YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
2052 Okunma
YUSUF 11-15

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 4

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ

قَالُوا يَاأَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ(11) أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ(12) قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ(13) قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ(14) فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(15)

 

قَالُوا  

(QAvLUv)

“Kavlettiler.”

Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u kuyuya atma önerisine sükutla cevap verdiler, yani sükut ikrardandır şeklinde bir anlaşma ile eve dönüyorlar.

Bir öneri ortaya sunulur, kimse itiraz etmezse, sonra da herkes o öneriye göre davranmaya başlarsa, karar kabul edilmiş olur. Kardeşler eve babalarına gelince Yusuf’u kendilerine katmasını öneriyorlar. Söyleyenler aynı kimselerdir ancak muhatap değişmiştir. Bu sebeple “Kâlû/kavlettiler” kelimesi tekrar edilmiştir.

Daha önce kardeşler birbirlerine söylerken, şimdi birlikte babalarına söylemektedirler.

Koro hâlinde hep birlikte söylemiş olmayacaklarına göre, biri konuştu diğerleri sükut etti, dolayısıyla konuşmak için birlikte geldiklerinden hepsi birden söylemiş durumdadırlar.

İştirak etmek istemeyenler ya ekibe katılmazlar ya da aksi görüş beyan ederler.

Kur’an, sözcünün söylemesini diğerleri susunca hepsi söylemiş olarak kabul ediyor ve buna göre hüküm koymuş oluyor.

Kim konuşmuştur?

Genel kurala göre en büyük olan kardeşin konuşmuş olması gerekmektedir. O onların doğal sözcüsüdür. Anadolu’da hâlâ ağabey baba yerindedir geleneği devam etmektedir. Sözcünün muhataba bildirilmesi gerekmez. Birlikte gelinir, biri konuşur diğeri dinlerse, muhatap onu sözcü olarak kabul eder, sükut edenler ‘ben o teklife katılmadım’ deme hakkına sonradan sahip değildirler. Başkanın önerilerine de toplantıda itiraz etmezler ise öneriyi hepsi kabul etmiş sayılırlar. Ne var ki biri itiraz ederse, diğerleri itiraza sükut ettikleri için onlardan sükut edenler de itiraz etmiş olurlar.

Burada “Yusuf’un kardeşleri dediler” denmiş olduğuna göre, bu fikre kimse itiraz etmemiştir demektir. Bu karar grupta bulunmayanların hükmü ise ve grup kararlarına itiraz etmemişlerse onlar da katılmış olurlar.  

يَاأَبَانَا

(YAvEaBAvNAv)

“Ey babamız.”

Burada kardeşler babalarına hitap etmektedirler.

Yâ Ebânâ/ Ey Babamız” kelimesi, konuşanın sözcü olduğunu ifade eder. Kendi başına konuşsa idi “Yâ Ebeti / Ey baba” derdi.

Babamız” marifedir. Yukarıdaki “ıhve”nin yani “kardeşler”in babalarını tarif eder, bütün kardeşleri içine alır. Sözcü bütün kardeşlerini temsilen konuşmuştur. Yusuf ve kardeşi de bu “” zamiri içindedirler. Yusuf küçüktür. Ancak ağabeyleri ile o da meraya gitmeyi arzulamaktadır. O ve kardeşi de sükut ederek bu öneriye katılmışlardır.

مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا

(MavLaKa LATaEManNAv)

“Neden bize emanet etmiyorsun?”

” soru edatıdır. “Leke” senin lehine anlamındadır. Ne yararın var demektir.

Daha önce Yusuf ağabeyleriyle gitmek istemiş ama babaları göndermemiş olabilir. Kardeşleri bunun babalarının kendilerine güvenmeme durumundan ileri geldiğini anlamış olabilirler. Gerçekten de babaları onlara güvenmemiş olabilir. Yahut küçük olduğu için babası onu kardeşlerine katmamış ve onlarla göndermemiş olabilir.

Kardeşleri “emanet etmiyorsun” diyerek babalarını böylece zorlamış olabilirler.

Hazreti Yakub’un bütün serveti çocuklarının otlattığı sürüden ibarettir. Güvenmediğini izhar ederse, çocuklarının da babalarından ayrılıp kendi işlerini kendilerinin yapması durunu ortaya çıkabilir. Çobanlık döneminde varlığı sürdürmek için büyük aile yapısına ihtiyaç vardır. Kardeşler, Yusuf ve kardeşi ile anne babasını bırakıp gitseler, Hazreti Yakup kendi hayatını sürdüremez durumdadır. Oysa kardeşler başlangıçta sıkıntı çekerler ama sonraları aralarında birliği sağladıkları takdirde onların yaşamaları çok daha kolay olacaktır.

Hâlen ülkemizin kır hayatında tarım ve çobanlıkla geçinenler büyük aile tipi bir yaşayış içindedirler. Birinci hanımdan büyümüş ve evlenmiş çocukları varken, birinci hanımı vefat eder ve ondan sonra evlenir, küçük çocukları olur. Ailenin geliri büyük çocuklar tarafından sağlanmaktadır. Baba, karısı ve küçük çocukları ile daha çok ilgilenmektedir. Sonra babaları ölmüş gibi miras taksimi yapılır. Kardeşleri kendi hayatlarını sürdürmeye başlarlar.

Hazreti Yakup böyle bir dağılmanın olmasından korktuğu için çocuklarına ‘ben size güvenemiyorum’ diyemeyecektir. Bunu bilen kardeşler ‘yoksa bize güvenmiyor musun’ hitabı ile babalarını baskı altına almaktadırlar.

Günümüze kadar gelen bu sorun nasıl çözülecektir?

Önce, Hazreti  Yakup bir peygamberdir. Onun yaptığı bir şey Kur’an’da anlatılıyor ve yanlış olduğu söylenmiyorsa, peygamberin yaptığı bize de şeriattır. Demek ki böyle durumlarda Allah’a tevekkül edip birliği bozmamak için tavizler vermek meşrudur. Bu hükmü genişletip diyebiliriz ki; topluluğun dağılmaması için başkanlar kendi kanaatleri dışında da topluluğa uyabilirler.

عَلَى يُوسُف

(ALa YUvSuvFa)

“Yusuf üzerine.”

“Yusuf’u bize emanet etmiyorsun” demiyorlar da;

Yusuf üzerine bize güvenmiyorsun” diyorlar.

Babaları çocuklarının Yusuf’u koruyamayacaklarını, yani güçleri yetmeyeceğini, onun için yanlarına katmadığını düşündüklerini söylüyorlar. Yani, Hazreti Yakup çocuklarının ihanet edeceğini düşünmüyor, çocuklarının O’nu korumaya güçlerinin yetmeyeceğini düşünüyor. Çocukları babalarına böyle düşünerek söylüyorlar.

