içindedirler deniyor.
Cennet insanların maddî ihtiyaçlarını gideren yerdir. Âhirette cennetin ötesinde bir de revh ve reyhan vardır. Burada özel bir durum vardır.
“Reyhan” temiz hava ve güzel koku anlamındadır. İnsanın ruhen mesrur olması demektir. Yüksek yerlere çıktığınızda bir huzur, bir güzellik duyarsınız. Beslenmenin ötesindedir. Yani insanın gıdalardan oluşan besinleri vardır. Bunun dışında temiz hava, güzel manzara gibi hoşlandığı şeyler vardır. Bu reyhanla ifade edilmiştir.
“Ravh” ise insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılar. Yakınlarınızla bir arada olmak, bir toplantıya katılmak, bir büyükle görüşmek insanı mutlu eder. Bu da insanın ruhi huzurudur.
Mukarrabûn olanlar cennetin nimetlerinden diğer mü’minler ve müslimler gibi yararlanacaklardır. Ama onların bir de Allah’ın nezdinde özel yerleri olacaktır. Allah onlarla özel görüşmeler yapacaktır. Buna “ravh” denmektedir.
Burada “Allah’ın ravhı”ndan maksat olayların bıraktıkları izlerdir. Türkçede bir söz vardır, ‘yer gök yeminlidir’ denir. Yani Allah öyle bir nizam kurmuştur ki, mutlaka gizli işler yapanlar sonradan açık verirler ve gizlenen gerçekler ortaya çıkar. Allah insanlara gerçekleri bulmak için daima yollar bırakmıştır. O halde ümit kesmeyip devam edilmelidir. Haksız olarak mahkum olmuşsan bir gün haklılığını ispat edecek imkan bulabilirsin demektir.
“Allah’ın ravhından ümit kesilmez.”
O’nun bir gün gerçeklerin ortaya çıkması için gerekli sebepleri halk edeceğinden emin olmalıyız ve çalışmalarımızı ona göre götürmeliyiz. Hazreti Yakup peygamber kurdun yediği Hazreti Yusuf’tan ümidini kesmemiştir. Hırsız olarak yakalanmış olan diğer oğlundan da ümidini kesmemiştir. Bunların tahassus edilmesi gerektiğini bildirmektedir.
إِنَّهُ لاَ يَيْئَسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ
(EinNaHUv LAv YaYEaSu MiN RaVXı elLAHı)
“Allah’ın ravhından meyus olmaz.”
Buradaki “Hu” zamiri şan zamiridir. Yani kendisinden önce geçen bir kelimeye işaret etmez. Her zaman her yerde hükmen geçmiş olan kurallara işaret eder. Türkçedeki “çünkü” yerine geçer. Ümidinizi kesmeyiniz, çünkü Allah’tan kimse ümidini kesmez demektir.
Her hastalığın bir devası vardır.
Kanser oldum, kurtulamam demeyeceksiniz.
Kör oldum, bundan sonra iyileşemem demeyeceksiniz.
Başıma bu geldi, mahkum oldum, mahvoldum demeyeceksiniz.
Sabredecek, gerekenleri yapacak ve azimle yolunuza devam edeceksiniz.
Biz İzmir Akevler’de rüşvetle mücadele etme kararında olduk. Baktık ki bunu tek başımıza başaramayacağız, kooperatif (Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi) kurduk. Baktık ki kooperatifle de bu iş olmaz, partiler kurduk.
Kurduğumuz partiler anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular ama onlar rüşveti ortadan kaldırmak yerine rüşvete teslim oldular.
Biz bu durumda da meyus olmadık.
Kırk yıllık mücadelede bu konuda bir arpa boyu yol alamadık. Rüşvet gelişti, kökleşti, daha da derinleşti, sökülemez oldu. Çünkü rüşveti haram sayması gereken mü’minler rüşvet almayı ve vermeyi meşru görmeye başladılar.
1950’lerde de rüşvet vardı ama o zamanki insanlar rüşveti suç sayıyordu.
Bugün ise rüşvet artık suç olmaktan çıkmış, sadece iktidarı yıpratmak için slogan olarak söylenen bir kavram hâline gelmiştir. ‘Sen in de ben çıkayım, biraz da ben yiyeyim’ diyorlar. AK Parti’ye güya hesap soracaklar! Oysa sonra kendileri yiyecekler. Çünkü rüşveti kaldıracaklarını veya nasıl kaldıracaklarını söylemiyorlar. Kendilerinin almadığı rüşveti cezalandıracaklarını söylüyorlar. Bu şartlar altında herkes rüşvetin kalkmasından ümidini kesmiş, insanlar rüşvet düzenine teslim olmuşlardır.
Biz ise rüşvetin yaygın olmasının sosyal düzenden ileri geldiğini söylüyoruz. “Adil Düzen”in rüşveti ortadan kaldıracağına inanıyor, nasıl kalkacağını araştırıyoruz.
RÜŞVET NASIL KALKAR?
- Her şeyden önce rüşvet suç olmaktan çıkacaktır. Rüşvet almak değil, haksızlık yapmak suç olmalıdır. Görevli bile bile haksız karar almışsa veya karar almayı geciktirmişse cezalandırılmalıdır. Görevine son verilmeli veya tenzili rütbe yapılmalıdır.
