YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 26
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَأْتِيَنِي بِهِمْ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (83) وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَاأَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ (84) قَالُوا تَاللَّهِ تَفْتَأُ تَذْكُرُ يُوسُفَ حَتَّى تَكُونَ حَرَضًا أَوْ تَكُونَ مِنْ الْهَالِكِينَ (85) قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللَّهِ وَأَعْلَمُ مِنْ اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (86)
قَالَ
(QAvLa)
“Kavl etti.”
Büyükleri kardeşlerine kendisinin orada kalacağını, ayrılmayacağını söylemiş ve ‘gidin, babanıza, oğlun hırsızlık yaptı, olduğumuz yerden gelen kervana sorun, biz doğru olsak da bize inanmazsınız deyin’ dedi.
Kur’an burada yine hazf yapmaktadır. Filmde kardeşlerine bu söylendikten sonra kardeşler oradan çıkacaklar, uzun yolculuktan sonra evlerine varacaklar, babalarının huzuruna çıkacaklardır. Filmde bunlar atlanacak, birden babasının konuşmasına şahit olacağız.
İşte, tarih de böyle yazılır. Eğer genel tarihî akış içinde bir önemi yoksa onu atlarız. Orasını doldurmak okuyucuya düşer. Okuyucu/izleyici onu kendi hayalinde nasıl isterse öyle doldurur. Yusuf kıssasını filme alanlar isterlerse buraları kendi muhayyileleri ile doldururlar, isterlerse onlar da atlarlar. Muhayyilede oluşturulan olaylar senaristin anlayışını içerecektir. Oradaki olaylar öyle anlatılacaktır ki kendi anlayışını aksettirecektir. Böylece Yusuf kıssasını anlatan filmler pek çok olacaktır. İnsanlar seyrederken de hep aynı şeyleri seyretmiş olmayacak, değişik görüşler aksettirilecektir.
Sahneler yapılırken Kur’an’da ifade edilenler ayrı, Tevrat’ta ifade edilenler ayrı ve senaristin hayalinde doğanlar ayrı fonlarla gösterilecektir. Romanlar, hikâyeler, filmler bugün çok basitleştirilmiş ve ucuzlamış bir hal almıştır. Artistler kendi hayatlarını anlatmanın dışında bir şey yapmamaktadırlar. Oysa film kişinin yaşadığı hayatı ortaya koymalıdır. İzleyici kesin olanlarla hayali olan kısımları bu araçlar sayesinde ayırt edebilir.
Kur’an’a dayanan sanat oluşurken ne kadar uzun ve zor yolumuz olduğunu anlamalıyız.
Batı taklidi filmlerle İkinci Kur’an Medeniyeti sanatının oluşacağını sanmak çok yanıltıcıdır. Evet, Birinci Kur’an Medeniyeti’nde İslâm sanatçıları dünyayı hazmettiler, ancak önce kendi uygarlıklarını oluşturdular. Biz de bugün tamamen kendi uygarlığımızı oluşturmak zorundayız. Sonra dünya uygarlığını sentez etmeliyiz. D8’ler yerine S8’leri, S60’ları, S160’ları kurmalıyız. (S: Sanat) İran her türlü imkanlarla bunun başını çekmelidir. Mesela, Yusuf kıssası senaryosunun yarışmasını açmalıdır. En az on milyon dolar ödül koymalıdır. Sonra yarışmaya iştirak edenlerin tüm senaryoları sıralanmalıdır. Telif sıralarına ve takdir sıralarına göre derece verilmelidir. Bütün iştirak edenler ödüllendirilmelidir. Şöyle ki; birinciye 1, ikinciye yarım, üçüncüye üçte bir pay verilmelidir.
İmam Hatip Okulları ile İlâhiyat Fakülteleri kuruluş ve çalışmaları İslâmiyet’i batıya uydurma faaliyetiydi, bu amaçla kurulmuşlardı. Onlar devam etsin, bize zarar vermez. Bizim halk olarak yapacağımız şey, Batı’dan bağımsız İslâm uygarlığını oluşturmadır. Okullar yasak olabilir ama ödüller yasak olmaz.
Akevler işte böyle bir faaliyetin merkezi olma yolundadır.
بَلْ
(BaL)
“Bel”
“Bel” ile daha önce anlatılanlar reddedilmiyor, tasdik de edilmiyor; doğrusu anlatılıyor.
Hazreti Yakup Peygamber onlara ‘olaylar sizin bildiğiniz gibi değildir’ diyor, ‘basit hırsızlık olayı değildir’ diyor; ‘olaylar büyük bir projenin parçasıdır’ diyor.
Bizim de karşılaştığımız olayları basit görmememiz gerekir. Türkiye’de bir başörtüsü sorunu var. Bu sorun basit bir sorun değildir. İlk baktığınızda ne kadar basit işlerle vakit kaybetmekteyiz. Oysa mücadele Hak ile bâtıl mücadelesidir. Hakka inananlar başlarını örterek, bunun cihadını vererek insanlığın aile müessesesini korumak istemektedirler. Kadın iffetiyle kadın olacaktır. Başörtüsü iffetin sembolüdür. Buna karşı sömürü sermayesi aile müessesesini yıkmak istiyor.
Niçin yıkmak istiyor?
Kendisine sadık işçiler yetişsin ve sömürü düzeni devam etsin istiyor.
Ne başını örtenler niçin baş örttüklerini biliyor, ne de başlarını açanlar niçin açtıklarını biliyor. Hepsi sömürü sermayesinin oyuncağı halindedir. Sermaye başörtüsünü desteklemiyor, böylece inanmış kızların okullarda okumasını önlüyor. Başını açanları da teşvik ediyor, bu yolla onları iffetsiz hâle getirme mücadelesi içindedir.
Baş örtenler de başlarını açanlar da bilinçli olmalıdır.
İşi basitleştirip de başını kapatma ve saçları göstermeme olayı değildir. Derin bir savaşın kamplarını sağlayan bir olaydır.
Meslek okulları hikâyesi de budur. Yapılmak istenen İslâm âleminin teknoloji imkanlarından mahrum bırakılmasıdır. Önce İmam Hatip Okulları meslek okullarına dönüştürüldü; oysa bu okulların meslekle alakası yoktur çünkü İslâm dininde/düzeninde “imam” diye bir “meslek” yoktur. Sonra da İmam Hatip Okulları bahane edilerek tüm meslek okulları etkisiz hâle getirildi. Böylece İslâm âleminin mesleki bakımdan cahil yapılması istenmektedir.
Bu kadar açık olan basit bir mesele olay hâline getirilmiş, herkes sermayenin oyuncağı olmaktadır. Oysa yargının önünde bunlar tüm bilirkişi raporları ile açıkça ortaya konmalıdır. Ondan sonra yine de ısrar ederlerse, o zaman o yargıçlar yargının önüne çıkarılmalıdır.
Buradaki “Bel” kelimesi bize olayları basite almayın, değerlendirin diyor.
سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا
(SavVaLaT LaKuM EaNFuSuKuM EaMRan)
“Nefisleriniz size bir emir olarak tesvil etti.”
“Sevvelet” kelimesi “sehhelet” kelimesi ile akrabadır; “teshil” kolaylıktır, “tesvil” basitliktir. İş size basit bir olaymış gibi görünmektedir. Oysa olay çok karışıktır.