İşte bu da iki bakımdan büyük sanat örneğidir.

Birincisi; karşı tarafı kötü düşünür şeklinde görüp ona cephe almaktır.

Diğeri ise karşı tarafın davranışlarına karşılık iyi niyete dayalı tahliller yapmaya yönelmedir. Böylece babalarına olan saygılarını korumaya çalışmakta, babalarına kendilerinin Yusuf’u korumaya güçlerinin yettiğini inandırmaya çalışmaktadırlar.

Başka bir yoruma göre de; “Yusuf’u bize niye emanet etmiyorsun?” deseler, o zaman kötü niyetli olduklarını da açıklamış olurlar. Dolayısıyla bu ifade kötü niyetli kardeşlerin çok ustaca söyledikleri bir sözdür.

Kıssa gerçekten ahsen-i kasastır. Hazreti Yakup aslında oğullarının kötü niyetli olduklarından şüphelenmektedir. Yusuf’a bunu daha önce açıkça söylemiştir. Ne var ki Hazreti Yakup oğullarına bu kuşkusunu açıklamamaktadır.

Burada ‘Yusuf ve kardeşinin üzerinde bize güvenin yok’ demiyorlar da, bunu yalnız Yusuf için söylüyorlar. Bu, ya Yusuf’un kardeşinin kendileri ile beraber gitmiş olmasından dolayıdır. Babaları yalnız Yusuf’u göndermemektedir. Ondan dolayı böyle diyorlar. Ya da Yusuf’un kardeşi henüz çok küçüktür, onun için ondan bahsetmiyorlar.

Zaten kuyuya atma hususundaki meşveretlerinde yalnız Yusuf’u atmayı düşünüyorlar, kardeşinden bahsetmiyorlar.

Babaları büyük kardeşlerden ayrılıp Yusuf ve kardeşiyle yalnız kaldığı takdirde ne olur Hazreti Yakup kendi hayatını sürdürebilir mi?

Tek başına bir oğlu ile kalırsa ayrı hayat sürdüremez. Bu sebepledir ki iki kardeşi birden yok etmeyi düşünmüyorlar. Esasen buna güçleri de zor yetecektir. Yusuf’u tercih etmelerinin sebebi, babalarının Yusuf’u daha çok sevmiş olmasındandır. Ayrıca Yusuf daha küçüktür. Onu bertaraf etmek daha kolaydır.

وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ(11)

(Va İnNAv LaHUv La NaÖıXUvNa)

“Biz onun nasihi olacağız.”

Anne ve babanın çocuğu büyütmesine “terbiye” denmektedir. Bir ustanın çırağını, bir öğretmenin öğrenciyi yetiştirmesi ise “nasihat” kelimesi ile ifade edilmektedir. Yani kardeşleri Babalarına diyorlar ki; Yusuf’u bize kat, biz onu çobanlıkta yetiştirelim.

Burada “İnnâ” ve “Le” ile iki defa tekit edilmiştir.

Babaları Yusuf’u çok sevdiği için böyle bir eğitimin yapılmasını istememektedir, oğluna kıyamamaktadır. Çocukları babalarına bunu tekiden hatırlatmaktadırlar.

Nasihat” kelimesi Kur’an’da çokça geçmektedir. Peygamberler kendilerinin nasihatçi olduklarını belirtmişlerdir. “Rab” Allah’ın sıfatıdır. Anne babanın çocukları yetiştirmesi “terbiye” kelimesi ile ifade edilmektedir. “Nasuh tevbe” eğiten tevbe demektir. Allah ve resulüne yani hakemlere nasuh olmayı da emretmektedir.

Küçük çocuklara ve akıl hastalarına velilik doğrudan anne ve babalarına aittir. Sefih olanların veya borçlu olanların veya nüşuz edenlerin velileri ise hakemlerdir. Yani hakemleri seçebilme ehliyetine sahip olanlar hakemleri tarafından kısıtlanabilirler. Ustaların çırakları yetiştirmeleri de nasihat kabilindendir.

Yakup peygamber oğullarının buradaki sözlerine itiraz etmemiştir.

O halde takrir yoluyla bu hüküm bize de meşru olmuştur.

“Biz ona nasihat ederiz” demiyorlar da, “biz nasihat edenleriz” diyorlar. Kurallı erkek çoğulu getirilmiştir, yani biz eğitmekle görevliyiz. Ağabeyleri olarak biz bunu yapmakla mükellefiz. Siz bu görevi yapmamıza mâni olamazsınız. Böylece babalarını iyice sıkıştırıyorlar. Fıkıhta da  görevini yapmayan velinin azli caizdir. Bunu diğer akrabalar talep eder ve mahkemenin kararı ile yürürlüğe girer.

***

أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا

(EaRSiLHu MaGaNAv ĞaDan)  

“Gaden/yarın onu bizimle beraber irsal et.”

Gaden/yarın” dediklerine göre, akşamleyin babalarıyla ertesi gün yapacakları işi müzakere ediyorlar demektir.

Peygamber olarak Hazreti Yakup bu şekilde akşamleyin müzakere yaptığına göre, bizim de öyle yapmamız gerekir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da böyle yapıyordu.

Yatsıdan evvel toplantı yapılır, kadın ve çocuklar da bu toplantılara katılır. İki-üç saat süren bu toplantıda görüşmeler yapılır, anlaşmalar yapılır, yarın yapılacaklar kararlaştırılır, herkes evine döner ve uyur. Sabah namazından sonra geceleyin kararlaştırılan işleri yapar.

Burada kardeşlerini meraya götürmek için babalarından izin istiyorlar. Hazreti Yakup peygamber de buna müsade ediyor. Demek ki onbeş yaşından küçük çocukların eğitimi anne babalarının iznine tâbidir. İzni anasından değil de babasından istemeleri gösteriyor ki, çocuğun velayet hakkı yani “meslekte eğitim hakkı” babaya aittir.

Şimdi Kur’an’da geçmiş peygamberlerin kıssalarının bize niçin anlatıldığını daha iyi anlıyoruz. Onların hayat hikayelerini okuyarak, kendimizi onların yaptıklarını örnek alarak eğitmemiz gerekmektedir.

Meanâ” kelimesi ile beraberlik ifade edilmektedir. Yani Yusuf kendi başına yürüyecek ve kafile içinde yaşayacak, kendi başına davranacak bir yaştadır. Mesleki eğitim on yaşlarında başladığına göre Yusuf’un yaşı da bu civardadır.

Ersil” kelimesi serbest bırakmak veya görevlendirmek anlamına gelmektedir. Oğulları babalarına artık Yusuf’u da işe koş demektedirler.