- Kamu adına karar alanlarla halk arasında çıkar paralelliği sağlanmalı, rüşvete gerek kalmadan halkın işlerini görmek görevliye çıkar sağlamalıdır. Yani görevli ücret alırken halkın işini görürse karşılığını almalıdır. Mesela, inşaat ruhsatı veren memur resmen bir ücret alabilmeli, yanlış yaparsa sorumlu olmalıdır.
- Bir görev birden fazla kişilere verilmeli ve vatandaş işini yapacak görevliyi kendisi seçmelidir. Böylece görevliler arasında hizmette rekabet doğar, birinin yapmadığı işi diğeri yapar.
- Sonra hakemlik sistemi getirilmelidir. Bir görevli vatandaşın işini görmediği zaman mağdur olan hemen mahkemeye gidebilmeli ve karar o anda orada alınabilmelidir. Yani etkili yargı denetimi olmalıdır.
Görüyorsunuz; kırk yıllık mücadelemizdeki mağlubiyetler bizi yıldırmamış, aksine yeni çareler üretmeye doğru götürmüştür. Çünkü biz Allah’ın ravhından ümidimizi kesmiyoruz. Biz çalışmaya devam ediyoruz. Sonuç ise Allah’ın takdiri ile ilgilidir, bizi ilgilendirmez. Mü’min olmak çok kolaydır. Sonrasında her iş âsan olur. Ama mü’min olmazsanız her iş zordur ve hiçbir işin içinden çıkamazsınız.
إِلاَّ الْقَوْمُ الكَافِرُونَ (87)
(EilLa eLQaVMu eLKAFiRUvNa)
“Kâfir olan kavimden başkası Allah’ın ravhından ümidini kesmez.”
Burada “kâfirlerden başkası” denmiyor da, “kâfir olan kavimden başkası” deniyor.
Bunun taşıdığı mânâ şudur.
Biz bir şeye çalışırken kendimiz için hayatımızda yetişmesi ve gerçekleşmesi için çalışmayız. Biz topluluk için çalışırız. Topluluk bizden sonra ondan yararlanır.
Nitekim şimdi biz de eskilerin çalışmalarından yararlanıyoruz.
Bu çalışmalarımızın karşılığı âhirette ayrıca verilecektir. Bu dünyada biz kendimiz çalışıp kendimiz yaşayamayız. Adil Düzen Çalışmalarımızı yaparken, ‘biz bu dünyada bunlardan mutlaka yararlanacağız’ demiyoruz. Gelecek nesiller yararlanacaklardır. Bundan 1400 sene önce müçtehitler çalışırken kendi hayatlarında yararlanamadılar ama onlardan sonraki insanlar onlardan yararlandılar; hâlen de yararlanmaya devam ediyorlar.
Şimdi de biz bizim çalışmalarımızdan yararlanamıyoruz ama bizim Adil Düzen çalışmalarımızdan gelecek nesiller yararlanacaklardır.
İşte burada bu hususa işaret edilmektedir.
Bu olaylar belki yüzyıllar sonra anlaşılır hâle gelir. Onun için biz çalışmalıyız.
Bir de bunların nesilden nesile iletilmesi gerekmektedir. Devlet arşivleri bunun için önemlidir. Kayda geçen, tesbit edilen, yazılan ve arşivlenen şey topluluğun olmuştur demektir. Kayda geçmeyen ve yazılmayanlar ise unutulup gider.
“Kâfir” demek nankör demektir, örten ve gizleyen demektir.
Sömürü düzeni mensupları bu tür olayların olmasını isterler. Onlara göre halk aptaldır, kolayca kanar. Örnek olarak bugünlerde cereyan eden gelişmeleri ele alalım.
Saadet Partisi’nde Numan Kurtulmuş ile Necmettin Erbakan karşı karşıya getirilmiş, çatıştırılmaktadır. Erbakan hariç, her iki taraf da “Adil Düzen”e karşıdırlar. Bunlar cephelere ayrılmış, çatışır hâle getirilmişlerdir. Böylece “Adil Düzen” unutulup gidecek, parti de dağılacaktır. Şimdi bu oyunlara devam etmek isteyenler gerçeklerin söylenmesini istemezler. Bu sebepledir ki ne televizyonlar ne de gazeteler Akevler’e ve Adil Düzen Çalışmalarına yer vermemektedirler. Reşat’ın yazıları da Erbakan’ın baskısı ile kısmen sansürlenerek çıkmaktadır.
İşte, gerçekleri gizlemek isteyenlerden başkası Allah’ın ravhından ümidini kesmez. Onlar ise zaten olayların aydınlatılmasını istememektedirler. Danıştay’da olay oldu, baskın yapıldı. Asıl hedef neydi? Halk harekete geçirilecek ve Meclis’e el konacaktı. Düşündüklerini ve planladıklarını başaramadılar. Çünkü katil yakalandı. Acemi bir polisin samimi davranması ile hedefe ulaşılamadı. Sonra deliller ortaya çıktı. Ama hâlâ onları tertip edenler içinde olan yargıçlar sorgulanamamıştır. Askerler sorgulanıyor. Olayları asıl tertip eden hakimleri yargılayan kanunlar nerede?
“Kâfirler” burada olayları saklayanlar, gizleyenler anlamında anlaşılmalıdır.
Kâinat bir düzen içindedir. İlelebet zulme müsade edilmesi demek, kâinatta düzensizlik var demektir. Oysa böyle bir şey yoktur.
***
فَلَمَّا دَخَلُوا عَلَيْهِ
(Fa LamMAv DaPaLUv GaLayHi)
“Onun üzerine duhul ettiklerinde.”
