YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
2398 Okunma
YUSUF 20-22

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 6

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنْ الزَّاهِدِينَ(20) وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَنْ يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ(21) وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ(22)

 

وَشَرَوْهُ

(Va ŞaRaVHu)

“Ve onu şira ettiler.”

Yusuf’u bir esir imiş gibi satmışlardır. Yusuf bu satışa ses çıkarmamış, kabullenmiştir. Yapacağı başka bir şey yoktur.

Kur’an Arapçasında satma anlamında iki kelime vardır: Şira ve Bey’.

Satın alma anlamında da iki kelime vardır, ikisi de iftial bâbındandır: İştira ve İbtia.

Kur’an Arapçasında aynı mânâya gelen iki kelime yoktur.

Mutlaka aralarında fark vardır.

Bey’” kelimesi  tokalaşma anlamına gelen “BYG” kökünden gelmektedir. Alıcı ve satıcı el ele tutuşur, biri teklif eder, diğeri kabul eder. Eller bırakılmazsa rücu hakları vardır. Ellerini bıraktıkları takdirde akit tamam olmuş demektir. Bu alışverişte böyle olduğu gibi seçimde de böyledir. Biat alan elini üst tarafta tutar. Biat eden ellerini alt tarafta tutar ve mubayaa ederler. Böylece başkan seçilmiş olur veya dayanışma ortaklığı oluşmuş olur. Alıcı ve satıcılar ellerini yan yana tutarlar ve eşitlik içinde bey’ olmuş olur. Kur’an da “Bey’” ve “Bayi’” kelimeleri vardır, “İbtia” kelimesi yoktur.

Şira” ise atardamardır. Nabız anlamındadır. Bu satış pazarlıksızdır. Satıcı satacağı malın fiyatını söyler, alıcı ya kabul eder veya etmez. Bu satış esnasında satıcı periyodik olarak bedelini bağırarak ilan eder, kim önce ‘aldım’ derse ona satılmış olur. Çağımızda etiketleyip satmak veya tellal vasıtası ile satma veya internetle satma veya ihaleler böyle yapılır. Teklifi kabul eden tarafından yapılan açık artırma veya açık eksiltme meşru değildir. Satıcı ve alıcı tek fiyat ilan eder, istediği zaman bunu değiştirir. Karşı taraf ‘aldım’ veya ‘sattım’ dediğinde akit tamam olmuş olur.

Gelecekte  satış ve alışlar internette sunulacak, kim önce ‘kabul ettim’ derse akit tamamlanmış olacaktır.

Yani mübadele veya iş anlaşmaları bey’ usulü ile değil, şira usulü ile olacaktır.

Yusuf’u şira usulü ile sattılar, yani bedelini ara ara ilan ettiler ve bu bedeli ilk kabul eden Yusuf’u satın almış oldu.

بِثَمَنٍ بَخْسٍ

(Bi ÇaMaNin BaPSin)

“Bahs bir semen ile sattılar.”

Bahs” zayıflamış, kuru kemik kalmış; kuru kemik el ve ayak demektir.

Semenin Bahsin” demek, ucuz demek, az paraya satılmak demektir.

Mallar piyasada belirlenmiş bir bedelle alınıp satılır. Piyasa öyle oluşur ki, satın alıcılardaki toplam para satıcılardaki toplam malı satın alabilsin. Fiyatlar böyle oluşur. Pazarda satıcılardan acele satmak isteyenler fiyatları ucuz tutar, bir an evvel mallarını satarlar.

Öğleye kadar satışta tok olan satıcılar fiyatları düşürmezler, bir an evvel satın alıp gitmek durumunda olanlar yüksek fiyatlarla malları satın alırlar.

Öğleden sonra ise satılmayan malların fiyatları düşmeye başlar.

Yusuf’u satanlar bir an evvel satmak için Yusuf’un bedelini ucuz tutmuşlardır.

Halktan parası az olanlar sabahleyin pazara gelir, böyle ucuz satanlardan almaya çalışırlar. Ticaret yapanlar ise öğleden sonra halkın mallarını ucuz olarak alırlar.

Yusuf’u erken saatlerde ucuz satarak bu işin ticaretini yapan köle tüccarlarının eline düşürmek istememişlerdir. Böylece Yusuf’u kendisi için satın alan birini bulmuşlar, dolayısıyla onu rahat edeceği bir yere satmışlardır.

Köleler iki maksatla satın alınır.

Ya ev için satın alınır, ev işleri görmek üzere istihdam edilir. Bunlar şanslı kölelerdir. Sabahleyin ucuz satılmakla Yusuf bu şansı elde etmiştir.

Ya da köleler işçi ve ırgat olarak çalıştırılmak üzere büyük işletmeler tarafından satın alınırlar. Bunlar köle tüccarları tarafından temin edilirler.

Yusuf küçük olduğu için tüccarlar nezdinde değeri yoktur. Oysa ev için istihdam edenler küçüklerden daha çok hoşlanırlar, tüccarlardan daha çok para verirler. Küçükleri istedikleri gibi eğitip yetiştirirler, küçükler kendilerine daha çok bağlı kalırlar.

Yusuf’u satanlar pazarın bu özelliklerini iyi bilmektedirler.

Bahs” kelimesi, ucuzluk anlamı yanında, fiyat anlamında da kullanılır. Farsçadan gelmiş olan Türkçedeki “pahalı” kelimesi, “bahs” kelimesinin Türk hançeresine göre söylenişidir. Fransızca’daki “pri” kelimesi ile Gürcüce’deki “pasi” kelimesi fiyat anlamındadır. Bütün bu kelimeler “bahs” kelimesi ile akrabadır.

دَرَاهِمَ

(DaRAHiMa)

Dirhemlerle

Derahim” “dirhem”in çoğuludur.

İlk insanlar toplayıcılıkla geçiniyor, para olarak kuru yemiş veya fıstık gibi meyveleri kullanıyorlardı.

Avcılık döneminde hayvan derileri para olarak kullanılmıştır.

Çobanlık döneminde ise yün ve yumurta para olarak kullanılmıştır.

Tarım döneminde bakır ve gümüş gibi madenler para olarak kullanılmıştır.

Uluslararası ticaret gelişince; ‘gümüş’ün taşınması zorlaştığından, daha az bulunan ve dolayısıyla çok daha değerli olan ‘altın’ para olarak kullanılmağa başlanmıştır.

Hazreti Yakup zamanında uluslararası ticaret başlamıştır. Mısır, Mezopotamya, İran ve Anadolu’da uygarlıklar oluşmuş ve uluslararası ticaret gelişmiş, ‘altın’ para olarak kullanılmaya başlanmış, ne var ki henüz ‘altın sikke’ çıkarılmamıştır.

Pazarlar ‘altın’ üzerine değil, ‘gümüş’ üzerine kurulur. Çünkü fiyatlar gümüş karşılığı oluşur. Ancak ‘gümüş’ün taşınması zor olduğundan dışarıdan gelen tüccarlar ‘altın’ getirip gümüşle satar, onunla ülkelerine götürecek oldukları malları satın alır yahut gümüşle mallarını satar, onunla altın satın alır ve onu memleketlerine götürürler.

