YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 21
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَمَّا دَخَلُوا مِنْ حَيْثُ أَمَرَهُمْ أَبُوهُمْ مَا كَانَ يُغْنِي عَنْهُمْ مِنْ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ حَاجَةً فِي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضَاهَا وَإِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ لِمَا عَلَّمْنَاهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ (68) وَلَمَّا دَخَلُوا عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أَخَاهُ قَالَ إِنِّي أَنَا أَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (69)
وَلَمَّا دَخَلُوا
(Va LamMA DaPaLUv)
“Duhul ettiklerinde”
Hazreti Yakup oğullarına Mısır’a vardıklarında şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini emretmişti. Onlar da kardeşlerini de alarak yola çıktılar. Uzun yolculuktan sonra Mısır’ın giriş kapılarına dayandılar. Değişik kapılardan girdiler.
Kur’an burada yolculuğu anlatmamaktadır. Orası hazfedilmiştir. Onun yerine “Ve” harfi ile atfederek hazfedildiğini ifade etmektedir. Sadece atıf olsaydı hazfı takdir etmeye gerek yoktur. Ama “Lemmâ” aynı zamanda “Hattâ” gibi “İlâ” mânâsını da taşır.
Yolculuk yaptılar ve oraya vardıklarında değişik kapılardan duhul ettiler diyor. Burada duhul edilen yer neresidir, orası belirtilmiş değildir.
Mısır, Türkiye gibi büyük bir ülkedir. Krallıkla yönetilen bir devlettir. Bugün olduğu gibi Mısır’a dışarıdan gelenler belli kapılardan geçerek girerlerdi. Bu kapılarda bugün olduğu gibi görevliler mi vardı? Onlar gelenlerin kimliklerini soruyor ve istediklerine mi izin veriyorlardı? Yoksa Mısır ülkesine girmek serbesttir de Hazreti Yusuf’un bulunduğu kentin kapılarında mı kontrol vardı? Yahut kastedilen kapılar hangileridir?
O zamanki Mısır ülkesine giriş kapılarını değiştirmek kolay değildir. Günlerce ayrı yollardan yürümek gerekirdi. Değişik kapılar kentin kapılarıdır.
Büyük kentler oluşmaya başlayınca refah da kentlere girmeye başladı. Halk savaşma kabiliyetini kaybetti, işi ile meşgul olmaya başladı. Bunun üzerine kentlerin etrafını çeviren kale duvarları gibi duvarlar yaptılar. Artık izinsiz kentin içine girme imkansız hâle gelmiştir. Bunun yerine şehre giriş için birbirine yakın değişik kapılar koydular. Kentlere o kapılardan girilip çıkılmakta idi.
Hazreti Yusuf’un kardeşleri birbirlerinden ayrılarak bu değişik kapılardan kente girmişlerdir. Bugün Mısır’ın ehramları ile ilgili kazılar yapılmaktadır. Ancak kentlerin kazıları henüz tamamlanmış değildir.
Hazreti Yusuf zamanında hangi hükümdar vardı? Hükümdar hangi kentte oturuyordu? Bu kent ne kadar büyüklükte idi? Bu kentin Süveyş tarafından gelen yol üzerinde kaç kapısı vardı? Kardeşler hangi kapılardan girmişlerdir?
İnsanlık bunları gelecek yıllarda öğrenecektir.
Mısır Hazreti Yakup tarafından bilinmektedir Yengesi Hacer Mısırlı idi. Amcasını ziyaret etmiş, ondan Mısır’ın hikâyelerini dinlemiştir. Ayrıca dedesi Hazreti İbrahim de Mısır’a gitmiştir, babası Hazreti İshak da ziyaret etmiştir. Kendisi de gitmiş olabilir. Hazreti Yakub’un böylece Mısır’ın giriş kapıları hakkında bilgisi vardır.
Çin Seddi sonradan insanlar tarafından yapılmıştır. O zamanki Çinliler, koskoca Çin’i yani kıta büyüklüğünde bir ülkeyi korumaya almak istemişlerdir.
Bugün biz ülke sınırlarına tel örgüleri bile çekemiyoruz.
مِنْ حَيْثُ أَمَرَهُمْ
(MiN XaYÇu EaMaRaHuM)
“Onlara emrettiği yerlerden.”
“Haysü” yer zarfıdır. Ancak bu sabit bir yer değil de, bir fiilin ifası esnasındaki zarftır. Evin içinde bulunulur. Orası varlıkların zarfıdır. Oysa kapı bir hareketin zarfıdır. Gelip geçtiler. Dolayısıyla “Haysü” ile “Fî” arasında fark vardır. Nerden girmelerini emretmişse oradan girdiler. Bu bakımdan “Haysü” yer zarfı olduğu gibi aynı zamanda biçimi de ifade eder. Yani babalarının emrettiği tarzda ve biçimde girdiler anlamı da verilebilir. Değişik kapılardan girmenin anlamı, kalabalık görünüp de Mısırlıları işkillendirmemektir.
Bir yerde kendinizi koruyabilmek için iki yol vardır.
Birinci yol; birlikte dolaşırsınız, kalabalık görünürsünüz, sizinle karşılaşanlar sizi güçlü görüp size karşı bir hareket yapmazlar.
İkinci yol ise; ayrı ayrı dolaşırsınız, gücünüz olmadığı için kimse bir şey yapacağınızdan korkmaz, dolayısıyla sizinle ilgilenmezler.
Hazreti Yakup ikinci yolu tercih etmiş ve tavsiye etmiştir.
Kur’an da bize bunu peygamberin kıssası olarak anlattığına göre; olmayan güç gösterisi yerine, olan güçten daha azını gösterme yolu tercih edilmelidir.
Demek ki barış zamanında kendinizi sessiz ve zayıf gösterme uygundur.
Savaşta ise güçlü görünmek uygundur.
Mısır’a barış içinde girdikleri için kendilerini olduğundan daha az ve daha güçsüz göstermeleri yolu tercih edilmelidir. Nitekim onlar da öyle yaptılar.
Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi zamanında tarikatların veya Müslüman cemaatlerin bir arada toplanmaları tehlikeli kabul edilirdi. Bunlar basılır, ayin yapıyorlar diye hapishanelere atılır, orada işkenceler yapılırdı. O tarihlerde toplantılara katıldığımız zaman girerken ve çıkarken birer ikişer olarak girip çıkardık. Topluca giriş ve çıkışı mahzurlu sayıyorlardı. Biz de bu tedbire uyuyorduk. Demek ki bu davranışlar Hazreti Yakup peygamberin sünnetidir. Bizim devletle bir alıp veremediğimiz yoktu. Sadece İslâmiyet’in ülkemize gelmesini istiyorduk. Bunu kalabalık bir gösteri şeklinde yapmamızın mânâsı olamazdı.