Hazreti Yakup peygamber “gidiniz” demiş, emir yerine getirilmiştir. Onlar da emir alır almaz Hazreti Yusuf’u tahassus etmek için hazırlık yapmışlardır. Erzak almaları için de gitmeleri gerekiyordu. Bunun için para temin etmelidirler. Ama vakit kaybetmeden hazırlık yapıp hareket etmişlerdir. Sonunda Mısır’a varmışlardır. Kur’an’da bu husus anlatılmıyor.
Bu durumda şu kuralı koyabiliriz. Bir emir verilmiştir demek aksi belirtilmedikçe o yapılmış demektir. Emir alanlar emri yerine getirirler, emri yerine getirdiklerini bildirmezler. Eğer emir yerine gelmemişse haberdar edilir. İşte bu da yönetimin temel kuralıdır.
Buradaki “Fa” harfi ve emrin yerine geldiğine dair bir beyan yoksa emir yerine gelmiş demektir.
Söz vermeler de böyledir.
Söz verdiğiniz zaman verilen söz yerine getirilmelidir. Getirilmiyorsa, getirilmeyecekse, o zaman haberdar edilmelidir. Bir iş kararlaştırıldıktan sonra kimse o kararın dışında hareket edemez. Alınan karar herkes tarafından yerine getirilir. Getirilemezse haberdar edilir, getirilirse değil. Kararlardan birine biri uymadı diye diğerinin bırakma yetkisi yoktur. Sonunda herkes davranışlardan sorumludur, sonuçtan sorumlu değildir.
Akevler İstanbul’da bugünlerde gerçekleşen bir olayda, askı dolabı imali hususunda gerekli kararlar alınmış ve talimat verilmiştir ama hareketler hep farklı yapılmıştır. Sonuç elde edilememiştir. Herkes ‘ben kararın hangi kısmına uymadım’ diye kendini sorgulamalı, kendi kusurunu tesbit etmelidir. Karşı tarafın yapılması gerekene uymaması onun uymamasına mazeret teşkil etmez.
Mahzuf olan hikâye şudur. Emir alınmış, harekete geçilmiş ve nihayet azizin bulunduğu yere gelir gelmez azizin odasına girilmiştir. “Fa” harfi vakit kaybetmeden azizin huzuruna çıkmışlardır anlamını vermektedir.
“Onun üzerine duhul ettiklerinde” denmektedir. Yani bulunduğu yere girdiler demektir. Bir yere girmek, o yere girenin lehine orada olanın aleyhine olduğu için “onun üzerine duhul” kelimesi kullanılmaktadır.
قَالُوا
(QAvLUv)
“Kavlettiler.”
Birlikte azizin odasına giriyorlar ve ondan erzaklarının teminini istiyorlar. Aslında aziz kendisi alıp satmamaktadır, görevliler alıp satmaktadır. Mutat muamele olsa azizin yanına girmeleri gerekmeyecektir. Ancak bunların yeteri kadar parası yoktur yahut Mısır’da geçerli olan akçeleri yoktur. Özel durumları olduğu için azizin yanına girmişlerdir. Aslında bunlar Aziz’le görüşüp ondan kardeşlerinin durumunu da öğrenmiş olacaklardır. Azizin bunlara olan tutumunu görmek istiyorlar, paralarının azlığını bahane olarak kullanıyorlar.
Hayatım boyunca tatbik ettiğim usulü size burada arz etmek isterim. Edindiğim İslâmî bilgileri başkaları ile paylaşmak istedim. Onlara anladığım İslâmiyet’i anlatayım, onlar bunu kritik etsinler, hatalarım varsa düzelteyim, hatam yoksa onaylarını almış olurum. Ancak bunun için kimseyi bulamadım. Bazı arkadaşlarla birlikte çalıştık. Ancak her biri bir cemaate mensup olarak sonunda beni yalnız bıraktılar.
İzmir’e gidince (1961) yeni bir metot geliştirdim. Kooperatif kurduk, bu vesile ile İslâmiyet’i birlikte öğrenme adımını attık. Sonra parti kurduk, birlikte “Adil Düzen” hazırlandı. Kırgızistan’a gittiğimde de proje hazırlar, genel müdüre, bakana, cumhurbaşkanına aylarca anlatır, sonra onlar reddeder, böylece benim çalışmam semere vermez gibi görünürdü; oysa ben bu yolla onlara İslâmiyet’i anlatıyordum.
Biz parti kurmalıyız, “Adil Düzen Partisi”ni kurmalıyız ama iktidar olmak için değil, milletvekili olmak için değil, sadece bizim bildiğimiz İslâmiyet’i karşı taraflara anlatmak için parti kurmalıyız. Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin bu metodunu biz “Adil Düzen”in duyurulmasında kullanmalıyız.
يَاأَيُّهَا الْعَزِيزُ
(YAv EayYUHa eLGaZIyZu)
“Ey aziz!”
Bir kimseden bir şey talep ederken önce onun o işi yapabileceğini gösteren ifadelere baş vurursunuz. Fatiha Sûresi önce Allah’a hamd ile başlar. Sonra durumunuzu arz edersiniz, sonra da isteğinizi bildirirsiniz.
Hazreti Yusuf’un kardeşleri de böyle yapıyorlar. Önce “Ey aziz!” diye hitap ederek onun durumunu ortaya koyuyorlar. Hazreti Yusuf koskoca Mısır ülkesine tahıl dağıtıyordu. Milyonlarca insanın işini görüyordu. Nasıl oluyor da bu gelen yolcularla ilgileniyor.