28 Şubat müdahalesini basit bir askeri müdahale olarak görenler vardır. 12 Eylül’ü Kenan Evren’in hevesleri şeklinde düşünenler vardır. Oysa olay tarihî geliş ve gidişin bir basamağıdır. Şer olarak görülenlerin hepsi hayırlıdır. Olayları insanların hareketleri olarak değil de, Allah’ın takdiri içinde değerlendirmek gerekecektir.
-Osmanlı İmparatorluğu yıkılmasaydı Cumhuriyet doğmazdı.
-İnkılaplar yapılmasaydı “Adil Düzen” ortaya çıkmazdı.
İnsan işleri daim basit ve sathi olarak görür, olayları öyle tahlil eder. Yapılanları ben sen yaptın zanneder. Oysa olaylar Takdir-i İlâhi’nin akışı içinde cereyan eder ve hedefine ulaşır.
Nefis olayları ne diye basitleştirir?
Suçu başkasına atıp kendisini devre dışına çıkarmayı amaçlar. Yirminci yüzyılda dünyada ve Türkiye’de cereyan eden olayları böyle değerlendirmek gerekir.
“Emran” kelimesi burada nekredir. ‘Sevellet leküm tilke’l-umuru emran’ anlamındadır. “Sevvelet” iki mef’ul alan bir fiil olarak alınırsa, o zaman “emran” mef’ul-ü sanidir, yahut hâldir. Bu karışık işler size basit bir iş olarak göründü demektir. İlk bakışta siz bu işi önemsemediniz mânâsında söylenmiş gibi gelirse de, buradaki “emran” kelimesi bizim verdiğimiz mânâyı yüklemektedir. Siz bunu basit bir olay olarak düşünüyor ve oğlumun hırsızlık yaptığını zannediyorsunuz. Oysa olay göründüğünden daha önemlidir ve derindir.
İşte, cereyan eden olaylar sadece basit ve karşılıklı oyun olarak görülmemelidir.
CHP’deki Deniz Baykal olayı bir gelecekten haber vermektedir. Tanınmayan ve bilinmeyen bir kişi iki sene içinde reklam edildi. Hiçbir başarısı da mevcut olmadığı halde tüm Halk Partisi delegeleri ona doğru akın etti. Baykal’la ilgili beş sene evvel kayda alınan bir kaset şimdi ortaya çıkıyor. Demek ki olay sadece Baykal-Kılıçdaroğlu olayı değildir. Büyük bir tertibin sonucu CHP liderini değiştirdi.
Ne amaçla yapıldı, kim yaptı? Bunların her biri ayrı soru ve sorundur.
Ama Allah niçin bu tertiplere müsade etti, nereye gidilmektedir?
Bu husus bizim konumuzdur.
Bunu basit bir Halk Partisi’nin iç olayları olarak görmemek, sadece tekel sermayenin tezgahı olarak değerlendirmemek gerekir. “Adil Düzen”e doğru gidiş için atılmış bir adımdır. Bunun üzerinde durmamız gerekir.
CHP’de; “Allah’a inanmasak da biz başarılı oluruz” diyenler vardır. Beş vakit namazını kılan, orucunu tutanlar vardır. Ancak bunlar arasında “‘din’ yeterlidir, ‘düzen’de İslâmiyet olmaz, ‘şeriat’ olmaz” diyenler vardır. İslâm şeriatı olmadan hiçbir şey yapılamayacağını CHP’liler öğreneceklerdir. Erbakan’ın başından olaylar geçerken, Baykal Erbakan’a; ‘senin yaptıklarını sen temizle’ dedi. Acaba Baykal şimdi ‘benim yaptıklarımı ben temizlerim’ mi diyor, yoksa; ‘böyle iş olur mu, tüm siyasiler bunun üzerinde durmalıdırlar’ mı diyor? Baykal, başına gelenlerden sonra, Amerika’daki bir cemaat liderinin o günlerdeki bir destek mesajına ne kadar sevinmiştir.
İşte, bütün bunlar ders olacaktır.
Allah’a inanmadan Hakk’ın yanında olmak mümkün değildir.
İşte bu olaylar birçok insanları uyandırmıştır.
Bilhassa orduyu daha çok uyandırmıştır.
Doğuda Kürtler vardır. Bunlar Sünni’dirler. Doğuda bir kısım halk vardır ki, onlar da Alevi ve isyancıdırlar. Bunların Anadolu Alevileri ile bir irtibatları yoktur. Askerler bunu çok iyi bilmektedirler. Şimdi Halk Partisi’nin başına Alevi ve Dersim Kürdü olarak birini geçirdiler. Bu kişi geçmişiyle Türkiye Cumhuriyeti ile uzlaşmış birisi olsaydı biz elbette bir şey demezdik. Hattâ bugün bile çıkıp; ‘Evet, ben Aleviyim, Dersim isyanını gerçekleştiren aşiret mensubuyum ama ben yalnız Alevilerin değil Sünnilerin de başkanıyım, dolayısıyla ben yönetimde lâikim’ dese, ‘dedelerimin yaptıkları hata idi, ben şimdi o düşüncede değilim’ dese, biz bir şey demeyeceğiz. Ama biri üzerimize ‘ben Aleviyim, sizi ezeceğim’ diye yürürse, elbette biz de Sünni’yiz diyeceğiz. ‘Ben isyankar dedelerimin izinde değilim’ demezse, biz elbette ondan şüpheleniriz.
İşte bu olaylar gerek askerlere, gerekse Sünni CHP’lilere gerçekleri göstermiştir; daha da gösterecektir. Bu yolla CHP’nin İslâm düşmanlığı zihniyeti mâzi olacaktır. İşte biz olayları böyle değerlendiriyoruz, CHP’de İslâm düşmanı olmayan zihniyetin çok yakında geleceğini bekliyoruz. Gelmezse, CHP tarihe karışıp gidecektir.
فَصَبْرٌ جَمِيلٌ
(Fa ÖaBRun CaMiYLün)
“Cemil sabır vardır.”
Yukarıda cümlenin mefhumu muhalefetini tasdik etmektedir. Size iş basit gibi görünüyor. Oysa iş basit değildir. Çok derin bir oluşun adımıdır. Öyleyse sabretmeniz gerekir diyor. “Cemil sabır” haberdir. Mübtedası mahzuftur. “Sabır” mübteda, “cemil” haber olmaz. Çünkü mutlak nekre mübteda olmaz. Sabır dayanmadır, gevşememedir, pes etmemedir.
Türk ulusu İstiklâl Savaşı’nı dinini kurtarmak için yaptı. Bunun kesin delili İstiklâl Marşı’dır: “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” mısraı açıkça bunu ifade eder. Şiirde iki defa geçmektedir, marşta da ifade edilmektedir.
İnkılâplar yapıldı. Mehmet Akif Ersoy Türkiye’yi terk etti. Ama bu mısra değişmedi. Kenan Evren bunu değiştirilemez maddeler arasına koydu.
İstiklâl Savaşı’nı kazanıp da dinimizi kurtardık dedik ama dine karşı saldırı ondan sonra başladı. İnkılâplarla Batı ülkelerinde olmayan bir şekilde dinsizlik yapıldı. Türk milleti ‘bu ne’ deyip isyan edip o günkü yöneticilerle savaşa girişseydi, sonunda devletimiz yıkılırdı. Türk milleti öyle yapmadı. “Fa sabrun cemiylün” dedi. 27 sene bekledi.