Burada başka bir husus da ortaya çıkıyor. Babaların çocuklar üzerinde emretme yetkileri vardır. Biz ise; on beş yaşını dolduran bir çocuk üzerinde anne babanın emretme yetkisi yoktur diyoruz. Oysa burada “emrettiği gibi” denmektedir.
Burada emreden kimdir? Babaları mı, yoksa aşiret reisleri mi?
İlkel topluluklarda baba ile aşiret reisi aynı kimse olduğu için babaların emretme yetkileri vardı. Bugün ise onbeş yaşına gelen çocuk o aşirette kalmak zorunda değildir. İsterse ayrılıp başka aşirete katılabilir. Hicret müessesesi vardır. Dolayısıyla şunu söyleriz: Aşiret reislerinin aşiret fertlerine emretme yetkileri vardır. Fertler ya o aşiret başkanını dinleyecekler yahut o aşireti terk edip gideceklerdir. Ehline namazı emretmenin mânâsı da budur. Aşiret reisi topluluğa beş vakit namazı cemaatle kılmalarını emreder. Eğer bunlar yaş olarak küçük iseler, onları tedip edebilir. Babalarının tedip etmesini isteyebilir. Büyük iseler, beş vakit namaza devam etmeyenleri aşiretten çıkarabilir.
Bu âyetle daha önce çözemediğimiz konuyu da çözmüş oluyoruz.
أَبُوهُمْ
(EaBUvHuM)
“Babalarının emrettiği gibi.”
“Babaları” kelimesini burada izhar ettiğine göre, babalarının emretme yetkisi vardır demektir. Baba yaşlı olduğuna göre, yaşlılık emretme yetkisini ortadan kaldırmaz.
Gelişen dünyada aşiretlerin soya değil de sözleşmeye dayandığını kabul ettiğimizde, burada babanın yerini aşiret reisleri şeklinde yorumlarız. Yani o zaman babaları aşiret reisi idi, şimdi sıralama usulü ile seçilen kimse başkan olacaktır.
Bu hükme nerden varıyoruz?
Kur’an’dan sonra soya dayanarak başkanlık etme sistemi kaldırılmıştır. Bunu Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin halife seçilmelerinden öğreniyoruz. Kur’an emanetin ehline tevdi edilmesini emrettiğine göre, daha ehil varsa, aşireti yaşlının idare etmesi sözkonusu olamaz. Yani Kur’an öyle emrediyor. Sahabelerin uygulaması öyledir. Bu konuda icma hâsıl olmuştur.
Muaviye icmaa muhalefet ettiği için saltanat devrine mütegallibe devri denmektedir. Tarihi gelişme saltanatı sona erdirmiştir.
Buradaki “Ebuhum” kelimesinin aşiret başkanının reis olacağına delaleti iktiza ile delalettir. Babanın emredebilmesi için aşiret reisi olması gerekmektedir. O halde aşiret reisi babadır hükmü ancak kıyasla ortaya çıkar. Oysa emanetlerin ehline tevdi edilmesi ibare ile delalettir. Kur’an yalnız Allah’a ibadet etmeyi emretmektedir. Anne babaya ise ihsan etmeyi emretmektedir.
مَا كَانَ يُغْنِي عَنْهُمْ
(MAv KAvNa YuĞNIy GaNHuM)
“Onlardan iğna etmiyordu”
Buradaki “Yuğni”nin faili nedir, ne iğna etmedi?
Onların müteferrik kapılardan girmeleri onlardan bir şeyi iğna etmedi. Babalarının emrettiği gibi dahil olduklarında ifadesinde duhul etme masdarı yoktur. O halde “yuğni” oraya raci olan bir zamiri içermez. Bu durumda mahzuf bir ifade vardır. “Duhulühüm” kelimesi “Yuğni”den sonra mahzuftur diyebiliriz. O zaman “Lemma”nın mazrufu kalmamaktadır. Orada da bir hazf söz konusudur. İki hazfın takdiri yerine bir hazfı takdir edebiliriz. Oraya babalarının emrettiği gibi duhul ettiklerinde hiçbir şeyle karşılaşmadılar. Ne var ki duhulleri onlardan bir şey savmadı şeklinde takdir edebiliriz.
Burada zamirin gittiği yeri belirlemede bir usul öğrenmiş oluyoruz. Hazfedilmiş kelimeye de zamir gidebilir.
“Dün bol yağmur yağdı. O çok merhamet sahibidir.” cümlesinde cümle düşüklüğü yoktur. “Dün yağmur yağdı. Yağdıran Allah’tır. O merhamet sahibidir.” şeklinde ifade etmiş oluruz.
Demek ki, eğer bir yerde zamirin raci olduğu kelimeyi bulamazsak, o zaman daha önceki cümleden yararlanılarak, bir cümle veya kelime takdir edilerek, onun mahzuf olduğu kabul edilerek zamiri ona göndermek gerekir. Burada takdir böyle olacaktır.
Duhul ettiklerinde duhulleri onlardan bir şey iğna etmedi.
Yahut duhulleri iğna edecek değildi mânâsı verilebilir.
“An” ile iğna etmek savmak demektir. Bir işe yaramadı anlamına gelmektedir.
Hazreti Yakup bilen bir nebidir. Bu tedbirlerin bir işe yaramadığını bilmektedir. Buna rağmen acaba neden böyle bir talimat vermiştir?
Burada yine bu konuya temas edilmektedir. Öyle olaylar vardır ki insanların iradesine bırakılmıştır. Böyle yaparsa şöyle olsun, şöyle yaparsa böyle olsun şeklinde takdir edilmiştir.
Yaptığımız projelerde uygulayıcılara bırakacağımız değerler olur. Burada insan iradesi ile olay olur. Bazıları ise kesindir. Biz ne yaparsak yapalım o olacaktır. Ne var ki biz hangisinin bizim irademize bırakıldığını, hangisinin İlâhi takdire ait olduğunu bilemediğimiz için biz kendi irademizle iş yapıyoruz gibi davranırız. Başarırsak takdir irademize bağlıdır. Başaramazsak İlâhi takdirdir deyip kadere teslim olmanın dışında yapacağımız bir şey yoktur.
Hazreti Yakup gaybı bilen bir kimse değildir. Ama gerekli tedbirleri alacak, ondan sonra kadere teslim olunacaktır.
مِنْ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ
(MiNa elLAHi MiN ŞaYEın)
“Allah’tan bir şey.”
Allah’tan bir şey savacak değildi. Hazreti Yakup Allah’ın takdirini değiştiremezdi. Değiştirmesi de çok iyi değildi.
Takdiri İlâhi ne idi?
İnsanlık bir bebek gibi doğmuş ve gelişmişti. Sümer’de ve Mısır’da on bir, on iki yaşlarına ulaşılmıştı. Dört-beş bin yıl sonra insanlık büluğ çağına ulaşacak, artık peygambersiz kendi kendini yönetecekti. Yani demokrasi gelecekti.
