YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 17
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ أَسْتَخْلِصْهُ لِنَفْسِي فَلَمَّا كَلَّمَهُ قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا مَكِينٌ أَمِينٌ (54) قَالَ اجْعَلْنِي عَلَى خَزَائِنِ الْأَرْضِ إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيمٌ (55) وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَاءُ وَلَا نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (56) وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (57)
وَقَالَ الْمَلِكُ
(Va QAvLa eLMaLiKu)
“Ve melik kavl etti.”
Hazreti Yusuf aleyhisselâm elçiye ne yapacaklarını anlatıyor. Rüyayı tâbir etmiyor, rüyadan çıkardığı mânâyı anlatıyor. Demek ki rüyalar bize neler yapmamız gerektiğini de anlatmış oluyor. Yedi bolluk yılı gelecek, o zaman ektiklerimizi saklamalıyız; hem de başak içinde saklamalıyız. Yedi semiz ve zayıf inek bolluk ve kıtlık yıllarını anlatmaktadır. Yeşil başakla kuru başak ise alınacak tedbiri anlatmaktadır. Hem kuru başakların kıtlık zamanında insanları besleyeceklerini, hem de bu işin nasıl yapılacağını anlatmaktadır.
İşte rüya böylece açık bir şekilde yorumlanmıştır.
Baştan rüya tâbir veya tevil edilmemiştir ama tevil edildikten sonra açık bir şekilde mânâsı anlaşılmıştır. Melik tevili hemen kavramıştır. Onu yanına getirmek istemektedir.
“Ve melik dedi” denmektedir Burada ve daha evvel söylediklerine ilave etmiştir. Daha evvel de onu bana getirin demiş ama o kendisinin aklanmasını istemiştir. Melik o ifadeden sonra onu bana getirin sözünü tekrar ederek emretmektedir. Yani daha önceki getirinde gelip gelmesi ona bırakılmıştır. Bu ikinci emirde ısrar vardır.
Usulcüler emir sigasının hem emre hem nedbe yani yapsan iyi olur anlamına geldiğini söylemişlerdir. Ancak nedb mi yoksa vücub mu olduğu üzerinde tereddüdü ortadan kaldırmak için emir tekrar edilir. Emrin tekrarı nedb ihtimalini kaldırır. Hükümdar burada ısrar ettiğini, emrettiğini ifade etmektedir; ‘getirin, getirin’ demektedir. Bu kuralı doğru kabul ettiğimiz zaman Kur’an’da tekrar edilen emirler vücubu ifade eder demektir. Tedayün âyetindeki ‘yazın’ emri bundan dolayı nedbi değil vücubu ifade eder.
Site devletleri Mezopotamya’da oluştu. Peygamberler tarafından oluşturulan devletler ilk uygarlığı kurdular. Milattan önce 3000 yıllarında Mezopotamya uygarlığı, beş yüz sene sonra Mısır uygarlığı oluştu. Mısır uygarlığı da Mezopotamya uygarlığı gibi site devletleri olarak oluştu. Ne var ki Nil, Fırat ve Dicle gibi site devletleri olarak gelişmesine elverişli değildir. Önce iki devlet oluştu. Yukarı Nil ve Aşağı Nil krallıkları oluştu. Sonra bu iki krallık ayrı ayrı kalmakla beraber, iki krallığın meliki aynı kişi oldu ve Mısır tek kişi tarafından idare edildi. Tarihte Türklerde de böyle ikiye bölünme vardır. Doğu-batı devletleri şeklinde ayrılır. Roma İmparatorluğu da doğu ve batı olarak ayrılmıştı. Mısır’da ise bu birleşme şeklinde olmuştur.
Mısır, ulusal devlet aşamasına gelen ilk uygarlıktır. Yani il aşamasında olan devletçikler ulus devlete dönüşmüştür. Siteler etkinliklerini tamamen kaybetmişler, siteler adeta yok olmuşlardır. Bunun sebebi şudur. Devlet olarak tarımın yapılması zorlukları yenme bakımından çok kolay olmuştur. Nil tarımı buna uygundur. Şimdi yedi senelik ambarları yapmak bir site devleti için kolay değildir. Nil’in feyezanlarını yani taşkınlarını takip etmek kolay iş değildir. Takvim bilgisine sahip olmak gerekir. Yukarı Nil’in yağışlarını takip etmek gerekir. Böyle olunca da kentler kendiliğinden krallığın içinde birleşmiş ve yer almışlardır.
Bugün Avrupa Birliği de böyle oluşmaktadır. Biz doğuyu zorla elimizde tutmamalıyız. Doğu ben girmek istemiyorum diye savaşmalıdır. Bunun için ülke içinde adaleti tesis edecektir, refah ve saadet getirecektir. Onun arkasından insanlar oraya katılmak için can atacaklardır. Mısır böyle oluşmuş bir devlettir. Mezopotamya ise site devlet başarısını ulusal devlette sağlayamamış, etkisiz olmuş ve dağılmıştır.
İşte, İsrail oğulları Mısır’da eğitilmişler ve devlet tecrübesini almışlardır. Kendileri zaten Mezopotamya kaynaklı oldukları için Tevrat’a dayalı gelişmiş bir devleti kurmuşlardır. Bu yerinden yönetimli merkezi devlettir. Yani Mezopotamya ile Mısır devlet anlayışları sentez edilmiştir. “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” bu sentezin çağımız imkanları ile sentezidir.
ائْتُونِي بِهِ
(iETuNIy BiHIy)
“Onunla bana ety edin.”
Onunla bana gelin, onu bana getirin demektedir.
Hazreti Yusuf zindandan çıkarılarak getirilecektir.
Bugün mahpus olan bir kimseyi devlet başkanı hapishaneden çıkaramaz, onu affedemez. Bu yetki Meclis’e verilmiştir. Merkezî idarede tüm sorumluluklar ve yetkiler krala aittir. Kral layüseldir, sorumlu değildir. Kanun onun sözleri olduğu gibi, cezalandırmak ve affetmek de ona aittir. Kanunları isterse uygular, isterse uygulamaz. Buna “askeri düzen” diyoruz. Oysa “hukuk düzeni”nde her şey yargı denetimindedir. Yargı kararları uygulanır. Meclis’in bile af yetkisi yoktur.
İslâmiyet’te af yetkisi mağdura aittir. Devletin, meclisin veya melikin af yetkisi yoktur.
Burada ‘bana getirin’ demekle onun hapiste kalma sebepleri üzerinde durulmuyor. Mağdurların durumları düşünülmüyor. Yani hükümdar önce Yusuf’un suçsuzluğunu araştırmıyor, onları önemsemiyor. Hazreti Yusuf kendisini ibra ettiriyor.
