YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 5
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ
وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ(16) قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ(17) وَجَاءُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ(18) وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَابُشْرَى هَذَا غُلَامٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(19)
وَجَاءُوا أَبَاهُمْ
(Va CAvEu EaBAvHuM)
“Eblerine ciet ettiler.”
“Cae” fiili lazım fiildir. “Zeyd ciet etti” dediğimiz zaman yeterli olmaktadır. Mef’ulün zikrine gerek yoktur. Bize geldiler demektir. Ama “birisine vardılar” dendiğinde müteaddi olur, eblerine vardılar anlamındadır.
Yusuf’u kuyuya bırakıyorlar, gömleğini kana bulaştırıyorlar. Bir de ağlayarak babalarına geliyorlar. Kalabalıklığın insan üzerinde ruhi etkisi vardır. Yusuf’un anadan da kardeşi olan kimse (Bünyamin) ya aralarında yoktur veya kalabalık büyüklerin ruhi baskısı ile ses çıkaramıyor, o da onlara inanmıştır.
Siyasette böyle tertipler vardır, olayları ters gösterme vardır.
Babaları bunun yalan olduğunu anlasa bile, onlara karşı gelmeye gücü yetmeyeceği için yapacağı bir şey yoktur, sabredecektir.
Bazen bir yalan ortaya atılır, taraflar onun yalan olduğunu bilirler ama herkes inanmış görünür. Bugünlerde ortaya çıkan Balyoz planındaki senaryolar hep bu mantık üzerinde oturur. O anda herkes ona inanmış göründüğü için o da inanır.
Hazreti Yakup hayvanları otlatmaya bile katmaya kıyamıyor, ‘beni mahzun eder’ diyor. Şimdi Yusuf’suz eve dönmektedirler. Hazreti Yakub’un o esnadaki hâline bakınız.
İşte imtihanlar böyle kazanılır. Dayanabilirseniz başarılı olursunuz.
عِشَاءً
(GıŞAEan)
“Akşamleyin.”
Akşamleyin geliyorlar, normal dönüş saatinde geliyorlar. Oysa eğer Yusuf’u gerçekten kurt yemişse, daha evvel bazı kardeşler gelmeli, daha önce haber vermeli idiler.
Demek ki bu kurdun yemesi hikayesi uydurmadır.
İşte, tertiplerin böyle açığa çıkan yanları olur, tamamen kapatılamazlar.
Tarihimizde 31 Mart vakası, İzmir suikastı, Sivas olayları, Müslim Gündüz ve Ali Kalkancı olayları, Eşref Bitlis Paşa’nın ölmesi/öldürülmesi olayları böyle tertiplerdendir.
Ergenekon ve Balyoz operasyonları da bu tür tertipleri içermektedir. Zaman geçince belgeler ortaya çıkar ve gerçekler anlaşılır. Suç işleyenler de yakayı ele verirler.
Haberin akşamleyin normal olaylar arasında verilmesi bunun uydurma olduğunu anlatmaktadır. Ancak Hazreti Yakup Yusuf’u görmeyince şoke olmuştur. Bunları düşünecek ve değerlendirecek durumda değildir. Olayın bir başka açık tarafı ise Yusuf’un sadece kanlı gömleğini getirmişlerdir. Vücudunun başka yerlerinden herhangi bir parça getirilmemiştir. Bu delilden de bunun uydurma olduğu açıktır.
Yalnız topluluk böyle uydurmalara geçici olarak kanar, buna göre heyecanlanır veya heyecanı yatışır. Yani tertiplerin sonradan tertip olduğu anlaşılsa bile, tertip o an için fonksiyonunu icra eder. Hattâ herkes onun yalan olduğunu bilir ama oluşan sosyal baskı herkesi ona inanmış gibi görünmeye zorlar.
يَبْكُونَ (16)
(YeBKUvNa)
“Ağlayarak…”
Burada fiili muzari “cauu”daki “vav”ın hâlidir.
Ölülere ağlamak tarihte bütün topluluklarda mevcut olan bir âdettir. Gerçekten ağlama durumunda olmasalar bile, görünürde ağlar olmaları gerekir. Türkçede buna ‘ağıt yakmak’ denir. Ağlamak aynı zamanda ölüm olayını duyurma aracıdır.
Oğulları Hazreti Yakub’a ağlayarak gelirler. Böylece bir ölüm olayı olduğunu da duyurmuş olurlar. Bu haber yalnız Hazreti Yakup için değildir, çevredeki insanlara da Yusuf’un yokluğu böyle anlatılmaktadır. Yusuf’u kurt yemiş haberi çevreye yayılacaktır.