Bunun için görevlendirilmiş bir kavim vardı. Bu kavmin mensupları da Hazreti Yakub’un oğulları olacaktı. Hazreti Yakub’un oğulları Sümer kültürünü almışlardı. Şimdi Mısır’a götürülecek, orada da Mısır kültürünü alacak ve yeni bir uygarlık kuracaklardır. İbrani uygarlığını kuracaklardır. İbrani uygarlığından Yunan uygarlığı doğacak. Sonra Hazreti İsa bu uygarlığı dünyaya yayacak. Daha sonra Roma ve Bizans yeni dünya için hazırlanmış olacaktır.
Bu da Takdir-i İlâhi idi, bunu kimse önleyemezdi. Dolayısıyla Hz. Yusuf’un kardeşi de Mısır’da hapsolunacaktır. O halde biz ne yaparsak yapalım Allah’ın takdirini değiştiremeyiz.
Türk ulusu “III. bin yıl uygarlığı”nı kurmakla, “Adil Düzen”i getirmekle görevlendirilmiş ve Akevler ile Millî Görüş bu hususta adımlar atmıştır. Bugün AK Parti geçici hazırlık içindedir. Bunlar Takdir-i İlâhidir. Bunu kimse önleyemez.
Bizim aleyhimizde olaylar görürüz, olmasını istemeyiz ama Allah’ın takdiri ne ise o olmaktadır. Biz yine tedbirler almak zorundayız. Ama takdir ne ise o olacaktır.
İlâhi takdir her zaman iyidir.
إِلاَّ حَاجَةً فِي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضَاهَا
(EilLAv XAvCaTan FIy NaFSi YaGUvBa QaWAvHAv)
“Yakub’un nefsinde kaza ettiği bir hacet olması dışında”
Buradaki istisna nereden istisnadır? Allah’ın takdirini değiştirmeden mi istisnadır, yoksa Hz. Yakub’un emirlerine uymak için yapılan istisna mıdır? Yani çocuklar da bunun bir işe yaramadığını bilmektedirler. Ama babalarının dediklerini yapmak için mi bunu yapmışlardır? Yoksa babalarının arzusuna uydukları için kaderde değişiklik olur mu?
İnsanların duaları, talepleri ve salih amelleri ile kaderde değişiklik yapılır mı? Yani kader planında Allah değişiklik yapar mı?
Bu âyet bu mânâyı ifade etmektedir. Dua ve ameli salih İlâhi takdirde de değişikliği yapabilir. Önce Allah her şeye kadirdir. Mürittir, istediği zaman planını değiştirebilir. Bunu bizim olanlarda değişiklik yapabildiğimizden biliyoruz. Allah bizden daha üstündür. O yarattığına göre, yaratılan yaratandan daha ileri olamaz. Birincisi budur. İkincisi, Allah kâinatı bizim için var etmiştir. Onun bir işine yaramaz. O halde Allah’ın bizim istediğimizi yerine getirmesi kadar doğal bir şey olamaz.
Siz çocuğunuza bir şey alırken onun ihtiyaçlarını karşılarsınız ama sonra da onun beğendiğini alırsınız, çünkü aldığınızı ona alıyorsunuz. Allah da insanların ihtiyaçlarını karşılar, ondan sonra da onların beğenilerine uyar.
Bu âyet bize bunları açıkça ifade etmektedir.
Burada “Fî Yakube” denmeyip “Fî Nefsi Yakube” denmiş olması, Hazreti Yakub’un sadece hissini ele alması sebebiyledir. Yani bir işe yaradığı için değil, onun gönlü öyle istediği için öyle yapılmaktadır.
Demek ki Allah kimi zamanlarda bizim işimize yarayan heveslerimizi de yerine getirir. Kader değişmez ama kaderin oluşmasında değişiklik olur anlamındadır.
“Adil Düzen” gelecektir. Ama “Adil Düzen”in şekli üzerinde biz insanların arzuları da değerlendirilecektir demektir. Demek ki “III. Bin Yıl Medeniyeti” insanlığın Hak düzenine doğru attığı adım olacaktır. Bunu kimse değiştiremez. Ama atılan bu adımın mükemmeliyeti bizim çalışmalarımıza bağlı olacaktır.
Bugün AK Parti istediğimiz “Adil Düzen”e doğru adım atmıyorsa, bu yalnız İlâhi takdir gereği değil, bizim baştan bu hususları iyi bir şekilde ortaya koyamayışımızdan ileri gelmektedir. Buradaki kusurlardan biz hepimiz sorumluyuz.
“Kadâhâ” diyerek Hazreti Yakub’un takdiri anlatılmaktadır.
Kader plandır.
Kaza ise uygulamadır.
Uygulayıcılar uygulama yaparken şartlar gereği planda değişiklik yaparlar. Örnek olarak, bina yapılırken planda beyaz fayans konması tesbit edilmiştir. Uygulayıcı beyaz fayans bulamadığı zaman gri fayans kullanır. Böylece takdirde değişiklik olmuş olur. Buna kaza denmektedir
O halde biz uygulama yaparken kaderde değişiklik yaparız. Allah insanlara bu değişikliği yapma yetkisini vermiştir. Kader gerçekleşecektir ama onun şekli ve biçimi bizim uygulama kararlarımızla olacaktır.
İşte bizim “Adil Düzen Çalışmalarımız” bu sebeple önemlidir. Türkiye’de olanlar Takdir-i İlâhidir. Biz olsak da olmasak da onlar olacaktır. Ancak bu şekilde olmasında bizim çalışmalarımızın etkisi olmuştur. N. Erbakan’ı, F. Gülen’i böyle düşünmemiz gerekir. A. Menderes’i, K. Evren’i böyle değerlendirmemiz gerekir.
Bu açıklamamız ilmî açıklamadır, felsefî açıklama değildir. Yani Allah bizim ne yapacağımızı bilmiyor mu ki sonradan karar alsın. Biz bu hususları kavrayacak durumda mıyız? Biz, bizim idrakimiz içinde, zaman ve mekan içinde konuşuyoruz. Bizim bunları böyle kabul edip ona göre amel etmemiz gerekir. Daha derinlere gittiğimiz zaman bizim idrakimizin yetmediğini görürüz. Bu sebepledir ki Ebu Hanife kelamı bırakmış, fıkha yönelmiştir. Felsefeye dayalı kelam o dönemde kalmıştır. Çağımızın kelamı Bediüzzaman risaleleri ile açılan kelamdır. Müsbet ilmin içinde kalmalıyız. Felsefeye dayalı kelamı terk etmeliyiz. Aklımızın ermediği konuları tedris ederken tartışmamalıyız. İsteyen kendi zevki için tartışsın ama biz tartışmamalıyız.
وَإِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ
(Va EinNaHUv La ÜUv GıLMın)
“Ve o ilim sahibidir.”
Burada bazı önemli hususlar vardır. “Ve” harfi getirilmiştir. Yani Hazreti Yakub’un arzusu yerine getirilmiştir. Bununla beraber Hazreti Yakup bunu söylerken bazı bilgilere de sahipti. Bu da Takdir-i İlâhi bilgisidir.