‘Gümüş’ iç paradır, ‘altın’ dış para yani dövizdir.

İnsanlar ilk yaratıldıklarından beri mübadele yapmaktadırlar. ‘Yumurta’ ve ‘ceviz’ veya ‘koyun’ ve ‘deri’ gibi malları sayarak, tahıl gibi bazı malları da ölçerek satıp almışlardır. Bazı malları ise tartarak değiştirmişlerdir.

Tartma nasıl yapılır?

Bir çubuğun ortasına ip bağlamak, iki başına birer kefe asmak suretiyle yapılır. Kefenin birine ağırlığı bilinen taşlar konulur, diğerine ise tartılacak eşya konur. Kefeler denkleşince ağırlıklar eşitlenmiş olur. Çubuk, ip ve kabak kabuklarından oluşan ilk terazi ile bugün gramın binde birlerini ölçen teraziler hep bu sistemle çalışmıştır.

Tarih kitaplarında meskuk (sikke) paranın çok sonraları Lidyalılar tarafından kullanıldığı yazılıdır. Altın için bu doğru olabilir. Gümüş için durumun böyle olmadığı Kur’an’ın bu ifadesinden anlaşılmaktadır.

Ağırlık birimi olarak gümüş küçük eşit parçalara bölünmüştür. Bunlar terazinin ağırlık kefesine konmaktadır. Bu parçalar aynı zamanda para olarak kullanılmaktadır. Buna ‘dirhem’ deniyor. Dirhem ağırlık birimi olarak Türkiye Cumhuriyeti dönemine kadar kullanılmıştır. 3,2 gram ağırlığındadır. Gramının fiyatı 0,75 TL olduğuna göre, bir Osmanlı dirhemi gümüş 2,5 TL civarındadır. Mısır dirheminin de bundan pek farklı olmadığını düşünebiliriz. Bu dirhemlerin üzerinde herhangi bir yazı yoktur. Ama Mısır’da bu dirhemleri devlet çıkarmaktadır. Ağırlıkları birbirine eşittir. Ayrıca büyük boy yani 5 dirhemlik veya 20 dirhemlik gümüş parçalar çıkmış olabilir.

Biz bunları Kur’an’ın ifadeleri ile yorumluyoruz.

Tevrat, kazılar ve papirüslerle tahkik edilebilir.

Tarihî bilgimize göre meskuk para o zaman yoktur ama terazi vardır. Devletçi olan Mısır yönetiminde ağırlık birimleri olarak taşların bulunacağı kesindir. Çünkü Mısır’da terazi vardır. Belli olmayan bu taşların para olarak da kullanılıp kullanılmadığı hususudur.

“Dram” kelimesi damla ile akrabadır. Kafkas dillerinde çok az bir şey demektir.

مَعْدُودَةٍ

(MaGDUvDaTin)

“Ma’dud dirhem.”

Ma’dud” sayılı demektir. Baktığın zaman saymaya gerek görmeden miktarını bilebildiğin çoklukta olanların sayısına ma’dut sıfatı getirilir.

“Derahime” mecrurdur; iki illet yerine geçen cem ile gayri munsariftir, fetha ile mecrurdur. Sıfatı olan “ma’dudetin” kesre ile mecrurdur. “Ma’dudedetin”deki “t” cem/çoğul “t”esidir.

Burada “ma’dudetin” denmiş olmasıyla anlıyoruz ki, dirhem para birimi olarak kullanılmaktadır demektedir. Yoksa “kaliletin” derdi.

Bu açık ifadedir. Bunun araştırılması gerekir.

Yusuf’u ucuz fiyatla, yani birkaç dirhemle satmışlardır. Maksatları az bir para kazanmanın yanında çocuğu telef olmaktan kurtarmaktır. Allah’ın takdirine göre Hazreti İbrahim’in torunu olan Hazreti Yakup’un çocuklarını Mısır’a götürüp yerleştirmektir.

Bize göre en küçükleri olan Yusuf’un başkanlığında bu kardeşler oraya yerleştirilecektir. Yusuf yerine büyüklerden biri seçilseydi, Mısır’da Mısır uygarlığını zor öğrenirdi. Oysa Yusuf küçükken Mısır’a götürülmüş ve kendisi kolayca Mısır uygarlığını öğrenmiştir. Orada yönetici olma eğitimini almıştır. Kendisine gelen vahiy ile Mısır uygarlığına katkıda bulunmuştur. Bu sebeple küçük kardeş seçilmiştir. Diğer kardeşler ise peygamber Hazreti Yakup’un Mezopotamya uygarlığını öğrenmişlerdir. Sayıları on kişi kadar olan bu kardeşler aşiret oluşturmuşlar ve kendi aşiretlerini kurmuşlardır. Yani iki uygarlığı bilenler önce aşiret, sonra kabile, sonra da şa’b seviyesinde bir topluluk oluşturmuştur.

“III. Bin Yıl Uygarlığı” da böyle iki uygarlığın sentezinden doğacaktır.

Bugünkü uluslara baktığımızda görüyor ve anlıyoruz ki; çağımız dünyasında bununla görevlendirilmiş ulus Türkiye Türkleridir.

Kur’an’da Hazreti Yusuf’un, Hazreti Musa’nın, Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman’ın anlatıldığı âyet ve sûreleri bu gözle tetkik edip değerlendirmemiz gerekmektedir.

وَكَانُوا فِيهِ مِنْ الزَّاهِدِينَ (20)

(Va KAvNUv FİyHi MiNa elZAvHiDİyNa)

“Onlar onda zahidlerden idiler.”

Fihi”deki “Hi/o” Yusuf’a gitmektedir.

Kânû” fiil-i nakıstır, oldular mânâsı da verilebilir.

Zahid olmak” demek, önem vermemek demektir. “Zühd”ün kökü, çoğun yanında artık olan azdır. Bir ağacın meyvesini devşirdikten sonra üstünde kalan meyveler zühd olup sahipleri onları devşirmeye gerek görmezler.

Yusuf’u satanlar Yusuf’un değerine fazla önem vermemişlerdir. Anlaşılan kazançları yüksek olan bir kafile idi. Para kazanmaktan çok, bir an evvel Yusuf’u elden çıkarıp kendi işlerine bakmak istiyorlardı.

Burada “Fihi” kelimesi getirilmese idi, “Min” teb’iz için olurdu, o zaman onların iyi insan olduklarını anlardık. “Fihi”den sonra “Min” geldiği için, “Min” teb’iz için değil cins için olduğundan; onlardan zahid olanları değil de, onların hepsinin zahid olduklarını söylüyor.

Fihi”deki “Hi” zamiri Yusuf’a gidebileceği gibi semene de gidebilir; onlar paraya fazla önem vermeyen kimselerdi anlamı çıkar. Yusuf kötü bir yere satılsa da bize para gelsin diyenlerden değillerdi anlamı çıkar. Bu taktirde Yusuf’u uygun kimseye bilerek satmışlardır.