İşte, isyan etmemek, heyecanlanıp akışı alt-üst etmemek için sabretmek gerekir. Mağlup olmak, teslim olmak demek olur. Türk milleti öyle yapmadı. Bekledi, 27 sene sonra fırsat eline geçince CHP’yi bir daha gelmemek üzere gönderdi, yerine DP’yi getirdi.
Ne var ki onun yerine gelen DP de ondan daha hayırlı değildi. Bunun üzerine Türk milleti yine bekledi, altmışlı yılları sabrı cemil ile bekledi.
Ne yaptı?
Ondan sonra DP’den daha çok İslâmiyet’e yakın olan Adalet Partisi’ni getirdi.
Sonra ne yaptı?
Ondan daha çok İslâmiyet’e yakın MSP’yi getirdi, ANAP’ı getirdi.
Şimdi de İslâmiyet’e yakın olan AK Parti’yi getirdi.
İşte bu cemil sabırdır.
Kadere boyun eğme, hedefi unutup gevşeme, direnmeye çalış.
“Cemil” kelimesi güzel demektir. “Hasen”den, “kerim”den farkı vardır. Burada “sabrun cemiylun” oluyor. Görünmeyen ve duyulmayan bir şey cemil oluyor.
“Cemil” kelimesi “cümle” kelimesi ile aynı köktendir. Yıllar yılı sabretmek, cepheyi sonuna kadar savunmak demektir.
Biz de 1967’de Akevler’i kurduğumuz zaman İslâm düzenini getirmek için Millî Nizam ve Millî Selâmet partilerini destekledik. CHP ile koalisyon yapıldı. Biz unutulduk. İktidardan düştüklerinde yine yanlarında olduk. Parti ekseriyeti aldı, iktidar oldu. Bu yeni gelişme Akevler’in desteği ile oldu ama yine unutulduk. Bugün o kadro anayasa ekseriyeti ile iktidardadır. Biz yine hesapta yokuz.
Biz her zamanki gibi yine sabrı cemille sabrediyoruz. Biz biliyoruz ki bu gelişmeler hep bizi en sonunda “Adil Düzen”e götürmek içindir. Sabrı cemille sabrediyoruz. Bu satırlar, bu sayfalar, bu seminer notları o güne hazırlık olarak yazılmaktadır. Hiç şüpheniz olmasın ki, Hazreti Yakub’un çocukları nasıl sonunda zafere ulaştılarsa, aynı şekilde “Adil Düzen” de zafere ulaşacaktır.
Burada takdir edecek şekilde mübteda “fe’l-vacibu aleyna sabrun cemiylün” olarak yapılabilir. Yahut bu durumda en iyisi cemil sabırla sabretmektedir demek olur.
عَسَى
(GaÖAv)
“Beklenir.”
“Asâ” gelecekte olması ihtimali fazla olan olay için gelir. “Lealle”de failin iradesi söz konusudur. “Asâ”da ise failin irade etmemiş olduğu anlamı çıkar. “Leallehüm yerciûn” dediğimiz zaman, onlar isterlerse rücu edebilsinler anlamındadır. “Asâ ennehüm yerciûn” dediğimizde, onlar rücu etmektedirler anlamı çıkar. “Racea” kelimesinde failin beklemesi vardır. “Asâ” kelimesinde fail ve mef’ulün beklemesi değil de olayın beklenmesi söz konusudur. Hazreti Yakup peygamber kesin olarak öyle olacaktır demiyor ama öyle olacağını umduğunu ifade ediyor.
Hazreti Yusuf Peygamber rüya görmüştür. Hazreti Yakup da Hazreti İbrahim aleyhisselâmın neslinden peygamberler geleceğini ve gelecek uygarlıklarını onların kuracaklarını bilmektedir. Kendisi de peygamberdir ve o silsilede görevlidir. Bununla beraber katiyetle bu böyledir diyememektedir, umulur demektedir.
Bizim sizlere Kur’an’dan istidlâl ederek haber verdiklerimiz de böyledir. Söylediklerimiz doğrudur. Hatamız olmaz demiyoruz. Biz Kur’an’ı böyle anlıyoruz. Hatalar bize aittir, doğrular Kur’an’a aittir. Bununla şunu anlamamız gerekir. Bizim söylediklerimizde hata ihtimali vardır. O halde amelimizde bir hataya izin verilmiştir. Biz içtihadımızla amel etmekle mükellefiz. Anladıklarımız doğru imiş gibi hareket edeceğiz. Hatamızı Allah affedecek, bizi muaheze etmeyecektir.
Hazreti Yakup aleyhisselâm sabrı cemili benimsedikten sonra bekleneni de söylemektedir. Biz de ümit ettiklerimizi söylemek durumundayız.
Biz ne bekliyoruz?
Biz “Adil Düzen” çalışmalarımızı tamamlamalıyız; tamamlayacağız. Bu çalışmalara gerekli iltihaklar olacaktır. Hazreti Ömer nasıl Hazreti Muhammed’in cemaatine katılmışsa, bizim çalışmalarımıza da katılanlar olacaktır. Bugün duyulmayan çalışmalarımız o gün duyulacaktır. Biz konuşulmaya başlanacağız. Sonra bir gün gelecek, Medineliler ortaya çıkacak, “Adil Düzen” savaşla değil uzlaşma ile oluşacaktır. Bugün bize karşı olan partilerle onlara katılan partiler uzlaşacak, “Medine Anlaşması” gibi bir anlaşma yapılacak, “Adil Düzen” kurulmuş olacaktır. Hazreti Ömer belki de ordumuz olacaktır. Diğer partilerle de Medine uzlaşmasında olduğu gibi uzlaşarak “Adil Düzen”i tesis edeceğiz.
Bizim görevimiz nedir?
O uzlaşma olduğu zaman “Adil Düzen”i bilmemiz gerekir.
İşte, bizim için “asâ” kelimesi bunları ifade eder. Böyle olacağını ümit ediyoruz. Ama böyle olmadığı zaman hata Kur’an’da değil, bizde değil, bizim bilgimizde olmuş olur. Şüphesiz burada ‘biz’ dediğimizde şahsımı kastetmiyorum. Hazreti Musa Yuşa aleyhisselâma sen bu arzı mev’udu alacaksın dedi. Hazreti Musa ile Hazreti Harun’a nasip olmamıştır. Bizim nesil de bunu göremeyebilir.
اللَّهُ
(elLAHu)
“Allah”
Hazreti Yakup aleyhisselâm olayların takdiri ve tedbiri İlâhi ile cereyan ettiğini, bundan dolayı sabrı cemille beklenmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Biz, bize düşen görevleri yapıp yapmadığımıza bakmalıyız. Ondan sonrası ise bize ait değildir. Biz Kur’an’ı “Adil Düzen” anlayışı içinde yorumluyoruz. Kur’an’ın binlerce yorumu vardır, onlara da işaret edebiliriz. Ama bizim yorumumuz “Adil Düzen”e göredir. Bediüzzaman Risale-i Nurları telif ederken ‘ciheti imaniye ile ilgili yorumlar bana aittir’ diyor. Doğrudur. Kelam ilmi felsefeye dayandırılmıştır. Oysa zamanımızın kelam ilmi müsbet ilme dayandırılmalıdır. Bediüzzaman bunu yapmış, Batılıların tabiri ile modern kelam ilmini tedvin etmiştir. Biz ise “Adil Düzen”le ilgili olan kısmı üzerinde duruyoruz, inançla ve ibadetle ilgili kısım üzerinde durmuyoruz. Biz bunlar üzerinde çalışırken yaptıklarımızı kendiliğimizden yapmıyoruz. Allah’ın emri olarak Kur’an’ı anlamaya ve uygulamaya çalışıyoruz.