Mısır’da yönetim tamamen bürokratiktir. Halk yazları çalışır, maaşlarını alır ve geçinirler. Elde edilen mahsul devletin olur. Sonra devlet bu malları halkına satar. Para vardır. Altın ve gümüş kullanılmaktadır. Meskuk değilse bile tartılarak alınıp verilmektedir. Halka peşin para verdiniz mi onu bitirmekte, sonra kışın aç kalmaktadır. Hükümdarlar bunun için kışın halka iş bulalım diye kendilerine piramit şeklinde büyük mezarlar yaptırmaktadır. Böylece kışın da halka iş verebilmektedirler.
Bugün de bunu ekonomide artan emeği yatırımla değerlendirme şeklinde uyguluyoruz. Batı bankada biriken mevduatla bunu yapmakta idi. Bugün kâğıt para icat edildikten sonra artık o sistem çalışmamaktadır. “Adil Düzen”de bu inşaatta sabit ücret ilkesi ile gerçekleştirilmektedir.
Mısır meliki tüm ülkeyi idare etmektedir, sosyalist ülke olarak idare etmektedir. Ülkenin yararına olduğunu gördüğü anda onu yapmaktadır.
“Onu bana getirin” diyor.
Oysa bugünkü yöneticiler iktidarlarını korumakla meşguller, yahut servet edinmekle meşguller. AK Parti kurulurken, Akevler’dekilerin kuruluşa katılmasını teklif eden birine, ‘onları biz idare edemeyiz’ demişlerdir. İşte, bugünkü insanların mantığı budur. Onlara söz dinleyen ve itaat eden birileri gerek. Bunun için beceriksiz ve bir şeyden anlamayan birini başa koyarsınız, o ne derseniz onu yapar. Bugünkü yönetim sistemi budur.
İşte bugünkü bürokratik düzen budur.
Derslerde başarısız ve görüşleri dar olan arkadaşlarımız üniversitede kaldılar. Hocalar da öyle gelmişlerdi. Bu böyle gelmiş böyle gitmektedir.
Biz Millî Selâmet Partisi İzmir il başkanlığı görevini yürütüyorduk. İktisat fakültesine ‘yeni ekonomik düzen önerimiz vardır, sizlere arz etmek ve görüşlerinizi almak istiyoruz’ diye baş vurduk. ‘Biz sadece ilimle ilgileniriz’ diye cevap verdiler!
İşte bugünkü Türkiye budur!
Niye böyle yaptılar?
Çünkü anlattıklarınızı anlayamazlardı.
İşte Erbakan’ın üstülüğü buradadır. Mesleği olmadığı halde anlamış, sonra da veciz bir şekilde anlatmıştır. Ne var ki uygulamada merkezi yönetim sistemini değiştirememiştir.
Firavun hapiste olan köleyi alıp da vezir yapacaktır. “Getirin bana” diyor.
İşte Mısır’ın bin yıl süren uygarlığı bu anlayışa dayanmaktadır. Bunları gören düşünürlerin bir kısmı krallığın cumhuriyetten iyi yönetim olduğunu savunurlar. İslâmiyet’te bunun için başkan hayatı boyunca başkan olmaktadır.
“Adil Düzen Anayasası”nda da emeklilik yaşına kadar başkan kalır, sonra da fahri başkanlığı devam eder şeklinde hüküm koyarak demokrasinin laubaliliğini kısmen de olsa dengeleme cihetini tercih ettik.
أَسْتَخْلِصْهُ لِنَفْسِي
(ESTaPLıÖHu LiNaFSIy)
“Onu nefsim için istihlas ettim.”
“Halis” demek saf ve arı demektir. Yani başka maddelerin, yabancı maddelerin karıştırılmadığı şey demektir.
“İstihlas” istif’al bâbıdır. O artık başkalarının payı olan birisi olmayacaktır. Yalnız melikin kulu olacaktır. Köle olan Hazreti Yusuf böylece köle olduğu kimsenin emrinden çıkacak, melikin olacaktır. Satın alayım mânâsındadır. Yani sahibine parasını vereyim demektir. Gerçi melik Mısır’ın mutlak hükümdarıdır. Bununla beraber özel mülkiyet vardır. Kölelik de vardır. Köle azizindir ama artık onu kurtarmaktadır.
“Halas etmek” demek serbest bırakmak, kurtarmak anlamına da gelir. Ben onu istihlas edeyim yani kölelikten kurtarayım. Bu ifadeyle anlıyoruz ki kölelikten kurtarma yani azat etme müessesesi vardır. Kur’an’da buna tahrir, hürleştirme anlamı verilmektedir.
“İstihlas” kelimesi getirilmiştir. Melik onu kölelikten kurtaracak ama aynı zamanda kendisine vezir yapacaktır. İşte kralların bir özelliği de devlet yönetiminde en güçlü insanları getirirler ama bunların siyasi gücü olmasını da istemezler. Çünkü o takdirde o kimse ileride kendi yerine göz dikmiş olabilir. Kabiliyetli ama arkasında kitle olmayan bir sisteme ihtiyaç vardır. Osmanlılar ordularını yeniçerilerle oluşturdular. İstanbul’u onlarla korudular. Sipahi teşkilatını Anadolu’da yerleştirdiler ve yarış içinde olanların yönetimine verdiler. Böylece Osmanlı hanedanı sonuna kadar değişmedi. Melik de Hazreti Yusuf’u kendisine istihlas ediyor, yani özel olarak kendisinin emrine alıyor.
“Adil Düzen”de bu sorun çözümü için orduların bağımsız bölgelere konması ve merkezde ise başkanın ordu komutanı olması şeklinde kabul ettik. Böylece her ordu savunmayı yapacaktır. Birbirleriyle yarışta olan ordular olacaktır. Halk onlardan istediğinin askeri olacaktır. Merkezde ise tamamen başkanı isteyenler ve başkanın istediği asker olacaktır. Fıkıh istidlâl edilirken tarih de bilinmelidir. Siteler devleti hususunda örnek Mezopotamya’dır. Merkezi devlete örnek Mısır’dır. Sonra Romalılar, sonra Abbasiler, sonra Osmanlılar imparatorluk olmuşlardır. Mezopotamyalılardan sonra İbraniler ve Yunanlılar, şimdi de Avrupalılar yerinden yönetim örneklerini vermektedirler. Bütün bu uygulamalar bizim “Adil Düzen” için örnek olmuşlardır.