Yine fıkıhtan biliyoruz ki, on yaşına gelen çocuğa babası belli işleri yapmak üzere izin vermeye başlar hükmü vardır. Onbeş yaşlarına gelince bütün işler için çocuğa izin verilmiş olur. Demek ki burada istenen, çocuğun artık ağabeyleri ile hayvan sürülerini gütmeğe Yusuf’un görevlendirilmesidir. Burada velayet devri yoktur, yani ağabeyleri babalarının yerine geçmemektedir. “Ersilhu” kelimesini bunun için kullanıyorlar. Çocuk artık bu hususlarda mezun olmaktadır. Büyümüş gibi muamele görecektir.

يَرْتَعْ وَيَلْعَب  

(YaRTaG va YaLGaB)

“İrtia etsin ve lağb etsin.”

Ragy etmek” sürüyü gütmek demektir. İftial babından “irtia” kendi kendini gütme demektir, yani gütmeyi öğrenme demektir; yani ağabeylerinin gösterdiği şekilde hayvanları ragy edecektir.

Ragy etmek” yalnız çobanlık yapmak değildir, aynı zamanda yönetmek demektir. Komutanların birlikleri sevk ve idare etmesi bir “ragy”dir. “İrtia” ise kişinin kendi kendisini yönetmesi demektir. Artık oğluna izin ver de erginliğe doğru yürüsün diyorlar.

Büyük sürülerin otlatılması kolay bir iş değildir. Çobanlar işbölümü yaparlar. Yayılımın belli yerlerinde görev alır, beklerler. Hayvanların dağılmasını önlerler, dışarıdan gelecek olan canavarları ve çapulcuları gözlerler. Böylece her biri kendi sahasında dikkatli ve uyanık durumdadır. Vakti gelince sürü çobanlarla beraber hareket eder. Hareket esnasında çobanlar yine görevli oldukları yerlerde bulunarak yürürler.

Sürü sabahleyin meraya gider. Öğleyin suya döner ve tekrar gider. Akşamleyin ağıla getirilir. Çobanlara köpekler eşlik eder. Sıcak günlerde hayvanlar geceleyin otlamaya çıkarılır, gündüzleri ağıla alınır. Bazen fırtına olur, sürü ve çobanlar herhangi bir yerde yakalanırlar. Bazen sis olur, hayvanlar kaybolur, onları arayıp bulmak gerekir.

Bazen hayvanlar merada doğururlar. Yavruları kucakta taşımak gerekir. Bazen hayvanlar kendileri yuvalanır. Çobanlar yiyeceklerini sırtlarına alıp götürürler. Hayvanların ve karıncaların yiyeceklerini yememeleri için ağaç dallarına veya kayaların başlarına koyarlar.

Hâsılı, çobanlık bir ekip çalışmasıdır ve zorlu bir meslektir.

Çocuklar da burada yetişirler. Önce büyüklerinin yanında bulunurlar. Sonra adım adım kendi başlarına iş yapacak hâle gelirler.

İşte, Yusuf’un bu eğitime alınmasını babalarına teklif ediyorlar.

Çobanlar bazen boş kalırlar. Hayvanların dinlenme zamanlarında veya bir yere gidemeyecekleri zamanda çobanlar bir araya gelir ve oyunla zamanlarını geçirirler. Çobanların oyunları sadece bir eğlence değildir. Aynı zamanda bir korunma ve savunma eğitimidir. Bedenin mücadeleye alıştırılmasıdır.

Yusuf ağabeyleri ile otlağa gelince önce oyunları seyrederek oynama eğitimini alacak, daha sonra da kendisi oynamaya başlayacaktır.

Gelsin ve oynasın” diyorlar.

Bugün kentliler top seyrediyorlar; ne seyredenlere bir yararı var ne de oynayanlara!

Çobanların ise top gibi meşhur çelik çomak oyunları vardır. Bir de on santimden biraz büyük çelik denilen ağaçtan yapılmış  çomakları vardır. Bunlarla oynanır. Çeliğin bir ucu kırkbeş derece yontulmuştur. Çelik yontulan tarafı yere gelecek şekilde yere konur. Çomakla bu uca vurulur. Çelik havaya fırlar, sert bir şekilde yandan çomakla vurulur. Karşı taraf onu havada yakalarsa oyuncular yerlerini değiştirirler.

Şimdi, Hazreti Yakup peygamber zamanında bu oyun var mı idi veya ne tür oyun vardı; bu kazılar ve mukaddes kitaplardan öğrenilebilir. Kur’an bize buna benzer bir oyunun var olduğunu bildiriyor. Hazreti Yakup peygamber bunu tasvip ettiğine göre; bizim için bu tür oyunları öğrenip oynamanın meşru olduğunu öğreniyoruz.

“Oyunu seyretsin” demiyorlar da “oynasın” diyorlar.

Demek ki sünnet olan, meşru olan futbolu seyretmek değil, bizzat oynamaktır. Seyir sporu değil oyun sporu gerekir. Profesyonel spor değil, kitle sporu gerekir.

وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ(12)

(Va EinNAv LaHUv La XAvFiJUvNa)

“Biz onun muhafızıyız.”

Yukarıda “biz onun nasihiyiz” demişlerdi.

Burada da “biz onun muhafızıyız” diyorlar.

Usta-çırak ilişkisinde usta çırağı eğitirken aynı zamanda çırağı korumakla ve gözetmekle yükümlüdür. Genel kural şudur: Çocuk onbeş yaşına gelinceye kadar anne babasının korumasındadır, anne babası ona zarar gelmemesi için çocuğu korur. Çocuğun başkasına zarar vermemesi için de çocuğu kollar. Çocuk herhangi bir zarar iras ederse, zararı babası veya babasının dayanışma ortaklığı tazmin eder. Onbeş yaşından sonra çocuk artık kendisi sorumlu olur, kendisine kısas uygulanır, kendisi ve âkilesi tazmin eder. Velisinin izni olmaksızın çocuk ıslah evine konamaz. Çocuk velisinin izni ile ustaya çırak verilir. Usta onu meslekte yetiştirir.

Bu durumda fıkhi bir sorun ortaya çıkar: Çocuk çırak olarak çalışırken bir zarar verirse veya bir zarar görürse sorumluluk kime aittir? Velisi veya velisinin âkilesi mi, yoksa ustası veya ustasının âkilesi mi zararı tazmin edecektir?

Bu âyetler sorumluluğun ustaya ait olduğunu belirtiyor.

Hazreti Yakup peygamber bu isteklerini olumlu karşıladığına göre bu hüküm bizim için de geçerlidir. Nasih olma ve hafiz olma kelimeleri erkek kurallı çoğulla getirildiğine göre sorumluluk kollektiftir. Birlikte çalışan bütün ustalar dayanışma içinde sorumludurlar.

Kasamenin hükümleri de bu âyetten istidlâl edilebilir.

