YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 14
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقَالَ الْمَلِكُ إِنِّي أَرَى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ يَاأَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي رُؤْيَاي إِنْ كُنتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ(43) قَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الْأَحْلَامِ بِعَالِمِينَ(44) وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَاِدَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَا أُنَبِّئُكُمْ بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِي(45)
وَقَالَ الْمَلِكُ
(Va GALa eLMaLiKu)
“Melik kavl etti”
“Şeytan unutturdu ve (Hazreti Yusuf) senelerce zindanda kaldı” dedikten sonra; “Ve” harfi ile atfedilerek Firavun’un rüyasını anlatmaktadır. Buradaki “Ve” harfi, rüya ile hapishanede kalma arasında bir ilişkinin olduğunu ifade etmektedir. Demek ki Hazreti Yusuf’un zindanda kalması ile rüya arasında bir ilişki var. Firavunun rüyası tehir edilmiş, böylece Hazreti Yusuf da zindanda bırakılmıştır. Yahut Hazreti Yusuf zindanda bırakılarak Firavun’un rüyasına kadar bekletilmiştir. Yani iki olay arasında bir ilişki vardır. İlâhi kaderde ikisi birden böyle takdir edilmiş diyebiliriz. Yahut Hazreti Yusuf hapishanede bırakılarak melike rüya geç gösterilmiştir.
İşte burada hangisinin hangisi için ertelendiği hususu izafidir.
Biz düşünürken Firavun’un rüyası ertelenmiştir. Çünkü Hazreti Yusuf’un hapishanede kalması istenmektedir. Hazreti Yusuf’un eğitimini tamamlaması için orada kalması gerektiğinden rüya geç görülmüştür. Ama Mısır tarihi düşünüldüğünde, jeolojik olaylar göz önüne alındığında, Hazreti Yusuf zindanda bırakılarak melikin rüya görmesine kadar bekletilmiştir. Başka türlü de her ikisi birden planlanmıştır diyebiliriz.
“Melik” kral demektir. “Milk” taşınmazdır. “Mülk” devlettir. “Meleke” yetenektir. “Melek” insan benzeri yaratıktır. “Melik” de hükümdardır. Kelimenin ilk söylenişi yapı malzemesini üreten işçi mânâsındadır. Herkes bu işi yapamadığı için bunu yapma kabiliyetine meleke denmiştir. Melekler de Allah’ın işçileri yani kamu görevlileridir; meleke sahibi kimseler demektir. Milk, malzemenin üretildiği yerdir. Mülk, ülkeyi yönetme gücüdür. Melik ise ülkenin yöneticisi demektir.
Mısır gibi topluluklarda devlet başkanın malı sayılmıştır. Topraklar onun eseri kabul edilmiştir. Kenan Evren, Mustafa Kemal için ‘her şeyi kendisine borçlu olduğumuz’ diyor. İşte bu anlayış meliklerin tanrısal gücünden gelmektedir. Tanrı’ya inanmayanlar insanları tanrılaştırmaktadır. Oysa, farz edelim ki gerçekten her şeyi Mustafa Kemal’e borçlu olalım. Peki, onu kim yarattı, o kime borçlu? Onu bize kim gönderdi? O şimdi nerede?
O halde bizim asıl borçlu olduğumuz Tanrı’dır, Allah’tır.
Krallık anlayışı insanlarda ilk uygarlaşmadan sonra başlamış, yirminci yüzyıla kadar gelmiştir. Yirminci yüzyılda kralların yerini diktatörler almıştır. Bugün insanların tanrılaştırılması son bulmuştur. Ama parti başkanları hâlâ tanrı muamelesi görmektedir. Bugünkü Cumhurbaşkanı Tayyib Erdoğan’ın iki dudağı ile atanmıştır, Meclis Başkanı da öyle olmuştur. Bu anlayış nasıl yok olacaktır? Üçüncü bin yılın ilk on yılı geçmiştir. Hâlâ parti başkanları geçici de olsa melik kabul edilmektedir.
Kur’an’da da, ‘Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur’ ifadesi ile başkanlara itaat edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Buradaki fark, başkan melik değil resuldür. Elçiye itaat ediyoruz, kendisine değil. Başka bir özellik olarak, o da bizim gibi bir beşerden başkası değildir. Nasıl komutan ‘istikamet ceviz ağacı, marş marş’ der, biz askerler de ona doğru koşarsak, başkan da böyledir. O sadece istikametimizi gösterir. Onda bir üstünlük yoktur.
Mısır’da Firavun Tanrı’nın oğlu kabul ediliyor. Bugünkü Hıristiyanlar da Hz. İsa’yı Tanrı’nın oğlu kabul ediyor. Papalar Hz. İsa’yı temsil ediyor. Kur’an ise bu anlayışa şiddetle karşıdır. Peygamberin beşer üstü bir varlık kabul edilmesi bu anlayışın devamıdır.
Kur’an Hazreti Musa zamanındaki hükümdarlara “Firavun” demektedir. Oysa Hazreti Yusuf zamanındaki hükümdara “Melik” denmektedir. Firavun “füru” kelimesi ile akrabadır. “Fer’” dal demektir. Hükümdar Tanrı soyunun bir dalını temsil ettiği için ona bu ad verilmiştir. Ne var ki dal bir tanedir. Ağaç bir tek daldan ibaret olmuştur. Sonundaki “vav” ve “nun” bunu ifade etmektedir. Başlangıçta Mısır hükümdarları Melik kabul edilmişken, sonraları tanrılaştırılmış ve Firavun yapılmışlardır.
Risalette resul topluluğun altında onun elçisidir. Meliklikte ise hükümdar topluluğun üstündedir. Halk onun tebaasıdır. Birincisi Hak uygarlıklarını, ikincisi de kuvvet uygarlıklarını temsil eder. 20. yüzyıl kuvvet uygarlıklarının mağlup olduğu bir asırdır. 21. yüzyıl Hak uygarlığının yani “Adil Düzen”in hakim olacağı bir asır olacaktır. Melik kavramı tarih olacak, yerini risalet kavramı alacaktır. Kur’an’da meliklik kavramı bilinmişken, şeriat kavramının yönetimde esas alınması bir raslantı değildir. “Allah nurunu tamamlayacaktır” âyetindeki nur risalet düzenidir.