Hazreti Yusuf ve Hazreti Musa’yı Mısır’da yetiştirdiğine göre Allah bize bütün medeniyetlerden yararlanmamız gerektiğini ifade eder. Bize en yakın uygarlık olan Batı uygarlığı bizim için en önce incelediğimiz bir uygarlık olacaktır. Batılılaşma çabaları, hâlen onları öğrenme uğraşı, bugün Fethullah Gülen’in Amerika’da olması ilerisi için gerekli ilâhi takdirdir. Batı öğrenildikten sonradır ki Kur’an’dan istidlâl yapılıp “Adil Düzen” oluşturulacaktır. Benim beş sene Kırgızistan’a gitmem de buna dayanmaktadır.
Türkiye üniversiteleri ile Batı’yı öğrenmektedir. Ama henüz medreseler açılmadı. İslâmî ilimler henüz yeniden tedris edilmeye başlamadı. Bu hususta çalışan küçük bir grup vardır: Akevler. İzmir’de ilk çalışma yapıldı. Şimdi İstanbul’da yapılmaktadır. Ne zaman ki Türkiye’de herkes evlerde usulü fıkhı okumaya başlar, ona göre konuşmaya başlar, işte o zaman “Adil Düzen” gelecektir.
فَلَمَّا كَلَّمَهُ
(FaLamMAv KalLaMaHUv)
“Onunla teklim ettiğinde.”
Evet, emir derhal yerine getirilmiştir; hapishaneye gidilmiş ve Hazreti Yusuf melike getirilmiştir. Burada zamanda terahi vardır ama konuşmada teehhur yoktur. Hemen harekete geçilmiş ve melik Hazreti Yusuf’la konuşmuştur.
Buradan öğreniyoruz ki, “Fa” harfi ile başlaması hâlinde kullanılır. Konuşmak için getirilmesi gerekir ama o sanki hemen konuşmuş gibi olur. Yahut “Fa”den önce cümle mahzuftur. Gitti, aldı, getirdi, gelir gelmez, onunla konuştu demektir.
Burada başka bir şeye işaret edilmektedir. Biz ilgililer başvuruyoruz, işsizliğin çözümünü anlatacağız diyoruz. Olur diyor. Sekreterine emrediyor. Aylar sonra maceralı randevu gerçekleşiyor. Bir şey öneriyorsunuz. ‘Çalışın, sonra görüşürüz!’ diyorlar!
Onların anlamadıkları şey; sorunlar böyle çözülmez.
Melikin yaptığı gibi yapacaksınız. Hemen orada karar verip işe başlanmalıdır. Yönetimin kuralı budur. Bir şeyi yapmak istiyorsanız, muhalifler çoğalmadan yol alacaksınız. Yoksa onu kıskananlar, kendilerinin aleyhinde olacağını zannedenler size engeller üretirler, sonra çözmezsiniz. İşte melik de bunu yapıyor. Vakit kaybetmeden onu getirtiyor, konuşuyor ve ona görev veriyor. İnkılaplar böyle yapılır. Tedrici davranma sonunda başarısızlığa götürür. Harf inkılabı hiçbir hazırlık yapılmadan başlatılmış ve başarılmıştır. AK Parti iktidara geldiği zaman sorunları hemen çözmeliydi. Başörtüsü ve katsayıyı çözmeliydi. O ne yaptı? Sorunları yıllara sarkıttı ve başaramadı. Aynı hatayı Erbakan da yaptı.
Örnek vereyim. Kızların baş örtüsü meselesi ile ilgili Türkiye’de hiçbir mevzuat yoktur. Mustafa Kemal zamanında uygulama da yoktur. Bülent Ulusu başbakan olunca bir kıyafet genelgesini yayınladı. Oysa başbakanın böyle genelge yayınlama yetkisi yoktur. Askerdi. İhtilal sonrası idi. Genelgeye kanun gibi herkes uydu; hâlâ uyuyor! Erbakan başbakan olur olmaz hemen bu genelgeyi ortadan kaldıracak, ‘kurumlar kendi kıyafetlerini kendileri tayin ederler’ diyecekti. O gün değişik üniversiteler değişik uygulama yapar, sorun çözülürdü. Erbakan bunu yapmadığı için hâlâ sorun çözülemiyor.
Konuları halk tartışır, basın tartışır. Yönetim asla müdahale etmez. Kendi görüşlerini ortaya koymaz bile. Konu halk arasında olgunlaşınca ani bir kararla yapılacaklar yapılır.
Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi kapatılamıyor, ona kimse dokunamıyordu. Böyle olunca da demokrasi gelmiyor, bir türlü devlet yerine oturmuyordu. Kenan Evren Güvenlik Konseyi’ni topladı. Beş kişi kapatma kararını aldı. CHP ve diğerleri kapatıldı. Direnme devam ediyor. Sonra yeniden o imkanları CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a verdiler ama tutmadı. Şimdi ise Cumhuriyet Halk Partisi’nin tasfiyesine gidilmektedir.
“Kellemehu” tef’il bâbıdır. Uzunca konuşmuştur. Onun bilgisini ve anlayışını imtihan etmiştir. Yönetici demek, görevi ehline veren kimse demektir. İnsanı tanımak ve ona göre görev vermek gerekir. Bunu başaranlar muvaffak olmuş olurlar.
Mustafa Kemal’in en büyük özelliği işi ehline vermesidir, hoşuna gitmese de onunla çalışmasıdır. İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak onun dayandığı iki kişidir. Bunun dışında adi işlerde kullandığı insanlar da vardır.
Melik Hazreti Yusuf’a görev tevdi etmek için onunla sohbet etmiştir. Bu çok önemli bir usuldür. Farz ediniz ki birileri sizin kızınıza talip oldu. Onun hakkında başkalarına bir şey sormayacaksınız. Kendisini karşınıza alacaksınız. Bana yalan söylemeyeceksiniz. Eğer sonra bir yalan yakalarsam, evli olsanız, çocuklarınız olsa da sizi ayırırım, ona göre cevap verin diyeceksiniz. İşte melikin yaptığı gibi teklim edeceksiniz.
Çevreye sorarsanız, onların onunla geçmişi iyi veya kötü olabilir. Size ona göre cevaplar verirler. Ya senin kızına onlar talip olabilir veya ona kız vermek isteyenler talip olabilir. Size doğru bilgi vermezler. Bir işçi alırken de böyle yapacaksınız. Tekel sermaye bonservis ilkesini geliştirmiş, işverenle arası açılan yanmış olur. İnsan hata yapmış olabilir. İnsanın geçmişi ve geleceği ile ilgileneceksiniz.
قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا مَكِينٌ أَمِينٌ (54)
(QAvLa ÊinNaKa eLYaVMa LaDaYNAv MaKIyNun EMIyNun)
“Kesinlikle sen bugün bizim yanımızda mekinsin, eminsin” dedi.