“Şeravhu” yerine “Bauhu” olsaydı bu mânâyı verebilirdik. “Şeravhu”da bu mânâyı vermek daha zordur. Bununla beraber satılacak şey vitrine konur, fiyatı yazılmaz, müşteriler uğrayıp bir fiyat verirler; satıcı “evet” derse akit tamamlanır. Bu da şiradır. Böyle de yapmış olabilirler. Satın almak isteyene bakarak elbisesinden onun kim olduğunu anlar ve “evet” veya “hayır” demiş olabilirler.

Mısır’da halk vardı, köleler vardı, yabancılar vardı, esnaf vardı, bürokratlar vardı. Bunların elbiseleri farklı idi. Genel olarak bürokratlar zengin değillerdi ama üstün yaşama şartları içindeydiler. Yusuf’u pahalı satsaydılar bürokratlar alamazdı. Yusuf için iyi olmazdı. Allah bunlara ucuz sattırmış ve Yusuf’u bürokratlardan biri almıştır.

Burada kimin aldığına bir işaret yoktur. Ama ucuza satmış olmalarının hikmeti budur. “Mine’z-zahidîn” buna işaret eder.

***

وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ

(Va QAvLa elLaÜİy iŞTaRAyHu)

“İştira eden kimse kavl etti.”

‘Onu ucuz olarak sattılar’ diyor ama satanların kimler olduğunu söylemiyor. ‘Sattılar’ sözünden ‘satın alanın’ olduğunu öğreniyoruz.

İştira eden/ Satın alan” mahzuftur ve nekredir. Böyle mezkur olmayan isimlere zamir göndermek caiz ise de tercih edilmez. Oysa böyle isimlerin ismi mevsul ile tavsif edilmeleri veya tarif edilmeleri caizdir. Bu ismi mevsul zikredilmeyen isim olsa da marife mevsul ile vasl edilebilir. O kelimenin gösterdiği kimse ahdi zihni olmuştur.

Ellezî işterahu” “Kale”nin failidir. Sıfat değil de isim olan mevsuldür. “Hu” zamiri Yusuf’a racidir. “İştera” bundan önce geçen “şeravhu” kelimesine karşı kullanılmıştır.

Satıcılar Yusuf’u bedelini belirterek veya belirtmeden arz ettiler. Bu “şeravhu” kelimesiyle ifade edilmiştir. Sonra, zaman geçtikten sonra, Yusuf’u ya ilan edilmiş olan fiyat ve değer üzerinden veya satın alanın kendisinin verdiği değer üzerinden satın almıştır. Bu da “iştera” kelimesi ile ifade edilmiştir. Yani “şira” arz, “iştira” da taleptir.

İşte, Dr./Müh. M. Lütfi Hocaoğlu arkadaşımızın hazırlamakta olduğu “Bilgisayar Muhasebe Programı”nda “şira” ve “iştira” kavramları “arz” ve “talep” olarak ayrı ayrı zamanlarda kaydedilecek ve kayıt tamamlanmış olacaktır.

Kur’an burada bu iki kelimeyi aynı yerde kullanmakla bize bunu da öğretmektedir.

“Bey’”de ise icap ve kabul aynı zamanda olmaktadır. Muhasebede “bayi’” kelimesi kullanıldığında icap ve kabul aynı zamanda yapılmış olur.

Demek ki Kur’an’ı muhasebeleştirmek için baştan başlayıp sonuna kadar böyle bir yorum yapmamız gerekmektedir. Bugün bu çalışmaların henüz çok başlangıcındayız.

مِنْ مِصْرَ

(MiN MıÖRa)

“Mısır’dan satın alan kimse.”

Hazreti Yusuf’un Mısır’a gittiğini buradan öğreniyoruz.

Hazreti İbrahim doğudan Ur şehrinden çıkmış, sürülerle Kenan iline gelmiştir. Hazreti Yusuf oradan daha batıya gitmiştir.

Türkler de doğudan Anadolu’ya gelmişlerdir. Türklerin Mısır’ı Avrupa’dır, Hazreti Yusuf gibi Viyana’lara kadar gitmişler, sonra Hazreti Musa’nın hurucu gibi Avrupa’dan çıkmışlardır. Şimdi Anadolu’da “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni kuracaklardır.

Kur’an’da topluluklar “nâs” (millet), “kavm” (ulus), “şa’b” (il), “kabile” (bucak), “aşiret” (ocak) şeklinde iç içe örgütlenmişlerdir.

Toprak ise “karye”lere (köylere), “belde”lere (ilçelere), “medine”lere (bölgelere), “mısr”lara (kıta merkezlerine) ayrılmıştır.

Mısr/Mısır” mega kent demektir. Kıta merkezlerinde bulunur. Munsarif olarak kullanılırsa cins isimdir, gayri munsarif olarak kullanılırsa o zaman özel isim olur. Alemiyyet ve ucme ile gayri munsariftir. Burada “Min”den sonra fethalı geldiği için Kahire’nin olduğu Mısır ülkesinden bahsedilmektedir. Mısır o zamanın iki uygarlığından birinin merkezidir.

Demek ki her kıta ayrı uygarlık olacaktır. Biz “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın uygarlıklarını Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika, Avrupa, Çin, Hint ve Avustralya olarak düşünüyoruz. Ortadoğu ise Doğu Avrupa, Orta Asya ve Sibirya ile birlikte ayrı kıta olabilir. Afrika’nın mısrı da Mısır olabilir.

Kur’an’da “Mısr” kelimesi hem munsarif hem de gayri munsarif olarak geçer. “Min Mısra”daki “Min” harfi ceri “Fî” mânâsında olabilir. Mısır’ın belli yerinde onu yani Hazreti Yusuf’u satın alan kimse mânâsını ifade eder yahut mahzuf olan nâsın teb’izi için olur. “Min Nâsi Mısra” takdirindedir. Mısır halkından onu alan kimse demektir. Yani Mısır’ın yerlilerinden biri onu almış demektir. Hazreti Yusuf’un Mısır’a gittiğini anlatmış olduğu gibi; “Bugün Ankara’dan biri gelecek” dersem, “Ankara’nın eşrafından biri gelecek” demiş olurum. “Mısır’dan onu satın alan” derken, Mısır’dan onu satın alan eşraftan biri mânâsı da çıkar. Tavsif tazim için olabilir.

لِامْرَأَتِهِ

(Li iMRaEaTiHİv)

“Mer’esine dedi.”

Mer’e” kelimesi burada marifedir. Hazreti Yusuf’u satın alanın bir karısı vardır. Yoksa “Mer’e” nekre gelir, “Lehu” ile izafe edilirdi; “Mer’etün Lehu” denirdi. “Karısı” tabiri kullanıldığından demek ki Mısır’da evlilik vardı. Oysa Mısır sosyalist bir ülkedir.

Sömürü sermayesi dünyayı ikiye ayırırken Sovyetler’de gerçek sosyalizm olmaması için sosyalizme aile düşmanlığını ve din düşmanlığını eklemiş, böylece sosyalizmin başarısını önlemiştir. Oysa Mısır’da sosyalizm aileye ve dine dokunmadığı için ilk kuvvet uygarlığının merkezi olarak ömrü iki bin yıl kadar sürmüştür. Bütün insanlarda evlilik vardır ve zina gayri meşrudur. Bunun tek istisnası Marksizm’dir.