Yani krallığın kaldırılıp demokrasinin gelmesi düzenidir. İnsanlık bu kavramları kabul etmiş ama henüz bunun mekanizmasını bulamamıştır. Bu mekanizma “Adil Düzen”dir. Allah’ın nuru O’nun “Adil Düzeni”dir. Mutlaka gelecek ve tamamlanacaktır.
Meliklik İslâmî olmadığı halde hazreti Yusuf onun yönetiminde görev alacaktır. O halde İslâmî olmayan bir iktidar eğer güveni sağlıyorsa biz ona itaat ederiz. O devletin varlığı için çalışırız, hattâ canımızı veririz. Çünkü o devletin varlığı bizim için gereklidir.
Hazreti Yusuf peygamber Mısır’ın yücelmesi için çalışmasaydı; İsrail oğulları oluşmayacak, Hazreti Musa gelmeyecek, İbrani uygarlığı kurulmayacak, Hıristiyanlık olmayacak, bugünkü uygarlık doğmayacak, biz Kur’an’ın “Adil Düzen”ini kuramayacaktık. Biz Cumhuriyet hükümetini ve şimdi AK Parti’yi bundan dolayı destekliyoruz.
Melik rüya görmüştür ve çevresine anlatmaktadır. Demek ki kendisinin tanrı olmadığını bilmektedir. Tanrı olsaydı kullarına muhtaç olmazdı. Sonra Firavun da Hazreti Musa’yı susturmak için sihirbazların yardımını istemiştir. Bütün diktatörler diktatörlüklerini çevredekilere dayandırmaktadırlar; kendisi ve çevredekiler.
إِنِّي أَرَى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ
(EinNİy EaRAy SaBGa BaQaRATin SiMANin)
“Ben yedi siman bakarayı re’y ettim dedi.”
Melik rüyayı anlatmaktadır. “Rüyada gördüm” demiyor, hatta “gördüm” demiyor; “görüyorum” diyor. Aynı rüya veya benzer rüya birkaç defa görülürse, istimrar için fiili muzari kullanılır. Türkçede de görüyorum fiili hâli ifade ettiği halde, geçmişte sık gördüklerimiz için veya görüşü ifade için görüyorum kelimesi kullanılır. Bugünlerde sık sık rüya görüyorum dersin.
Burada “İnnî” mübteda, “Erâ” haberdir. Yani cümle isim cümlesidir. Fiil cümlesi isim cümlesine dönüşmüştür. Bu tür cümlelerin ne amaçla kullanıldığını burada tespit edebiliriz. Bu tür isim cümleleri ile kullanılan rey kelimesi rüya görmek şeklinde özelleşmiştir demektir. Kelimeler özel kullanılış şekliyle mânâlarını özelleştirirler. Buna ‘deyim’ denir.
“Seb’a” yedi demektir. “Sibağ” yırtıcı hayvan demektir. Avcılık döneminde etleri yenen hayvanlar altı gün avlanır, yedinci gün ise işe yaramayan yırtıcı hayvanların şerrinden korunmak için avlanırlardı. Bu günün adı “seb’a” olmuştur yani yedinci gün demektir. “Sebt/cumartesi” kelimesi de buradan gelmektedir. Sonraki devirlerde o gün av avlanmıyor ama başka iş de yapılmıyordu. Hattâ İranlıların “heft”i de buradan gelir. Türkçedeki “yedi”nin aslı “sedi”dir. Yakutlar öyle kullanır. Demek ki yedi birçok dilde aynı kökten gelmektedir. Bir ay içinde dört hafta vardır. Avcılık döneminde gökteki ayın aydınlığı çok önemli olduğundan ayı dörde ayırmışlar ve işleri ona göre tanzim etmişlerdir. Bütün dünya bugün günlerini yedi olarak adlandırmış ve ona göre yaşamını düzenlemiştir. Yedi, on sayısının içinde dördüncü asal sayıdır. İkinci ile toplandığında on eder. Birinci ile üçüncünün çarpımı yine on eder.
3+7=10 2*5=10
Allah kâinatı seçkin sayılar içinde var etmiştir. Üç ile yedi tabanına dayanan onlu ve ikili sayı sistemi içinde düzenlenmiştir.
Melikin yedi ineği görmesi yedi sayısının işareti ile doğal dengeye delalet ettiğini anlarız. Bizim parmaklarımızdaki boğum sayısı 14’tür, yani iki çarpı yedidir. Melik de rüyasında on dört inek görmüştür. Bu döngünün seneleri ifade edeceğini buradan anlarız.
“Bakar” inek sürüsü demektir. “Bakara” bir inek demektir. Erkek veya dişi olabilir. Çobanlık döneminde inekler sürü hâlinde beslenirdi. Bunlara bir ad verilir. Onun bir tanesi sonunda “he”ye dönüşen “te” getirilerek ifade edilir. Bunun çoğulu “bakarât”tır. Sürü fertlerinin çoğulu anlamında olup dolayısıyla sistem çoğuludur. Görülen yedi inek ayrı ayrı değil de bir aradadır. Yani peş peşe gelecektir. Yedi sene kıtlık sürecektir.
Burada seneleri ifade etmek için rüyada ineğin seçilmiş olması, beslenmede birinci derecede rol oynayan hayvanın inek olmasından dolayıdır. Bugün de inek gerek süt gerekse ette birinci sırayı alan bir besin aracıdır. Süt sanayiinde inekle yarışan bir hayvan yoktur. İnsanlık daima süt ve et hayvanı olarak inekle birlikte olacaktır. Koyun, keçi ve develer beslenme hususunda inekle karşılaştırılmaz bile.
“Siman” şişmanlar demektir. “Semîn” kelimesinin çoğuludur. Etli, yağlı, dolgun hayvan demektir. Sütü ve eti bol hayvan demektir. Yedi yıl bolluk yılı olacaktır, yani verimli yıl olacaktır demektir. Kıtlık ve bolluk yılları yiyeceklerle ölçülür. Çünkü insanlar aç kalamazlar ama çıplak da olsalar yine yaşarlar. Bundan dolayı Melike şişman inek gösterilmiştir. İnek servettir, varlıktır.
يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ
(YaEKuLuHunNa SaBGun GıCAFun)
“Onları yedi ıcaf ekl ediyordu.”
“Seb’un” burada sayı temyizi olmadan fail olmuştur. “Bakarâtin” kelimesi hazf edilmiştir, yani yediden kasıt yedi inektir.
“İcaf” kelimesi “acem”in ve “aceb”in akrabasıdır. Cılızlar demektir. “Acîf” kelimesinin çoğuludur. “Siman”ın karşılığı olarak kullanılmıştır. Türkçede “zayıf” kelimesi kullanılır, “kemikleri görülüyor” denir. Kıtlık yıllarını temsil eder. Normal olarak şişmanlar zayıfları yerler. Güçlü kurt zayıf hayvanı yakalayıp yer. Burada ise tam tersine zayıflar şişmanları yiyor.
Buradan anlıyoruz ki rüyada ters olaylar görülünce orada görülenler hakiki değildir. Yedi inekten maksat yedi yıldır. Bolluk olan yılların gelirlerini darlık yılları yiyecektir. Burada “ve” harfi ile atfetmeyip ikinci cümleyi birinci cümledeki “bakarât”a sıfat yapmış olması, yedi bolluk yılından sonra gelecek yedi darlık yılının peş peşe olacağını ifade eder. Yani arada normal yıllar gelmeyecek. Rüyanın bu kısmı darlık yıllarını bolluk yıllarının takip edeceği ve darlık yıllarının bolluk yıllarını bitireceği ifade edilmiştir. Ancak bunun nasıl gerçekleşeceği bundan sonra anlatılacaktır.
وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ
(Va SaBGa SüNBüLvATin FuWRin)
“Ve yedi hudri sünbül.”
“Ve yedi yeşil başak” yedi semiz ineğe tekabül ediyor. Birincisi hayvani besinleri ifade ediyor, ikincisi nebati besinleri ifade ediyor.
Uygarlığın doğuşunu buğdayın bulunuşuna bağlayanlar vardır. Ekmeğin özelliği saklanmasının ve taşınmasının kolay olmasıdır. Tarım ürünleri mevsimliktir. Oysa hayvanların beslenmesi günlüktür. İnsanlar için en önemli sorun mevsim mevsim elde edilen ürünlerin bütün sene içine yayabilmek için onların saklanabilmesidir. Bunun için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. En başarılı buluş tahılın elde edilmesidir. Kolayca saklanabiliyor. Kışın veya çöllerde yazın besin olarak kullanılabiliyor. Bugün de ekmek ana besindir. Dilimizde diğer besinlere katık denmektedir, yani asıl olan ekmektir, diğerleri ise katkı maddesidir. Soframızda ekmeğin yanında pirinç pilavı, makarna gibi unlu mamuller eksik olmamaktadır.
Melik rüyasında yedi semiz inek ve yedi yeşil başak görmüştür. Burada anlatılmak istenen iki rüyada da yedi sayısının geçmesidir. Yani yedi ile ineğin ve başağın ilgisi vardır, ama yedi sayısı ineğin ve başağın sayısı değildir. Başka bir şeyin sayısıdır. Bu da bunlarla ilgisi olan yıldır.
Görülüyor ki rüyanın tabiri tamamen doğal olayların mecazi olarak tevilinden ibarettir. Akıl işidir, bilim işidir. Henüz müspet ilim anlayışı içinde ele alınmamıştır. Yeşil başak olarak görülmesi üretimle ilgilidir. Yedi yeşil başaklı yıl demek, o aylarda bol mahsul elde edilecek demektir. Şimdi aklımıza şu gelir. Mısır Nil’deki sulamaya dayanan tarımla geçinmektedir. Acaba bolluk ve darlık yılları nasıl olur?
İstanbul’da bir zamanlar içme suyu yoktu. Yağmur yağmıyor, barajlar su ile dolmuyor ve yazları susuz kalıyor idi. Evlere haftada bir veya iki gün su veriliyordu. Sonra Millî Görüş yönetiminde yağmur duası yapıldı. Barajlar su ile doldu. O bereket hâlâ devam ediyor. Geçen bir iki yıl içinde yine kuraklık göründü, barajlarda su kalmadı, korkulu günler yaşadık ama şimdi rahattayız. Hattâ caddeleri seller bastı, bu sefer çok sudan şikayetçi olduk.
Demek ki yağmur yıllardan yıllara değişmektedir, yerlerden yerlere göre kıtlık ve bolluk olmaktadır. Bunlar Allah’ın takdiri ile olmaktadır. Bu sûredeki rüya ve onun gerçekleşmesi bunu kanıtlamaktadır.
Afrika’da bol yağmur yağar, Nil kabarır, kıyıları bereketli topraklarla kaplanır. Bol mahsul alınır. Bazen yağmurlar az yağar, Nil kabarmaz, kıyılarında çok az ekin yetiştirilir. Bu periyodik olmayan bolluk ve kıtlık hava şartları bugün ilmen tam olarak izah edilememektedir. Kimileri bunu güneş lekelerinin hareketine bağlamaktadır. O hareket de kurallı değildir. Bu âyet bunların takdir-i İlâhi veya irade-i İlâhi olduğunu bize anlatmaktadır.
وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ
(Va EuFaRa YAvBiSAvTin)
“Ve diğerleri kuru”
Burada yedi kuru başak gördüğünü ifade ediyor ama ne “yedi” ne de “başak” kelimelerini ifade ediyor. “Ve” harfinin ve “Uhara” kelimesinin delaletinden anlıyoruz ki bunlar yedi başaktır. “Ve” harfi ile atfedilip hazf kesinse, mahzuf matufun aleyhe kıyasla tespit edilir. Bu sebeple zikre gerek yoktur.
Yedi şişman inek, yedi zayıf inek, yedi yeşil başak ve yedi kuru başak. Yedi şişman ineği yedi zayıf inek yiyor. Yedi yeşil başak ve yedi kuru başak deniyor. Kıyas yolu ile kuru başakların yeşil başakları yemesi gerekir. “Ye’külühünne”ye dahil olmuş olurlar. Yahut bunlar “Erâ” (görüyorum) kelimesine dahil olup “Ekl” kelimesine dahil değildirler. Çünkü her iki hal de mümkündür. İki mânâyı da verebiliriz.