Melik gerekli konuşmayı yaptıktan sonra kararını vermiştir. “Kâle” kelimesi atıfsız getirilmiştir. O tekellümde konuşmuştur. Sonunda değil arada söylemiştir. Onun için bedel olarak “Kâle” demiştir. Bedeli baz olarak söylemiştir, o sohbette söylemiştir.
İşler istişare iledir. Ancak kişiler hakkında istişare yapılmaz. Kur’an’da, ‘izin isteyene sen istediğine izin ver’ diyor, ‘istişare et’ demiyor. O halde kişiler hakkında istişare edilmez, onlarla istişare edilir. İstişarelerdeki fikirler ele alınır. Sonra ona görev tevcih edilir. Sonra birden büyük göreve getirilmez. Konuşmada başarılı olanı küçük görevde, geçici görevde denemesi gerekir. Başarılı olanlara daha büyük görev verilmelidir.
“İnneke/Sen” diyerek onun şahsına görev tevcih etmiş olmaktadır. Bir görev vermiyor, sadece “sen yanımızda emin durumdasın” diyor.
“El-Yevm” bugün diyerek eski konular üzerinde durmadığını ifade etmektedir. Yani eskiden sana yapılan haksızlıklara müdahale etmeyeceğini ifade ediyor. Hattâ gelecek için de garanti vermemektedir. Bugün durumun emindir. Diğer şeyler geçmiş ve geçmişte kalmıştır. Gelecek de gelecektedir. Ne olacağı bilinmez ama şimdiki durumunuz budur diyor.
Demek ki ben geleceksem bu görev verme uygun yönetim tarzı değildir. Şartlar değişir, onu başaramazsınız. Kimseye kamu görevleri hakkında bir anlaşma yapılamaz. Bu sebepledir ki Erbakan ve Çiller arasındaki iki yıllık münavebeli başbakanlık hatalı idi. Sonra bir yıla indirmeleri de hatalı idi. Bu hata sebebiyle iktidardan oldular. Çünkü milletvekilleri seçim olmasın diye yeni hükümete güven oyu verdiler.
“Ledeynâ” ledeyimizde diyor. İndimizde demiyor da ledeyimizde diyor. İndimizde demek fikren demektir. “Ledeynâ” dediğimizde çevrede demek olur ki ikisi arasındaki fark budur. Biri kişilerin görüşünde, diğeri ise kişilerin yaşayışında yanında olmaktır.
Melik burada Hazreti Yusuf’a maddi görevler vereceğini ifade etmiş oluyor. Yani bizim meliklik faaliyetimizde yanımızdasınız demektir.
“Mekîn” mekanın sıfatı müşebbehesidir. “Mekân” yer demektir “Mekîn” ise kadro demektir. Yani işlerde belli görevin olacak ve kadroyu sen işgal edeceksin demektir.
İşler birlikte yapılmakta, sonra ürün bölüşülmektedir. İşlerin birlikte yapılabilmesi için her iş için bir kadro açılır ve kadrolara ehil olan kimseler yerleştirilir. Bugün bile yapmadığımız bu işleri Mısırlılar yapmışlardır. Hazreti Yusuf’a senin bizim kadroda yerin var demektedir. Görülüyor ki burada melik onu görevli yapıyor ama ne yapacağını söylemiyor.
Genel olarak bir işin kadrosu oluşturulduktan sonra oraya biraz fazla personel atanır. Bunun yararı kişileri denemek, hangisi hangi işi daha iyi yapacaksa ona vermektir. Bir de yedek bulundurma zorunluluğu vardır. Biri terk ederse veya bozulursa o iş yarım kalır. Merkez valileri vardır. Yani vali kadrosundan çok valiler vardır. Gerektiğinde valiyi merkeze alır beklersin. Başka valiyi tayin edersin. Bu sistem Mısır’da da mevcuttur. Hazreti Yusuf şimdi kadroya alınmıştır. Görev ise tevcih edilmiyor.
***
قَالَ اجْعَلْنِي عَلَى خَزَائِنِ الْأَرْضِ
(QAvLa iCGaLNIy GALay PaZAEiNi eLEarWı)
“Beni arzın hazinelerine ca’let.”
Mısır’da halk çalışır, üretilir, kamu ambarlarına konur, sonra dağıtılırdı. Bu dağıtmanın nasıl olduğu hususunda burada bir bilgiye sahip olamıyoruz. Ancak para ile satıldığı bu sûrede belirtildiğine göre demek ki çalışanlara para veriliyor, onlar da sonra onunla istedikleri malları alıyorlardı. Tercihleri fiyatla yapılıyordu. Ama bu en zor iştir. Ya mallar artar elinde kalır, ya da azalır, sonunda kriz olur. Mısırlıların bu sorunu çözdüğü anlaşılıyor.
Bunu Hazreti Yusuf çözecektir.
Sovyetler ise bu sorunu çözemedi. Yokluk oluştu yahut mallar çöpe atıldı.
Kapitalistler de çözemiyorlar.
Hazreti Yusuf çözecektir. Bu da satılmayan malların fiyatlarını düşürmek, satılan malların fiyatlarını yükseltmekle sağlanır. Hazreti Yusuf bu işi iyi bildiği için melike “beni memleketin hazineleri üzerine koy” diyor. Hazine deyince bugün sadece altın ve gümüş anlıyoruz. Oysa Mısır’da kamu ambarları hazine idi. Karun’un bol anahtarları yalnız altın ve gümüş stoklarının anahtarları değildir, tahıl ve mal ambarlarının anahtarlarıdır.
Kur’an âyetleri birbirini böyle beyan etmektedir.
“El-Erd” kelimesi memleket anlamında kullanılmaktadır. Hazreti Yusuf ülkenin bütün hazinelerinin kendisinin mesuliyetine verilmesini talep etmiştir
Burada yine çok önemli kaideler ortaya çıkmaktadır.
a) ‘Bir göreve talip olunmaz, görev verilir’ deniyor. Hizmete talip olunur, başkanlığa talip olunmayabilir. Birinci husus budur. Hazreti Yusuf baştan hapishane arkadaşına ‘efendinin yanında beni zikret’ demişti. Demek ki kişinin kendisini yetkililere göstermesi haktır ve görevdir. Biz bunun için işsizlik ve saire gibi sorunların çözümlerini yetkililere arz ediyoruz. Şükürler olsun ki hapishanede değiliz, bir ihtiyacımız da yoktur. Ama bizim göreve talip olmamız meşrudur, hattâ memurun bihtir.