Kur’an “limreetihi” kelimesini kullanmakla nikahın kâfirler ve müşrikler arasında da geçerli olduğunu belirtir. Biz de bütün nikâhları meşru sayarız. Bir kadının iki erkekle nikahlanmasını meşru saymayız.

أَكْرِمِي مَثْوَاهُ

(EaKRiMİy MaÇVAHu)

“Mesvasını ikram etti.”

“Mesva” kuru üzüm asması demektir.

İkram” asmayı çardağa almak, bakımını yapmak demektir.

Yusuf’a ikram et, durumunu güzelleştir, bakımını iyi yap demek istemektedir.

Mesva” nedir?

Çobanlar hayvanlarına önü açık ağıl yaparlar. Buna “saya” derler. “Sayvan” da önü açık barınaklardır. Mastar olarak konaklamak, yerleşmek anlamındadır. “Mesva” ismi mekan veya mastarı mimidir; kalacağı yeri güzel yap, temizliğini yap ve iyi yer seç demektir.

Bir yere yeni birisi geldi mi kendisine bir yer açılır. Orada yerleştirilir. Gelen kalıcı ise ona kalacak yer ayrılır. Oraya yatak bırakılır. Genel olarak eskiden gece yatak serilir, gündüz kaldırılır, oda gündüzleri başka amaçla kullanılır. Uygarlaşan topluluklarda daima serili olan yataklar kullanılır, yatak odaları başka amaçla kullanılmaz.

Mısır’da o zaman durum nasıldı? Devamlı serili yatak ve karyola var mıydı, yoksa gündüz kaldırılan gece serilen  yatak sistemi mi vardı?

Bu ifade ayrı yatak odasının olmasını daha muhtemel kılmaktadır. Yoksa “mesva” mastarı mimi olması anlamına gelir. Bakımını iyi yap anlamı çıkar. Ancak sadece “ekrimî” kelimesini söyleseydi zaten bu anlam çıkardı. “Mesva” kelimesi de getirildiğine göre “mesva” kalınacak yerdir.

عَسَى أَنْ يَنفَعَنَا

(GaSAy EaN YaNFaGaNAv)

“Bize menfaat verebilir.”

Asâ” muhtemel olan olayların başına getirilir. Daha çok olması istenen olaylar için söylenir. “Lealle” kelimesi ile mânâ yakınlığı vardır. “Lealle”de talep vardır. “Leallehu Yenfeuna” denseydi, o zaman ikram et ki bize menfaati olsun anlamı çıkar. İkram menfaatin illeti olurdu. “Asa En Yenfaana”da ise böyle bir illet yoktur. İşimize yarar mânâsındadır.

Mısır uygarlığında toprak devletin idi. Halk ücretle çalıştırılıyor, elde edilen mahsul sonra satılıyordu. Bu ekonomi sisteminde iki türlü işçi vardı. Biri, kralın temsilcileri işverenlerdi. Kral vezirlerine işler verir, onlar da daha alttakilere işler verir, böylece topraklar kademe kademe bölüştürülürdü. Görevliler kralın değil, görevlilerin görevlileri idiler. İşçiler de en alt görevlilerin işçileri idiler. Görevlilere toprak verilir, onu işlemek için gerekli para kredi olarak verilirdi. Üretilen mahsul ambara konulurdu. Görevliler yanlarında yardımcı köleler bulundururlardı. Bu köleler işçi değil, kalem ehli yardımcılar idiler.

Bize menfaat verebilir” derken, işte böyle bir yardımcı aranmaktadır. Satın alan kimsenin bir görevli olduğu, bir köle yardımcısını bulunduracak kadar üst kademede bir görevli olduğu anlaşılmaktadır.

Hazreti Yusuf böyle bir tarım işletmesinin yöneticisi olan birinin yanında büyümektedir. Gelir-gider hesaplarını öğrenmiştir. Bolluk ve kıtlık yılları yaşanmıştır. Sonra kralın gördüğü rüyayı tâbir etmesi, hazinelerin başına geçtiğinde başarılı yönetimde bulunması, burada öğrendikleriyle mümkün olmaktadır. Satın alanın karısına söylediği ‘bize menfaat verebilir’ sözünden, menfaatin ne olduğunu düşündüğümüzde bunlar aklımıza geliyor.

Papirüsleri tetkik ederek Mısır ekonomisinin yapısını öğrendiğimizde, buradaki “bize menfaat verebilir” sözünün mânâsını daha kolay anlıyoruz.  

أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا

(EaV NatTaPıÜaHUv VaLaDan)

“Yahut onu veled ittihaz ederiz.”

Bu ifadeden anlıyoruz ki, satın alan kimsenin çocuğu yok. Yine bu ifadeden anlıyoruz ki, Mısır’da çok evlilik yaygın değildir. Yusuf’u evlat da edinebilirler.

Demek ki Mısır’da evlat edinme müessesesi vardır.

İslâmiyet’te evlat edinme yoktur. Bununla beraber akrabalığın tesisi vardır. Bu akrabalık ya süt ile doğar ya da azatlık ile doğar. Köle azad edilirse azad edenlerin akrabası olur. Başka mirasçıları yoksa vâris de olur.

Hazreti Yusuf’un durumu buna yakındır. Kendisi doğruluğunu kanıtlarsa onu azad edip akraba olacaklar, çocukları olmadığına göre onların vârisi Yusuf olacaktır.

Mısır’da evlilik kayıtları var mıdır, evlat edinme müessesesi nasıl çalışmaktadır?

Bu hususta bilgiler edinirsek buradaki evlat edinme tâbirini daha iyi anlarız. Hazreti Yusuf’un ve Hazreti Musa’nın kıssaları aynı zamanda Mısır tarihini de bize öğretmektedir.

“Yahut onu evlat ediniriz” derken, “ev/veya” kelimesini kullanmaktadır. Evlat edindikleri takdirde yine de menfaatleneceklerdir. O halde “ev/veya” kelimesi ikisinden birisi olanı gösterdiği gibi, ikisinin olmasını da muhtemel kılar.

Veleden” burada hâl olduğu için nekre olarak gelmiştir. “Veled” isimleşmiş sıfat-ı müşebbehedir. Demek ki bunlarda hâl olabilir veya ittihazen mefulü mutlakın sıfatı olabilir. İttihaz edinmek demektir. “Ahz” kökünden iftial bâbıdır.

وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ  

(Va KeÜALiKa MakKanNAv Li YUvSuFa Fİy eLEaRWi)

“Biz Yusuf’u arzda böylece temkin ettik.”

Arz” burada marifedir, Mısır kastedilmektedir. Yer küresine “arz” dendiği gibi herhangi bir memlekete de “arz” denir. “Fîhi” yani Mısır’da demeyip “Fi’l-arzi”  demesi, Mısır’ın bir ülke olmasından ileri gelmektedir.