İşte bu da yönetimin temel sorunudur.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm on sene devlet başkanlığı yaptı, tüm Arabistan’ı on sene içinde çobanlık döneminden uygarlık dönemine geçirdi. On sene içinde binlerce senelik bir sıçrama yaptı. Bunu hep mescit içinde yaptı. Mescidin kapısı herkese açıktı. Kimse kimseden izin almadan mescide giriyordu. Hazreti Muhammed ile görüşmek isteyenlere ‘zamanı yok’ diye bir kelime kullanılmadı. Kimsenin aklına gelmedi.
Hazreti Musa aleyhisselâm da kavmi ile Kızıldeniz’i geçtikten sonra yönetimi ele almıştır. Artık vakit bulamaz oldu. Kayınpederi gelip ona tavsiyede bulundu; kavmini gruplara ayır, onlar sorunları çözsünler, çözemezlerse sana gelsinler dedi.
İşte, Hazreti Yusuf peygamber bu metodu kullanıyordu. Rutin işler ona gelmiyor, sistem makine gibi işliyordu. Ancak sorun çıktığında görevliler halledemezlerse yukarı makama gidiliyordu. Dolayısıyla Hazreti Yusuf aslında boştu. Hiçbir şey yapmıyordu. Görüşmek isteyenlerle rahatça görüşebiliyordu.
İşte bu hususu bilemeyen bizim arkadaşlarımız Batı’nın kuvvet sistemi içinde, merkezî yönetim içinde boğuluyor ve hiçbir iş yapamıyorlar. Bizim işlerimiz de bundan dolayı yürümüyor. Başkanlar karışmıyor, arkadaşlar da bir iş yapmıyor.
Sabırlı olacağız, biz karışmadan işler yürüyorsa o zaman “Adil Düzen”e göre iş yapmış olacağız. Başkan bekleniyorsa, başkan olmadığı zaman iş başarılamıyorsa, demek ki biz daha iş yapacak hâle gelmedik demektir.
İzmir’i yıllar öncesinde bıraktım. Hâlâ oturuyorlar. Bizim başladığımız işleri tamamladılar, yarım bir iş kalmadı ama yeni hamleleri yok.
Bu Ramazan ayı öncesinde İstanbul’dan Artvin’e gittim. Geldim ki, beni bekliyorlar.
Bu çok yanlıştır.
Nasıl başaracağız?
İşte, başkan yoksa, biz başkanız, sorumluluk bize aittir demektir. Beklemek yok, yanlış da olsa yapılması gereken yapılmalıdır.
مَسَّنَا وَأَهْلَنَا الضُّرُّ
(MasSaNAv Va EaHLaNav elWurRu)
“Bize ve ehlimize durr messetti.”
“Zarar” deyince Türkçede mâli zarar anlaşılır. Arapçada zarar “hasar” ile ifade edilmektedir. Burada bize ve ehlimize durr isabet etti, iş yapamadık, kazanç temin edemedik diyorlar. Çalışmadık anlamında söylemektedirler. Böylece azize ricada bulunacaklardır.
وَجِئْنَا بِبِضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ
(Va CıENAv BiBiWAGaTin MüZCAvTin)
“Müzcat bidaa ile geldik.”
Oradan buradan toplayıp biriktirdiğimiz para ile geldik diyorlar. Böylece azize bize de keyl et demiyorlar. Çünkü aralarından hırsız çıkmış ve bunlar sabıkalı olmuşlardı. Zaten baştan kardeşinizi getirmezseniz size keyl yok demişlerdi.
Bize keyl et deseler suçlarını, kusurlarını itiraf etmiş olacaklardır. Hiç başvurmasalar işler baştan karışır, düzeltme mümkün olmaz. Son derece ustalıkla diyorlar ki; işimiz zor, evimiz perişan. Oradan buradan aldığımız borçlarla bedeli getirdik, şimdi bize sorun çıkarma, işlerimizi yoluna koy diyorlar.
Böylece bir taraftan kendi durumlarını sağlama alıyorlar, diğer taraftan azizi yokluyorlar; bakalım ne diyecektir.
Bu arada kardeşlerinden bir haber de bekliyorlar, belki bize bir şeyler söyler diyorlar.
فَأَوْفِ لَنَا الْكَيْلَ
(Fa eVFu ElKaYLa)
“Bize keyli ifa et.”
“Bize keyli ifa et” diyorlar, “bize parasız keyl et” demiyorlar; hakkımız ne ise onu eksiksiz ver diyorlar. Böylece hırsızın suçu dile getirilmeden tartının yapılmasını istemektedirler. Bunun mânâsı; bize haksızlık yapılmasın demek istiyorlar. Çünkü görevliler hırsızlara farklı muamele yapabilirler, buna izin verilmemesini istiyorlar
Elbette aziz bunu anlayacak ve bilecektir. Taraflar bunu bilmektedir. Ama nezaket gereği bu şekilde davranılmaktadır.
İşte, konuşmada üslup çok önemlidir.
Kral rüya görmüş; rüyanın tabirini yapanlar ‘karın ölecek, çocukların ölecek’ demişler. Kral yapılan tabire kızmış ve onları asmış. Başka biri gelmiş, rüyayı şöyle tabir etmiş; ‘sen çok yaşayacaksın, ömrün uzun olacak’ demiş. Kral onu mükâfatlandırmış. Aslında her iki taraf aynı şeyi söylemişler ama olaya başka yönden bakmışlardır.