b) İkinci husus, görev almak için iktidarın iman ehli olması gerekmez. Bir ülkede yaşıyorsan, o ülkenin yönetiminde yer alman hem hakkın hem görevindir. Dolayısıyla kâfir devlete hizmet edilmez gibi bölücü sözlere Adil Düzenciler kulak vermezler. Biz parti kurduk, kooperatif kurduk, vakıf kurduk, dernek kurduk. Hepsinde başarılı olmuşuzdur. Ülkemizde anayasa ekseriyeti ile iktidara ulaştık. Biz insanları değil düzeni kötü kabul ediyoruz. Öyle olmasaydı bazı hükümetler muvaffak olurdu ama düzen kötü/zalim olduğu için muvaffak olamıyorlar.
c) Üçüncü husus ise; göreve talip olana görev verilmelidir. Yani kişi ne yapmak istiyorsa o yaptırılır. zaruret dışında isteksiz iş yaptırılmaz. Başkan konuları istişare eder. Herkes görüşünü açıklar. Başkan birisinin görüşünü uygulamaya karar verir. Genel olarak dikta yönetimini yürütenler görevi fikir sahibine vermezler. Kendilerinin sözünü dinleyenlere görev verirler. Böylece fikir sahibi de onun emrinde kalır, uygulayansa işi tam bilmediği için onun emrinde kalır.
d) Hazreti Yusuf peygamber burada melike diyor ki; beni görevlendir. Madem ki Allah bana bu meseleyi tevil imkanını verdi, o halde bunları uygulamak da bana verilmelidir. İşte Erbakan’ın ve Tayyip’in yaptığı hata budur. “Adil Düzen”i ve “Adil Ekonomik Düzen”i ortaya koyanlara değil, başkalarına ve özellikle ona karşı olanlara uygulatmaya kalkışmışlardır. Başarısızlığın kaynağı bu olmuştur. Görev teklif edene verilmelidir.
إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيمٌ (55)
(EinNIy XaFIyJun GaLIyMun)
“Ben alim hafizim.”
Görev verilirken iki şeye dikkat edilmelidir.
Biri, bilgi sahibi olacaktır. Ne yapacağını bilmeyen birine görev verilemez. Araba sürmeyi bilmeyene arabayı teslim ederseniz devrilir.
İki: Bu yetmez, sonra görevine sadık biri olmalıdır. Yoksa bilgisini kullanmaz, hattâ kötüye kullanır. Dikkatli ve görevini seven kimse olmalıdır.
“Hafiz” kelimesi esas alınmış, “Alim” kelimesi sıfat yapılmıştır. Önce hafiz olmalıdır. Alimlik şarttır. Bileni bulmak kolaydır. Kimin hafiz olduğunu tesbit etmek zordur. Bunun için görev verilirken küçükten yapılmalıdır. İnsanın hafiz olması yani dikkatli işler yapması için periyodik işler yapmaya alışmış olması gerekir. Namazın vakitler içinde farz kılınmış olmasının sebebi budur. Devrî hareketlere alışmış olan kimse vakti gelince nasıl namazı hatırlarsa, onun gibi belli işleri zamanında yapmayı bilecektir. Askerlikteki rutin eğitim bu sebepledir ve askerler bunun için sivillerden daha başarılıdır.
***
وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ
(Va KaÜAvLiKa MakKanNAv Li YUvSufa)
“Böylece Yusuf için temkin ettik.”
Buradaki “Ve” bundan önceki cümleye atıftır. Böyle dedi ve biz onun için imkanlar hazırladık. Yani bu suretle bir taraftan Mısır’ın yönetimi ile ilgili gelişmeler kaydedilmiştir, yani bu sayede Mısır bundan sonra asırlarca yaşayacaktır. Mısır’ın yıkılışı Büyük İskender’le yani Milattan Önce 300 yıllarında olmuşsa ve Hazreti Yusuf’un Mısır’a gitmesi de 1800 yıl olmuşsa, Mısır daha 1500 sene yaşayacaktır. Yani Mezopotamya uygarlığı peygamberler uygarlığı olduğu gibi Mısır uygarlığında da Hazreti Yusuf’un öğretileri vardır.
Buradaki “Ve” şunu ifade etmektedir. Hazreti Yusuf Mısır’a götürülmüş ve orada ona yerleşme imkanları verilmiştir. Diğer taraftan da Mısır’a ilâhi tebliğ ulaşmış, onlar da devlet yönetimi için vahiyden yararlanmışlardır.
“Li” harfi getirilerek Hazreti Yusuf için imkanlar hazırladık denmiş olmaktadır.
İnsanlık tarihi evrimdir. Bir insan tek hücreden gelişerek insan olabilmektedir. İnsanlık da böyle tek çiftte gelişerek uygarlaşmaktadır. İnsanlar dünyada âhiretteki hayata benzer bir seviyeye ulaşacaklardır. Bu gelişmenin olabilmesi için kuvvet ve hak uygarlıklarının yarışmaları söz konusudur. Hak uygarlıkları hukukta ve yönetimde ileri adım atarlar. Kuvvet uygarlıkları da teknolojide ve ekonomide ileri adım atarlar. Böylece insanlık adım adım sağ sol adımları ile ilerler. Mezopotamya-Mısır, İbrani-Yunan, Hıristiyanlık-Roma, İslâm ve Avrupa böyle uygarlık çiftleridir. Şimdi yeni uygarlık çiftinin başlama zamanıdır.
“Ve” harfi iki şeyi anlatır. Bir taraftan Mısır Hazreti Yusuf’tan ilerlemenin yollarını öğreniyor, diğer taraftan Hazreti Yusuf da Mısır’da yerleşme imkanını buluyor.
فِي الْأَرْضِ
(Fiy eLEaRWı)
“Arzda”
“Arz” olarak burada tekrar etmektedir. İzhar etmektedir “Arzın hazineleri” demiş, burada ise “arz” izhar edilmiştir. “Fîhâ” denmemiştir. Çünkü buradaki arz yeryüzüdür.
Evet, Hazreti Yusuf Mısır’da yerleşmiştir. Ama sonra onun kavmi yeryüzünün her tarafına dağılacak ve uygarlığı götürecektir. İnsanlık İsrail oğullarının yayılması ile uygarlaşmıştır. İsrail oğulları fitne çıkarmış, ülkelerden ülkelere sürülmüştür. Hâlen yeryüzünün her yerinde Yahudiler vardır. Onlar sayesinde insanlık ekonomik ve kültürel ilişkiler kurabilmekte idi. Bugün artık onlara ihtiyacımız olmayabilir. Ama hâlâ internetle haberleşiyoruz ve bu da onların eseridir.
İşte, Hazreti Yusuf için yeryüzünde yerleşip gelişme imkanı hazırlanmıştır. İkinci arz birinci arzdan daha geniş anlamda olduğu için izmar edilmiyor.