Ülke demek imar edilmiş toprak demektir. İmarın temeli yollardır.

Mısır Nil’in kenarında kurulmuş, yerleşim yerlerinin birliği ile oluşmuştur. Nil bunu sağlamaktadır. Kürekle veya yelkenle çalışan takalar Nil’de çalışabilmektedir. Nil  çok yavaş akmaktadır. Nehir ulaşımcılığı yapılabilmektedir. Ayrıca Nil’in kıyıları da karayolları yapımına elverişlidir. Bu suretle Mısır ülke olmuştur.

Türkçede harfi tarif olmadığı için nekre arz yer olarak söylenmektedir, marife arz ise yurt olarak söylenmektedir. Ocak “el-arz”dır, bucak “el-arz”dır, il “el-arz”dır, ülke “el-arz”dır, nihayet yeryüzü de “el-arz”dır.

“Bi’l-arzi” demeyip “fi’l-arzi” demiş olmasından, satın alan kimsenin bütün Mısır’da etkili bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Yani Mısır’ın bir yerinde değil, her yerinde imkan sahibi kıldık demektedir.

Mekkennâ” “Mekene”nin tef’il bâbıdır. Yerleştirdik mânâsına geldiği gibi; etkili kıldık, imkân sahibi yaptık anlamına da gelir. Buradaki “el-arz” istiğrak anlamında olup onu bütün Mısır’da etkili yaptık demektir. “Mekkennâ” deyip “Emkennâ” denmemesinden, bu imkânların kendisine tedrici bir şekilde verildiği anlaşılmaktadır. Satın alan kimse de Mısır’da mevkii olan kimse olmalıdır. “Biz bu imkânları verdik” demesi ile bunların tesadüf olmadığı, takdiri ilâhi sonucu olduğu anlaşılmaktadır.

Bütün insanların hayatı görünürde böyle tesadüflerden oluşur, gerçekte ise takdir-i ilâhidir. Bundan dolayıdır ki biz sonuçlardan değil, davranışlarımızdaki kasıtlarımızdan sorumluyuz. “Yusuf için imkânlar hazırladık” denmektedir. Yani Mısır uygarlığı Hazreti Yusuf için oluşturulmuştur.

Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları ilk uygarlıklardır.

Doğuda site devletleri oluşmuştur.

Batıda ise merkezi devlet oluşmuştur.

Bunların sentezi ile Filistin’de İbrani uygarlığı oluşmuştur.

I. Kur’an uygarlığı ise bütün dünya uygarlıklarının sentezi ile oluşmuştur.

Kur’an’la insanlık büluğa ulaşmış ve bundan dolayı da nübüvvet son bulmuştur.

Fi’l-arzi”den maksat yeryüzü olabilir. O günkü dünyanın iki uygarlığı da kastedilmiş olabilir. O zaman mânâsı, tüm yeryüzü, İsrail oğullarının kuracağı İbrani uygarlığının başlangıcını yapan Hazreti Yusuf’a hizmet etmesi için oluşmuş oluyor.

Yusuf” izhar edilmiş, izmar edilmemiştir. Çünkü bundan evvelkilerde kişi olarak Yusuf ele alınmış, burada ise uygarlığın kurucusu olan Hazreti Yusuf’tan bahsedilmiştir. Zamir yerine başka kişinin ifadesi anlamındadır.

وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيث

 (VaLiNüGalLiMaHUv Min TaEVİyLi eLEaXADİyÇi)

“Ve hadiselerin tevilini talim etmemiz için.”

Burada “Ve”li atıf vardır. Daha önce “Li” ile başlayan bir ifadeye atıf yapmaktadır. Halbuki böyle bir ifade cümlede yoktur. O halde cümle hazfedilmiştir. Hazfedilen cümleyi nümekkinu diye takdir edebiliriz. Yusuf’u yerleştirdik ve imkânlar sağladık anlamı çıkar. Birinci temkin yerleştirmek için, ikinci temkin ise imkânlara kavuşturmak için olmuş olur. Birinci ifade her iki mânâyı da taşıyabildiğinden ikinci ifade hazf olmuş ve hazfettiğini ifade için de burada “Ve-li” getirilmiştir.

Burada müşterek olan bir kelimenin Kur’an’da ayrı ayrı olmak üzere iki mânâsı ile getirilmiş olabileceği usulünü de öğrenmiş oluyoruz. Mesela Kur’an’da “Allah alimdir” ifadesinde Allah hem semavat ve arzın Rabbini hem de devleti ifade edebilir. Ancak ikisi birlikte değil, ikisi ayrı ayrı düşünülebilir. Buna göre hükümler çıkarılabilir. Böyle yapılabileceğine bu âyet delil olur.

“Ve ona hadiselerin tevilini talim edelim diye” derken, demek ki Hazreti Yusuf’a olaylarla Allah talim ediyor.

Karşılaştığımız olaylardan dersler almalıyız. Allah insanlara sezi ile yani ilhamla bir şeyler öğretir. Bir de biri gelir ve bize bir şey söylerse, Allah onu bize söyletmiş olur. Bizim o sözü değerlendirmemiz gerekir. Ayrıca bir olayla karşılaştığımızda, o olayla bizi karşılaştıran Allah bize bir şeyler bildiriyor. Biz düşünüp olaydan dersler çıkarmalıyız.

Bize gelen kötülükler bizi uyandırmak içindir.

Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmiş olmamızı, Cumhuriyetteki inkılâpları, askeri müdahaleleri, partilerin kapanmasını, Akevler’in yerinde saymasını (örnek olarak marketi bir müddet açmamıza rağmen sürekli çalıştıramamamızı), hep bizdeki eksikliklerden ileri geldiğini düşünerek ne yapmamız gerektiğine kararlar vermeliyiz.

Hadiselerin tevili budur.

Sûrenin başında babası Yusuf’a “Allah sana hâdiselerin tevilini öğretecek” diyor.

İşte burada da Allah Yakub’un söylediklerinin nasıl gerçekleştiğini ifade ediyor.

Yusuf’u satın alan kimse Mısır’da etkin kişidir. Sohbetlerde olaylar tahlil edilmektedir. Yusuf bunları duymakta ve siyaseti öğrenmektedir.

Kur’an diyor ki; Yusuf’u öyle bir kimseye satın aldırdık ki, biz Yusuf’a hâdiselerin tevilini öğrettik diyor. Demek ki hâdiselerin tevilini öğretecek olan satın alan kimse değildir. Satın alan kimse hâdiseleri öğretecek, Allah da bu hâdiselerin tevilini öğretecektir.

İşte, “Adil Düzen”in yaptığı da budur.

Bugünkü uygarlığı Batı’dan öğreneceğiz, onun geliştirdiği müsbet ilimlerden öğreneceğiz; uygarlığın sorunlarını ise Kur’an’la çözeceğiz, yani Allah’tan öğreneceğiz.

Sorunların ne olduğu öğrenilmeden onların çözümü de öğrenilemez.

Hazreti Yusuf da  uygarlığın hâdiselerini öğrenmeden onların tevilini öğrenemezdi.