Tebliğimizi yaparken konuşmamızı şöyle yapıyoruz. Kötülükler olmakta, zulüm yapılmaktadır. Ama siz zalim değilsiniz, düzen zalimdir. Askerlere diyoruz ki; müdahale yanlıştır. Hakkınız yoktur. Ama müdahale etmezseniz devlet yok olur. Suçlu siz değilsiniz, suçlu zulüm düzenidir. Sizi müdahaleden kurtarmak ve devleti de selamete götürmek için gelin “Adil Düzen”i getirelim diyoruz.
İşte bu üslup karşı tarafa cephe aldırmamak için gereklidir.
Doğru olan da budur.
Böyle olmasa bile siyasi durum bunu gerektirir.
Oysa bizim söylediğimiz gerçekte doğrudur.
Kötü olan AK Parti değil, kötü olan ordu değil, kötü olan bozuk ve zalim düzendir.
AK Parti ve ordu nerede suçlu oluyorlar?
“Adil Düzen”i dilemezlerse ve akıllarına yattığı takdirde yapmazlarsa, o zaman suçlu olurlar.
وَتَصَدَّقْ عَلَيْنَا
(VaTaÖadDaQ GaLayNAv)
“Bize tasadduk et.”
Yani ölçümüzü bir defa tam yap ama biraz da fazlasını ekle, tasadduk et. Böylece başvurularını meşrulaştırıyorlar. Yani azize iki sebeple baş vuruyorlar; biri, ya bize vermezse korkusundan gidiyorlar. Ama böyle bir şüpheyi baştan bildirirlerse kendileri suçlu olduklarını kabul etmiş olurlar. Tasadduk eklemeseler, size zaten veriyorlar, niye bana geldiniz der. Onun için tasadduk için gittiklerini ilave ediyorlar.
Uygarlık Hazreti Nuh peygamber ile başlamıştır. Bugünkü şeriatımızda mevcut olan kavramlar orada vardır. Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığından beşyüz sene sonra başlamıştır. Onun bütün kavramları Mısır devletinde de vardır.
Tasadduk kavramı, muhtaçlara yardımda bulunma kavramı insanın fıtratında mevcuttur. Onu kelimelerle ifade etmek dinlere ait olmuştur.
Bu sebepledir ki Hazreti Yakub’un oğulları Mısır azizi ile bugün bizim konuştuğumuz kavramlarla konuşmaktadırlar.
“Saddaka” sadık olmak, sözünde durmak anlamındadır.
“Tasadduk etmek” sadakayı dağıtma anlamındadır.
Başkanlar halktan sadaka paylarını alırlar, sonra onları muhtaç olanlara dağıtırlar. Buna “tasadduk” denir. Kamu gelirlerinden bize payımızı ver demektir.
Kur’an’da sebil ehline de zekâttan pay verilmektedir. Yani dışarıdan ülkemize veya kentimize gelen kimselere bir pay ayrılmakta ve onlara dağıtılmaktadır. Yani İslâmiyet’te turizm “gelir” kaynağı değil “gider” kaynağıdır. Böylece sosyal ilişkiler geliştirilmektedir. Gidip gelmeler kolaylaştırılmaktadır.
Mısır uygarlığında da böyle bir pay olmalıdır ki bunlar o paydan pay istiyorlar. O günkü şartlarda Mısır ehramlarını dikenler bu işi ancak Mezopotamya’dan öğrendikleri şeriat hükümleri ile gerçekleştirmişlerdir. Yani Hazreti Yakub’un oğulları azizden kendi doğal hakları, Mısır yönetiminin de tanıdığı hakları istiyorlar.
Yeryüzü insanlarındır. Eğer bir yerde servet yığını olmuşsa, bunun anlamı dışarıdakilerin hakları da oraya akmıştır. Dolayısıyla artan değerlerden dışarıdakilerin de payları vardır.
İşte Mısır azizinden bunu istemektedirler.
Bunu şöyle izah edebiliriz. İstanbul’da zenginlik vardır. İstanbul’dakiler daha az çalışıp daha üst hayat yaşıyorlar. İstanbul’un bu hayatı taşradakilerin buralara mallarını satması, burada üretilen malları da taşradakilerin almasıdır. Bu sebeple İstanbul’a gelenler İstanbul’da misafir edilmeli, yedirilmeli, içirilmeli, yatırılmalı, karşılığında bir şey alınmamalıdır. Bu onların doğal haklarıdır. Hattâ buraya gelenler satın alacak paralara sahip değilseler onlara tasadduk edilmelidir.
Düşünün ki deveye yüklenen yükle ve o çağdaki taşıtla ülkelerine döneceklerdir. Eğer misafir etme mekanizması gelişmemişse iki aylık yolculukta deve zaten kişilerin ve develerin yiyeceklerini taşıyamaz. Bu durumda bir deve yükü altın pahasına ulaşır.
Bu sebepledir ki kervansaraylar oluşturulmuştur.
Halk bu sistem sayesinde bir masraf yapmadan aylarca seyahat edebilmektedir. Uygarlık böyle doğmuştur.