Fıkıhta bedeni cezalar için kesin ispat ve şahsi sorumluluk ilkesi vardır. Tazminatta ve mâli sorumlulukta bu kesin ispat ve şahsi sorumluluk ilkesi yoktur. Aksi olsaydı dayanışma ortaklığı meşru olmazdı. Batılılar bu ayırımı benimsemeden kesin ispat ve şahsilik ilkelerini fıkıhtan almak istemişler ama becerememişlerdir.

***

قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ  

(QAvLa EinNIy LaYaXZuNUvNy EaN TaÜHaBUv BiHy)

“Onunla zehab etmeniz beni mahzun eder.”

Mahzun olmak” üzülmek demektir.

Hayvanlar kendilerini savunacak, ihtiyaçlarını giderecek melekelere sahiptirler. Bunlardan biri de hüzündür. Anne baba yavrusundan uzak kalmak istemez. Yavru da bilhassa annesinden uzak kalmak istemez. Bu duygular yavrunun korunmasını sağlar. Hayvanlar yavru küçükken onunla ilgilenirler. Yavru büyüyünce artık akrabalık ilişkileri biter.

İnsanlarda ise akrabalık duygusu ölünceye kadar devam eder.

Hattâ öldükten sonra onunla ilgili hatıraları devam eder.

Hüzün gayri iradidir. Yani üzülmemek elden gelmez.

Hazreti Yakup peygamber çocuklarının kıskançlık duygularından şüphelenmektedir. Ancak bunu çocuklarına hissettirmemek için diğer mazeretleri ileri sürmektedir.

Onu götürmeniz beni mahzun eder” diyor.

Basit insani duygularla çocuklarının isteklerini zora koymaktadır.

Hazreti Yakup çocukları ile beraber olmanın yollarını aramaktadır. İnsan hisleri ile fikirleri arasında dengesini korumak durumundadır. Hazreti Yakup bir yandan Yusuf’un ağabeyleri ile gidip orada mesleki eğitim almasını ve korunma talimi yapmasını istemekte, çocuklarının bu isteklerini haklı bulmaktadır. Onun için onların bu isteklerini reddetmiyor. Başka engelleri ortaya koyuyor. Reddetmemesi tasvip anlamına gelmektedir.

Bundan dolayı çocukların önerileri bizim için de şeriat olmaktadır.

وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْب

(Va EaPAvFu EaN YeKuLaHUv el ÜiEBü)

“Ve zi’bin onu ekletmesinden havf ediyorum.”

Hayvanlar günü yaşarlar; geçmişi hatırlayamazlar, geleceği düşünemezler.

İnsan ise geçmişini ve geleceğini bildiği için hâlini onlarla birlikte yaşar.

Hüzün hâl içinde yaşanır.

Yusuf ayrılmadan evvel hüzün olmaz, ancak insan ayrılması hâlinde hüzün olacağını, ayrıca ileride olacak olaylardan dolayı şimdi havf eder. Yani “havf” insan için gelecekte olacak olayları da içine almaktadır.

“Yahzununî”de mütekellim olan Yakup mefuldür.

“Ehafu”da ise Yakup faildir.

İkisi de fiil-i muzaridir.

Muzariler geniş zamanı, hâli ve gelecek zamanı ifade edebilirler; yani korkarım, korkuyorum, korkacağım ifadeleri Arapçada aynıdır ve bu mânâlar da müşterektir.

Burada korkuyorum veya korkarım mânâlarını verebiliriz.

Onu zi’bin/kurdun ekletmesinden korkuyorum” ifadesinde o devrin en büyük sorununu ortaya koyuyor. Doğada kuzular kurtların avları olarak vardır. Kuzular ot otlar, kurtlar ise kuzuları yer. Otlar azalır, kuzular zayıflar, kaçamazlar. Böylece kurtlar tarafından kolayca avlanırlar. Kurtlar kuzuları yedikçe semirir ve çoğalırlar. Kuzular ise azalırlar. Kuzular azaldıkça otlar bollaşır. Kuzular azaldığında kurtlar çoğalır ve zayıflarlar. Kuzular ise semirir ve eskisi kadar avlanmazlar.

Böylece denge devem eder.

İnsan dünyaya gelmeden önce bu böyle idi. İnsanlar avcılık döneminde kurtlara ortak oldular, onlar da kuzuları avlamağa başladılar. İşte kurtlarla kuzular arasında çatışma o tarihte başladı. Sonra insanlar çobanlık dönemine gelince bu çatışma daha da büyüdü. İnsanların besleyip büyüttükleri kuzuları kurtlar kapıp yemeye başlar. İnsanlarla kurtlar arasındaki çatışma en şiddetli bir durum alır. Kurtlar insanlardan daha güçlüdürler. Boğuştuklarında insanları hemen alt ederler. İnsanlar bunlara karşı ancak taş ve sopa kullanarak kendilerini savunur olurlar. Ama yine de çok zayıf durumdadırlar.

İnsanlık bu durumdan demirin icadı ile biraz rahatlamıştır. Kurtların koparıcı pençeleri ve kesici dişleri karşısında insanların bıçakları ve baltaları olmuştur.

Ne var ki Hazreti Yakup zamanında henüz demir icad edilmemiştir. Yakub’un yaşadığı yıllar M.Ö. 1700-1800 yılları olmalıdır. Demir ise M.Ö 1200 yıllarında yaygınlaşır.

Bugün kurdun insanı yemesi hemen hemen mümkün değildir. Bir kurşunla kurt uzaktan etkisiz hâle getirilmektedir.

O zamanki en büyük sorun ise sürünün kurtlardan ve diğer vahşi hayvanlardan korunma sorunudur. Çocuklar avlanma ve otlatma yerlerine götürülemiyordu. Mağaralarda yırtıcı hayvanların resimleri çizilir ve çocukların eğitilmesi resimlerle yapılırdı. Ancak çocuk on yaşlarını geçince, güçlü çobanların yanında meraya hayvanları otlatmaya götürülürdü. Eğer çobanlar güçlü değilse, o zaman çocuklar onbeş yaşına yaklaşınca götürülürler.

İşte, Yusuf’un kardeşleri kendilerinin güçlü olduğunu ifade ederek otlatmaya kardeşlerini götürmeyi teklif ediyorlar. Hazreti Yakup da korkunun devam ettiğini söylüyor. Bu sebepledir ki biz Yusuf’un o zaman on yaşlarında olduğu görüşündeyiz.

وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ(13)

(Va EaNTuM ĞAvFiLUvNa)

“Siz ondan gafil iken.”

Tüfek icad edildikten sonra yırtıcı hayvanlar sindirilmiş, meskun olan yerlerde görünmez olmuşlardır. Hayvanlar birbirleriyle haberleşirler. Bir yerde kendilerinden biri öldürülürse, bütün yırtıcılara tehlikeli yerleri haber verirler. Kolay kolay meskun yerlere zorda kalmadıkları taktirde girmezler. Bu sebeple bugün küçük sayıda sürüyü tek başına bir kişi sürebilir. Eskidense böyle az sayıda çobanla sürüyü gütmek mümkün değildi. On kadar çoban bir araya gelir ve büyük sürüyü canavarlardan ve çapulculardan korurlardı.