Bu ifade “Adil Düzen” çalışmasındaki metodu teyid etmektedir.

Tevil” başa dönmek demektir. Yani Allah o olayla bizi karşılaştırmıştır. Bununla bize bir şeyler anlatmaktadır. Anlattığı şeyi bulmak tevildir.

Hazreti Yusuf Mısır’da yönetici olmuştur. İşi devletin mâliyesini tedvirdir. Sonra kardeşleri de bu işlerde görev almışlar, Mısır’ın mâliyesini bunlar geliştirmişlerdir.

Orada öğrendikleri ile bugün tüm dünyanın ekonomisinde hakimdirler. Eski Sovyet ülkelerinde yani bugünkü Rusya’da ve diğer ülkelerde mâliye ellerindedir. Kaç bin sene evvel öğrendiklerini bugün kullanıyorlar. Allah’ın talimi işte böyledir.

Bütün peygamberler insanlara böyle kalıcı bilgiler vermişlerdir.

وَاللَّهُ غَالِبٌ

(Va elLAHu ĞAvLiBun)

“Allah galiptir.”

Allah kâinatı yaratmış, kâinatta olaylar zincirlerini takdir etmiş, kâinat oraya doğru gitmektedir... Kâinat içinde insanı yaratmış, insanlık da takdir edilen hedefe doğru gitmektedir...

Gerek kâinat gerekse insanlık evrim içindedir.

Evrim demek değişme demektir.

Değişmeden gelişme olmaz.

Değişme, eskilerin gidip yenilerin gelmesi demektir. İşte ömürlerini tamamlayanlar giderler, yerine daha gelişmiş olanlar gelir, gençler gelir.

Yenileri getirmek bir iş olduğu gibi eskileri götürmek de bir iştir.

Böylece yenileri getirmeye uğraşanlarla yaşlanmış ve eskimiş olanları alıp götürenler arasında devamlı çatışma vardır. Galip gelenler hep yenilikçiler ve ilericilerdir. Ancak bunların ilerlemeleri ve gelişmeleri götürücülerin baskısı ve denetimi altında olmaktadır. Gevşeme olunca veya yerinde durmaya başlayınca götürücüler faaliyete geçip duranları ve bozulanları alıp götürürler, yenilere yer açarlar. Götürücülerin görevi yok etmek değil, yenilere yer açmaktır. Bu itibarla Allah emrinde galiptir.

Kâinat varlığını sürdürecek, hayat devam edecek, insanlık evrimleşecektir.

Kâinat yaşlandığı zaman yıkılacak, onun yerine daha gelişmiş ileri kâinat gelecektir.

Kur’an’daki âhiret kavramı budur.

Allah emrinde galiptir” demek, takdir ettiği kaderini gerçekleştirir, O’na mâni olmak isteyenler başaramazlar, mağlup olurlar, çünkü takdiri ilâhi öyledir.

İnsanlığın evriminde takdir uygarlaşmadır. Yani bir uygarlık yaşlanınca o uygarlık sona erer, yeni uygarlık doğar. Bu takdiri ilâhidir.

Galip” kelimesinin nekre gelmesi demek, insanlık sonuna kadar varlığını ve üstünlüğünü sürdürecektir demektir. Allah’tan başka galip olan var demektir, o da insanlıktır ve uluslardır.

عَلَى أَمْرِهِ

(GaLAy EaMRiHİv)

“Emri üzerine galiptir.”

Kâinat bir oluş içindedir. Varlığını sürdürmesi için bir güce ihtiyacı vardır. Bu güç ortadan kalkarsa kâinat da ortadan kalkar. Yani kâinat var olmak ve yok olmamak için direnmektedir. Allah onun yok olmaması için gücünü kullanmaktadır. Atalet momenti gibi yokluk momenti vardır. Allah kâinatla ilgisini kesse kâinat yok olur. Oysa Allah işlerinde galiptir. Kâinatta hiçbir şey yok olmuyor. Madde yok olmuyor, ilk yaratıldığı gün kaç tane ise bugün de o kadardır. Allah emrinde galiptir, eksilmesi yoktur. Bu parçacıkların hızları vardır. Hızların kareleri toplamı da enerjileri oluşturur. Bu da sabittir, azalmamaktadır. Çünkü Allah işinde galiptir. Böylece kâinat varlığını sürdürmektedir.

Topluluklarda evrime ayak uyduramayanlar yok olup giderler, çünkü Allah emrinde galiptir. Bir anne baba gençken evlenirler ve çocuk yaparlar, çünkü gelecekte yaşlanacak ve öleceklerdir. Yerlerine yeni nesil bırakma hazırlığındadırlar.

Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri bu tarihlerde daha genç ve dinçtirler ama ileride yaşlanıp çökeceklerdir. Onların yerine geçecek yeni uygarlık için şimdiden hazırlıklar başlamıştır. İşte Hazreti Yusuf’un Mısır’a gitmesi böyledir. Bir uygarlığın döllenmesidir. Doğum ise Hazreti Musa aleyhisselâmın Mısır’dan çıkmasıdır.

İbrahimî uygarlık sonraları gelişecek ve Kur’an’la büluğ çağına erecektir.

 Bu takdiri ilâhinin gerçekleşmesi için Hazreti Yusuf’un Mısır’a götürülüp orada yetkili birisine satılmış olması gerekir. Allah bunu planlamıştır. Plan da harfiyen yerine gelmiştir. Hazreti Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u etkisiz hâle getirmek için planlar kurarken, Allah’ın planına göre hareket etmişlerdir.

Tarihî olayları biz böyle anlamalıyız.

28 Şubat olmasaydı, 3 Kasım 2002 de olmayacaktı. 3 Kasım olmasaydı, geleceğin “Adil Düzen”ini ülkemize getirecek olan beklediğimiz gün de olmayacaktı.

Allah işlerinde galiptir. “Adil Düzen”i getirecek olan Yusuf, Musa, İsa ve Muhammed’leri getirecektir ve emrinde galip olacaktır.

ولَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (21)

(VaLaKinNa AeKÜaRa eLnNAvSi Lav YaGLaMUvNa)

“Velakin nâsın ekserisi bilmiyor.”

Allah emrine galiptir. O’nun takdiri ne ise o olur. İnsan takdirin ne olduğunu bilmemektedir. Kendisi takdiri oluşturmakla yükümlüdür. Allah ona ne emretmişse onu yapmaya çalışmalıdır. Sonuç Allah’ın takdiri ile biter.

Bu hususta Kur’an’da da belirtilen bir örnek verelim; mü’minlere yüklenilen tebliğ görevini ele alalım: Biliyorsunuz ki kâfire yapılan bir tebliğ onun bir işine yaramaz, onu imana getirmez. Ama senin görevin ona tebliğdir. Onun iman edip etmemesi seni ilgilendirmez. Sen tebliğ edersen görevini yapmış olursun, etmezsen görevini yapmamış olursun. Hattâ senin görevin sadece tebliğ etmeye çalışmandır. Allah imkân verirse tebliğ edersin, vermezse edemezsin. Çaba göstermen sevap alman için sana yeter.