Burada bolluk yıllarının ve darlık yıllarının beslenme tekniği anlatılmaktadır. Yeşil başaklar kurutulur ve saklanır. Sonra kıtlık zamanında harcanır. Bunu ifade ettiği için başaklarda dönüşme vardır, yeme yoktur. Bu sebeple “ekletti” demiyor.
Burada benzer rüyanın görülmesi rüyanın gerçekliğini ifade eder. İki kişinin benzer renkte elbise giydiğini ve başkalarının o elbiseden giymediğini görseniz, bu iki kişi arasında ortak bir olayın olacağını anlarsınız. Bu rüya gerçek rüyadır. Demek ki rüya tâbirini yaparken görülen iki şey arasında mukayese yapacaksınız. Aralarında analoji varsa o zaman o rüya gerçektir, rüya ona göre değerlendirilmelidir. Rüya çok açıktır. Bununla beraber Mısır’ın tabircileri tabir edememişler, iş Hazreti Yusuf’a düşmüştür. O da takdir-i İlâhidir.
يَاأَيُّهَا الْمَلَأُ
(YA EayYuHa eLMaLaEu)
“Ey mele’”
“Mele’” dolu demektir. Bir kaba konmuş şeyler demektir.
Krallar saray yaparlar. Sarayda seçkin kişileri toplarlar. Onlarla birlikte yaşarlar. Onlarla içli dışlı olurlar. Bunlara “mele’” denir. Kral bunlarla yaşar. Bunlar kralın bütün sırlarını bilirler. Oradaki insanlar imtiyazlı kimselerdir. Saray dışında olanları birlikte sömürürler. Hepsi krala çok bağlıdır. Saraydan sağ çıkmak mümkün değildir. Çünkü sarayın sırları ifşa edilmiş olur. Krala karşı en küçük karşı olma hayatla ödenir. Bununla beraber devleti idare edenler bunlardır. Kral bunların emrindedir, onların güdümündedir.
Melik rüya görmüştür. Rüyasını bu çevredeki insanlara anlatmaktadır.
Sarayda vekil ve vüzera yer almaz. Onlar sarayın içindeki durumdan haberdar edilmezler. Sarayda melikin karıları, çocukları, yakınları yer alır. Bunların dışında sarayın kahinleri, sihirbazları, âlimleri, sanatkârları bulunur. Bunlar hep birlikte zevk ve sefa içinde yaşarlar. Cellatlar bulunur. Dışarıdan biri öldürülecekse saraya davet edilir ve orada öldürülür. Saraya giren sağ çıkarsa şükreder olmuştur.
Sarayın dışında baş vezirin (başbakanın) de kendi melei vardır. Ona ‘bakanlar kurulu’ denmektedir. İnsanlar aşiret hâlinde yaşarlar. Bir aşiret on civarında ailedir. Aşiretin en önemli özelliği, aşiret mensupları birbirlerinin bütün sırlarını çok iyi bilirler. Aralarında utanma duyguları azalmıştır. Bunlar birlik olup karşıda olan taraflara karşı kendilerini birlikte savunurlar. Aralarındaki ayrılıklarını ve çekişmelerini başkalarına duyurmazlar. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ tabiri bunu ifade eder. Sayıları otuz ile yüz kişi civarında olur. Bu sayı iki yüze, üç yüze çıktı mı, hele bini geçti mi artık o eski yakınlık kalmaz.
Melik rüyayı sarayın ileri gelenlerine anlatmakta, onlardan rüyayı tâbir etmelerini istemektedir. “Yâ Eyyühe” ile hitap etmesinden anlıyoruz ki, herkesi bu rüyayı tâbire çağırmaktadır. Yani önemli bir olay var denmektedir.
Burada öğrendiğimiz başka bir şey de, rüyayı yalnız salih amel işleyenler görmez. Tüm insanlar sahih rüya görebilir. Rüyadan herkes yararlanabilir.
Yusuf kıssası anlatılırken hep rüyalar işe karışmaktadır. Hazreti Yusuf’un babasının yanında gördüğü rüya, hapishane arkadaşlarının gördüğü rüyalar ve melikin gördüğü rüya.
Melikin gördüğü rüya iki rüya değildir, tek rüyada iki sahnedir. Çünkü “erâ” kelimesini tekrar etmiyor.
أَفْتُونِي فِي رُؤْيَايَ
(EaFTUvNİy Fİy RuEYAyYa)
“Rüyam hakkında bana fetva veriniz.”
“Fetv” terazinin kefelerinden biridir. “İfta etmek” demek, tartmak demektir, karşılaştırmak demektir, benzetme yoluyla sorunu çözmek demektir.
Burada yedi bolluk yılı, semiz inek ve yeşil başak ile yedi kıtlık yılı, yedi zayıf inek ve kuru başakla karşılaştırılmıştır.
Kur’an’da fetva kıyas hakkında zikredilmektedir. Fetva vermek demek, kıyas yaparak hükmü bildirmek demektir. Kur’an’dan önce gelen kitaplar fer’î hükümleri içermekte idiler. Kur’an ise hüküm için bir misal vermektedir. Kalanlar ona kıyas edilerek hüküm tesbit edilir. Bu kıyası halk yapamayacağı için rasihlerden fetva istenir. Fiilen gerçekleşen bu husus Kur’an’da miras bahsinde örnekle anlatılmaktadır. Nisâ Sûresi’nin son âyetlerinde bu mesele izah edilmiştir.
Melik de meleinden rüya hakkında fetva istemektedir. Fetva veren zorlayamaz, yani fetva veren emredici hüküm koyamaz. Sadece bilgi verir. Fetva alan fetvaya kani olmazsa uymayabilir. Başkasından fetva isteyebilir, yani müftüsünü değiştirebilir. Melik fetva istediğine göre “fetva” kelimesinin mânâsı budur.
“Fî” harfi zarf için gelir. Aynı zamanda ona aidiyeti anlamına gelir. “El-ilmü fî es-semavati” demek, gökler hakkında ilim demektir. Buradaki “Fî” miyar için gelmiş olur.