Bu her insanın görevidir. Herkes kendi İlâhi kitabını ele alıp bütün kitaplara ve bütün resullere inanacak ve birlikte Allah’ın bize neler emrettiğini öğrenmeye çalışacak, sonra da ona göre amel edecektir. Takdir-i İlâhi budur.
Biz istesek de istemesek de Allah nurunu tamamlayacak, “Adil Düzen” III. Bin Yıl Medeniyeti’ni kuracaktır. Sosyalizm değil, kapitalizm değil, karmakarışıklıklar değil; Hak düzen, peygamberlerin düzeni III. Bin Yıl Medeniyeti’ne hakim olacaktır. Bütün peygamberlerin ümmetleri ve bütün kitapların müntesipleri anlaşarak, birleşerek, dayanışarak peygambersiz III. Bin Yıl Medeniyeti’ni kuracaklardır. Allah’ın böyle yapacağını ümit ediyoruz. Hazreti Yakub’un o gün dediklerini bugün Kur’an’a dayanarak biz söylüyoruz.
أَنْ يَأْتِيَنِي بِهِمْ جَمِيعًا
(EaN YaETiYaNIy BiHiM CaMIyGan)
“Onları bana birlikte getirecektir.”
Hazreti Yakup aleyhisselâm, Allah’ın onları birlikte getireceğini ummaktadır. Buradaki “Hum” zamiri Hazreti Yusuf’u da içermektedir. Çünkü Arapçada çoğul en az üçtür. Hazreti Yusuf’u kaybetmişti. Sonra kardeşini kaybetti. Şimdi de büyükleri dönmedi. Bu gidiş iyiye gidişe benzememektedir. Ama Hazreti Yakup aksini düşünmektedir. Bunların oralarda kalması hepsinin birden gelmesi için midir diyor.
Son beşyüz yılda inanç dünyası tüm kalelerini kaybetmiştir. Fransız İhtilâli ile başlayan dinsizliğin zaferi sonucunda Osmanlı İmparatorluğu da, Rus Çarlığı da yıkılmış, Kilise çökmüş, dünyanın birçok yeriyle birlikte Rusya ve Çin sosyalist/komünist olmuştu. Ne var ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında herkeste bir dirilme ve yenilenme ışıkları belirmiştir. Allah bütün bunları birleştirmektedir. Hepsi yeniden Hak düzenin yolcusu olacaktır. III. Bin Yıl medeniyeti’ni barış medeniyeti olarak görüyorum. Bugünkü sosyalizm ve kapitalizm, yani sömürü sermayesi iki şubesiyle birlikte tarihe gömülecektir. IV. bin yıla girerken bunların durumu Firavunların durumu gibi olacak, unutulup gideceklerdir. Hazreti Yakup peygamberin cemian sözü ile tüm insanlığın cemian “Adil Düzen”e geleceğine işarettir. Kapitalistler, sosyalistler ve karmacılar sonunda “Adil Düzen”e geleceklerdir. Onların kebirleri kapitalistler olmalıdır. Hazreti Yusuf’u kilise temsil etmelidir. Sosyalistler de Hazreti Yusuf’un anadan kardeşi olmalıdır. Sonunda “Adil Düzen”e yani Hazreti Yakub’un düzenine geleceklerdir. Hazreti Yakub’u “Adil Düzen” temsil etmektedir. Çünkü “Adil Düzen” Hazreti İbrahim’in düzenidir. Tüm dünyadaki Hak dinlere o sahip çıkmıştır. Tüm insanlık akıllanacak ve bâtılı terk edecektir.
Buradaki “bana” zamirini her Adil Düzenci kendisine gönderebilir. Yani hepimiz tek başımıza kalsak bile “Adil Düzen” için çalışmalıyız ve demeliyiz ki; Allah tüm dünyayı bana yani benim “Adil Düzen”ime getirecektir.
إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (83)
(EinNAHUv HuVa eLGALIyMu eLXaKIyMu)
“Çünkü O alimdir, hakimdir.”
“Alim” ve “Hakim” marife gelmiştir. Çünkü buradaki bu sıfatlar kâinatı var eden Allah’ın sıfatlarıdır. Kaderi çizen O’dur. O’nun halifesi olan insanların, toplulukların burada rolleri yoktur. “İnnehu”daki “Hu” innenin ismi, ondan sonra gelenler innenin haberi olarak alabiliriz. O yani Allah tek başına alim ve hakimdir şeklinde cümleyi anlarız. Yahut innehudaki zamir zamiri şa’n olur. Her iki şekilde de Allah’ın mutlak tek hakim olduğunu ifade eder. Onları cemian getirmek Allah’ın takdiridir ve gelecektir. Bunun gibi Hıristiyanların, Budistlerin, Hinduların ve Müslimlerin cemian III. Bin Yıl Medeniyeti’nde birleşmeleri Allah’ın takdiridir, alim ve hakim olan Allah’ın takdiridir.
“Hüve” mübteda olur, “alim ile hakim” ise haberler olur. Bir mübtedanın iki haberi gelirse iki türlü söylenir. Aralarına ve konur veya konmaz. El-alimu ve el-hakimu denebilirdi. “Ve” harfi konursa iki sıfatın ayrı ayrı olduğu anlaşılır. “Ve”siz gelirse iki sıfatın birlikte sıfat olduğu anlaşılır. Adeta ikincisi birincisinin sıfatı olur. Bu ifade O alimdir, hakimdir şeklinde de tercüme edilebilir. O hakim olan alimdir şeklide de tercüme edilir. Alim isim yerine geçen sıfat olur, hakim de onun sıfatı olur.
Bilmek ve hükmetmek birbirinden ayrılmaz çifttir. Hükmetmek için bilmek gerekir. Ama bilen de hükmeder. Arabanız olsa siz arabayı süremezseniz, şoförün emrine girersiniz. Siz ona emretmezsiniz, o size emreder. Arabayı sürebilmeniz için bilmeniz gerekir.
Biz Adil Düzen Çalışanları bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız ama biz onlara hükmetmiyoruz, onlar bize hükmediyorlar. Çünkü biz “Adil Düzen”i öğrenmeden iktidar olduk. Gelecekte de aynı duruma düşmememiz için Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i öğrenmeden iktidara talip olmamalıdırlar.
Saadet Partililere Allah diyor ki; siz “Adil Düzen”i öğrenmeden bir defa iktidar oldunuz ama perişan oldunuz. Şimdi Allah size fırsat verdi. AK Parti’nin gölgesinde “Adil Düzen”i öğrenin de öyle iktidar olun. Onlar ise hâlâ “Adil Düzen”i öğrenmeden iktidar olmaya çalışıyorlar.