“Adil Düzen Medeniyeti”nde kervansaraylar ihya edilecek, oteller muattal hâle gelecektir. Bir hidrolik santral kurulacak, onun geliri kervansaray vakfının geliri olacaktır. Bir fabrika kurulacak, onun kira payı kervansarayın payı olacaktır. Yolcular ve araçlar orada barındırılacak, ne yemekten ne de benzinden para alınmayacaktır. Seyahat masraf kaynağı değil tasarruf kaynağı olacaktır. Çünkü tüm ihtiyaçlar çağdaş bedelsiz kervansaraylarda karşılanacaktır.
Yetmişli yıllarda bir vesileyle İzmir’e gelen Prof. Dr. Sabahattin Zaim beye bunları anlattığımda, ‘insan kendisini cennette sanıyor’ demişti. O ise yıllar sonra (doksanlı yıllarda) 15 kişiden oluşan ve “Adil Düzen”e karşı olan, Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirmek için raporlar hazırlayan heyetin başkanlığını yapmıştır!
O muhterem zatı o hatalara sürükleyenler kimlerdi?
AK Partili “Adil Düzen” karşıtları.
Hepsinin o kadar çok sevapları vardır ki, Allah’ın onları mağfiret edeceğinden eminim. Sabahattin bey vefat etti ama yaşayanlar istiğfar etmelidirler.
Hayrettin Karaman ve diğer akademisyenler istiğfar etmelidir.
Recep Tayyip Erdoğan ve diğer siyasiler istiğfar etmelidir.
Biz de bu kardeşlerimize “Adil Düzen”i anlatamadığımız için istiğfar etmeliyiz.
Kusur sadece onların değildir, kusur hepimizindir.
إِنَّ اللَّهَ يَجْزِي الْمُتَصَدِّقِينَ (88)
(EinNa elLAHa YaCZIy eLMuTaÖadDıQIyNa)
“Allah mütesaddıkları cezalandırır.”
“Ceza” karşılık demektir. Kötülüğe karşılık olarak kötülük, iyiliğe karşılık da iyilik cezadır. Türkçede yalnız kötülüğe karşılık kullanılmaktadır. Kur’an Arapçası bu sebeple farklıdır. Suçlulara karşı kullanılan “ukubat”tır.
Tasadduk edenleri Allah mükafatlandırır demektir.
“Tasadduk edenler” kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Çünkü tasadduk topluluktaki muhtaçların payıdır, onların hakkıdır. Yani tasadduk kişinin kişiye iyiliği değildir. Tasadduk kişilerin topluluklardaki haklarıdır, haklarını alacaklardır. Nitekim Kuran’da saillerin ve mahrumların hakları vardır deniyor. Bu hak yeryüzünün kira payıdır. Tasadduk eden topluluklar kârlılıklarını bol bol alırlar. Bunu şöyle ifade edelim.
İzmir’deki bir vatandaş üzümü alıp Afyon’a gelse, taşıma masraflarını üzüme yüklese, Afyon’dan aldığı elmayı da İzmir’e götürse, elmanın nakliyesini de elmanın fiyatına yüklese, elma ve üzüm o kadar pahalıya mal olur ki, ne İzmirliler elma, ne de Afyonlular üzüm yiyebilirler. Bunun yerine Afyon’da üretilen elma Afyon’a gelen yolculara yedirilirse, İzmir’de üretilen üzüm de İzmir’e gelenlere yedirilirse, nakliye masraflarından taraflar kurtulmuş olacaklardır. Böylece İzmirliler de Afyonlular da hem elma hem üzüm yemiş olacaklardır. Bugün ulaşım ucuzlamış, zaman kısalmış, bu sebeple para ile alınıp satılmalar kısmen de olsa gerçekleşmektedir. Ama bu sefer de işsizlik sorunu ortaya çıkmıştır.
Tasadduk yoluyla herkese aş ve herkese iş verilecektir. Böylece tasadduk eden topluluklar refah içinde yaşayacaklardır.
***
قَالَ هَلْ عَلِمْتُمْ مَا فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ وَأَخِيهِ
(QAvLa HaL GaLıMTuM MAv FaGaLTuM BiYuSUFa Va EaPIyHı)
“Yusuf ve kardeşine ne yaptığınızı bildiniz mi?”
Hazreti Yusuf kardeşlerine “bildiniz mi” diyor, olayı sormuyor. Kendileri yaptıklarına göre elbette bileceklerdir. Böyle bir sual abestir. Burada sorulan, ‘yaptıklarınızın hükümlerini bildiniz mi, öğrendiniz mi, cezasının ne olduğunun farkında mısınız’ anlamındadır.
Hazreti Yusuf’u kuyuya koyuyorlar, ölüme terk ediyorlar. Hazreti Yusuf ölseydi cani olacaklardı. Hazreti Yusuf’un haklarını gasp ediyorlar. Onun payı kendilerine geçecektir. Yalan uyduruyor ve onu kurt yedi diyorlar. Bu suçu kollektif işliyorlar, taammüden işliyorlar. ‘Bunların ne kadar büyük suç olduğunu, ne kadar cezası olduğunu bildiniz mi, öğrendiniz mi, bunun üzerinde düşündünüz mü’ diyor. Hazreti Yusuf böylece onlara, ‘bu kadar büyük suçlu iken nasıl tasadduk istersiniz’ demiş oluyor.
Kardeşine ne yapmışlardı?
‘Onun kardeşi de hırsızlık etti’ diyerek mahkum olmasını kolaylaştırmışlardı.
“Bi” harfi burada iade edilmemiştir, “Bi ehihi” denmemiştir. O halde bunlar Hazreti Yusuf’u kuyuya atarken de kardeşine karşı suç işlemişlerdir.