“Rüya” kelimesi kelime itibariyle masdar ise de, isimleşmiş olarak uykuda görülenlerdir. “Re’y” kelimesi ise düşüncedeki görüş/oy anlamındadır. Arapçada değişik masdarlar değişik mânâları ifade eder. Fiil aynı olur. “Raeytü re’yen” derseniz, görüşüm böyledir anlamı çıkar. “Raeytü rü’yen” derseniz, uykudaki rüya çıkar. Dilin kullanılmasında bazı kurallar ortaya çıkar. Gramerle her zaman zapt etmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki Kur’an Arapçası bugünkü halkın kullandığı Arapçadan tamamen farklıdır. Fıkıhçıların ve kelamcıların Arapçasından da farklıdır.
إِنْ كُنتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ (43)
(EiN KuNTuM Li elRuEYAy TaGBuRuNa)
“Eğer rüyayı tâbir eder kimseler iseniz.”
“Rüya” kelimesi burada tekrar edilmiştir. Çünkü melikin kastettiği rüya kendi rüyası değildir. Genel olarak rüyayı tâbir eden kimseler iseniz demektir. Buradaki “Lam” cins içindir. Dolayısıyla ahd için olan birinci rüyadan farklı olduğu için rüya kelimesi tekrar edilmiştir. “Küntüm” ile de onların hâline veya vasfına işaret edilmektedir. Siz böyle bir mesleğe sahip iseniz demektir.
Yukarıda “fetva verin” denmiştir.
Burada “tâbir edenler iseniz” denmiştir.
Fetva ile itbar birlikte zikredilmiştir. Kur’an’da fetva ile ilgili âyetler olduğu gibi elbab sahibine itbar edin de demektir. Yani fetva ve itbar aynı anlamlarda kullanılmaktadır.
İkisi arasındaki farkı şöyle belirteceğiz. Fetva kıyasta neyin neye tekabül ettiğini bulmaktır. İki şeyi karşılaştırmaktır. İtbarda ise akarsuyun bir yakasından karşı yakasına geçmek anlamında olan kelimeden gelmektedir. Taşlara basa basa karşı tarafa geçersiniz. Buna “ubur” denir. “İbre” kelimesi de buradan gelir. Terazide işarettir.
Yukarıda “Fî” olarak zikredilmiş, burada ise “Li” olarak zikredilmiştir. Burada rüyada görülenlerle gerçekte olacaklar arasında bağlantı kurmak demektir. Yani rüyayı hayata geçirmek anlamındadır. Suyun beri yakasında olanı karşı yakaya götürme demektir.
Rüyayı tâbir edenlerden iseniz demek, yani görülenleri değerlendirip hayatta olacakları açıklayan kimselerden iseniz demektir.
***
قَالُوا
(QAvLUv)
“Dediler”
Buradaki zamir melee gitmektedir. Karşılıklı konuşmada arada atıf harfi koymadan kale kale söylenirse mütekellimler değişmektedir. Burada melik söylemiş, mele’ de ona cevap vermiştir. Bir grup nasıl cevap vermiştir? Hepsi birden aynı cümleleri söylememiştir.
Melik rüyanın tâbirini isteyerek susmuş ve beklemiştir. Orada olanlardan birinin aklına bir şey gelseydi melikten izin ister ve tâbirini yapardı. Kimse yapmayıp susunca, onlardan biri onlar adına söz almış ve “biz bu rüyanın tâbirini bilmeyiz” demiştir. Diğerleri de sükut etmişlerdir. Bu şekilde hepsi birden demiş olurlar.
O halde bir toplulukta biri bir söz söyler, öbürleri de susarsa, söylenene iştirak etmiş olurlar. Onlar da söylemiş olurlar. Biri bir iş yapar; kimse ona niçin yaptın, yapmamalıydın demezse, o kimsenin yaptığını onaylama anlamına gelir ve topluluğun kararı olarak anlaşılır. Ma’şeri kararlar böyle doğar.
Biri bir şey yapar, diğerleri itiraz etmez ve herkes yapmaya başlarsa, fiilen onu topluluk benimsemiş olur. Bu âyet buna delâlet eder. Çünkü onlardan biri söyledi denmiyor, hepsi söyledi deniyor. Demek ki birinin söylediği diğerlerinin de söylediği gibidir.
أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ
(EWĞAvÇu EaXLAMın)
“Ehlamın edgası diyorlar.”
Karmakarışık rüya diyorlar. Elektrik devrelerde insanın uyku hâliyle rüya hâli bilinmektedir. Rüya hâli ayıklığa daha yakındır. Herkes uykunun beşte birini rüya ile geçirir. Rüyada da beşte bir daha özel hâl vardır. Bunun hakkında fazla bilgiye sahip değiliz.
Şimdi rüyaları ikiye ayırmalıyız. Tuvalet sıkıntınız olmadan rüyada tuvaletinizin geldiğini görürseniz ve boşanırsanız, bu sahih rüyadır. Çünkü sizin bedenî bir ihtiyacınız olmadan görmüşsünüzdür. Bazen uykuda tuvaletiniz gelir. Onun baskısı ile rüya görürsünüz. Uyandığınızda tuvalete gidersiniz. Burada görülen rüya bedenî ihtiyacın doğurduğu rüyadır.
Freud bütün rüyaları böyle saymaktadır.
Kur’an ise bunları ayırmaktadır.
Mısırlıların da ayırdığı anlaşılmaktadır.
“Hulum” “halba” kelimesi ile akrabadır. Tatlı demektir. Baliğ olanların gördükleri cinsel rüya benzeri rüyalardır. Bunların tâbiri yoktur. Bunların ancak Freud’un tahlilleri benzeri bir değeri vardır.
“Dığs” demet demektir. Koparılmış dalların bir bağla bağlanıp demet hâline getirilmesidir. Yani bu rüyalarda da bir birlik vardır. Ancak bunlarda hayatın değişik sahneleri bir araya getirilmiştir. Başka bir ifade ile rüyaların bir kısmı geçmişle ilgilidir. Değişik etkiler altında şimdi görülenlerdir. Bunların tâbiri kişinin geçmişini bulmakla olur. Bu husus ayrı bir ilimdir. Yani rüyaların birçoğu geçmişte başımızdan geçen olayların etkisi ile bugün onları görmemizdir. Olayların etkisiyle insanda ruhi sıkıntı oluşur. Mesela sizi birisi dövmüşse, sizde ona karşı kin uyanır. Beyninizde devamlı intikam alma arzusu doğar. Rüyada eğer onu döverseniz o intikam hissi ortadan kalkar. İşte bu tür rüyalara “hulum” denmektedir. Bunlar değişik zamanlarda oluşan olayların sonucu olmaktadır. Onun için “edğas” demektedirler.