Siz Adil Düzen Çalışanları aklınıza yerleştirin, “Adil Düzen”i bilmeden iktidar olma yoluna gitmeyin.
Burada Hazreti Yakup aleyhisselâm ilimle hükmetmek veya ilim ile hikmet arasındaki irtibatı kuruyor. İlim geçmişte olan olayları bize anlatır. Hikmet ise gelecekte olacakları haber verir. Ayrıca gelecekte ne yapacağımızı öğretir. Buradaki hakim ile alim kelimeleri bunu ifade eder. Hikmet zamanda ilimden sonra geldiği için bu tertibi ortaya koymuştur.
***
وَتَوَلَّى عَنْهُمْ
(Va TaValLAv GaNHuM)
“Ve onlardan tevelli etti.”
Yukarıdaki ifadeleri çocuklarına söyledi. Ondan sonra da onlardan tevelli etti. Yani artık sabır dönemine girdi. Çocukların artık yapacakları bir şey kalmamıştır. Yapılanlar yapılmıştır, olanlar olmuştur. Dolayısıyla artık şunu yapalım, bunu yapalım demeye gerek kalmamıştır. Burada da Hazreti Yakup bize çok önemli bir ders vermektedir. Öyle gün gelir ki yapacağınız bir şey kalmaz. O zaman sabredecek ve bekleyeceksiniz.
Türk milleti İstiklâl Savaşı’nı kazandıktan sonra inkılaplarla karşı karşıya geldi. Artık direnme mecalini kaybetmiş, sabretmeye karar vermiştir. 27 sene sabretmiştir. Takdir-i İlâhi ile beklemiştir. Sonra dünyadaki siyaset değişmiştir. Türkiye’yi Sovyetlere bırakmak istemediler, Batı bloğunda bıraktılar. Yalta Konferansı gereği böyle oldu. O zaman da Türkiye’ye demokrasi getirmek zorunda kaldılar.
Türk milleti ne yaptı?
Türk milleti bu fırsatı değerlendirdi. Bugün İslâmiyet’i temsil eden bir merkez durumuna geldi.
Bizim durumumuz bundan farklı değildir. Kırk yıl içinde mücadele ederek iktidar olmayı ve değişmeyi hedefledik. Sonunda anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk ama hayallerimiz serap oldu. Bugün AK Parti Demirel’in veya Özal’ın veya Menderes’in yaptıklardan fazla bir şey yapmıyor. İşte biz de tevelli etmiş bekliyoruz. Yapacağımız bir şey kalmamıştır. Olan olmuştur.
Buradaki “Ve” takibi gerektirmediği için geniş zaman için tevellidir.
وَقَالَ
(Va QAvLa)
“Ve kavl etti.”
Yani tevelli hâli devam ederken kavl etti. Tevelli için de kavl etti. Demek ki “Ve” harfi ile atfedilenler önce veya sonra birlikte olabildiği gibi içinde de olabilir. Buradaki bu “Kâle” kendi knedine söylenme demektir. Yahut yine çocuklarına söylemiş olabilir Arada “Ve” getirilmiş olması söyleyenin Hazreti Yakup olduğu ve muhatapların da çocukları olduğu anlamına gelir. “Ve” ile atıf beraberliği içermediği için “Ve” sonraları söylenmektedir.
يَاأَسَفَى
(YAv EaSaFAv)
“Ey esef”
“Esef” çoraklaşmış topraktır. Her yıl ekin alınırken artık ekin ekilmez veya ot bitmez hâle gelen topraktır.
Bir olaydan ümit kesilmeğe başlandığında o zaman teessüf edilir. Türkçede de kullanılan bu kelimede biraz mânâ kayması vardır. “Teessüf ederim” demek, seni böyle bilmezdim, sen artık ümitsiz hâle gelmişsin demek olur.
Hazreti Yakup aleyhisselâm artık Hazreti Yusuf’tan ümidini kesme durumuna gelmiştir. Yani beklenen olmamıştır. “Allah hepsini bize getirecektir” demiş ama bir türlü haber çıkmamıştır. Hazreti Yusuf ve iki kardeşi Mısır’da beklemektedirler. Hazreti Yakup da bizim “Adil Düzen”i beklediğimiz gibi beklemektedir. Ses seda yok, ufukta ışık görülmüyor.
“Esef etmek” ümidi kesmek anlamındadır. İf’al bâbında is’af etmek birisinden ümidini kesmek, Allah’tan ümidini kesmek demek olur. Hz. Yusuf üzerinden esef diyor.
“Ya” hitap “ye”sidir. Esefe hitap etmektedir. “Ey esef” diyor. Sonundaki elif vakıf işaretidir. “Ya Ahmeda” denebilir. Sesi uzatmak uzağa duyurmak için söylenir. Bir tür imdat istemedir. Ey ümitsizlik. Sen gel artık. Yani ümidimi keseyim de kurtulayım diyor. Kaybolan insanı ömür boyunca arasın. Cesedini bulup mezara koyunca artık ümidini kesersin. Dirisinden ümidini kesen Hazreti Yakup artık ölüsünü istiyor. Ey ümitsizlik, gel artık, beni bu durumdan kurtar. Hazreti Yusuf on yıllardır kayıptır. Ama bu kadar heyecanlanmamış ve bu kadar üzülmemiştir. Şimdi ise ufukta bir parıltı olmamış ama hâlâ haber yok. Bu sefer üç oğlu yok. Ama o Hazreti Yusuf’u düşünmektedir.
Burada “Yusuf” diye feryat etmesi ve diğer oğullarından çok onu düşünmesi Hazreti Yusuf’un rüya gören biri olmasından dolayı olduğu gibi en küçük çocuğu olmasından dolayıdır. İnsan önce anne babasını sever. Sonra kendisini sevmeye başlar. Sonra evlenir, eşini sever. Sonra çocuğu olur, onları unutur, çocuklarını sevmeye başlar. Yeni çocuk meydana gelince ötekilerini unutur, onu sever. Son çocuk üzerinde sevgisi kalır. Bize göre Hazreti Yusuf en küçüktür. Onu çok sevmektedir. Allah da onu peygamber kılmıştır.
عَلَى يُوسُفَ
(GaLAv YUvSuFa)
“Yusuf üzerinden ümitsizlik nerdesin diyor.”
“Yusuf” ile “esef” arasında kök yakınlığı vardır. Kur’an’da geçen isimlerde böyle bir uygunluk vardır. Bizim verdiğimiz isimlerde de sonra o kişinin kişiliği arasında bir uygunluk ortaya çıkar. Dilde bu şekilde isimle müsemma arasında irtibat kurup mânâlandırma bir sanattır. “Necmeddin” dediğiniz zaman dinin yıldızıdır. “Erbakan”ın da başbakanla ilgisi vardır. Bunlar raslantı da olsa bu ifadeleri değerlendirme bir sanattır.
Hazreti Yakup da bunu yapıyor. Anne baba çocuklarına isim koyarken çocuğun nasıl olmasını istiyorlarsa öyle isim koyarlar. Vural Savaş’a cevap veren bir siyasi benim adım ne “vur-al”dır ne de “savaş”tır demişti. Allah da onların duasını kabul eder yahut Allah onlara o şekilde isim koydurur. Kilise bir zamanlar tüm Avrupa’nın tek hakimi hâline gelmişti. Ama sonra basit bir kasabaya döndü. İşte insanlık Hıristiyanlıktan tam ümidini kesmiş, “ya esefa ala el-nasara” derken, bugün sağlıklı haberler gelmektedir.