Yukarıda söylediğim gibi zaman zaman çobanlar bir araya gelip oyun oynarlardı. Kurtlar veya bir kurt pusuya girer, kendisini kamufle eder, fırsat beklerdi. Çobanlar oyunda iken sürüye dalar ve sürü ürkerek kaçışırken en zor koşan ve en geride kalanın peşine düşer, onu yakalayıp kaçırır. Eğer sürünün içinde çocuk varsa, çocuk koşamayacağından kurt onu kapıp kaçacaktır. Yani en tehlikede olan küçük çocuktur.

Hazreti Yakup mahzun olmanın yanında, kurdun Yusuf’u yemesinden korktuğunu söylemektedir. Bu mazeretleri ortaya koyuyor ama göndermeyeceğini beyan etmiyor. Konuyu çocukları ile tartışıyor, çocuklar Yusuf’u otlatmaya katılması gerektiği gerekçelerini ortaya koyuyorlar. Hazreti Yakup da engellerini saymaktadır.

Demek ki başkanlar istişare sırasında karar vermeden önce kendi görüşlerini de ortaya koyabilirler. İstişarede başkan da görüşmeye katılır, karar ise en sonunda kendisi tarafından verilir. Kararda başkanın görüşlerine karşı çıkılabilir. Karşı görüşler savunulabilir. Başkan karar verdikten sonra artık itiraz edilmez.

***

قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ

(QALUv LeEin EaKaLaHUv eLÜiEBu)

“Eğer zi’b onu ekl ederse dediler.”

Görüşmede karşı fikirler devam ediyor, yani istişarede başkanın sözlerini onaylama zorunluluğu yoktur. Hazreti Yakup çocukların karşı fikirlerini de dinlemektedir.

Peygamber olarak bunu yaptığına göre bu husus bizim için de şeriattır.

Zi’b” kelimesi burada izhar edilmiştir. Oysa Yusuf izmar edilmiştir. Zi’bin izharı onun tahkiri içindir. Biz bu kadar güçlü bir ekipken kurt mu gelip birimizi yiyecek demek istiyorlar. Lam harfi ile de tekit ediyorlar. Babalarının yanlış düşündüğünü söylüyorlar.

Şimdi istişarenin fıkhını ortaya koyalım:

Toplulukta kararlar ittifakla alınır. Çünkü karara katılmayan karara uymak zorunda değildir. Herkes ancak kendi aldığı kararı yapmakla yükümlüdür. Kimse başkalarının kararı ile hareket etmek zorunda değildir.

Ne var ki bir işte kararın alınması gerektiğine ittifak edebilirler, ama kararda ittifak edemeyebilirler. Sağdan veya soldan yürümesine ittifak edebilirler ama  hangisinden yürüyeceklerinde ittifak etmeyebilirler.

İşte o zaman ortak vekil seçerler ve ortak vekilin aldığı karar ittifakla alınan karar olur. Ortak vekil karar vermeden evvel müvekkilleri ile istişare eder ve onlardan talimat alır.

Bu sebepledir ki istişare esnasında müvekkil ile vekil eşit seviyededirler. Rahatlıkla onunla tartışırlar. Ama karar ortak karar olduğu için vekaleten de olsa ittifakla karar alındığı için alınan karar herkesi kayıtsız şartsız bağlar.

وَنَحْنُ عُصْبَةٌ

(Va NaXNu GuÖBeTun)

“Oysa biz bir usbeyiz.”

Bu cümle “Hu” zamirinin hâlidir.

Yani, biz böyle güçlü bir topluluk iken onu kurt nasıl yiyecek?

Nahnu” biz demektir. Mübtedadır. Haberi “Usbe”dir. Cümle hâldir. Yusuf’un hâlidir.

Yani, biz bir usbe iken kurt Yusuf’u mu yiyecek demektir.

Usbe” bir kökten çıkan çalının dallarının topuna denmektedir; birisine “asabe” denir.

İnsan vücudundaki kan damar gurubuna, sinir gurubuna da “usbe” denmektedir.

Bir atadan gelip dallanan kimselere “usbe” denmektedir. Irkçılık anlamındadır.

Sonra milliyetçiliğe de teşmil edilmiştir.

Etin içindeki sert kısma, damar veya sinirlere “usbe” denir.

Sonraları güçlü mânâsına da gelmiştir.

Biz usbeyiz” derken, biz bir ekibiz, biz kalabalığız demektedirler.

“Yevmi asib” toplanma günü demektir. Zorluklar olduğu zaman insanlar bir araya gelir ve sorunları birlikte çözerler. Onun adı “yevmi asib”dir.

Babalarına aynı zamanda kendilerinin güçlü olduklarını ima ediyor, Yusuf’a olan meylinden rahatsız olduklarını çok uzaktan hatırlatıyorlar. ‘Biz usbe olduğumuz halde Yusuf’u kurt yiyecek hâ’ diyorlar. Belki de biz yeriz demeye getiriyorlar.  

Her ne olursa olsun, sonuç olarak ustaca ve diplomatik konuşmalar geçmektedir.

Kur’an, bu tartışmalardan sonra nasıl devam ettiler ve ne karara vardılar, bundan bahsetmemekte, buraları anlatmamaktadır.

Bir olayı hikâye ederken bazen gereksiz teferruata girersiniz. Dinleyicinin zihnini olaya teksif etmek için önemsiz detaylara girersiniz. Ama sonra bazı detayları atlar ve o arada olan bazı detayları anlatmazsınız.

Böylece dinleyenin o sahalarda kendi hayalini oluşturup hükümlere varmasını istemiştir. Bundan sonraki âyetlerden Hazreti Yakub’un çocuklarının istediğini yapmış, Yusuf’u alıp götürmelerine izin vermiştir. Konuşmalar elbette burada bitmemiş, tartışmalar devam etmiştir. Ama Kur’an o sahaları anlatmamaktadır. Onu okuyucularının kendi zihinlerinde tamamlamalarını teşri etmektedir.

Meanide hazflar uzun uzun anlatılır. Hazfedilenlerin hükümleri de zikredilenlerin hükümleri gibidir. Ne var ki hazfin yerine dinleyen kendisi değişik çözümler getirebilir.

Bir proje yapılırken bazı ölçüler kendiliğinden kesin olarak bilinir. Yahut yerine göre değişik olur. Projede o sayı yazılmaz, uygulayan onu kendisi kararlaştırıp koyar. Şeriatta da böyledir. Esas noktalar belirtilir. Araların doldurulması uygulayıcıya bırakılır.