Mısırlıların bu incelikleri bildikleri anlaşılmaktadır.
Rüya ise gelecekte olacak olaylar hakkında uyarılardır. Sorun, uykuda görülenlerin hangilerinin “ehlâm” hangilerinin “rüya” olduğunu bilmektir.
Melikin gördüğü ehlâm değil rüyadır. Buna delalet eden pek çok şey vardır. İki olayda da 7 sayısının bulunması, iki rüyada da besin ana çeşitlerinin alınması; şişman, zayıf, yeşil, kuru. Tamamen bir olay anlatılmaktadır. Bir sayıklama olmamaktadır. “Hulum”a Türkçede sayıklama denmektedir.
وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الْأَحْلَامِ بِعَالِمِينَ (44)
(Va MAv NaXNu Bi TaEVIyLı elPLAMı Bi GAvLıMIyNa)
“Biz ehlâmın tevilini ilm eden kimseler değiliz.”
Buradaki “Ve” vavı hâliyedir. Bu rüya değil ehlâmdır. Biz rüyaları tâbir ederiz, hulumları tevil etmeyi bilmiyoruz diyorlar. “Ehlâm” burada tekrar edilmiş, izmar edilmemiştir. Bundan önceki ehlâmın ahdı içindir. Orada kastedilen ehlam ile buradaki ehlam farklı olduğu için izhar edilmiştir. Cins isimde müfret cemden daha şamildir, yani daha katiyet ifade eder.
Rüya için tâbir, ehlâm için tevil zikredilmektedir. Hadiselerin de tevilinden bahsedilmektedir. Tevilde olaylara sebepler bulmaktır. Yani bu olay oldu; neden oldu, sebebi nedir? Onu bulmak tevildir. Geçmişle ilgili rüyaları tahlil etmek tevildir. ‘Ben bu rüyayı niye gördüm’ derseniz, bunu tahlil ederseniz tevil olur. Yani tevilde önce olaylar sonra rüya vardır. Tâbirde ise önce rüya sonra olay vardır.
Ehlâmın tevili de bir ilimdir. Bu hususta birlikte çalışılması gerekmektedir. Ehlâm tevilcileri oluşacaktır. Kişilerin geçmişlerini takip edecek, sonra görülen sayıklamalar tahlil edilecektir. Biz bir rüya sayfasını açacağız. Bu hususla ilgilenenler tevillerini ve tâbirlerini yapacaklardır. Zamanla ilim ortaya çıkacaktır. Herkesten önce kişi kendi rüyalarını yazacak, onları tâbir ettirecektir. Gelecekte insanlık rüya tâbir ve ehlâm tevillerinde fizik ve kimya ilimleri gibi ilimlere sahip olacaktır.
Gerçi bu sözler Mısırlıların sözleridir. Allah bunları bize nefyetmeden nakletmektedir. Kavramları kullanmaktadır. Belki de Mısırlılar bu kadar veciz ifadeleri kullanmamışlardır. Ama Allah onların söylediklerini veciz Arapça ile bize anlatmaktadır.
RÜYA, EHLÂM, TEVİL ve TÂBİR kelimelerini karşılaştırarak sonuçlara varabiliriz.
“İlim” demek “sayı” demektir.
“Matematik” demek “mühendislik” demektir.
Yirminci yüzyıla kadar fen ilimleri ile sosyal ilimler tefrik ediliyor, birinde matematiğin ve deneyin hakim olduğu, diğerinde ise sadece muhakemenin olduğu iddia ediliyordu. Oysa astronomide herhangi bir deney yapamıyoruz ama astronomi ilmi vardır. Bir gazın molekülleri arasındaki ilişkiyi takip edemiyoruz ama gaz kanunları vardır. Yirminci yüzyıl bize birçok yenilik getirmiştir. Bunların başında elde ettiğimiz ilmin kesin olmadığıdır. NİSBÎDİR, İZAFÎDİR, İHTİMALÎDİR, TAKRİBÎDİR.
Şimdi bunu bir misalle izaha çalışalım.
Bir masanın kaç santim eninde ve boyunda olduğu ölçülecektir. İki kişi ölçmektedir. Bu iki ölçü tıpa tıp aynı olamaz.
1- Ayrı ayrı metrelerle ölçülmektedir. Aynı metre ile ölçülse bile metre sıcaktan veya soğuktan dolayı uzayıp kısalmaktadır. İki ölçü hiçbir zaman aynı olmaz.
2- Ölçülen masa ayrı ayrı zamanlarda ölçülmektedir. Oysa masanın boyu her zaman aynı kalmaz. Sıcaktan, soğuktan, rutubetten uzar ve kısalır. O halde iki ölçü arasında fark vardır.
3- Ölçen farklı insandır. Onun gözleri ile diğerinin gözleri arasında fark vardır. Biri sağdan biri soldan bakmıştır. Dolayısıyla farklı büyüklükte ölçüler yapmışlardır.
Sonuç olarak ölçü takribidir ve ihtimalidir. Birkaç ölçü alınır. Onun orta değeri bulunursa en çok muhtemel veya en çok yakın değer bulunabilir.
Demek ki, ister sosyal ilimler olsun, ister doğal ilimler olsun, hepsi aynı kanunlara tâbidir. Zamanla olaylar ölçülüp tartılmaya başlanmaktadır. Müsbet ilmin alanı genişlemektedir. Buna iki buluş imkan sağlamaktadır.
Biri ihtimaliyat hesabıdır. İhtimaliyat hesabı bize birçok olayı matematikleştirmiştir.
Diğeri ise geniş haberleşme imkanı. Bugün internetle rüyamızı her tarafa duyurabilir, onların tâbirlerini veya tevillerini alabiliriz. Oysa eskiden ancak bir iki arkadaşa anlatabilirdik.
Böylece sosyal ilimlerde de müsbet ilim artık gelmektedir.
Yerinden bağımsız yönetimler sayesinde her bir birim bir deney yeri olacaktır.