Bu suç nedir?
Büyük ihtimalle bu suç kardeşini tehdit etmeleridir. Eğer ifşa ederse onun canını alacakları şeklinde korkutmuşlar ve onun gerçekleri söylemesini önlemişlerdir. Kardeşine yapılanları gördükten sonra sesini çıkarmamış, hayatı boyunca ezilmiş olarak kalmıştır. Zaten anadan ayrı kardeş olarak ikisi de benzer zulme maruz olmuşlardır. Bunları kardeşinden dinlemiştir, bilmektedir.
إِذْ أَنْتُمْ جَاهِلُونَ (89)
(EiÜ EaNTuM CAvHıLUNa)
“Siz cahiller iken.”
Hazreti Yusuf ‘şimdi yapmaktasınız’ demiyor, ‘o zaman yapmıştınız’ diyor.
O zaman cahildiniz de yaptınız.
Şimdi cahil değilsiniz.
Artık olgunlaşmışsınız. Gidip geliyorsunuz, babanızı üzmemek için gayret gösteriyorsunuz. O günleri hatırlatıyorum ama ben sizden intikam alacak değilim diyor.
“Cehalet” bilmemezlik değildir, cehalet bilmeyi istememektir. Türkçede karşılığı yoktur. Arapça çok yüksek zengin bir dildir. Bilmemek demek, öğrenme imkanını bulamadığı için bilmemesi demektir. Cehalet ise kasden öğrenmeme, bilgiyi kafadan silme demektir.
Bu nasıl anlatılacaktır?
Doğruların yerine yanlışları koyarsın, yanlışlarla doğruları kapatırsın, o zaman bildiklerini bilmez olursun.
***
قَالُوا أَئِنَّكَ لَأَنْتَ يُوسُفُ
(QAvLUv Ea EinNaKa LaEaNTa YuSuFu)
“Yoksa sen Yusuf musun diye kavlettiler.”
“İnne”den önce gelen soru edatı “Hel” olmamaktadır, “Hel İnneke” denmemektedir.
“E İnneke” denmektedir.
Buradaki “E” inkâr için veya tevbih için değildir. Taaccüp ve hayret içindir.
İnanılmaz, tuhaf ama böyle, sen Yusuf’sun.
Karşı taraf aksini iddia ediyorsa “İnne” ve “Le” getirilir.
Burada Hazreti Yusuf kendisinin Yusuf olmadığını iddia etmektedir. Öyle kabul ediyorlar. Sen muhakkak Yusuf’sun diyorlar. Bu iddiayı inkâr anlamında “E” gelmiştir.
Kardeşler onun Hazreti Yusuf olduğunu nerden anladılar?
Anladılar çünkü babaları “Yusuf’u tahassus edin” demişti. Hazreti Yusuf’un Mısır’a gittiğini biliyorlardı. Babaları da öyle deyince azizin Hazreti Yusuf olma ihtimalini ortaya koymuşlardır. “Felemma Dehalu”daki “Fe” varır varmaz dahil oldular anlamındadır.
Ne ağabeylerini gördüler, ne başka araştırma yaptılar, doğrudan Hazreti Yusuf’un yanına girdiler. Bu yaptıkları da doğru bir harekettir. Birisiyle görüşürken onun hakkında önceden fikir almayacaksın. Yanlış yönlendirmiş olabilirler. Doğrudan görüşeceksiniz. Önce kendisinden bilgi alacaksınız. Kendisini tarafsız olarak kendisinden öğreneceksiniz. Sonra söylediklerinin doğru olup olmadığını araştıracaksınız.
قَالَ أَنَا يُوسُفُ وَهذَا أَخِي
(QAvLa EaNa YUvSUvFu Va HAÜAv EaPIy)
“Ben Yusuf’um, bu da kardeşimdir diye kavl etti.”
Hazreti Yusuf kardeşlerini kabul etmeden kardeşini yanında bulundurmuştur. Yahut kardeşi devamlı olarak yanındadır. Çünkü yabancı yerde, dillerini bilmediği bir yerde kardeşi nerede vakit geçirecekti. Kardeşler içeri girince Hazreti Yusuf’un kardeşini yanında görmüşler, bir hırsızı değil, kardeşlerini orada görmüşler.
Babaları Yusuf ve kardeşini tahassus ediniz demişti; birlikte tahassus ediniz demişti. Hazreti Yusuf da siz cahil iken deyip onlara Yusuf ve kardeşine yapılanları sorunca, onlar, ‘yoksa sen Yusuf musun’ dediler.
“Evet, ben Yusuf’um” dedi ve ilave etti; “bu da benim kardeşimdir”.
Onun kardeşi olduğunu onlar biliyordu. Ama kardeşi Hazreti Yusuf’a benzemiş olmalıdır ki Yusuf olduğuna onu tanık tutmaktadır.
İşte büyük ayrılık son bulmuştu, uzun yılların macerası noktalanıyordu.
قَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا
(QaD ManNa elLAHu GaLaYNAv)
“Allah bizi memnun etmiştir.”
Hazreti Yusuf Mısır’da bakan olmuştur. Kardeşini de memnun etmiştir.
Kardeşine ne gibi bir iyilik yapmıştır?
Hırsız kardeş hemen bir işe yerleştirilmiş, ona makam verilmiştir. Dolayısıyla “bu kardeşimdir” derken belki de Hazreti Yusuf’un yardımcısı görevini görüyordu.