Erbakan’a baskı yaptılar. Önce Hayrettin Karaman’ın öncülüğünde 14 kişilik akademisyen ve siyasetçilerden oluşan arkadaşlarını birleştirdiler ve gizli gizli hazırladıkları raporlarla Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirmek istediler! Bunlar mümkün olmadı. Sonra Erbakan aleyhinde davalar açıp tehditlerde bulundular. Erbakan’ın yakın çalışma arkadaşları onu kandırarak MİT’in talimatı ile “Adil Düzen”i yasaklar statüsüne koydular. Erbakan da büyük baskılar içinde “Adil Düzen” için ‘ya esefa’ diye ağladı. Ama sonraları gerçekler bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Tüm dünyaya verdiği konferanslarla yeniden “Adil Düzen”i dile getirdi. Sonunda ESAM’daki bir konferansı “Yeni Bir Dünya ve Adil Düzen” kitabı olarak yayımlandı.
Hazreti Yakup ne olacağını biliyor ama bir türlü hisleri durmuyor.
وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ
(Va iBYawWaT GAYNAvHu)
“İki aynı beyazlaştı.”
Üç çocuğunu beklerken heyecanla Hazreti Yusuf’un rüyasının gerçekleşeceğini umarken bir türlü olmuyor. Bu da onu sıkıyor. Gözleri ağardı diyor, Kur’an.
İnsanın beyni ile ruhu arasında irtibat vardır. Bu irtibatın nasıl olduğu bilinmiyor. İnsanın beyni ile bedeni arasında da irtibat vardır. İnsan beyninde bilgisayar tekniği ile elektrikî devreler açılır kapanır. O devreler vücudun kaslarına ve hormonlarına elektrikî uyarılar gönderir, onlar da hareket eder veya vücuda hormon salar. Vücuda gelen etkiler ve salınan hareketler sonra beyne etki eder, elektrikî devreler oluşur, oradan da ruha ulaşır. Yani insanın gözü körleşir, üzülür. İnsan üzülür, gözü körleşir. Körelme gözde meydana gelen arızadan olabildiği gibi beyindeki elektrikî devrelerde de arıza olabilir.
Gözler insanın beynindeki durumları aksettiren bir aynadır. Kızan, korkan, seven gözler bellidir. Küçük çocuğa hırslı bakın hemen tavır alır, sevecenlikle bakın hemen anlar. Yani beyindeki durum gözlere aksetmektedir. Beyindeki üzüntü gözlere vurunca ya gözler görmez olur veya daha az görür olur. Böyle bir etkileşim ve bundan olan örnek katarakt tiplerinin olup olmadığı araştırılmalıdır.
Kur’an bir hususa işaret ediyorsa oraya bizim dikkatimizi çekmektedir. Ruhsal olaylar tesbit edilmelidir. Bedeni arızalar da tesbit edilmelidir. Bunlar arasında ikili ilişkiler oluşturulmalıdır. Bugün tıpta psikiyatri bölümü vardır. Bu yanlıştır. Bunun yerine psikiyatri her uzmanlığın üstü olmalıdır. Yani bugün pratisyenler mütehassısların yardımcısı durumundadırlar. Oysa durum şöyle olmalıdır. Pratisyenler mütehassıslar seviyesinde ama bütün hastalıklardan haberli olmalıdırlar. Mütehassıslar hastaların doktoru değil pratisyenin müşaviri olmalıdırlar. Hastayı pratisyen kurtarmalıdır. Bu uygulamada böyledir.
Bir de araştırmada önemli bir usul sözkonusudur. Hastalıklar arası ilişkileri ortaya çıkaracak mütehassısların üstünde bir baş olmalıdır. Bütün mütehassıslar onun emrinde olmalıdırlar. Her hastalığın diğer hastalıklara olan benzerliği ve etkisi ortaya konmalıdır.
Psikiyatri bir ihtisas konusu değildir. Tüm ihtisaslarda psikiyatri etkisi vardır.
Buradaki bu âyet bize ruhsal olayların bedeni olaylara etkisi olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu misalden hareket ederek azapla bedendeki titreme arasında mevcut olan ilgi veya yüzün kızarması belirtilmektedir. Sevginin, korkunun, hasretin bedendeki görüntüsü, zamanla hangi hastalıklara sebep olacağı, hisler incelenmelidir.
Kur’an’da “ya esefa” olduğu gibi “ya hasreta” da vardır. Kur’an’da geçen ruhi durumları ifade eden kelimelerle Kur’an’da geçen bedendeki arızı durumları ifade eden kelimeler ortaya konmalıdır. Bunlar 24’er tane olmalıdır. Birbirine tekabül eden kelimeler prizmada yerleştirilmeli, sonra birinde zikredilmeyen diğerinde adıyla izafetle tamamlanmalıdır. İşte o zaman ruhsal olaylar ile bedensel olaylar arasında ilişki kurulmuş olur. Bizim varsayımımız budur. Olaylar sekizyüzlü üzerinde yerleştirildiği gibi çiftlerin çoğaltılmışıdır. Örnek olarak hüzünle gözlerin beyazlaşması böyledir.
Allah kâinatı böyle yaratmıştır.
Sizler de sekizyüzlüyü iyice öğrenecek ve her olayı o gözle inceleyeceksiniz. Önce konu ile ilgili görüntüleri dörder dörder sıralayacaksınız. Altı grup hâline getireceksiniz. 24 grup ortaya çıkacaktır. Grup az ise grubu bölüp yirmidörde çıkaracaksınız. Çoksa birleştirip 24 gruba indireceksiniz.
Demek ki kâinat böyle değil de gelişigüzel yaratılmış olsa bile bu gruplama yine işimize yarar. Böylece usul birliğine, metot birliğine varırsınız. İşte bu usulü fıkıhtır.
مِنَ الْحُزْنِ
(MıNa eLPuZNi)
“Hüzünden.”
“Ya esefa Yusuf” dedi ve üzüntüden gözleri ağardı.
Üzüntü ruhsal bir olaydır. Ya esefa” da ruhsal olayın ifadesidir. Hüzün ile esef arasında kül-cüz ilişkisi var demektir. Esef daha dar anlamda ise hüzün geniş illettir ve gözler hüzün sebebiyle zarar görmüştür. Yani gözlere etki eden eseften daha öte eder. Hüzün bedene etki etmiştir. Beyindeki işlemden çok salınan hormonlar etki yapmıştır. Esef etmiş, beyinde uyarıcı sinyaller oluşmuş ve o da hormonlara etki etmiş, salınan hormon gözlere etki etmiştir.
Bu şekilde yorumladığımız zaman üzüntü zamanındaki hormonların tahlili ile gözlere etki edenin ne olduğu anlaşılır hâl alır.
“Hüzün” burada marife getirilmiş, cins isim olmuş olabilir. Yahut eseften doğan hüzün ahd için olabilir.