Uygarlık Mezopotamya’da doğdu. Mısır’dan sonra İran ve Anadolu’da devam etti. Sonra Akdeniz havzasına yayıldı. İslâmiyet’te Çin’e kadar uzandı. Avrupa’ya gitti. Buhar makinelerinin keşfi ve barutlu silahla uygarlık dünyanın her yerine yayıldı. Bugün uygarlığın merkezi ABD olmuştur. Şimdi merkez tekrar Ortadoğu’ya dönecektir. İstanbul maddî dolaşımın merkezi olacaktır. Mekke de manevi birliğin merkezi olacaktır. Kudüs de onun yanında yer alacaktır.
Gelecekte tek sermaye devleti olmayacaktır. Yüze yakın ulusal devletler olacaktır. Nüfus artarsa bu devletlerin sayısı iki yüze çıkabilir. Uluslararası ilişkiler de devam edecektir. Yargıda hakemler sistemi en etkin kurum olacaktır. Ulusların orduları hakemlerin emrinde olacaktır, merkezi yönetimin emrinde olmayacaktır. Hakemlere uyan ordular mü’min ordulardır. Hakemlerin kararlarına uymayan ordular kâfir ordulardır, müşrik ordulardır. Kıyamete kadar savaş devam edecektir. Nasıl hastalığa son veremiyorsak savaşa da son veremeyeceğiz. Mü’minlerin yönetimi ve orduları bozulduğu zaman kuvvet uygarlığı hakim olacak, sonra tekrar hak uygarlığı doğacaktır.
يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ
(YaTaBavVaEu MiNHAv XaYÇu YaŞaEu)
“Orada haysu yeşâu tebevvu’ ediyordu.”
“Arz” kelimesinin izharına sebep, önceki arz izafetle getirilmiş, sadece hazineler kastedilmişti. Yani külle değil cüz’e delâlet ediyordu. İkincisi külle delalet ediyordu. Yani bütün ülkeye mâlik oluyordu.
“Bae” barındı demektir, yani kalacak ve yaşayacak yer buldu demektir. Hazreti Yusuf böylece Mısır’da kardeşleri ile barınacak hâle gelmiştir.
“Haysu yeşâu” nerde isterse orada yer alıyordu. İsrail’in çocukları çoban idiler. Hayvanları otlatır ve geçinirlerdi. Mısır’ın her yerinde otlak yoktur. Onların Mısır’da barınmaları için onlara uygun yer verilmeli idi. Hazreti Yusuf’a işte bu imkan sağlanmıştır. Hayvanları mevsimlerde otlatıyor, yazları da saman artıkları yediriyorlardı.
Rüyadan anlıyoruz ki Mısırlılar da hayvancılık yapıyorlardı. Ne var ki bu onların esas besinleri değildi. İsrail oğulları için ise hayvancılık esastı. Bunlar hayvancılığı Mısırlıların buğday sapları üzerinde oturturlar. Mısırlılar ise bunları tam olarak değerlendiremiyorlardı. Dolayısıyla ekonomi bakımından sorun yaratmadan Mısır’da yerleştiler. Mısırlılara hiçbir zarar vermedikleri gibi onlar da alabildiğine çoğalma imkanını buldular. Buğday saplarını değerlendirdiler. Hayvanları tarlalarda yayarak tarlaların gübrelenmesini sağladılar.
Tarihte benzer olay Anadolu’da olmuştur. Türkmenler Anadolu’ya gelince dağlarda çobanlık yapıyorlardı. Yazın yaylalara çıkar ve hayvanları otlatırlardı. Rum ve Ermeniler ise tarım ve sanayi ile meşgul idiler, dağlardaki otları ve otlakları değerlendiremiyorlardı. Türkler ise bu bâkir imkanları kullandılar. Dolayısıyla Anadolu halkına hiçbir zarar vermediler. Aksine sonbaharda ovaya iniyor ve onların buğday saplarını hayvanlara yediriyorlardı. Bir de otlarını yiyerek gelecek yıl için otsuz tarla hâline getiriyorlardı. Ayrıca oralarda otlayan hayvanlarla onların tarlalarını gübreliyorlardı. Rum ve Ermeniler süt ve yoğurt alıyor, buna karşılık buğday, elbise ve ayakkabı satıyorlardı. Bu sayede zenginleşmeye başlamışlardı. Ekonomide hâlâ onlar daha varlıklı olarak İstanbul’da yaşıyorlar.
İşte Anadolu’da cereyan eden bu olaylar daha önce Mısır’da cereyan etmiştir. Böylece tarım ve hayvancılık arasında doğan uyum Mısır ve Anadolu’yu zengin etmiştir.
Bu sorun bugün de çözüme kavuşturulmayı bekleyen sorundur. Anadolu köyleri boşalmış, köylüler kentlere taşınmıştır. Köylerdeki tarlalar ve her türlü tarım arazileri boşalmıştır. Buraların değerlendirilmesini sağlamak için Çin’den de olsa işçi getirmeliyiz. Bunlar köylere yerleştirilecek ve arazileri ekeceklerdir. Biz onlardan toprak ürünlerini alacağız, onlara kentlerde ürettiğimiz mamul maddeleri satacağız. Onlar yazları çalışarak ülkelerinde bir senede aldıklarını burada bir ayda alacaklardır. Oralarda aylık gelir elli-altmış dolardır. Ayda beşyüz-altıyüz dolar sağlarsak on misli kazanmış olacaklardır. Dört ay içinde bunu sağlar, ondan sonra ülkelerine gider ve sekiz ay kendi dünyalarını yaşarlar.
Uygarlık demek işbölümü demektir. Bu sayede iki taraf da yararlanmış olur. Biri bir iş, diğeri de başka iş yaparsa ihtisaslaşma olur. Mesela Çin’in toprakları azsa veya verimli değilse, Anadolu’nun toprakları onların emrine verilir, kiralanır. Onların boş olan emekleri değerlendirilir. Bizim de boş olan tarlalarımız değerlendirilir. Böylece iki taraf da bol bol kazanmış olur.
Tarihte benzer olay 1960’larda olmuştur. Avrupa savaştan çıkmış, genç nesil savaşta telef olmuştu. Sadece çocuklar ve yaşlılar kalmıştı. Anadolu’da da nüfus artmış ama iş bulunamıyordu. Avrupa’ya işçi gönderildi. Oradaki uygarlığın tekniğinden yararlanıldı ve Avrupa yeniden eski gücüne ulaştı. Buna karşılık Türkler de sanayiyi öğrendiler. Para kazandılar. Türkiye’de uygarlaşmaya başladılar.