Kardeşleri dönünce Hazreti Yusuf kardeşine özel bir yer vermiştir. “Allah bizi memnun etmiştir” sözü bunu gösterir. Hazreti Yusuf bunları söylerken kardeşinin de Mısır’da yüksek bir yere yerleştiğini bildirerek öbür kardeşlerin de Mısır’da ileri yerleri olacağını haber vermiş olmaktadır.
Mısır’a gelen on iki kardeş Mısır’da ileri seviyede görevler alacaklar ve orada devleti yönetmeyi öğreneceklerdir. Hazreti Yusuf’tan sonra belki eski etkinliklerini kaybedecekler ama bilgileri var olacaktır. Mısır yönetimini iyice öğreneceklerdir. Sonra Mısır’a yerleşecekler, bir taraftan bürokratik olarak gelir temin edecekler, diğer taraftan hayvancılığı iyi bildikleri için hayvancılık da yapacaklar, zengin olmaya başlayacaklardır.
Sovyet yönetimi Ahıskalıları siz Türkiye ile yakın ilişkilerdesiniz diye bir anda trene doldurmuş ve Müslüman kentlerin kenarlarına bırakarak dağıtmışlar, birer dönüm arazi vermişlerdir. Burada çiftçilikle geçinmişler, zamanla kentte de iş bulmuşlardır. Sovyetler yıkılınca kentteki insanlar aç kalmış, bunlar ise bir dönümlük yerdeki tarımla zengin olmuşlardır. Hâlen Ahıska Türklerinin iki taraftan gelirleri devam etmektedir.
Mısır’daki İsrail oğullarının durumu da böyle olmuştur. O dönemde aldıkları eğitim sayesinde bugün dünyanın ekonomisini ellerinde tutmaktadırlar.
“Adil Düzen”i kuracaklara bu bilgi ders olmalıdır. Önce sıkıntılar içinde aşiretlerini kurmalıdırlar. Biz aşiretimizi kurmadan büyük işlere giriştik. Akevler’in, Saadet’in, Ak Parti’nin ve Nurcuların başarısızlıklarının sebepleri içinde aşiretlerini oluşturmadan kitleleri peşlerine takmalarıdır.
إِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ
(EinNaHUv MaN YatTaQIy Va YaÖBıR)
“Kim ittika eder ve sabrederse.”
“İttika ve Sabır” burada bir araya getirilmiştir, “Ve” harfi ile atfedilmiştir.
“İttika etmek” demek, şeriatın sınırları içine girmek ve şeriat hükümlerine uymak demektir.
“Sabır” ise şeriat hükümlerine uyarken karşılaşılan sıkıntılara ve zorlamalara göğüs germek demektir.
Hazreti Yusuf ve kardeşi hayatları boyunca ittika ve sabırdan ayrılmamışlardır ki şimdi bu nimete kavuşmuşlardır. Hazreti Yakub’un en küçük çocukları oldukları halde en sonunda onlar hakim olmuşlar, aşiret onların yönetimine geçmiştir.
Böylece ilk demokratik inkılap olmuştur. Yaş sırasına göre olan sıralanma artık “ittika ve sabır” sırasına dönüşmüştür. Saltanat babadan oğula intikal ederken, intikal artık liyakate dönüşmüştür. İrsî hiyerarşiye böylece ilk darbe vurulmuştur.
Aşiret içinde sıralama yapılacak ve o sıraya göre kıdem oluşacaktır.
Rüyada anne ve babası da Hazreti Yusuf’a secde ediyorlardı. Yani çocuk da başkan olur ve babasından daha kıdemli olabilir demektir.
Sonra Hazreti Musa peygamber de Hazreti Yusuf’un zürriyetinden olmayacaktır.
Hazreti Davut ve Hazreti İsa peygamberler de birbirlerinin zürriyetinden değildir.
İşte böylece irsiyet hükümdarlığı tedrici surette ortadan kaldırılmaktadır.
فَإِنَّ اللَّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (90)
(Fa EinNa elLAHa LAv YUvWıGu EaCRa eLMUXSıNIyNa)
“Allah muhsinlerin ecirlerini zayi etmez.”
“Fa” harfi tamim içindir. Yani yalnız burada değil, her yerde Allah muhsinlerin ecirlerini zayi etmez.
“Muhsinler” kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Hazreti Yusuf böylece kardeşlerini ihsana davet etmektedir. Gerçi kardeşler çok büyük günah işlemişlerdir. Ama bir şey yapmışlar, babalarının emrine girmişler, sonuna kadar aşiret reislerine itaat etmişlerdir. Günahları afv olmuş ve ihsanlarının ecirlerini almışlardır. Hazreti Yusuf peygamber onlara aynı zamanda muhsinler olduklarını da haber vermektedir.
Biz de örnek olarak partileri eleştirirken onların yaptıkları kötülükleri sayıp dökmekten çok, onların ihsanlarını dile getirmeli ve onları daha çok ihsana götürmeliyiz. Millî Görüşçüler ne yaptılar, kırk sene içinde neler oldu; ona göre onları tenkit edeceğiz. AK Partililer ne yaptılar; onların da yalnız kötülüklerini değil iyiliklerini de saymalıyız.
Biz diyoruz ki; Cumhuriyet döneminde pek çok zulümler yapıldı ama ihsan çok çok daha fazladır. Dolayısıyla Cumhuriyet’e katkıda bulunanları hayırla yâd etmeliyiz.