Hazreti Yakup İsrail oğullarının gelecekte etkin kavim olacağını bilmektedir. Mısır’la ilişkilerin gerekli olduğunu bilmektedir. Hazreti İbrahim ve Hazreti Yakup iki peygamberdir. Hazreti İshak da var ama, onun nesli değil, Hazreti Yakub’un nesli gelecekte hakim olacaktır. Mısır’a Hazreti Yakub’un oğulları gitmiştir. Onlar orada aşiret olmuşlardır.
Buradaki “Zû İlm” ifadesi üstteki “Hacet”e karşı getirilmiştir.
Ekonominin iki cephesi vardır. Biri ihtiyaçlardır, diğeri imkânlardır. Burada ihtiyaçlar “Hacet” olarak, imkânlar ise “Zû İlm” ile ifade edilmiştir.
Kur’an bir şeyi anlatırken öyle kelimeler kullanır ki, aynı zamanda o anlattığından başka geniş tasnifi de yapar.
“İnsanlık Anayasası”nda dinî kuruluşlar hacetleri tesbit ederler, ilmî kuruluşlar da imkânları ortaya koyarlar. Bütçe böyle oluşur.
Biz de herhangi bir planlamayı yaparken ihtiyaçlarımızı ve imkanlarımızı birlikte değerlendiririz. Hacetler imkânlar dahilinde yerine getirilir. Mâli ihtiyaçlarda bu dengeyi kurma ekonomi ilmi ile olmaktadır.
“İlim” nekredir. Hazreti Yakup her şeyi bilememektedir. Sadece o olaylardaki genel takdiri bilmektedir.
Biz de şimdi “Adil Düzen”in Türkiye’ye geleceğini bilmekteyiz ama ne zaman ve nasıl geleceğini, kimin getireceğini, ne kadarının geleceği bilemiyoruz, bu hususlarda bilgimiz yoktur.
Hazreti Yakub’un durumu da böyledir. Hazreti Yakup Hazreti Yusuf’un ölmediğini bilmektedir. Çünkü Hazreti Yusuf’un rüyası vardır. Ama onun nerede olduğunu, sonradan nasıl ortaya çıkacağını bilememektedir. Çünkü rüyada öyle görünmüştür ama bunların nasıl olacağını bilememektedir.
Hazreti Muhammed de Mekke’ye hareket ederken rüyasıyla Mekke’yi fethedeceklerini bilmektedir. Ama Hudeybiye’de geri döndüğü zaman rüyasına göre amel etmemiştir. Çünkü fethin nasıl olacağını bilememektedir. Sonra rüyayı teyid eden âyetler gelmiş, Mekke o şekilde fethedilmiştir. Yani rüya bir şeyi söylediği zaman onun şeklini söylemez.
Biz günlük olayları günlük kurallarla takip ederiz. Ancak sonucun kadere göre olacağını biliriz.
Burada “idi” demiyor da “dir” diyor.
Demek ki dünyadaki öğrendiklerimizi âhirette de bileceğiz. Orada da bilgimiz artacaktır. Ama bu dünyada öğrendiklerimiz âhirette de temel kazancımız olacaktır. Âhirete sevapla gitmemiz kadar ilimle de gitmemiz gerekir. Amel kadar ilim de önemlidir. Ben öleceğim, ilmim ölümle kaybolup gidecek demeyip, ilmimizi artırmaya çalışmalıyız. Âhirete o ilimle gideceğiz. Onlar da bizim sevap hanemize yazılmış olacaktır.
لِمَا عَلَّمْنَاهُ
(LiMAv GalLaMNAvHu)
“Onu talim ettiğimiz için”
Burada “Li” yerine “Bi” daha uygun gibi görünür. “Bi” yerine “Li”nin getirilmesi bu talimin hedefe yönelik olması içindir. Yani Hazreti Yakup bildiği değil, bilmesi gerektiği için bilmekte idi. Biz ona talim ettiğimiz için bilendir diyor. Burada tef’il bâbı kullanılmıştır.
Peygamberler de birden bire öğrenemezler, onlar da bizler gibi zamanla öğrenirler. Kesbî ilim ve vehbî ilim yoktur, sadece kesbî ilim vardır. Önce ilmi öğrenmek isteyenler öğrenirler. Ne kadar zeki olunursa olunsun; çalışmadıkça, ilim tarlasını kazımadıkça bir yere varılamaz, ilim öğrenilemez.
Diğer taraftan takdirin de büyük rolü vardır. Benim babam medrese hocası olmasaydı, ben bugün bu ilimleri bilemezdim. M. Lütfi Hocaoğlu bir gün vakit namazını kıldıktan sonra ‘Allah’ım, ilminden istifade edeceğim arkadaşlar ver’ diye dua ediyor. İlim için ne yapması gerektiğini Allah’tan istiyor. Bulunduğu yerin mescidinden yukarıya çıkıyor ve Reşat Nuri Erol’la karşılaşıyor; Reşat, o anda oradaki insanlara Üsküdar’da Kur’an çalışmaları ile ilgili seminerlere başladıklarını anlatmaktadır. Lütfi, ‘hah, aradığım işte bu, Allah duamı kabul etti’ diye düşünmektedir. Sonra Akevler derslerine katılıyor. Bunların hepsi takdirdir. Lütfi, bugün çalışma arkadaşları ile birlikte hem muhasebede hem de Arapça tedrisinde büyük inkılaplar yapmaya çalışıyor.
Demek ki; birincisi arzu, diğeri ise raslantı diye bilinen Takdir-i İlâhidir. Ondan sonrası ilim için çalışmak ve çalışmaya devam etmektir. Öğrenmeyi birinci iş yapmadır. Öğrenmeyi zevk hâline getirmedir. Nihayet öğrenecek arkadaşları bulmadır.
Sokrat ve Ebu Hanife dünyanın en etkin âlimleri olmuşlarsa, bunun sebebi kendilerinin çalışmalarına arkadaşlar bulabilmeleridir.
Hazreti Yakup da arkadaşlar bulamamış ama çocuklarını ona arkadaş etmiş, tarihî oluşlarla İsrail oğulları oluşmuştur.
Demek ki İsrail oğullarının ilmî temelini atan Hazreti Yakup aleyhisselâmdır.
Hazreti İbrahim’den sonra bir adım da onunla atılmıştır.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ (68)
(Va LAvKıN EaKÇaRa elNAvSı LAv YaGLaMUvNa)
“Velâkin insanların çoğu bunu bilmemektedir.”
Yani ilmin Allah’ın öğretisi ile olduğunu bilmemektedir.
Tarihte birçok ilim adamları yetişmiştir. Bunları yetiştiren Allah’tır. Allah onlara önce ilmî heves vermektedir. Sonra tesadüf gibi görülen takdirlerle o kimse o konuya yöneltilmektedir. Sonra kişi ilme bağlı ve bağımlı hâle gelmektedir. Sonunda Allah ona bu çalışmalarında ortak olacak arkadaşlar nasip etmektedir.