Tarihte dilin kuralları ayrı, fıkıh ayrı gelişmiştir. Ama zamanla bu kuralların paralel olduğu görülmüş ve ona göre karşılaştırma yapılmıştır.

Allah kâinatı yaratırken analog yaratmıştır.

Lütfi Hocaoğlu şimdi Kur’an Arapçası ile bilgisayar programını birleştirmektedir. Muhasebeyi Arapça gramere göre düzenlemektedir. Biz fıkhın muhasebeleşmesini söylüyorduk. Hocaoğlu muhasebeyi fıkıhlaştırmaktadır.

Bütün Adil Düzenciler bu çalışmaları desteklemelidirler.

إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ (14)

(EinNa EiÜan LaPAvSiRUNa)

“Biz o zaman hasirler oluruz”

Bu cümle şartın cevap cümlesidir.

Biz böyle usbe iken Yusuf’u kurt yerse o zaman biz hasir oluruz.

Hasir olmak” zararda olmak demektir. Öyle olsaydı koyunlarımız yenmiş olurdu ve biz çobanlık yapamamış olurduk. Oysa bundan önce bu kadar sürü otlatılmıştır. Kurt gelip kapmamış da şimdi Yusuf’u mu kapacaktır. O kadar bize güveniniz yoksa, o zaman koyunları bize nasıl emanet ediyorsun? Biz gaflette iken kurdun Yusuf’u kapması düşünülemez.

İşte bu sözde çocuklar daha diplomatik konuşmaktadırlar.

Bu tartışmaların sonunda babaları Yusuf’u onlara katmaya razı olmuştur.

Çobanlık döneminin tek geçim kaynağı sürüdür. Sürünün korunması da ancak güçlü çoban ekibi ile olmaktadır. Hazreti Yakub’un kardeşler ile arasının açıldığını varsayın. Hazreti Yakup hayatta bile kalamaz. Kardeşlerin de babaları olmadan birlikte kalabilecekleri çok şüphelidir. Çocuklar makul ve doğru konuşmaktadırlar. İster istemez babaları razı olmuş, alıp götürmelerine izin vermiştir. Geceleyin ertesi gün olacakları düşünerek sabahlamışlardır. Sabahleyin Yusuf’u alıp götürmüşlerdir.

Babası geceyi nasıl geçirmiştir?

Gündüzün akşama kadar ne sıkıntılar çekmiştir.

Onlar burada anlatılmamaktadır.

Yusuf’un hayatını filmleştirmek isteyenler buralara o geceyi canlandırarak anlatabilirler. “İzen”  “Na”nın zarfı olur, hâli olur.

***

فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ

(FaLamMA ÜaHaBUv BiHİy)

“Onunla zehab ettiklerinde.”

Konuşma bitmemiştir. Çünkü Hazreti Yakup henüz bir şey söylememiştir. Yani götürün dememiştir. Ama bu konuşmanın sonunda aldıkları izinle Yusuf’u alıp götürdükleri anlaşılmaktadır.

Buradaki “Fe” takip “Fe”si değildir. Çünkü konuşma gece olmuş, gitme ise gündüz olmuştur. O halde “Fe” netice “Fe”sidir, yani bu konuşmaların sonunda Hazreti Yakup, Yusuf’un götürülmesine izin vermiş, onlar da bu izne dayanarak Yusuf’u alıp götürmüşlerdir. Orada hazfedilen kelimeleri “Fe” harfi izah ediyor. Sûrenin başka yerinde de çocuklarına; ‘daha  önce Yusuf’u size nasıl emanet ettimse,  şimdi de kardeşini öyle size emanet ediyorum’ demektedir. Yani o ifadeden ve buradaki  “Fe” harfinden anlıyoruz ki, Hazreti Yakup Yusuf’u ağabeylerinin yanına katmıştır. Sabahleyin hayvanlar yola konunca Yusuf da onlarla beraber olmuş ve yürüyerek meraya gitmişlerdir.

Zehebe” fiili “Bi” harfi ile müteaddi olmuştur. Bu aynı zamanda beraber yürümeyi ifade eder, yani Yusuf kendisi yürümüş. Yaşı buna müsaittir. Kardeşleri taşımamıştır.

Lemmâ” harfi “İzâ” mânâsındadır, ancak “Lemma”da şart yoktur. “Fe” harfinden sonra “Lemmâ”nın gelmesi, “Fe” harfinin takip “Fe”si olmadığını ifade eder. “Lemmâ” ile başlayan cümle şart cümlesi olmadığı için cevap cümlesi de olmayacaktır.

وَأَجْمَعُوا

(Va AeCMaGUv)

“İcma ettiler.”

Cuma” yumruk demektir. Eldeki parmaklar bir araya gelir ve birleşirler, yumruk olurlar. Bir maksatla bir araya gelme anlamındadır.

Bir şey yapmak üzere bir amaç uğruna bir araya gelme ise if’al bâbından “icma” ile ifade edilir. Yani birleştirme, bir araya getirme amacıyla bir araya gelme demektir.

Dün Yusuf’un kuyuya konmasında sözde anlaşmamışlardı, sadece sükut etmişlerdi, sükutî icma oluşmuştu. Bugün ise fiilen hepsi bu işe koyulmuşlardır, yani fiilî icma olmuştur.

Burada düşünülecek şey Yusuf’un anadan kardeşinin nerede olduğudur. Ya bu kardeş Yusuf’tan daha küçüktür, bu işte onların arasında değildir, yahut kardeşler bu işi ondan gizli yapmaktadırlar.

Çobanlıkta bu tür işleri birisinden gizli yapmak kolaydır. Ona tek başına uzakta bir görev verirsiniz, aranızdan uzaklaştırırsınız, siz yapacağınızı yaparsınız.

Bu kardeş de küçüktür ve anadan ayrıdır. Dolayısıyla bu nevi işlerde onun haberdar edilmemesi doğaldır. Bununla beraber kardeşler içinde tektir, onlardan korkup sesini kesmiş olması da muhtemeldir.

أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ

(EaN YaCGaLUvHu Fİy ĞaYABaTi eLCübBi)

“Onu cübbün gayabesinde yapmaya koyuldular.”

Daha önceleri görüşme yaparken “cübbün gayabetine ilka edelim” demişlerdi. Şimdi Allah onların yaptıklarını anlatmakta ve “onu gayabetin cübbüne ca’lettiler” demektedir.

Yani “ilka”dan “ca’l”e geçilmiştir.

Aralarında ne fark vardır?

“İlka” sadece koymayı ifade eder.

Ca’l” ise filler manzumesini içerir.

Bunu nasıl başardılar?

On yaşındaki çocuğu nasıl kuyuya koydular?

Aralarında idiyse, bu fiili yaparken diğer kardeşinden bunu nasıl gizlediler?