Burada şu sorulabilir: Bugün böyle birisi kaybolsa, polis ve savcı bunu araştırmaya koyulur. Hazreti Yakup’un yaşadığı ülke devlet aşamasına gelmiş midir? Bu hususta soruşturma yapıp failleri ve ihmali olanları cezalandırma müessesesi var mıdır?
Mezopotamya ve Mısır’da o zaman devlet vardır. Bu tür soruşturma yapan müesseseler muhtemelen mevcuttur. Filistin ise henüz devlet aşamasına gelmemiştir. Dolayısıyla bu tür müesseseler mevcut değildir. Bununla beraber bugün de kaybolan kimsenin öldüğüne dair bir belirti olmazsa soruşturma konusu olmaz.
Hazreti İshak oralarda neler yapmıştır?
Hazreti Yakup’un o çevredeki durumu nedir?
Mısır’ın veya Babil’in o yerlerdeki siyasi etkileri nedir?
Bu âyetlerden bu soruların cevabı bulunabilir ve bilinmeyenler açıklanabilir.
Bunlar doğudan gelen göçebe aşiretlerdir.
Geleceğin büyük uygarlığını oluşturacaklardır.
Ama henüz böyle bir örgütlenmelerinin olmadığı anlaşılıyor.
Gerçi Tevrat’ta sanki bugünkü uygarlık varmış gibi takdim edilmiş olabilir. Ama bunlar sonradan yapılan yakıştırmalardır.
***
قَالُوا يَاأَبَانَا
(QALUv YA EBAyNAv)
“Ey babamız dediler.”
Ağlayarak gelmeleri kötü bir olayın olduğunu bildirir.
Genel olarak ‘ne oldu’ diye sorulur ve onun üzerine olay anlatılır.
Aradan dört bin seneye yakın zaman geçmiştir ama insan psikolojisi değişmemiştir. Konuşma ve davranış aynıdır. Çünkü insanın genetiğinde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Uygarlaşma insanın çevresinde olmuş, ihtiyaçları kolay giderir hâle gelmiştir. Aylarca yürünerek varılan yere birkaç saatte varıyoruz. Lambayı yakıyoruz, etrafımızı görüyoruz ve geceleyin gündüz gibi oturuyoruz. Cebimizde telefon var, istediğimiz kimse ile görüşüyoruz. Bilgisayarla yazıyoruz. Ama biz değişmedik, binlerce sene önceki ruhi yapımız değişmedi.
Dolayısıyla, çocukların “Yâ Ebânâ” deme şartlarını çok kolay düşünebiliyoruz.
إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ
(EnNAv ÜaHaBNAv NaSTaBiQu)
“Biz yarışmaya gittik.”
Cümle mübteda ve haber şeklinde söylenmiştir. Durum anlatılmaktadır. Yani biz yarışmada idik demektedirler.
“Nestebiku” fiili “Zehebnâ”daki “Nâ”nın hâli olabilir. Bu takdirde “Zehebnâ”nın mânâsı, biz orada değildik, yarışmada idik; yahut “Zehebe” fiili fiil-i nakıs olup yarışma yaptık anlamında olur. Daha öncesinde, “Yusuf’u bize kat, otlatmayı öğrensin ve oynasın” demişlerdi. Şimdi de, “yarışmada idik” diyorlar.
Müsabaka koşuda yarıştır, oyunlardan biridir. Çobanlıkta bazen süratle koşmak gerekir. Hayvan kaçar sen kovalarsın, koşarak yetişirsin. Veya hayvan kaza geçirir, koşarak yetişirsin, canavardan veya tehlikeden koşup kurtarırsın veya kendin kurtulursun. Dolayısıyla çobanlığın en önemli eğitimi koşu yarışmasıdır.
Çobanlar boş zaman bulunca koşu yarışması yaparlar. Boş zaman ya hayvanların uygun bir yayılımda yayıldıkları zaman olur veya su içtikleri zaman yahut sıcaklarda yatıp geviş getirdikleri zamandır. Kimileri yarışmaya katılmaz, hayvanların bulunduğu yerde onlar da dinlenirler. Yarışma bazen kısa mesafelerde olur, bazen de bir tepeden başka tepeye ulaşma şeklinde ortaya çıkar. Bu takdirde yarışmacılar dinlenme yerinden uzaklaşmış olurlar.
Babaları bu olayları çok iyi bildiği için söylediklerini kolay anlayacak durumdadır.