İlim böyle gelişmektedir.
Dindar veya dinsiz, bütün ilim adamlarını yetiştiren Allah’tır, O’nun takdiridir.
Ampülü keşfeden Edison’a ampulü keşfettiren Allah’tır. Onun bundan dolayı sevap kazanacağı iddia edilemez, günahkâr olduğu da iddia edilemez. İlim iyilik için de kötülük için de kullanılır. Sevap ve günah ona göre alınır.
İlmin esas büyük birinci özelliği, ilim bir defa elde edildikten sonra artık unutulamaz, kaybedilemez. İkinci özelliği, ilim başkalarına eksilmeden aktarılabilir. Dolayısıyla birisinin bilmesi ister istemez sonra başkalarının bilmesini doğurur. İlim artarak, eklenerek, miras olarak gelecek nesillere intikal eder. Her şey kaybolur ama ilim kaybolmaz. Denebilir ki; uygarlık demek ilimdeki birikim demektir. Şimdi at arabası bir işe yaramıyor ama tekerlek bilgisi her zaman daha çok işe yarıyor.
İnsanların çoğu bilgiyi kendilerinin elde ettiklerini zannederler. İnsanların çoğu kaderi tesadüfler olarak algılarlar. Biz onların bu algılamasını kaldıramayız. Bununla insan psikolojisi de anlatılmaktadır. “Fırsatları değerlendirmek” diye bir deyim vardır; takdirin değerlendirilmesi gerekir.
Allah bize iyi arkadaş vermişse değerlendirmeliyiz. Kötü arkadaş vermişse, onu düzeltmeye çalışmalıyız ve düzelttiğimizde kendimizi düzeltmiş olacağız.
Kur’an; nâsın ekserisi iman etmez, nâsın ekserisi bilmez şeklinde haberler vermektedir. Bizlerde oluşmuş yanlış bilgiler vardır. Bu yanlış bilgiye göre mü’minler cennete gidecek, diğer insanlar da cehenneme gidecektir. Diğer taraftan da mü’minlerin azlığından bahsedilmektedir.
O halde cennet küçük bir yer midir, yoksa orası bomboş mu olacaktır?
Cehennem küçüktür, bomboştur. Cennet ise dopdoludur ve çok geniştir.
Bu çelişki değil midir?
Bu meselenin aslı şudur.
Müslim vardır.
Mü’min vardır.
Mü’min; Kur’an’ın muhatap aldığı ve yeryüzünün güvenini sağlamak üzere görevlendirdiği kimsedir. Bunlar gönüllüler ordusudur.
Müslim ise; dini ve inancı ne olursa olsun, eğer kendisinin bildiği kadarıyla ameli salih işler ve iyi niyetliyse, o da cennete gidecektir. Günahkârlar müşrik değilseler, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gideceklerdir. Mü’minlerin cennetlerinin derecesi büyüktür.
Bilmek ise mü’minlere gerekir. Müslimler kendi yaşayışları ile ilgili kadar bileceklerdir. Toplulukta bile böyle değil midir? Yüz hanelik köyde bir iki âlim vardır. Ülkede de gerçekten bilenler çok azdır. Kur’an burada bunu ifade etmektedir.
Bugün Batı’da herkese eşit ilim verilmek istenmektedir. Okullar, sınıflar, diplomalar konmuştur. İslâmiyet’te ise beşikten mezara kadar ilim öğrenme farzdır. Ama bu boş zamanlar için ayrılmıştır. Onların içinde rüsuh seviyesinde ilim sahibi olacaklar çok az olacaktır. Bugün diplomayı sermaye vermektedir. Onların âlim demediği kimse âlim olamaz. Canları sıkılandan diplomayı almaktadır. Oysa diploma ancak mahkeme kararı ile alınabilir. Ama Türkiye hukuk devleti olmadığı için AK Parti gibi birileri bulunursa öyle yapılır. Bir profesörden profesörlüğü almak ancak mahkeme kararı ile mümkündür. Bunu YÖK almağa kalkışırsa, bu yapılan yetki gaspı olup suç işlenmiş olur. Onun yeri hapishanedir.
***
وَلَمَّا دَخَلُوا عَلَى يُوسُفَ
(Va LamMAv DaPaLUv GaLAy YuvSuVFa)
“Ve Yusuf’a dahil olduklarında.”
Hazreti Yusuf’un odasına dahil olduklarında demektir. Çünkü Yusuf’a duhul edilemez. “Alâ” gelmiş olması da duhul için mecazı ifade eder. Çünkü duhul içeriye girmedir. Bu kullanıla kullanıla intikal etmiştir. “Alâ” gelince kendisinin bildiği yere girme mânâsını almıştır. Bu arada “Ve” harfi getirilmiştir.
Mısır’a geldiler. Şimdi de Hazreti Yusuf’un bulunduğu yere duhul ettiler. “Ve” harfi yukarıdaki duhule atıftır. Demek ki Hazreti Yusuf’un kentinin bulunduğu yer etrafı çevrilmiş, kapıları olan bir kenttir. İki duhul ancak böyle olursa “Ve” harfi ile atfedilebilir. Yoksa “Lemmâ Dehalûhâ” denirdi.
Memleketin içindeki halkın istihkakları bellidir. Hazreti Yusuf’a gitmeden memurlar onlara tartıp istihkaklarını vermekte idi. Dışarıdan gelenlere verip vermemek Mısır yönetimine kalmıştı. Onu doğrudan kendisi yönetiyordu. Bunlar zaten çok değildiler, bundan dolayı kendisi yönetebiliyordu.
Demek ki yöneticilerin görevi genel kuralla çözülemeyen hususları istisnai olarak çözmedir. Genel kurallarla çözülebilen meseleler ise üst yöneticilere gitmez.
Bugün ise memurlar kuralları bilmedikleri ve memurlara güven olmadığı için her şey yöneticinin emrine bağlanır. Sorunlar çözülmez, çözülemez. Yıllarca sürüncemede kalır. Çünkü merkez sorunları bilmediği için hiç çözemez.
İslâmiyet’te askeri düzende bile merkezi yönetim yoktur. Üst astı azledebilir, hattâ öldürebilir ama onun işlerine karışmaz. Her ast kendi içtihadı ile hareket eder. Sivil yönetimden farkı; sivilde sorumluluk hakemlere karşıdır, askerlikte ise sorumluluk üste karşıdır. Ama merkezi yönetim her iki yönetimde de yoktur.
آوَى إِلَيْهِ أَخَاهُ
(EAvVAy EiLaYHi EaPAvHu)
“Kardeşini kendisine iva etti.”
“İva etmek” barındırmak, yuvaya koymak demektir.
“İleyhi” deyince de evine aldı, odasına aldı denmektedir.