Kur’an bunları anlatmamakta, ancak “cealû” sözü/fiili ile bütün bunları başarılı bir şekilde yaptıklarını bildirmektedir.

Hayvanları uygun tarafa sevk etmeye karar vermişler, hayvanları o tarafa yönlendirmişlerdir. Önlerine de Yusuf’un kardeşini ve diğer bir iki kardeşini koymuşlardır. Bir iki kardeş de sürüyü arkadan sürmektedir. Böylece asıl işi yapacaklar serbest kalmışlardır.

Cübb” cepli kuyu demektir. Yani önce geniş olarak kuyu kazılır, suyun bulunduğu yere inilir, sonra daha dar olarak suyun toplanacağı kuyu açılır. Kuyunun başına bir çıkrık konur, ucuna kova bağlanan halat çıkrığa sarılır. Halat boşaltılarak kova suya indirilir. Bazen kuyunun temizlenmesi veya içine düşen parçaların çıkarılması için kovaya basılır, halata ellerle tutunulur ve çıkrıkla kişi sekiye indirilir, sonra da aynı şekilde çıkarılır.

Yusuf bunları hep yeni görmektedir. Ağabeyleri ne söylerse ona inanmaktadır. Önce kardeşler kuyuya indirilmekte ve çıkarılmaktadır. Yusuf bunları seyreder. Sonunda Yusuf’a sıra gelir, Yusuf da cesaretle kovaya biner ve kuyunun gayabetine iner.

Belki de kardeşlerinden birisi sonra yanına iner, “Sen burada dur, biz seni biraz sonra gelir alırız, canın sıkılmasın, korkma!” der. Böylece Yusuf kardeşlerinin gelip almasını sabırla bekler. Ama bağırıp çağırmaz.

Kardeşlerinin yapacağı ikinci iş kalmıştır. Onu da sürüyle beraber olan kardeşlerden bir grup yapmış olabilir. Bir kuzuyu kesiyorlar, kanını Yusuf’un gömleğine bulaştırıyorlar.

Gömleği nerede buluyorlar?

Yusuf’un üstünden çıkarmış olamazlar. O zaman bağırıp çağıracak, işler sükunetle hallolmayacaktır. Evden Yusuf’un başka bir gömleğini götürmüş olmalıdırlar. Bu iş de kolay değildir. Anası gömleğinin kaybolduğunu bilecek ve kanı bulaştırılan gömleğin o kaybolan gömlek olduğunu anlayacaktır. Bunun için de  başka bir tertibe ihtiyaç vardır. Bu da rıza ile veya hile ile gömlekleri değiştirme şeklinde olabilir. Genellikle kuyuya inilirken gömlek çıkarılır, sadece bele sarılmış peştamal ile inilir. Bu takdirde gömlek yukarıda kaldığı için kana bulaştırılıp eve götürme işi kolaylaşır. Ancak bunun için ya sürüden bir koyun ayırıp bekletmeleri, ya da Yusuf’u kuyuya koyan kardeşlerin orada bu işi yapmaları gerekir.

Birinci ihtimal daha çok muhtemeldir.

Ceale” kelimesi böyle bir senaryonun olduğunu anlatmaktadır. Senaryonun şeklini bize bırakmakta ve bu hususta düşünmeye yönlendirmektedir.

Cübbün gayabeti” sözü iki defa tekrar edilmiştir. Bununla önemli bir şey anlatılmaktadır. Hayvanlar girmesin, insanlar düşmesin diye kuyunun ağzına duvar örülür, sadece kovanın sarkıtılacağı yer alçakta bırakılır, üstüne kapı konulur. Kuyunun içine yalnız buradan bakılabilir, diğer taraflardan dibi görülmez. Sekinin büyük kısmı bu kapıdan da bakılsa görünmez. İşte bu taraflara gayabet denir. Karanlık tarafı demektir. Çünkü kuyunun üstü de örtülür, uçan hayvanların kuyuya düşmesi önlenir.

وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ

(Va EaVXaYNAv EiLaYHi)

“Ve ona vahyettik.”

Kuyuya koydular. “Ve biz ona vahyettik” deniyor. Beklerken belli zaman geçmiş, kendisini kuyudan çıkarmamışlardır. İşte o zaman ona vahiy gelmiştir. Yani kendisinin orada terk edildiğini anlamıştır.

Kur’an’da “vahiy” kelimesiyle meleğin gelerek bizzat görünmesi ile duyulan ses anlaşıldığı anlamında kullanıldığı gibi; bir insanın içinde doğan kesin olarak inandığı seziye de “vahiy” denmektedir. Cebrail gelmiş, ona vahyetmişse, peygamberliği çocuk yaşta başlamış demektir veya baliğ olmuştur.

Genel olarak Hazreti Yusuf’un görevi, İsrail Oğullarını seçilmiş bir kavim oluşturacak şekilde kardeşler arasına şeriatın hükümlerini yerleştirmektir. Gelen vahiy bu amaca yöneliktir. Hazreti Yusuf’un şimdiden bu vahye ihtiyacı vardır. Hazreti Musa’nın annesine ve Hazreti Meryem’e yapılan vahye benzer bir vahiy olarak da düşünebiliriz.

Kur’an’dan sonra bu tür vahiyler devam etmektedir. Zorluklar içinde kaldığımızda bu tür vahiyler ve yardımlar almaktayız. Kur’an’la sona eren vahiy ilahi kitapların vahyidir. Çünkü Kur’an son kitaptır ve ekmel kitaptır. Artık bize yeni kitap gelmemekte, onun yerini içtihat ve icmalar almaktadır.

Bu vahiy ne zaman oluştu?

Kardeşlerinin onu terk ettikleri zaman oluştu. Seyyareler gelmeden bu vahyi aldığı söylenebilir. Gerçi cümle “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Tertibi ifade etmez. Bununla beraber Eserrû ile söylenmesi vahyin olmasıdır. Demek ki Hazreti Yusuf kervan gelmeden önce  terk edildiğini anlamış olmalıdır. Vahyettiği şey önemlidir.

لَتُنَبِّئَنَّهُم   

(La TunBiEanNaHuM)

“Biz onlara inba edeceğiz.”

Onlara yaptıklarını anlatacağız. Evet, Hazreti Yusuf’un görevli olduğu ve gördüğü rüya gerçekleştirilecektir Bu olayların o rüyanın başlangıcı olduğu bildirilmiştir. Onlara bunları anlatacağız, yaptıklarını hatırlatacağız deniyor. Haber vermek demek, olacakları anlatmak demektir. Onlar zaten bu işleri yapmışlardır, zaten bilmektedirler.

Neyi haberdar edecektir?

İşte burada ben onlara bunun hesabını soracağım demek olmaktadır. Yani yaptıklarının cezasını verecektir.

Ceza nedir?