Kur’an bize bu olayları anlatmakla aynı zamanda çobanlığın yararlarını da anlatmış olmaktadır. Kur’an’ın başka yerinde sabiklerden/yarışmacılardan bahsetmektedir. Demek ki kent içinde yarışma yerleri olacak, insanlar boş zamanlarını buralarda seyrederek değil, bizzat kendileri yarışarak (yani spor yaparak) geçireceklerdir. Futbol sahaları değil, yarış alanları oluşturmalıyız. Bu alanlar aynı zamanda dinlenme yerleri olur.
Tarihte büyük ırmakların kenarlarında uygarlıklar doğmağa başlamış, kentler oluşmuştur. Refah ve bolluklar ortaya çıkmıştır. Ne var ki halk şehirlerde hantallaşmış ve kendilerini koruyamaz hâle gelmiştir. Yarış ve yürüyüşleri ile güçlü olan çobanlar kentleri istila etmiş ve yağmalamışlardır. Bazen kentlerin içerisine yerleşmiş, kentleri korur duruma geçmiş ve büyük uygarlıkların doğmasına sebep olmuşlardır. Sümerler Mezopotamya uygarlığını, Dorlar Yunan uygarlığını kurmuşlardır.
وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا
(Va TaRaKNAv YUvSuFa GıNDa MaTaGıNAv)
“Yusuf’u metaımızın indinde terk ettik.”
Çobanların hayvanların yanında çobanlık için gerekli eşyaları vardır. Kepenekleri, sopaları, tahraları, su kapları, azıkları ve ipleri vardır. Dinlenme zamanlarında bu eşyalarını uygun yere koyarlar. Bilhassa yiyecekler hayvanlar tarafından telef edilir. Bunun için bazen oraya nöbetçi bırakılır.
Yusuf’u orada bıraktıklarını söylüyorlar, “terk ettik” diyorlar. Yani bekçi olarak değil de, yarışamadığı için eşyaların yanında kaldığını söylüyorlar.
Bir işletmede işlerin yapılması için gerekli makineler ve malzemeler vardır. Bunun yanında bakımda, tamirde ve temizlikte kullanılan yardımcı aletler ve malzemeler vardır. Bunlar “meta”dır. Sürü de meta olarak düşünülebilir.
Sürünün yanında bıraktık demiş olurlar. O zaman metanın yanında derlerdi.
Buradaki kasıtları sürünün dışındaki eşyalarıdır.
“Meta’” kelimesi müfrettir, çoğulu “emtia”dır. Kur’an’da geçmemektedir. Çoğul ismi olabilir. Yani kelime müfret, mânâsı çoğul olabilir. O zaman ortak eşyalardan bahis edilmiş olabilir. Çoğulun çoğula izafesi şeklinde olmaz, yani her birinin kendine ait bir metaı olmaz.
Yardımcı malzemeler özel yerlere tahsis edilmez. Kamu yerleri kişilere bölüştürülemez. Burada “metaımız” deyip “emtiamız” dememeleri bu hükmü ifade eder. “Alâ Metaina” demiyor da, “İnde Metaina” diyorlar. “Alâ” denseydi bekçi olarak bırakmış olurlardı, “İnde” demekle güvenceli yere bıraktıklarını söylemektedirler. Diğer eşyalarımızın yanında bıraktık diyorlar. Böylece ihmal etmediklerini, beklenmedik olayın olduğunu söylemiş oluyorlar.
فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ
(Fa EKaLaHu el ÜiEBu)
“Onu zi’b ekletti.”
Buradaki “Fe” takip “Fe”si olabilir. O zaman Yusuf kendi başına kaldı mânâsında bir kelime hazf olmuş olur, yani Yusuf kendi başına iken kurt gelmiş onu ekletmiştir mânâsı çıkar veya netice “Fe”si olur ve kendi başına kalmış olmasından dolayı kurt yemiş mânâsı çıkar.
Yusuf’u terk ettiklerinden dolayı kurdun ekl etmesi şeklinde bir mânâ uygun değildir. O takdirde kurt yesin diye terk ettik mânâsı çıkar.
Bununla beraber babalarını yıldırmış olduklarından dolayı küstahça böyle söylemiş olabilirler. Nasılsa babalarının onlara yapacağı bir şey yoktur. Çünkü babaları onlara muhtaçtır. Güçlüler zayıflara mantıksız yorumlar yaparlar, zayıflar da bile bile bu hatalı yorumları ister istemez onaylarlar.
Böyle demeleri başka bir şekilde de açıklanabilir: Türkçede ağzından kaçırdı derler. Yani söylemek istemiyor ama kendisine hakim olamıyor, istemeyerek söylüyor demektir.