İşyerlerinde ayrı oda olur. Orada görüşmeler yapılır. Buna “necva” denmektedir.
Kur’an düzeninde mescit vardır. Başkan orada oturur, herkes orada başkanla açıkça görüşür. Özel görüşme yerleri yoktur. Dairelerin kapıları açıktır. Herkes daireye girip takipçi olabilir. Kur’an necvaya müsade etmiş ama bazı şartlar koymuştur. Necvada hayır yoktur denmektedir.
Hazreti Ömer’e bir valinin odasına kapı yaptırdığı şikayeti gelir. Hazreti Ömer de görevliyi gönderir ve ‘eğer böyle bir kapı varsa hemen indir ve kır’ der.
Burada Hazreti Yusuf’un ayrı necva yeri olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Hazreti Yusuf necva odasından idare etmiyor, oradan yöneticilik yapmıyor. Kendisi açık salondadır. Diğer görevlilerle beraber iş yapmaktadır. Kardeşleri ile burada görüşmüştür. Kardeşini ise özel odasına almıştır. Sonra görevlilere özel odasında talimat verecektir.
Demek oluyor ki işletmenin böyle necva odası olacaktır ama olağan görüşmeler açık salonda yapılacak, sadece özel durumlarda necva yapılacaktır.
Kur’an’daki ifadeler de buna yakındır.
Burada bir sorun daha ortaya çıkar.
Cumhurbaşkanı her geleni kabul edecek midir?
İşte burada “bucak yönetimi”ne şiddetle ihtiyaç vardır. Kabile demek, birbirleri ile karşılaşan kimseler demektir. Başkan kabile halkı, bucak halkı ile görüşür. Bucak dışındakiler o kabileye giremezler. Cumhurbaşkanı milletvekillerinin oluşturduğu bucakta oturur, onlarla Cuma namazını kılar. O bucağa taşradakiler ancak izinle girebilirler. Mekke bunun istisnasıdır. Medine ise böyle kapalı yerdir. Milletvekilleri başkanın mescidine her zaman girebilirler. Başkan görüşmeleri dayanışma sorumlu başkanları olan şurası ile yapar. Milletvekilleri toplantılara katılırlar. Kendilerine söz verilirse konuşabilirler. Şura üyelerinin söz hakları vardır.
Hazreti Yusuf kardeşini özel odaya almıştır, yahut diğer kardeşleri dışarıya çıkarken ‘sen kal’ demiştir. Buradaki ifade böyle değildir. Kendi özel odasına almıştır. Kur’an alıkoymak için “haps” kelimesini zikretmektedir.
Hazreti Yusuf’un ağabeyleri kardeşlerini getirmişlerdir.
Doğru söyledikleri nerden bilinecektir? Kardeşi ile özel görüşecek; gerçek kardeşi mi, yoksa yolda buldukları bir başkası mıdır, nasıl bilinecek?
Burada görülüyor ki, Hazreti Yusuf’un kardeşleri onu kandırma yoluna gitmemişler, samimi olarak babalarından istemişlerdir.
İlkel topluluklarda samimiyet asıldır. Hileli işler yapma ancak çok özel planlama ile olur. Yalan ve hile akla gelmez. Yahut Allah onlara öyle şeyleri yapmayı akıllarına getirmemiştir. Onun gerçek kardeşleri olduğunu söylemiş, Hazreti Yusuf da onu benimsemiştir. Zaten onu tanımıştır. Kardeşlerini böylece imtihan etmiştir. Kendisini kandırıp kandırmadıklarını denemiştir. Kardeşleri de sahtekâr insanlar değildir. Daha önce onlara Hazreti Yusuf hakkındaki kararları aldırtan da Allah’tır.
Dolayısıyla bir kimse bir suç işledi diye dışlanmaz. Cezası verilir, sonra o normal insan kabul edilerek ona göre muamele görür.
Bu hususta PKK’lılar için de aynı şeyleri düşünebiliriz.
Teslim oldukları zaman ne yapacağız?
Önce, teslim olmaları demek tevbe etmeleri demektir.
Ondan sonra, kendilerinin ne suçlar işledikleri itiraf ettirilecektir.
Bir PKK’lının davranışları iki şekilde etkiler.
Birincisi, mübaşir olarak etkiler. Bu doğrudan onun suçu kabul edilerek afv edilmezse diyetini kendisi veya âkilesi (dayanışma ortaklığı) öder.
Diğeri ise sebebiyet yoluyla teksirdir. Halk onlardan korktuğu için bazı kötülükler olmuştur. Bunlar tevbe etmeleri hâlinde ma’fuvdur.
O halde ne yapılacaktır?
Kabilelerine teslim edilecek ve onlardan diyet istenecektir. Kabul etmeyenler için özel bucak oluşturulacak, orada askeri düzen kurulacak ve çalıştırılarak diyetleri ödenecektir. Teslim oldukları için kısas uygulanmayacaktır.
Yusuf Sûresi bize bu hususta örnek olur.
قَالَ إِنِّي أَنَا أَخُوكَ
(QAvLa EnNiY EaNa EaPuKa)
“Ben senin kardeşinim dedi.”
Kardeşleri Hazreti Yusuf’u tanımamışlardır. Anadan kardeşi de tanımamıştır. Demek ki aradan uzun zaman geçmiş ve simaları değişmiştir. Hazreti Yusuf ise onları tanımıştır. Çünkü onlar bir aradadır ve konuştukları dili bilmektedir. Hazreti Yusuf’un anadan kardeşi böylece Yusuf’a daha yakın olmuştur. Kardeşleri Hazreti Yusuf’u ve kardeşini dışlayınca, onlar da ister istemez birleşmişlerdir.
Kur’an’a göre akrabalık vardır. Saldırılara karşı akrabaların birleşip savunmaları doğal haktır. Devletlerin savunma hakları buradan doğmaktadır. Ayrıca bir toplulukta olanların iyilikte dayanışma içinde olmaları ve birleşmeleri de emredilmiştir; saldırıda ve başkalarına haksızlık etmede birleşme ise haram kılınmıştır.
Hazreti Yusuf burada ne yapıyor?
Kardeşini üzmemek için ona haber veriyor. Rahat olmasını istiyor. Diğer kardeşlere oyun oynuyor. Ama onlara kötülük yapmak için değil, onları da imtihan ederek Mısır’da kalabilmelerini sağlamak için böyle yapıyor. Hazreti Yusuf bütün bunları yaparken gördüğü rüyanın istikametinde yürümekte, kardeşlerinin kendisine tâbi olacaklarını bilmektedir.
Biz de Kur’an’ın daha evvel yaptığımız tefsirlerden biliyoruz ki; AK Partililer ve Saadet Partililer bizim yanımızda yer alacaklardır. Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin yaptıkları gibi bize yani “Adil Düzen”e ihanet etmişlerdir. Ama o da Allah’ın takdiridir. Sonunda tevbe edip bizim yanımıza gelecekler, yani “Adil Düzen”in yanında yer alacaklardır. Bizim de ona göre hazırlanmamız gerekir.