Demek ki Mısır’da da İsrail oğulları Mısır’a zarar vermeden onlara yarar sağladılar. Mezopotamya uygarlığını oraya götürdüler. Mısır uygarlığını da öğrendiler. Sonra Hazreti Musa zamanında Mısır’dan çıkacak ve İbrani uygarlığını kuracaklardır. O uygarlık dünyaya yayılacaktır. Hâlâ bu görevleri devam etmektedir ve bugünkü Avrupa uygarlığı da onların eseridir. İslâmiyet’i Avrupa’ya onlar götürdüler. Dünyadan ham madde aldılar, Avrupa fabrikalarında işlettiler, dünyaya mamul madde sattılar. Böylece hem dünya uygarlığın nimetlerinden yararlandı hem de Avrupalılar iş buldu. Sermaye de bu sayede tekelini kurdu.
نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَاءُ
(NuÖıBu Bi RaXMaTiNAv MaN NaŞAyEu)
“Rahmetimizi meşietimiz olana isabet ettiririz.”
Uygarlaştırma işi İsrail oğullarına verilmiş, onlar Mısır’da başlayan oluşmaları ile günümüze kadar uygarlığa hizmet etmişlerdir. Bugün de hâlen uygarlığın başında onlar oturmaktadır. Önce sermaye onların elinde. Tüm ekonomiye hakim durumdadırlar. Ülkelerde seçimler kazanılıyor, iktidara millî hükümetler geliyor ama para yine onları elinde; boş para, karşılığı olmayan kâğıt para, hiçbir şey olmayan para, herkesin hulusu kalp ile taptığı para onların elinde. ABD Merkez Bankası onların elinde. Dünya merkez bankaları IMF’ye bağlı ve doların kontrolünde. Bugün mevcut olan ilim onların elinde. Onlar ne söylerse insanlık onu ilim kabul ediyor. Tarihteki çalışmaları ile şimdi dünyayı da ilimleri sayesinde hükümleri altına almışlardır. Kuş gribi icad edilir ve dünyadaki bütün kümes hayvanları öldürülür. Domuz gribi icad edilir ve insanlara aşı satılır. Saçmalıkların her biri bin para. Demek ki maddî imkanları var, manevi imkanları da var. İşte bu rahmet İsrail oğullarına verilmiştir.
Kur’an’da açıkça onların seçilmiş kavim olduğu ifade edilmektedir. Kur’an nâzil olduğu zaman Arabistan’da bunların geçmişteki durumları bilinmiyordu. Hattâ bugün de bilinmiyor. İbraniler uygarlığın eşiğine geldiler ama uygarlaşmadılar deniyor. Bütün uygarlıklar onların eseridir. Hazreti Musa’dan sonra kurulan İbrani uygarlığı Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman zamanında en büyük seviyeye ulaşmıştır. Koydukları gemi seferleri ile Fenikeliler ve Yunanlılar Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında siteler kurdular. Oralarda hâlâ siteleri vardır. Yaptıkları şey kentleşmedir.
Kıbrıslı Zenon Romalılara Tevrat’ın hukukunu öğretti. Yunanlılar Lidyalılardan müsbet ilimleri ve Tevrat’ın zahirini öğrendiler. Yunan uygarlığı İbrani uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Hazreti İsa Yahudilerden gelen bir peygamberdir. Tevrat’ı beşerileştirmiştir. Bugünkü Avrupa uygarlığı ise tamamen İsrail oğullarının eseridir. İslâmiyet’ten ve Hıristiyanlıktan yararlandılar ama onlar kurdular.
“İstediğimize isabet ettiririz” denmektedir. İnsanlığın tek vücut olması ve bir uygarlık içinde bulunması için uygarlaşma belli merkezlerin işi olmalıdır. Bu da Hazreti İbrahim’in çocuklarına verilmiştir. Hazreti İshak’ın oğlu olan Hazreti Yakup İbrani uygarlığını kurmuştur. Hazreti İsmail’in torunu olan Hazreti Muhammed Kur’an uygarlığını kurmuştur. Hazreti İbrahim’in üçüncü hanımı Katura’dan olan dört oğlu doğu uygarlıkları Brahmanizmi yani Hinduizm ve Budizm’i kurmuşlardır. Allah birilerine bu görevi verecekti. Bu görevi bunlara vermiştir. Hazreti İbrahim’e vermeseydi başka bir İbrahim’e verecekti.
İsrail oğulları en çok etkin olan bir kavimdir. Hazreti İbrahim’le ilimde inkılap başladı, rasyonel düşünmeyi insanlığa öğretti. Hazreti Musa şeriatı öğretti. Hazreti Davut ekonomiyi öğretti. Hazreti İsa dini ve laikliği öğretti. Böylece uygarlaşma hususunda yeterince adımlar atılmıştır. İşte bu adımlar hep İsrail oğullarından gelen adımlarla atılmıştır. Hazreti İbrahim’in başlattığı aklîlik ancak yirminci yüzyılda tamamlanmıştır. Bu son tamamlama işi de İsrail oğullarına nasip olmuştur.
Bütün bunları anlatırken İsrail oğullarına verilen görevden dolayı onların diğer insanlardan farklı olduğu zannedilmemelidir. Âhiretteki sorumluluk açısından onların sorumluluğu daha çoktur. Kur’an’da; o gün Rabbinizin nimetinden dolayı sorulacaksın diyor. Bir kimseye bir vazife verdiğiniz zaman onu sorumlu tutarsınız. Vazife vermediğiniz kişiye ‘sen bunu niye yapmadın’ diye soramazsınız. Osmanlılar en çok sadrazamları öldürmüşlerdir.
İsrail oğulları seçilmiş kavimdir. Dolayısıyla cennette daha üstün yerleri vardır anlamına gelmez. Belki de âhirette bunlar cennetin en alt yerlerinde yer alacaklar, cehennemliklerin de en derin yerinde olacaklardır.
Bizim İsrail oğullarına verilen bu görevden dolayı yakınmamız değil hamd etmemiz gerekir. Bu sayede derecemiz yüksek olacaktır. Sonra şunu bilmeliyiz ki âhirette bir topluluk ortak olarak sorumlu tutulmayacaktır. Her toplulukta iyi insan vardır, kötü insan vardır. Makrodaki oluşlardan değil, mikrodaki davranışlardan ve niyetlerden insanlar sorumlu olacaklardır. Dolayısıyla dünyada seçilmiş olmak veya olmamak bir şey ifade etmez. Her nefis kendi davranışının hesabını verecektir. Allah’ın isabet ettirdiği rahmetin şükrünü biliyor mu, bilmiyor mu? Nimetin mukabilini yapıyor mu? Hamd ediyor mu? Esas sorun budur. Her rahmet bir imtihandır. Sınıf geçersen kazanırsın, geçemezsen rezil olursun.
وَلاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (56)
(Va LAv NuWIyGu EaCRa eL MuXSıNIyNa)
“Muhsinlerin ecrini zayi etmeyiz.”
Bundan önce açıklama yaparken aklımıza gelen suale aklımızla cevap verdik. Daha doğrusu başka âyetlerden edindiğimiz bilgimizle cevap verdik.
Kur’an hemen bize cevap verdi.
Nedir bu?
Evet, biz istediğimize rahmet ederiz ama muhsinlerin de ücretlerini zayi etmeyiz. Biz rahmet edip de kendilerini görevlendirmediğimiz insanlar ihsan yaparlarsa onların ihsanlarını da zayi etmeyiz.
Burada çok önemli bir karşılaştırma vardır: İn’am edilenler ve ihsan edenler. Bunlar birbirine “Ve” harfi ile bağlanmıştır. Öyleyse in’am edilenler başka, ihsan edenler başkadır. Yani in’am edilenlerin hepsi ihsan edenler değildir. İhsan etmek demek nimetin şükrünü eda etmek demektir. Onların ecirlerini zayi etmeyiz.
Demek ki uygarlaşma görevi Hazreti İbrahim’in çocuklarına verilmiştir. En çok aktif görev alanlar İsrail oğullarıdır. Bununla beraber bu görevi yerine getiren görevliler elbette ücretlerini alacaklardır. Çünkü görev kolay yerine getirilemez. Bu görev ihsan görevidir. Mallarını ve canlarını Allah’ın uğruna vermek demektir. Unutmamamız gerekir ki dünyada en çok sefalet süren, öldürülen ve horlanan halk İsrail oğullarıdır. Bugün dahi dünyanın en üstün gücüne sahip iken bile onlar aşağı görülmektedir. Sürgünler, zulümler, öldürülmeler hep onların başlarından geçmektedir. Filistin’de şimdi her gün can korkusu içinde yaşıyorlar. Öldürüyorlar ve ölüyorlar, hem de bir hiç uğruna. Amerika’daki iki yüz sermaye patronunun aklına uyup Filistin ve İsrail’de günde yüzlerce insan ölmekte, açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. Bunlar ihsan için yapılıyorsa elbette Allah ecirlerini zayi etmeyecektir. Ama bunlar sömürü adına yapılıyorsa elbette bu in’amdan payları olamayacaktır.
İşte, Allah’ın nimetine nail olan İsrail oğulları eğer ihsanda bulunurlarsa ücretleri zayi edilmeyecektir.
“İhsan” ne demektir?
İyilik demektir, başkasının işini iyileştirme demektir. Bu tafdil bunun içindir. İnsanlara ihsan etmeniz için size rahmetler edilir. İlminiz olursa, görevinizdir, başkalarını yararlandıracaksınız. Paranız olursa başkalarını yararlandıracaksınız. Mevkiiniz olursa başkalarına hizmet edeceksiniz. İmanınız olursa onlara vaaz ve nasihat edersiniz. Bunların hepsi ihsandır. Topluluğa yararlı işler ameli salihtir. Ameli salih ihsandır.
“el-Muhsinîn” kurallı erkek çoğul getirilmiştir. İhsan tek başına bir işe yaramaz. İhsan ancak cemaatçe yapılırsa bir mânâsı vardır. Cemaat için ihsan yapılır. Burada kurallı erkek çoğul getirilmesi organize olmuş ihsana katılanlar anlamındadır.
Burada harfi tarifle ifade edilen “muhsin topluluk” kimlerdir?
Bunlar İbrahim milletidir. Hazreti Yusuf hapishane arkadaşına tarif etmişti. İşte muhsinler o kimselerdir. Aslında Hazreti Nuh zamanında başlanılan uygarlaşma Hazreti İbrahim tarafından beşerileştirilmiştir. Yani tüm insanlık için başlatılmıştır. Bu arada özel olarak görev alan İsrail oğullarının görevleri Kur’an’ın nüzulü ile son bulmuştur. Bununla beraber onlar dışlanmamışlardır. Onlar da diğer nâs gibi görevlidirler. Onların kendilerine has görevleri vardır, devam edecektir.
Kur’an’dan sonra İsrail oğullarına verilen görev gönüllü mü’minlere verilmiştir. Allah için kimler asker olmak istiyorsa onlar İsrail oğullarının görevini yüklenmişlerdir.
Hazreti Yusuf aleyhisselâm İsrail oğullarının oluşturmak için Mısır’a taşınmıştır. Sûrede önce Mısır’a taşınma anlatılmış, sonra da Mısır’da yerleşmesi hikâye edilmiştir. Bundan sonra kardeşleriyle oradaki yerleşme sorunu anlatılmıştır.
***
وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ
(Va LaEaCRu eLEAPiRaTi)
“Âhiretin ücreti”
Muhsin olup da iman etmiş olmayanların ücretlerini de Allah zayi etmeyecektir. Bu dünyada karşılığını vermese bile âhirette karşılık verilecektir.
İman etmiş olan kimselere gelinirse; bunların bu dünyada amelleri zayi edilse bile âhirette daha hayırlısı verilecektir.
Ameli salihlerin katsayıları vardır. Bu dünyada verilirse, diyelim ki katsayı üçtür. Âhirette de katsayısı yedidir. Toplam onla çarpılır, üçü bu dünyada verilir, âhirette ise yedi verilir. İman etmiş olanların ameli salihleri yirmiye çarpılır. Biri veya ikisi bu dünyada verilir. 18 veya 19’u âhirette verilir.
خَيْرٌ لِلَّذِينَ آمَنُوا
(PaYRun LilLaÜINa EAMaNUv)
“İman etmiş olanlar için daha hayırlıdır.”
Âhiret takdim edilmiştir. Çünkü onların asıl ücretleri oradadır.
وَكَانُوا يَتَّقُونَ (57)
(Va KAvNUv YatTaQUNa)
“İttika etmişlerdir.”
Burada isim cümlesine fiil cümlesi bağlanmıştır. İkinci cümle hâldir.
Sadece iman etmek yeterli değildir. İttika etmiş olmak gerekir. Yani önce kendini kötülüklerden korumaya kara vereceksin, sonra da iman edeceksin. İmanın gereği olan ameli sâlihi yapma da ittikaya dahildir.
Demek ki bu âyet muhsinleri yani müslimlerle iman etmiş olanları yani mü’minleri birbirinden ayırmaktadır. Müslimlerin ecirleri zayi edilmeyecek, mü’minlerin ecirleri ise âhirette kat kat verilecektir.