Şimdi şu durumla karşı karşıya kalırız: Ben İslâm ülkesinde doğdum, babamla annemden ve çevremden İslâmiyet’i öğrendim. Ne yapacağımı biliyorum. Yapmazsam cezamın ne olduğunu biliyorum. Hindistan’ın bir köyünde doğan çocuk anne babasından ve çevresinden ineğin tanrı olduğunu öğrenmiştir. Allah bana doğru yolu göstermiş, hakikati anlatmış ama ona anlatmamış. Başka bir ifadeyle; beni hidayete eriştirmiş, onu dalâlette bırakmıştır. İşte Allah’ın mü’minlere verdiği görev, tebliği o Hint köylüsüne ulaştırmaktır. Tebliğin ona ulaşmamasından ben sorumluyum. O Hintli köylü de tebliğin ulaştığı kadarından sorumludur, daha fazlasından değil.

Allah insanları yaratmış, ilim bakımından birbirinden farklı kılmıştır. Kimilerine kabiliyet ve imkanlar sayesinde yüksek ilim vermiştir. Kimilerini akıl hastası yapmış, derece derece bilgisiz bırakmıştır. Herkesi bilgisi kadarıyla sorumlu yapmıştır. Çok bilenlerin sevapları belki çoktur ama bilmeyenlerden daha çok sorumlulukları vardır; bildikleri ile amel etmezlerse günahları daha büyüktür.

Şimdi bir farklılık ortaya çıkıyor: Kimi çok biliyor, mükafatı ve mücazatı daha çok; kimi daha az biliyor, mükafatı ve mücazatı daha az. Kim kârlı, çok bilen mi az bilen mi?

Bunu ölçmek mümkün değil.

Dünyada mevcut insanların çoğu az sorumlu insanlardır. Az kimseler çok bilip daha çok sorumlu olanlardır. Bu yolla insanlık toplu yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bilmeyenler bilenlere tâbi olmak zorunda kalırlar. Bilenler çok olsaydı o zaman insanlar arasında birlik sağlanamazdı.

Allah adildir. Bunun anlamı eşitçilik değildir, yani Allah her şeyi eşit yaratmıştır denemez. Göz kulağa, el ayağa eşit değildir. Ay da Güneş’e eşit değildir. İnsan ile melek birbirine eşit değildir. Sinek ile kurt birbirine eşit değildir. Bunlar eşit olsaydı hayat olmazdı.

İnsanlar da birbirine eşit değildir. Ama Allah adildir. Her şeye ve herkese verdiği güce ve imkana göre görev ve iş vermiştir. İnsanları da farklı yaratmıştır. Ama kimseye zulmetmemektedir. Herkes kendi imkan ve gücüne göre görevlidir ve sorumludur.

***

وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ

(VaLamMA BaLaĞA EaŞüdDaHUv)

“Eşüddüne baliğ olunca.”

Eşüdd” en şiddetli demek, en güçlü olduğu zaman demektir.

İnsanda beden ve zihin farklı şekillerde gelişmektedir.

Zihnin en üst olduğu yaş kırk ile altmış üç yaş arasıdır.

Zirvede olduğu yaş elli yaştır, elli yıldır.

İnsanın nominal ömrü de yüz yaştır, yüz yıldır.

Zihnen en yüksekte olduğu yaş ellili yaşlardır.

Bedenen en güçlü olduğu yaşı yarılama sistemi ile yirmi beş olarak bulabiliriz.

Yirmi beş yaşına kadar insan güçlenmekte, kırk yaşından sonra ise güçten düşmektedir.

Kur’an’da kırk yaşından ve burada olduğu gibi eşüddünden bahsedilmektedir.

Eşüdd” olan yaş kırktan farklı olmalıdır. Biz bu yaşı yirmi beş olarak belirliyoruz. Kırkın yarısı yirmi de olabilir, altmış üçün yarısı otuz bir de olabilir.

Bu kelimelerin Kur’an’da geçiş yerlerine göre değerlendirilip içtihat edilmesi gerekir.

Bu sebeple biz sadece usul olarak örnekler veriyoruz.

Kur’an’ın üçüncü bin yıl için tam olarak yorumlanıp uygulama yapılabilmesi için birlikte işbölümü içinde çalışmak gerekir. Bir kişinin, üç kişinin veya beş kişinin çalışması ile yeter derecede isabetli sonuçlara varılamaz.

Yaşın tesbiti, kamu görevi ve genel hizmet yüklenme bakımından önemlidir. Hangi yaşta ne gibi görevlerin yüklenebileceğini tesbit etmiş oluruz.

Biz insanlık anayasasında akademik kariyer için otuz, yüksek tahsil için yirmi beş, orta tahsil için yirmi, ilk tahsil için onbeş yaş şartını getirmişizdir. Otuzun yarısı onbeş eder. Otuz da altmış üçün yarısı civarındadır.

Hazreti Yusuf’a yirmi beş veya otuz yaşında hüküm ve ilim verilmiştir. Buna göre  bizim yaş gruplamamız arasında paralellik kurmaktayız.

آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمً

(EAaTaYNAvHu XuKMan Va GıLMan)

“Ona hüküm ve ilim verdik.”

Hazreti Yusuf’a kuyuda iken vahyedilmiş, kardeşlerinin yaptıklarını kendilerine bildireceğiz denmişti. Demek ki o zaman  hüküm ve ilim verilmemişti, o vahiy risalet vahyi değildi. O vahiy insanlara yapılan sezi şeklindeydi. Yusuf gördüğü rüya ile kardeşlerinin kendisine tâbi olacağını düşünmüştür.

Ona hüküm verdik, ilim verdik” deniyor.

Hapishaneye gitmeden önce Hazreti Yusuf’un bir kamu görevi yoktu. O halde burada bahsedilen ‘hükmetme’ değil, ‘hüküm verme’ kabiliyetidir. Esasen hükmün anlamı güç kullanabilme değildir, yani hükümet etme değildir.

Hüküm vermek” sadece haklının haklılığını söylemekten ibarettir. Verilen hükmü yerine getirmek hükmedenin yetkisinde değildir. Yargının icra gücü yoktur. Hakemlerin verdiği kararları yönetim icra eder, imam ve emir icra eder.

Burada hakemlerin icra gücü olmadığı anlaşılıyor, çünkü Yusuf’a “hüküm verdik” deniyor. O zaman yani o dönemde Hazreti Yusuf’un bir gücü yoktur.

Hüküm” ayrı “ilim” ayrı oluyor.

İlim” delile dayanarak sonuçları ortaya koymadır. Sadece bilgidir. Geçmişte veya gelecekte olmuş veya olacak olayların ifadesidir.

Hüküm” ise böyle olsun veya şöyle olsun diye karar vermedir. İçtihat yapabilmedir.

Burada “hüküm” de “ilim” de nekre getirilmiştir.

Demek ki hükmün de ilmin de dereceleri vardır.

Kur’an ilmin derecelerini saymıştır: Ümmî, sâil, âmil, ehl-i zikr, fakih ve rasih.