Bunların dışında üç grup daha vardır. Doğru Yol ve ANAP grubu, yani DP grubu; bunlar ne yapacaklar? MHP grubu. CHP grubu. BDP grubu. Bunlar hakkında şimdilik bir şey söyleyemeyiz. Kararlarını kendileri vereceklerdir.
Bununla beraber AKP ve SP içinde de Medine Yahudilerinin yaptığını yapanlar olabilir, düşmanlarla bir olabilirler. O zaman da onların uğradıkları cezalara uğrarlar. Medine Müşrikleri ihanet etmediler. Medine Yahudileri ihanet ettiler. Dolayısıyla CHP’den daha çok Millî Görüş kökenlilerden ihanet bekleyebiliriz. Uğur Tanış döngülerden bahsetmektedir. İşte döngü budur. Yoksa kişileri atamak döngü değildir.
فَلاَ تَبْتَئِسْ
(FaLAv TaBTaEiS)
“İbtias etme”
Kendi kedine kötülük etme. Beislenme.
“Be’s” kötülük demektir. “Be’sâ ve derrâ” karşılıklı olarak geçmektedir. Dikenin batması bir be’sadır. Darar ise katarakt gibi görememedir. İftial bâbı ile kendi kendini eziyete sokma ve üzülme demektir.
Hazreti Yusuf peygambere ileride yapacaklarını baştan haber veriyor. Böylece olayları sükunetle karşılamasını istiyor.
Bazen beklenmedik olaylar karşısında insan heyecanlanır ve ne yapacağını şaşırır. Bu durum kalıcı hastalıklara sebep olabildiği gibi bazı hallerde ölüme kadar gidebilir. Böyle durumların olmaması için Hazreti Yusuf aleyhisselâm kardeşini baştan haberdar ediyor. Ne var ki ona hiçbir şey açıklamıyor. Sadece kardeşi olduğunu, dolayısıyla ‘başına bir şey gelirse beni ara’ demek istiyor. Onu neler yapacağından bile haberdar etmiyor. Çünkü bundan sonraki ifadede “yapacaklarından” diyor; yapılacağından yahut yapacağınızdan demiyor.
İşte rüyaların da bu yararı vardır. İnsan iyi rüya veya kötü rüya görür. Ona göre ruhen hazırlanır. Onları karşılayacak hormonlar üretir ve olay olduğu zaman artık fazla etki etmez.
İnsanda muafiyet denen bir şey vardır. Yaralandığınız zaman yaranız acır ama zamanla ağrıya alışırsınız, artık o ağrıyı hissetmezsiniz. Ağrı oradaki sinirin uyarılması ile olmaktadır. Oradaki uyarılamaya etki eden hormon salınabilir yahut sinir sisteminde o uyarı ile ilgili devre kapatılır.
İşte rüya buna benzer bir işleme sebep olmakta, gelecekte olacak ani olaylara vücut hazırlanmaktadır.
Hazreti Yusuf aleyhisselâmın bu uyarısı böylece önceden bir tedbirdir.
بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(Bi MAv KANUv YaGMaLUvNa)
“Amel ettiklerinden dolayı meyus olma.”
“Kâne” kelimesi kullanılmış ve muzari getirilmiştir.
“Kane ya’malu” dediğimizde iki mânâ anlaşılır. Hâlin hikâyesi. Yapmışlardı ya, ondan dolayı üzüntü içinde olma. Bu takdirde kardeşlerimin bana (Hazreti Yusuf’a) yaptıklarından dolayı sen sıkılma, ben sağım ve yaşıyorum. Onlar beni öldürmediler. Kurda yedirmediler denmektedir. Böylece geçmişten dolayı teselli veriyor.
Bu şekilde mânâlandırmamızın hikmeti fazla anlaşılamaz. Yıllarca önce olan olaydan dolayı kardeşin özel olarak teselli edilmesi olmamalıdır.
Hazreti Yusuf kardeşine; ‘ben senin kardeşinim ama şimdilik onlara benim Yusuf olduğumu söyleme, onların davranışları da seni fazla üzmesin’ diyor.
“Kâne”nin ikinci mânâsı vardır. O da nâkıs fiil olarak yapar oldukları işlerden dolayı sıkıntı içinde olmadır. Bu şekli ile mânâlandırıldığı zaman buradaki oğul kardeşlerine değil görevlilere gider. Görevlilerin yapacaklarından sen beis içinde olma demektir.
Biz kurallı erkek çoğulu tüzel kişiliği olan topluluk olarak mânâlandırıyoruz. Burada da erkek kurallı çoğul getirilmiştir. Ne var ki fiillerde bununla ilgili bir siga yoktur. Dişi tekil kullanılmakta ise de o özel bir siga değildir. Dolayısıyla fiillerde kurallı erkek çoğullar tüzel kişiliğe mahsus değildir. Tüzel kişiliği olsun olmasın bütün çoğullar için kullanılır kabul ediyoruz. Dolayısıyla “görevlilerin yaptıkları” mânâsını verdiğiniz zaman görevlilerin tüzel kişiliği olduğu anlamı çıkmaz. O takdirde “na’melü” derdi. Çünkü o da onların içindedir.
Buradaki ifadede üç mânâ bir aradadır.
-Geçmişte olandan be’s içinde olma.
-Kardeşlerimizin yapacaklarından be’s içinde olma.
-Görevlilerin yapacaklarından be’s içinde olma.
Hazreti Yusuf’un kardeşi bunların hepsinden birini anlayabilir.
İşte rüyalar da böyledir. Olaydan haberdar edilirsiniz ama olmadan evvel bir şey anlamazsınız. Olay olduktan sonra da, ‘ha, gördüğüm rüya bu imiş’ dersiniz. Zaten rüya size bunun için gösterilmiştir.
O rüya Hazreti Yusuf’a daima rehber olmuştur. Kuyuya atıldığı zaman o rüya ile teselli olmuş, sabretmişti. Zindana atıldığı zaman da o rüya ile teselli olmuştu.
Şimdi kardeşlerini karşısında görünce o rüyayı hatırlamış, zamanı geldi diye düşünmüş, kardeşlerim bana secde edecekler demiştir. O rüyadan cesaret alarak, o rüyanın rehberliğinde kardeşlerine ‘kardeşinizi getirin’ demiştir. Şimdi de o rüyanın verdiği cesaretle tertipler yapmaktadır. Hazreti Yusuf’un kardeşi de bu ifadeyi olaylar olduğu zaman mânâlandıracak ve kardeşimin bana söylediği “be’s içinde olma” ifadesinde bu tarz tertip olduğunu görecektir.
Demek ki biz de insanlara önceden haberli olmalarını istediğimiz zaman böyle değişik mânâlara gelen ifadeler kullanmalıyız.