Âyetin bu mânâsını anlayabilmemiz için tıp ilminde daha çok bilgi sahibi olmamız gerekir. İlerde işbölümü yapılacak ve Adil Düzen çalışanlarından herkes kendi mesleğini Kur’an’ın kelimelerine göre sınıflandıracak, adlandıracak ve o ilmi ona göre oluşturacaktır. III. bin yılın Kur’an ilimlerine katkısı bu olacaktır. Bundan beşyüz sene evvel kimseye Amerika ile konuşacağımızı inandıramazdık. Kimse zaten düşünmezdi. Bugün bizim bilmediğimiz nice şeyler gelecekteki insanlık için basit bir şey olacaktır.
فَهُوَ كَظِيمٌ (84)
(FaHuVa KaJIyMun)
“O kazim olmuştur.”
“Fa” harfi atıf harfidir. Aynı zamanda sebebiyeti ifade eder. Yani gözlerin kör olması sebebiyle içe kapandı. Artık çevreyi göremezsin. Kitap okuyamazsın. Kenarda durmak mecburiyetinde kalırsın. İnsanda meydana gelen hüzün psikolojik bir olaydır. Onun etkisiyle gözler görmez olmuştur. O durum da insanın ruhi yapısına etki etmiştir.
“Kazim” içe kapanık demektir. Yani bu âyette bedeni arızaların ruha, ruhi arızaların bedene etkileri anlatılmaktadır. Bunların tedavisi üzerinde de yine Kur’an’ın gösterdiği yoldan ulaşabiliriz. Peygamberler de insandır. Beden aynı etkilere maruz kaldığı gibi olaylarda da değişiklik olmamaktadır. Bizim başımıza gelip geçen olaylar da bizi üzecektir. Yılarca koştuğumuz bir hedefe vardığımızda beklediğimizin olmaması bizi sıkıntıya sokmaktadır. Bundan kendimizi kurtarmayız. Saadet Partililerin de bu durumdan üzülmeleri normaldir. Ne var ki takdir-i İlâhidir. Yapacağımız fazla bir şey yoktur. Elimizden ne gelirse onu yapacak, ondan sonra kadere teslim olacak, mükafatını Allah’tan bekleyeceğiz.
Bugün biz Adil Düzenciler de birlikte kazim içindeyiz. Yapacağımız bir şey olmadığı için bekliyoruz. Kırk yıl birlikte savaşır ve sonunda anayasa ekseriyeti ile iktidar olurlar. Biz Adil Düzenci değiliz derler! İslâm’a karşı olanlarla el ele verip her şeyi unuturlarsa bu elbette bizi de Hazreti Yakup aleyhisselâm gibi üzmektedir. Aynı sapkınlığı Saadet Partililer de yapmaktadırlar. “Adil Düzen”e ve Adil Düzen Çalışanlarına katılacaklarına, Tayyib’in yolundan giderek onun gibi iktidar nimetinden yararlanma gayretindedirler. Oysa iktidar nimetinin arkasındaki bela daha büyüktür.
***
قَالُوا
(KAvLUv)
“Kavl ettiler.”
Burada el-kailûn mahzuftur. Diyenler dediler anlamındadır. Kâle için faili hazf edilip çoğul zamiriyle ifade edilir. Çocukları dediler yahut komşuları dediler. Cemaati dedi anlamına da gelebilir.
تَاللَّهِ
(TalLAHi)
“Allah’a and olsun.”
Kur’an’da yemin iki şekilde yapılmaktadır. Biri “Te” ile biri “Ve” ile yapılmaktadır. Geçmişteki bir olayı tasdik için ve gelecekte olacak bir olayı tahkik için “Te” getirilmektedir.
Burada hazreti Yakub’un helak olacağına veya hurdaya dönüşeceğine yemin ediyorlar. Bu gidişle Yusuf’u ana ana helâk olup gideceksin. Böyle devam edersen böyle sonuca ulaşacaksın. Bu hususta tereddüdümüz yoktur.
‘Sigara içersen kanser olursun’ diyen doktorun yemin etmesine benzemektedir.
Böyle yemin yapmak meşru mudur?
Allah böyle diyenleri yermeden kıssayı anlattığına göre böyle yemin meşrudur. İleride böyle olmazsa ben yemin kefaretimi vereceğim demektir. Bilgisini teyid için söylemektedir. Doktor hastasına ‘sigara içersen helak olursun’ dedi, kişi de sigara içmedi. Bu takdirde yemin kefareti gerekmez. İçmeye devam eder de kanser olmazsa, o zaman doktor yemin kefaretini yerine getirecektir. İşte burada da yemin edenler Hz. Yakub’un helak olacağını söylüyorlar.
تَفْتَأُ تَذْكُرُ يُوسُفَ
(TaFTaEu TaÜKüRü YUvSUFa)
“Yusuf’u zikretmeyi fate edersin.”
Bu husustaki tefsir Alusi’den takip edilmelidir. Ayrı makale olarak tercüme edilmiştir.
Bugün birçok kelimeler mânâlarını kaybetmişlerdir.
“Din” ve “İslâm” kelimeleri tamamen başka mânâdadır.
Biz ne yapmalıyız?
Halkın kullandığı mânâda mı, yoksa Kur’an’ın kullandığı mânâda mı kullanılacak ve anlaşılacaktır? Bu hususta bizim kullanmamız Türkçe yazarak Türkçedeki halkın mânâsı kullanılacaktır. Ama Arapça yazılırken Kur’an’ın mânâsı kullanılacaktır. Bu sebepledir ki Kur’an Arapçasını bugünkü Arapçadan ayırıyoruz. Tüm kuralları sadece Kur’an Arapçası üzerinde yapıyoruz. Öğrencilere Kur’an’ın dışında bir Arapça öğretmiyoruz. Halk Arapçasını öğrenenler ayrı bir şekilde öğrenmelidirler.
“Tefteü” demek taşmakta olan kazanı su dökerek veya üfleyerek dindirmek anlamındadır. Buna göre mânâsı, ‘sen Yusuf’u anmayı unutmak için o kadar uğraşıyorsun ki helak olacaksın’ mânâsı çıkar. Halbuki mânâsı, sen Yusuf’u unutmuyorsun, helak olacaksın mânâsındadır.
İşte Kur’an Arapçasında şu kural vardır. Yeminden sonra gelen fiilin üzerine lam ve tekid nunu gelirse o zaman müsbet mânâ anlaşılır, gelmezse menfi mânâ anlaşılır. “Le tefteenne Yusufu” denseydi, mânâsı, sen unutmaya uğraşıyorsun anlamına gelirdi. Gelmediğine, “tefteü” dendiğine göre, sen Yusuf’u unutamıyorsun anlamına gelmektedir.
Türkçede buna benzer bir ifade versek, bir gel de gör, yani gelme anlamındadır. Gel de gör demek, gel demektir. Başta “bir” gelmesiyle mânâ değişir. Gelme olur. Kur’an Arapçasında da sadece vallahi leefalu dersen, vallahi fi’letmeyeceğim olur, vallahi leefalenne dersem, vallahı fi’ledeceğim anlamı çıkar. Bugünkü Araplar ise bunları böyle kullanmıyorlar.
حَتَّى تَكُونَ حَرَضًا
(HatT TaKuvNa XaRaWan)
“Hurda olacaksın.”