Kardeşler günlerce Yusuf’u nasıl bertaraf edeceklerini düşündüler. Üzerinde durdukları bir çözüm de bu anlattıkları şekildir. Bu sebeple babalarına bu senaryoyu anlatmaktadırlar. Bu deyişleri de Yusuf’un ölümünü şüpheli hâle getirmektedir.
Kurdun o çağlarda sürüden koyunu kapması olağan olaylardan biridir. Hayvanlar evcilleştirilince yabani memeliler azalmıştır. Kurtlar sürülerden koyun kaparak yaşama imkanı buldular. O zaman ateşli silahlar olmadığı için bu işi kolay yapabiliyorlardı.
Hazreti Yakub’un oğulları bunu yaptılar, hikâyelerini değiştirerek koyun yerine Yusuf’u koyarak adapte ettiler. Sözleri inandırıcı değildir, fazlaca düşünülerek söylenmemiştir.
Yırtıcı hayvanlar avlarının tamamını yemezler. Kendilerine uygun olan kısımları yerler. Kalanı terk edip giderler. Leş yiyenler sonra gelip etleri yerler, hattâ kemik ve deri gibi kısımlar kalır, çok sonraları çürür veya ortadan kaldırılır.
وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا
(Va MAv EaNTa Bi MüEMiNin LaNAv)
“Sen bize iman edecek değilsin.”
Cümle isim cümlesidir, yani sen zaten eskiden inanmadın, şimdi de inanmazsın.
“Mü’minin” yerine “müsaddikin” denmesi yani bunlar doğru söylüyorlardı denmesi gerekirdi. Doğruluğunu kabul ettiğiniz takdirde tasdik edersiniz. Doğru olmadığına kanaat getirdiğiniz takdirde tekzib edersiniz.
İman etmek ile tasdik etmek arasında ne fark vardır?
Biri söyleyenin söylediğinde doğru olması, diğeri ise olayın doğru olmasıdır.
Burada kendilerinin yalancı olduklarını değil, yanılmış olmaları şeklinde bir yorum ortaya koymaktadırlar. Yani Yusuf’u kurt yememiş olur ama onlar öyle zannetmiş olurlar. O zaman Hazreti Yakup çocuklarını yalanlamamış olur. Onların söylediklerinin doğru olduğunu kabul etmemiş olur. Çocukları söylediklerinin babaları tarafından kabul edilmeyeceğini bilmektedirler. Bununla beraber yine de söylüyorlar.
İnsan psikolojisi böyledir. Sadece karşı tarafın kabul etmesi için söylemez, kendi görüşlerini açıklamak ve savunmak için söyler. Başkalarının da duyması ve ona göre davranmalarını sağlamak için söyler.
Babalarına, sen inansan da inanmasan da biz bunu böyle söylüyoruz diyorlar.
وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ (17)
(Va LaV KunNAv ÖAvDıQIyNa)
“Biz sadık olsak bile...”
“Sıdk” kelimesi ile “eman” kelimesini yan yana zikretmiştir.
“Sadakat” ve “eman” kelimeleri mânâlarda yakınlık göstermektedir.
Kur’an’daki kelimelerin böyle zikredildiklerinin yerlere göre değerlendirilmesi gerekir. Bunun için ekip çalışması gerekir. Bundan sonra işlerin çoğunu makineler yapacaklardır. İnsanların bu çalışmaları yapmak için artan zamanları daha çok olacaktır.
Peki, insanlar artan zamanlarında ne yapacaklardır?
Herkes Kur’an’dan bir kelime seçecek ve ömrünün sonuna kadar o kelime üzerinde duracaktır. O kelimenin değişik konulardaki mânâları farklı olacaktır. O kelime üzerinde dururken aynı zamanda o varlık üzerinde durmuş olacaktır. Böylece ilme katkıda bulunarak hayatını tamamlayacaktır. İnsanlık bu sayede çok daha süratli şekilde ilerleyecektir. Bilgisayardan yararlanılıp çalışmalar değerlenmiş olacaktır.
Evet, “biz sadık olsak da sen bize inanacak değilsin” diyorlar.
Burada çok önemli bir hususa işaret edilmektedir. Sadık olmadıkları halde, sadık olsalar bile babalarının onlara iman etmeyeceğini söylüyorlar. O halde kişilerin ‘ben sadıkım’ demeleri hiçbir şey ifade etmez. Ancak beraatın zimmeti asıl olduğu için beyanlar sadece aksi sabit oluncaya kadar doğru kabul edilir.
Sadık olmanın iki mânâsı vardır. Biri sözde doğru olmak, diğeri ise bağlılıkta sadakattir. Kocanın karıya sadakati veya kadının kocasına sadakatidir. Tabanın başkanlara sadakati de sadakattir.