Hükmün dereceleri de buna kıyas edilmelidir.

“Adil Düzen Anayasası”nda bu şekilde maddeler konulmuştur.

Hazreti Yusuf’a daha yüksek seviyede ilim sonra verileceği için burada hüküm ve ilim nekre getirilmiştir. Belki de fakihlik seviyesine yükseltilmiştir.

İçtihat yapma bunların yani bu seviyede olanların yetkisindedir. Demek ki içtihat için ilim ehli olmak yetmez, hüküm ehli de olmak gerekir. İlim imtihanlarla tespit edilir. Hüküm ise biatlerle teslim edilir. Yani müçtehidini herkes kendisi seçer.

İnsanlar bilen olarak derece derecedirler.

Rasihler” en başta gelir. En çok bilenlere yani ilimde otorite olanlara “rasih” diyoruz. Bu mertebede olanlar kendileri içtihat yapar ve amel ederler.

Fakihler” ise kendileri içtihat yapamazlar ama değişik müçtehitlerin içtihatlarını telif ederek kendilerine mezhep oluştururlar. İnsanlar onunla amel ederler.

Ehl-i zikr” ise kendisine bir rasih seçer, onun veya onu seçen fakihlerin  kitaplarıyla amel eder. Halk ise kendilerine seçtikleri ehl-i zikrin fetvaları ile amel ederler.

Baliğ olan yüz kişinin kendisine müftü kabul ettiği kimse ehl-i zikrdir.

Yüz ehl-i zikrin kendisini müçtehit kabul ettiği kimse rasihtir.

İşte buna yani bu usule/metoda “biat usulü” diyoruz.

İlmî mertebeler ise yapılan imtihanlarla belirleniyor.

Burada “hükmen ve ilmen” denip “ilmen”i sonraya almış olması, önce imtihansız biat yoluyla müçtehitler oluşacak, sonra müçtehitler imtihan yoluyla fakih ve ehl-i zikr ilmî mertebelerini tesbit edecek demektir.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda düzenleme böyle yapılmıştır.  

وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

(Va KaÜAvLiKa NaCZiy eLMuXSiNİyNa)

“Biz muhsinlere böyle ceza veririz.”

Ceza” karşılık demektir. İyiliğe iyi karşılık, kötülüğe kötü karşılık. Türkçede iyiliğe karşılık mükâfat olarak söylenir. Kur’an’da mükâfat kelimesi yoktur. Türkçede yalnız kötülüğe karşı kötülük çektiğinde kullanılır.

İşte, kelimeler zamanla veya dilden dile geçtiğinde böyle anlamlarını değiştirirler. Bu sebeple Kur’an Arapçası ile bugünkü Arapça arasında  ayrı dil imiş gibi fark vardır.

İhsan” iyilik etmek demektir.

İyilik edenleri biz böyle mükâfatlandırırız” diyor, yani onlara mükâfat ve hüküm veririz denmiş oluyor.

Birinin “muhsin” olduğunu nasıl bileceğiz?

Biat yani seçme bize kişinin muhsin olduğunu belirleyecektir. Eğer insanlar ona biat ediyorlarsa, onu kendilerine dayanışma ortağı olarak seçiyorlarsa, o muhsindir demektir.

Muhsin” kurallı erkek çoğulu ile getirilmiştir. Böylece hüküm ve ilim sahibi olan birisine bağlı olanlar, onun içtihatları ile amel edenler muhsin sayıyorlar. Muhsin  olan cemaatte bir sorumlu oluşuyor. O sorumlunun etrafında olanlar yani dayanışma ortaklığı kuranlar muhsin olurlar ve ona göre mükâfatlanmayı hak ederler.

“Adil Düzen Anayasası”nda bu husus şöyle düzenlenmiştir:

Herkesin ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklığı vardır.

Kur’an’da bu ortaklıklardan “şir’a, minhac, mensek ve viche” olarak bahsedilmektedir.  

Dayanışma ortaklıklarına; a) ortaklarının sayısınca, b) ortakların ödediği vergi miktarıyla, c) ortakların az suç işlemesiyle ve d) dayanışma ortaklıklarının arasında tertiplenen yarışmalardaki başarıları ile dayanışma ortaklıklarının ihsan dereceleri tesbit edilmektedir. Bu derecelere göre kendilerine yetki verilmekte ve haklar tanınmaktadır.

Örnek olarak; her dayanışma ortaklığının ortaklarına tevcih edeceği meslekî derece miktarı vardır. Bu miktar ihsan derecesi ile tesbit edilmektedir.

“Biz muhsinleri böylece mükâfatlandırırız” derken, işte bu sistemi anlatmaktadır.

Topluluk içinde sosyal guruplar oluşacaktır ve bu guruplar ihsan derecelerine göre mükâfatlandırılacaktır.

Bu resmî derecelendirme ve ona göre mükâfatlandırma Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan kamuya aittir, devlete aittir. Bununla beraber muhsin olan topluluk markalaşır, halk onlara güvenir. Dolayısıyla onlarla yaptıkları ilişkide onların iyiliğine uygun şekilde davranırlar, doğa kanunu gereği mükâfatlandırılırlar.

Hazreti Yusuf kaderine teslim olmuş, kaderinin yolculuğunu uysallık içinde yapmıştır. Satılırken sorun çıkarmamıştır. Satın alanın yanında da sadık bir kişi olarak hizmet etmiştir. Böylece bütün bu maceraların içinde “hüküm ve ilim sahibi” olmuştur.

 

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2665 Okunma
2-YUSUF 4-7
3260 Okunma
3-YUSUF 8-10
2586 Okunma
4-YUSUF 11-15
2137 Okunma
5-YUSUF 16-19
2056 Okunma
6-YUSUF 20-22
2398 Okunma
7-YUSUF 23-24
4405 Okunma
8-YUSUF 25-28
2492 Okunma
9-YUSUF 29-31
2260 Okunma
10-YUSUF 32-34
2012 Okunma
11-YUSUF 35-37
2467 Okunma
12-YUSUF 38-40
2317 Okunma
13-YUSUF 41-42
3085 Okunma
14-YUSUF 43-45
3878 Okunma
15-YUSUF 46-49
2242 Okunma
16-YUSUF 50-53
2281 Okunma
17-YUSUF 54-57
1964 Okunma
18-YUSUF 58-62
1988 Okunma
19-YUSUF 63-65
2136 Okunma
20-YUSUF 66-67
1999 Okunma
21-YUSUF 68-69
2411 Okunma
22-YUSUF 70-74
2347 Okunma
23-YUSUF 75-76
2528 Okunma
24-YUSUF 77-79
2038 Okunma
25-yusuf 80-82
1869 Okunma
26-yusuf 83-86
2081 Okunma
27-YUSUF 87-90
2170 Okunma
28-YUSUF 91-98
2344 Okunma
29-YUSUF 99-101
1934 Okunma
30-YUSUF 102-107
2337 Okunma
31-YUSUF 108-110
2028 Okunma
32-YUSUF 111
2101 Okunma

© 2024 - Akevler