Hazreti Yakup desteklemese de, Hazreti Yusuf onların başına gelecek ve onlar onun emrine girmeyi kabul edeceklerdir. İşte, zorunlu olarak kabul etmiş olsalar da, sonunda kabul ettiklerinden Allah onları affetmiş ve soylarını seçilmiş ulus yapmıştır.

İnba etmek” demek, onlar bu istemedikleri şeyi seve seve yapacaklardır demektir. Yani rüyada görülenler gerçekleşecektir. Hazreti Yakup peygamberin, ‘kardeşlerine anlatma, onlar sana keyd/tuzak ederler’ ifadesi gerçekleşmiştir. Hayvanları otlatmaya onu da alıp götürmeleri, sonra Hazreti Yusuf’u kuyuya indirmeleri, bunların hepsi keydle/tuzakla olmuştur. Hazreti Yusuf bunları hatırlıyor, rüyadan sonra olanları düşündüğünde, rüyanın büyük kısmını gerçekleşmiş olarak görüyor ve bundan rüyanın son kısımlarının da gerçekleşeceğini düşünüyor. İşte bunu düşünmek hadiselerin/olayların tevilidir.

Allah Hazreti Yusuf’a hadiselerin tevilini kuyuda öğretmeğe başlamıştır.

İnsanın aklına zaman zaman böyle fikirler gelir ve olaylar çözülür. Geçmişteki olayların sebep ve sonuçları ortaya çıkar, gelecekte olacaklar bilinir hâle gelir. Hepimizin hayatında böyle olaylar geçmiştir. İnsan böyle bir düşünüşle geçmişi ve geleceği bilmektedir. Bunu müsbet ilmin sebep ve sonuçları ile bilmek mümkün değildir. Demek ki bize bu tür düşünceleri yaptıran bir güç vardır. Bu olaya yani böyle düşünmeye Kur’an “vahiy” diyor.

بِأَمْرِهِمْ هَذَا

(BiEaMRiHiM HAÜAv)

“Bu emirlerini.”

Bu yaptıklarını onlara bildireceğiz, hatırlatacağız.

Bu yaptıkları nedir?

Dil dökerek babalarından Hazreti Yusuf’u alıp götürmeleri, sonra da bir hile ile kuyuya bırakmalarıdır. Eğer insan hedefini belirlemiş ve ona ulaşacağına inanıyorsa, zorluklar ona sıkıntı vermez.

Burada hedef nedir?

Onbir kardeşi birleştirip bir aşiret kurmadır. İlk bakışta bu çok basit bir şey gibi görünür. Anne babalarının yanında kardeşlerin bir arada bir aşiret oluşturmaları doğal değil midir? Tarihteki hanedanları bunu başaranlar kurmuşlardır... Dinler böyle doğmuştur... Tarikatlar böyle doğmuştur... Şirketler böyle oluşmuştur... Türkiye’de Koç ve Sabancı firmaları böyle oluşmuştur... Ama bunların sayıları kaç tanedir?

Biz bunu Akevler’de başaramadık…

Turgut Özal istedi, başaramadı...

Alpaslan Türkeş başaramadı...

Demek bu iş kolay değildir.

Allah’ın takdiri gerekir.

Hazreti Yusuf rüyasına ve babasının anlattıklarına inanmış ve aldığı vahiy ile kendisinden emin olarak kuyuda beklemeğe başlamıştır.

وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(15)

(VaHüM LAv YaŞGuRUvNa)  

“Oysa onlar şuurunda değillerdir.”

Buradaki “Va” harfi hâl vavıdır; kuyuya atan kardeşlerin hâlidir.

İki şekilde düşünebiliriz.

Biri, onlara bu yaptıklarını bildireceğimizin bugün farkında değiller.

Diğeri ise onlara bildireceğimiz zaman farkında olmayacaklar anlamları çıkar.

İkinci yorumun anlamını açıklamak zordur. Birincinin anlamı ise gayet açıktır. Hazreti Yusuf’u kuyuya koyup Mısır’a yollarken ondan kurtulacaklarını zannetmişlerdi. Hazreti Yusuf’un onlara olan hükümranlığının babasının yardımı ile olduğunu sanmışlardı. Oysa bu Allah’ın taktiridir ve mutlaka gerçekleşecektir.

 

Bizim, Adil Düzen Çalışanları olarak Kur’an’ın bu bölümünden alacağımız dersler vardır ve bu dersler şunlardır:

-Birinci ve en önemli ders, “Adil Düzen”in Allah’ın takdiri ile Türkiye’ye geleceğine Hazreti Yusuf gibi inanmaktır.

-Yine şuna inanmalıyız ki;

Dün ve bugün “Adil Düzen”e karşı olanlar, “Adil Düzen”den kurtulduk zannedenler, yarın helâk olmaktan “Adil Düzen”e sığınmakla kurtulacaklardır.

-Bizim ve bize karşı olanların çocukları, “Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracaklar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin halkları geleceğin büyük ulusu olacaklardır.

-Nasıl ki Yusuf yaptıklarında dolayı kardeşlerine düşman olmamışsa, biz de “Adil Düzen”e karşı olanlara düşman değiliz. Gelecekte onların “Adil Düzen”e sığınmak zorunda kalmaları, onlara ceza olarak yetecektir.

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2590 Okunma
2-YUSUF 4-7
3152 Okunma
3-YUSUF 8-10
2498 Okunma
4-YUSUF 11-15
2052 Okunma
5-YUSUF 16-19
1976 Okunma
6-YUSUF 20-22
2312 Okunma
7-YUSUF 23-24
4272 Okunma
8-YUSUF 25-28
2351 Okunma
9-YUSUF 29-31
2166 Okunma
10-YUSUF 32-34
1934 Okunma
11-YUSUF 35-37
2392 Okunma
12-YUSUF 38-40
2236 Okunma
13-YUSUF 41-42
2987 Okunma
14-YUSUF 43-45
3785 Okunma
15-YUSUF 46-49
2164 Okunma
16-YUSUF 50-53
2199 Okunma
17-YUSUF 54-57
1895 Okunma
18-YUSUF 58-62
1918 Okunma
19-YUSUF 63-65
2062 Okunma
20-YUSUF 66-67
1926 Okunma
21-YUSUF 68-69
2297 Okunma
22-YUSUF 70-74
2261 Okunma
23-YUSUF 75-76
2438 Okunma
24-YUSUF 77-79
1968 Okunma
25-yusuf 80-82
1799 Okunma
26-yusuf 83-86
2004 Okunma
27-YUSUF 87-90
2096 Okunma
28-YUSUF 91-98
2253 Okunma
29-YUSUF 99-101
1857 Okunma
30-YUSUF 102-107
2274 Okunma
31-YUSUF 108-110
1948 Okunma
32-YUSUF 111
2039 Okunma