***
وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا
(Va QAvLa elLaÜIy NaCAv MıNHuMAv)
“İkisinden necata eren kavletti.”
Hapishanede beraat eden veya serbest bırakılan kişi için “zanne ennehu nacin” denmişti; burada “Ellezî Necâ” denmiştir.
“Necat” kelimesi hapishaneden kurtulma şeklinde ifade edilmiştir.
“Ellezî Necâ” denmiş olması yeterli iken, “Necâ Minhumâ” denmiş olması tasrih içindir. O günleri hatırlatmak içindir. Hapishaneden çıkarken Hazreti Yusuf ona “beni rabbinin yanında zikret” demişti. İşte o olayı hatırlatmak için “Necâ Minhumâ” denmiştir.
Burada melein içinde bu kişinin de mevcut olduğu anlaşılıyor. “Kâlû/dediler” atfetmesinden de bunu anlıyoruz. O halde sarayın melei sadece hürler değil, sarayda yaşayan köleler de dahildir. Kölelerin de söz hakkı vardır demektir. Ne var ki onlar ancak söz sahibidir, oy sahibi değildir. Bu sebeple ona sorulmamış, o sadece kulak misafiri olmuştur. Melikin danışmanları vardır. Onlarla istişare eder. Onların oylarını alır ve karar verir. Ancak bu diğer cemaatin huzurunda açık yapılır. Onlar söz isterlerse verilir, yahut verilmez.
“Adil Düzen”de bucak başkanı bucak şûrası ile istişare eder. İstişare açık yapılır. Şûrada olmayan üyeler kendi görüşlerini kendi dayanışma ortakları üyesi olan temsilcilerine bildirirler.
Burada bir şeyle daha karşılaşıyoruz. O da melik etrafına danışmış ama istediği cevap veya çözümü alamamıştır. İstişare sonuçlanmamıştır. O zaman meclis tatil edilir. Topluluk o sorun üzerinde düşünmeye başlar. Başkan çözümü bekler.
“Adil Düzen”de istişare mekanizmasını şu şekilde geliştiriyoruz. Başkan önce şûra üyeleri ile istişare eder. Sorunu çözerse mesele biter. Sorunu çözemezse, o zaman bölgedeki emirlerine emir vererek istişare konusunu ortaya koyar. Onlar da oralardaki nâsa/insanlara duyururlar. Sonunda herkes kendi görüşünü kendi dayanışma ortaklığına bildirir. Ondan sonra başkan ikinci istişaresini yapar.
Vücudumuzda atar damarlar vardır, toplar damarlar vardır. Vücudumuzu haber alan sinirler vardır, hareket sinirleri vardır. Gidiş ve dönüşler ayrı kanallardan yapılır.
Melik meclisi dağıttıktan sonra çözüm gelmektedir. Bizim yaptığımız başkanın danışmasını ayrı kanalla, istişareyi ayrı kanalla almaktadır.
وَاِدَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ
(VadDaKaRa BaGDa eUMmaTin)
“Ümmetten sonra hatırladı”
Söyledi ve hatırladı deniyor. Önce hatırladı sonra söyledi demiyor, “Ve” harfinde tertip yoktur. İşte Kur’an böylece aynı zamanda örneklerle usulün hükümlerini katmaktadır. “İddekera ve kâle” diyebilirdi. Ama demedi. Önce söyledi diyor. Sonra hatırladı diyor.
“İddikar” zikrin iftial bâbıdır. “T” “D”ye dönüşmüş, sonra da “zal” idgam edilmiştir. “Zekera” hatırladı denmiyor da, “izdekera” deniyor, iftial bâbını kullanıyor. Yani kendisini zorlayarak hatırladı, zor hatırladı demektir. Melein rüyasını dinledikten sonra; bilinç altında bir şeyler vardır, hatırlamaya çalıştı demektir.
Aradan seneler geçmiştir. Yine hafızanın bir kuralı vardır. Önce hayal meyal hatırlarsınız. Sonra düşünüp olayları sıraladıkça nihayet dosyayı bulur ve hafızanıza getirirsiniz. Biri size bir şeyi hatırlatır, siz de ‘hatırlamıyorum’ dersiniz. O size bazı şeyleri hatırlatıp ip ucu verir, sonra sizin aklınıza da o sahneler gelir.
İşte, kendi kendinize hatırlamaya çalışmak izdikardır.
Ümmetin sonra anması nedir?
“Ümmet” zaman değildir. Hatırlamaya çalışmaktır. Yani düşündükten sonra hatırladı demektir. Bu gibi şeyler olmaktadır.
“Ümmet” imamı olan topluluk demektir.
Olayları peş peşe sıralar ve unutmadığınız olayı hatırlarsanız, o olayın çağrışımı sonucu unuttuğunuzu da hatırlarsınız. Bilgisayarda kaybettiğiniz bir dosya varsa, adını da unutmuşsanız, onu yazdığınız olayları hatırlar, aynı dosyaların olduğu klasörü düşünebilirsiniz. Yahut dosyanın tarihini bulursunuz. Sonunda o klasörde veya tarihteki dosyaları açar, dosyanızı bulursunuz. İşte bu çabaya “ümmet” denmektedir. Yani ilişki kurup bir mantık içinde yolu takip ederek sonunda hedefe ulaşmak demektir.
Demek ki “ümmet” bir muhakeme tarzıdır, bir araştırma tarzıdır. İp uçlarından hareket ederek hedefe ulaşmak demektir.
Soruşturmacılar, tarihçiler, matematikçiler hep bu metodu kullanarak hedefe ulaşırlar. Cebir budur, bilinenlerden bilinmeyenleri bulmaktır. Yani hatırlananlardan yola çıkarak hatırlanamayanlara ulaşmaktır.
Uzun bir muhakemeden sonra peş peşe hatırlamalardan sonra nihayet adama ulaştı. Bilinç altında bir şeyler onu dürter, o da gereken çözüme ulaşır.
Bu dürtü nasıl hâsıl olmaktadır? İnsanın kendisinden başka birisi mi dürtmektedir? Yoksa insanın ruhu mu bu araştırmayı yapmaktadır? Ruh dosyaları karıştırarak ona mı ulaşmaktadır? İnsanın ruhu beyni ile nasıl ilişkiler kurmaktadır? İnsanın ruhunda beynindeki hafızadan başka hafıza var mıdır? Biz bilgisayarı kullanırken bizim hafızamıza dayanmaktayız; acaba ruhun da böyle hafızası var mıdır? Ruh ne zaman insan beyni ile ilişkiye geçer?