“Hurda” eskiyip atılan, işe yaramaz hâle gelen demektir. Türkçede de kullanılmaktadır. Sen Yusuf’u ana ana hurda olacaksın demektir. Bitkin hâle gelecek, kötürüö olacaksın demektir.
Buradaki “hattâ” ile hurda oluncaya kadar Yusuf’u anmaya devam edeceksin diyorlar. Hazreti Yakup şimdi üç çocuğunu da kaybetmiş durumdadır. Ama hâlâ Hazreti Yusuf’u anmaktadır. Çünkü o en küçük çocuktur, yahut çocukken kaybettiği kimsedir.
İnsanlarda nasıl kol ile bacak bedene bağlıdır ve onun koparılması hâlinde acı duyulacaktır, insanların ruhları arasında da böyle bağlar vardır. Bu bağlar koptuğunda benzer acıyı duyarlar. Bu bağlar karı-koca arasında doğar, bu bağ baba-oğul arasında vardır. Bu bağ şeyh-mürit arasında vardır. Bu bağ ast-üst arasında vardır. Topluluk bu sayede oluşmaktadır. Aile hayatı bu sayede kurulmaktadır. Bu bağların bazıları yaratılıştan gelmektedir. Baba-oğul arasındaki bağ böyledir. Karı-koca arasında ise sonradan oluşmaktadır. Bir elektron nasıl bir çekirdek tarafından yakalandığı zaman artık ondan kopamazsa, bir kadın bir erkeğe eş oldu mu ondan kopamamaktadır. Biat sistemi de böyledir.
أَوْ تَكُونَ مِنْ الْهَالِكِينَ (85)
(EaV TaKUvNa MiNa eLHAvLıKIyNa)
“Yahut helâk olanlardan olacaksın.”
Harad olacak veya helâk olacaksın, yani öleceksin.
Hazreti Yakup peygamber ilmen bunların hepsinin hayırlı olduğunu bilmektedir. Ama bu bilgisi hislerini kapatmamaktadır. Çürümüş dişi çektiren onun çekilmesinin iyi olduğunu bilmektedir. Ama acısını yine duyarsın. İşte insanoğlu aklını kullanırken acılara sabretmektedir. Güzellik budur. Yoksa peygamber eğer acı duymazsa o zaman ne anlamı olur. Dünya bu sebepledir ki ıstırap dünyasıdır, acılar dünyasıdır. Bu sayede yani bu acılara ve ıstıraplara dayanarak biz cenneti hak ediyoruz. Yoksa biz cenneti hak ettiğimizden değil de öyle yaratıldığımız için ulaşırdık.
***
قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللَّهِ
(QAvLa EinNaMAV EaŞKUv BaçÇIy Va XuZNIy EiLay elLAHı)
“Ben be’simi ve hüznümü Allah’a şikayet ediyorum.”
“Bessetmek” dağılmak demektir, bedene çökme demektir.
“Hüzün” ise ruhen çökmedir, bir şey yapamamak demektir.
“Şikayet emek” bir konuyu açmak, aydınlatmak demektir.
“Mişkat” ışığı etrafa saçan ism-i âlettir. Abajur, fanus, avize demektir.
“İlâ” ile geldiğinde ona yöneltme demektir. Projektör anlamına gelir.
“Şikayet etmek” hukukta bir müessesedir.
“Allah’a şikayet etmek” demek, topluluğa şikayet etmek demektir, duyurmak demektir. Sorunu ortaya koymak demektir.
Buradaki “Allah” topluluğu temsil eder. Durumu topluluğa, cemaatine açıklamaktadır. Durum budur. Bu hususta gerekli yardımın yapılmasını istemektedir. Anayasalara geçmiş olan şikayet hakkı Kur’an’da böylece belirtilmiş olmaktadır.
Şikayet müessesesinin çalışması için takip müessesesinin de faaliyette olması gerekir. Şikayette davalı davacı durumu yoktur. Haksız bir iş yapıldığı zaman bundan rahatsız olan kimse bunu topluluğa bildirir. Bunu dini dayanışma sorumlusuna bildirir. Yahut diğer ilgili dayanışma sorumlularına bildirir. Dayanışma sorumlusu ilgili genel hizmeti haberdar eder. İlk havale edilecek yer soruşturma teşkilatıdır. Sonunda olay aydınlığa kavuşunca hakemlere gidilir. Bütün bunlardan müşteki kendi murakıbından haber almaktadır.
Bu şikayet maddi veya bedeni olabilir demektir. Kur’an’da bir emir veya hüküm geçtiği zaman bunun ifa yeri namaz, zekat, oruç veya hac müesseseleridir. Oralardan birinde yer almaktadır. Eğer bir sosyal olay cereyan etmişse o da genel hizmet içinde yer almaktadır.
وَأَعْلَمُ مِنْ اللَّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ (86)
(Va EaGLaMu MiNa elLAHı MAv LAv TaGLaMUvNa)
“Ben Allah’tan sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum.”
Burada aslında şikayetçi olmadığını ifade etmektedir.
“Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Birinci Allah topluluğu ifade eder, ikinci Allah ise kâinatı var eden Allah’ı ifade eder. Bunun için yeniden zikredilmiştir.
Hazreti Yakub’un bildiği şeyler nelerdir, Allah ona neleri bildirmiştir?
Hazreti Yusuf’un rüyasından itibaren başlayan bilgidir. Allah Hazreti İbrahim aleyhisselâmı İslâm milletini tesis etmeyi haber verdiği zaman ona büyük ümmet olacağını bildirmiştir. Gelecekte ümmet olacaklarını haber vermiştir. Bu bilgi Hz. İshak’a ve Hz. İsmail’e de ulaşmıştır. Özel olarak da Hz. Yakub’a ulaşmıştır. Çünkü gelecekte insanlık içinde örnek millet İsrail oğulları olacaktır.
Yahudiler bugün zulüm yapmaktadır.
Dün yani tarihte onlara zulümler yapılmıştır.
Acaba gelecekte zulümsüz bir dünyaya gidemez miyiz?
Bunun için İslâm ümmeti ortaya çıkmalıdır. Barışçı, sadece savunmacı bir ümmet ortaya çıkmalıdır. Adaleti güç bizde olduğu zaman yapmalıyız. Adil olmak dün bize aitti. Çünkü güçlü olan biz idik. Zulmetmediğimiz söylenemez. Bugün adil davranma İsrail oğullarına aittir ama adil davranamıyorlar. Yarın güç Adil Düzencilere verilecektir.
Onlar adil davranacak mıdır?
Bunu şimdiden göstermemiz gerekmektedir.
- Bugünkü İsrail toprakları Tevrat’ta çizilmiş şekliye İsrail devletine aittir. Gazze ve Batı Şeria onlarındır. Kızıldeniz’de mahreçleri yoktur.
- Filistinliler tarihi kavimdir. Onlara bir yer verilmelidir. Mesela Sina Yarımadası onların olmalıdır.
- İsrail toprakları içinde kalacak Filistinliler göç etmezlerse o yönetime tâbi olmalıdırlar.
- İsrail’in güvenliğini İslâm devletleri tekeffül etmelidir. Onların da yeryüzünde fesat çıkarmalarına ve sömürmelerine izin verilmemelidir.
Bunlar takdir-i İlâhidir, kimse değiştiremez.
Değiştirmek isteyenler kendilerini de insanlığı da perişan etmiş olurlar.