Biz Allah’a dua ediyoruz. O duyuyor mu, işitiyor mu? Duamızın kabulü ile işittiğini anlarız. Hattâ Allah’a inanmayanlar bile bir şeyin olmasını şiddetle arzu ederler. Sonunda bu arzu gerçekleşir. Beklenmedik olaylar olur. O olaylar sayesinde arzu gerçekleşmiş olur. Allah duayı böyle kabul etmiş ve cevap vermiş olur.
Demek ki Allah bizim duamıza fiilen cevap vermektedir.
Şöyle de yorumlayabiliriz. Olay zaten olacaktı. Biz dua etmesek de olay öyle olacaktı. Allah içimize dua etmemizi ilham etti. O bize duanızı kabul ettim diye inandırdı. Yoksa bizim duamızı kabul etmemiştir. O kendi iradesini gerçekleştirmiştir.
Bu böyle olsa bile yine Allah bizimle diyalog kurmaktadır. Bize öyle ilham edip dua ettirmektedir.
Biz burada o konuyu tartışmıyoruz. Allah’ın bizimle diyalog kurduğunu açıklıyoruz.
Başka bir diyalog aracı da sezilerdir. Bir problemi çözmeğe çalıştığımızı düşünelim. Aynı problemle karşılaşan insanlar benzer şekilde davranmazlar. Kimileri mesele ile hiç ilgilenmezler. Kimileri ise ilgilenmeye başlar, çözmek isterler. Uğraşır, uğraşır ama çözemezler. Kimileri uğraşırken denemeler yaparlar. Aklına fikirler gelmeye başlar. Birden bir fikir gelir ve çözüme ulaşır. Buna “sezi” diyoruz. İçimden böyle geldi deriz ve onu yaparız. İşte bu seziyi bize ilham eden Allah’tır. Kur’an; insana fücuru da takvayı da ilham etti diyor.
İşte bu ilham kaynağından biri de Kur’an’dır. Kur’an 1400 sene önce nâzil olmuştur. O gün onların anladığı mânâlar vardır. Kur’an bize bugün nâzil olmuştur, dolayısıyla öyle anlamamız gerekmektedir. Bunu şöyle ifade edelim.
Evinizde dört sene önce aldığınız televizyon var. Dört seneden beri seyrediyorsunuz. Ama şimdi seyrettiğiniz dört sene önceki yayın değildir. Televizyon merkezinden şimdi yayınlanmaktadır, onu seyrediyorsunuz.
İşte, Kur’an, Allah’ın 1400 sene önce insanlığa hediye ettiği televizyondur. Biz şimdi onun sayesinde Allah’la diyalogdayız. Onun değişik programlarını, canlı programlarını seyrediyoruz. Biz hangi programı seyretmek istiyorsak onu açmaya çalışıyoruz. Bazen ulaşıyoruz, bazen ulaşamıyoruz. Hata televizyonda değil, bizim arama kabiliyetimizdedir. Bazen kanalları değiştiriyoruz ve hiç beklemediğimiz görüntülerle karşılaşıyoruz. İşte bu da Allah’ın bizimle olan diyalogudur.
Diğer kitaplarla da bu sağlanabiliyor mu, onu biz denemiş değiliz. Ama Kur’an kadar olmasa da olması gerekir.
Demek ki Kur’an İlâhi diyaloğun aracıdır, ahizesidir. İnsan beşikten mezara kadar bununla iştigal ederse daima Allah’la beraber olur.
Dördüncü diyalog aracı da rüyadır. Biz rüya ile gayb âlemine gideriz ve oradan birşeyler kaparız. Rüyanın bu şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Rüya herkes için başka mânâ taşır. Rüyayı gören kişinin fiili ile konuşmasıdır. Onun hissiyatını bilmezsek, onun yaşadıklarını yaşamamışsak rüyanın mânâsını bilemeyiz. İnsan açık gördüğü rüyaları yazmalıdır. Sonra olaylar olduğu zaman o rüyalardan hangisinin olayı açıkladığını belirlemelidir. Rüyalarının tâbirlerini kendisi oluşturmalıdır.
Ben böyle bir şey yapmadığım için rüyalarımı tâbir edemiyorum. Çok az rüyaların gerçekleştiğinin farkındayım.
Eskiden krallar rüya tâbircileri ve kâhinleri bulundururlardı. Onların da görüşlerini alırlardı. Bugün bundan yararlanılmıyor. Sermaye insanları materyalistleştirmiştir. Nerede ise ruhu bile inkâr ettireceklerdir. Oysa Descartes diyor ki; düşünüyorum, o halde varım. Yani her şey hayal olabilir. Rüyalarda gördüklerimiz nasıl gerçek değilse, uyanıkken gördüklerimiz de gerçek olmayabilir. Sinemada seyrettiklerimiz gerçek değildir. Canlı olmayan filimler gerçek değildir. Ama biz gerçekmiş gibi seyrediyoruz. Kâinat da hayal olabilir. Yer, gök, ağaçlar, dağlar, sular hepsi rüyada yahut sinemada seyrettiğimiz gibi olabilir. Bir şey hayal olmaz. O da rüyayı gören, sinemayı seyreden hayal olamaz. Çünkü o görüyor ve seyrediyor. İşte, ‘düşünüyorum o halde varım’ ifadesi bunu gösterir. Temel varsayımla işe başlar.
Evet, ben madem ki düşünüyorum, o halde varım. Yalnız ben değil, yanımdakiler de düşünüyor; o halde onlar da vardır. Onlar da rüya görüyor, onlar da sinema seyrediyor. Sonra birbirimize anlatıyoruz. Sinemada ben ne görmüşsem o da, öbürü de, öbürü de aynı şeyi görmüş. Birbirimize anlatıyoruz. O halde sinemada gördüklerimizi bize gösteren vardır. Yoksa hepimiz ayrı ayrı aynı şeyleri göremezdik. Birbirimize anlatamazdık. Bizim dışımızda sinemanın varlığını görüyoruz. Hepimize aynı şekilde görülmüştür.
Şimdi tekrar dünyamıza dönelim. Dünya da bir sinema olabilir, bir film olabilir. Gördüklerimiz yalan olabilir, hayal olabilir. Başka türlü olabilir. Ama madem ki biz aynı şekilde görüyor ve anlatıyoruz. Bir filim vardır. Onu oynatan vardır.
Buradan şu sonuca varırız. Dünya hayaldir ama dünyayı görenle dünyayı gösteren hayal olamaz. O halde, “düşünüyorum o halde varım” cümlesi bizi peygamberlerin öğretisine götürmektedir.
Sûremiz rüyalarla ilgili sûredir.
Rüyaları da böyle ele almalıyız. Madem rüya gören vardır. O halde o vardır. Madem ki rüyaları birbirimize anlatıyoruz, o halde rüyanın görülmesi gerçektir. Rüyanın kendisi gerçek olmayabilir ama görülmesi gerçektir. Rüyayı gösteren de vardır. Onu gösteren de gerçektir. İnsanların buna önem vermemesi körlüktür.