İşte bütün bunlar üzerinde daha çok çalışma yapılması gerekir. “Ümmet” kelimesi bize burada yardımcı olabilir. Ne var ki bu iş için bilgisayar teknolojisini çok iyi bilmek, insan beynini çok iyi tanımak ve ruhsal olayları kavramak gerekir.
Bütün bunlar sadece bir kişinin tek başına yapacağı işler değildir...
أَنَا أُنَبِّئُكُمْ
(EaNa EuNabBiEuKuM)
“Ben size tenbi edeyim.”
Hazreti Yusuf’un kurtulan hapishane arkadaşı kendisini zorladıktan sonra Hazreti Yusuf’u hatırlamış ve Hazreti Yusuf’un tâbir ettiği rüyaların gerçekleştiğini hatırlamıştır.
Hazreti Yusuf’un bu arkadaşı Hazreti Yusuf’u kurtarmayı düşünmemektedir. Kendisi gidip öğrenecek, sonra da geri gelip sonucu anlatacaktır. Onun için “ben size anlatacağım” diyor. İf’al bâbını kullanmıyor, tef’il bâbını kullanıyor.
Rüya bir defa tâbir edilip bitmez. Üzerinde düşünülür. Olaylar gerçekleştikçe kalan olaylar daha sağlıklı bir şekilde tespit edilebilir. Bu sebeple rüyanın birden yorumu yerine peyderpey yorumu esas olduğu için if’al bâbı değil de tef’il bâbı kullanılır.
Buradaki “Küm” zamiri melee gidiyor. Melike anlatmayacak, melikin yakınlarına anlatacak, yakınları melike götürecek.
Bizim de Adil Düzen görüşmelerinde kabul ettiğimiz sistem budur. Halk görüşlerini temsilcilerine bildirir, temsilciler de imama bildirirler.
Uzun yılların tecrübesi ile Mısır’da elde edilen bu sonuçları Hazreti Yusuf’a ve Hazreti Musa’ya öğretmek için İsrail Oğulları Mısır’a götürülmüştür
Burada cümle isim cümlesi yapılmıştır, “ben size bunu anlatacak kimseyim” deniyor. Demek ki başkasına yaptıracağın bir şeyi sen taahhüt edebilirsin. Selemde sipariş alanın üretici olması şartı yoktur. Mağaza ve tüccarlar üretmedikleri malları sipariş alabilirler.
بِتَأْوِيلِهِ
(BiTaEVİyLiHİy)
“Onun tevilini.”
Melee uykuda görülenin “rüya” değil “ehlâm” olduğunu söylemişler ve biz ehlâmın tevilini bilmiyoruz demişlerdi. Hazreti Yusuf’un hapishane arkadaşı bu ehlâm değil rüyadır diyor. Tevilini getireceğim diyerek tâbirini değil tevilini getireceğini ifade ediyor.
Buradaki “hi” zamiri melikin gördüğü rüyaya gitmektedir.
Buradan anlaşılıyor ki konuşma aynı mecliste devam ediyor, yani hatırlama meclis dağıldıktan sonra değil, meclis içinde olmuştur. Yoksa başka zaman “hi” zamiri melikin gördüğü rüyaya gitmezdi, yahut rüya o kadar konuşulmaya başlanmış ki adını zikretmeden sadece işaretle de o rüya anlaşılmaktadır.
فَأَرْسِلُونِي (45)
(FaEaRSiLUvNİy)
“Beni irsal edin.”
Beni elçi olarak gönderin, gidip ondan öğreneyim, gelip size anlatayım. Melik rüyanın tevilini istemiş, melikin danışmanları sorusunu cevaplandıramamışlardır. Cevaplandıramamış olmanın sıkıntısı içinde bunu konuşmakta ve tartışmaktadırlar.
Topluluk bir konu üzerinde durmaya başladığı zaman herkes onunla ilgilenir, herkes onu düşünmeye başlar. Birbirlerine etki ederler. Sonunda sorun çözülür.
Sermaye bunu bildiği için topluluğu başka şeylerle meşgul eder. AK Parti’nin kapatılması konusu böyledir. İşsizliği konuşup karınlarını doyuracakları yerde; partililer, ‘senin yüzünden açız’ diyerek günlerini heder ediyorlar.
Firavunun melei böyle yapmıyor, konu üzerinde duruyor, sorunu çözüyor ve Mısır helâk olmaktan kurtuluyor.
Basın AK Parti’ye saldırmak veya onu savunmak gibi şeylerle halkı meşgul edeceğine; işsizlik önerilerini yayınlasa, biri çıkıp bir çözüm yolu getirebilir.
Mesela, medya tarafından teçhiz edilmiş birileri Akevler’den, Akevler Adil Düzen Çalışanlarının çalışmalarından hükümeti veya orduyu haberdar edebilir ve onlar da Türkiye’nin işsizlikten nasıl kurtulacağını öğrenebilir.
Osmanlıların duraklama devrinde sıkıntılara çare arayan padişaha kendi dükkanında basit imalat işleriyle uğraşan seksen yaşlarındaki Köprülü’yü tavsiye ederler. Padişah da onu sadrazam yapar. Sonra çocukları da sadrazam olur ve böylece imparatorluk eski gücüne kavuşur.
Mısır meliklerinin en büyük özellikleri her söze kulak vermeleridir. Bu sayede Mısır imparatorluğu bin yıldan fazla yaşamıştır.
Beni melik göndersin demiyor da siz gönderin diyor.
Buradan anlaşılıyor ki, Mısır’ın günlük işlerini tedvir eden melik değil mele’dir.
Bu da yönetimin temel kuralıdır. Başkan işleri yürütmez, alt kademelerle ilişki kurmaz, yerinde oturur. İşlerde aksama olursa o zaman müdahale eder. Topluluklardaki işler bir makine gibi kendiliğinden yürür, herkes kendi içtihadı ile işlerini yapar. Bir tıkanma olursa o zaman başkan müdahale eder.