Burada sözlerindeki sadakatten bahsetmiş olabileceği gibi, oğulların babalarına sadakatinden de bahsetmiş olacaklardır.
İman etmek de böylece iki mânâ taşımaktadır. Sadakat iman, iman sadakat yerine kullanılmaktadır. Bu sebeple ikisi bir arada zikredilmiştir.
***
وَجَاءُوا
(Va CAyEUv)
“Ciet ettiler.”
“Câû” sözü iade edilmiş, hem de “Ve” harfi ile iade edilmiştir.
Yukarıdaki “câû” gelmektir. Ama babalarına gelmek olduğu için harfsiz teaddi etmiştir. Burada ise “cae” kelimesi “alâ” harfiyle teaddi etmiştir. Gömlek üzerine yalandan dem/kan bulaştırarak geldiler.
Buradaki “cae” gelmek anlamında olmadığı gibi getirmek anlamında da değildir. Gömlek üzerinde yapılan bir işlemdir. Ama aynı zamanla onu getirmişlerdir.
İşte Kur’an Arapçasının üstün belagatı buradadır.
Gömlek üzerinde yalan kan olduğu halde geldiler denmektedir. Gelmek getirmek ve yalan kan ile bulaşmış olmak bir kelime ile ifade edilmiştir. Türkçede böyle söylemek fazla beliğ bir ifade değildir. Belki Arapçada biz de söylesek beliğ olmayabilir. Ama Kur’an bunu söylerse beliğ olur. Biz öyle saydığımız için değil, Arapların kulağına son derece hoş geldiği için beliğ olur. Bilgisayarda yazarken yanlış yazdığımızda yanlışın altı çizilir. İnsan beyninde yanlış söylendiği zaman dinleyici ve söyleyen hemen rahatsız olur. Buna ‘kulağı tırmalamak’ denir. Kur’an öyle bir üslup kullanır ki, daha evvel Araplar öyle söylememiş olsa bile kulak tırmalanmaz, tam aksine tatlılık verir.
İşte buradaki “câû” kelimesi de böyledir. Geldiler ve getirdiler anlamına gelmektedir.
Kur’an’da bir kimsenin bir işi yapmasını onun oraya ciet etmesi olduğu gibi.
Kardeşler gömleği ne zaman kana bulaştırdılar? Yusuf’u kuyuya koymazdan önce bu işi yapmış olabilirler. O takdirde getirdikleri gömlek Yusuf’un otlatmaya giderken giydiği gömlek değildir. Bu ihtimal azdır. Yusuf kuyuya inerken diğerleri gibi o da gömleğini çıkarmıştır. Kuyunun başına bırakmıştır. Kuyunun civarında alıkoydukları bir koyunu keserek onun kanını gömleğe bulaştırmışlardır. Yahut gömlekle sürüye gitmişler ve orada kana bulamışlardır. Ya da sürü eve gelince burada bir yerde bu işi yapmışlardır.
“Câû” kelimesinin “Ve” ile iadesi bunun merada yapıldığını ifade eder. “Fecâû” olsaydı, “Yâ Ebânâ/ Ey Babamız” dedikten sonra, onu ikna etmek için orada bu akıllarına gelmiş olabilir. Bununla beraber gömleğin kana bulanması, kanın gömleğe bulaştırılması, babamız Yusuf’u kurt yedi sözünden sonra ifade edilmiştir. Eğer söyleme sırasına göre olayları anlayacak olursak, bu kana bulama işi sonradan orada tertiplenmiştir.
عَلَى قَمِيصِهِ
(GALAv QAMIyÖıHIv)
“Gömleğinin üzerinde.”
Kan bulaştırılan gömlek üzerine giydiği gömlektir, yani Yusuf gömleğini kuyunun başına bırakmıştır. Kardeşleri o gömleği kana bulamışlardır. Yoksa “alâ kamisin lehu” derdi, yani kamis/gömlek nekre olarak Yusuf’a ait olurdu.
Arabistan’da Kur’an nâzil olmaya başladığında gömlek yoktu. Sonraları Şam’dan Medine’ye getirilmiş, Hazreti Muhammed de giymişti. Gömlek, dikişli kumaştır. Dikiş yapabilmek için iğnenin keşfedilmiş olması gerekir. Arapçada gömlek ve iğne kelimeleri mevcuttu. Ancak Mekke ve Medineliler rida ve izar dedikleri kumaştan dikişsiz iki parça giyiniyorlardı. İhramda giyilen elbisenin şekli buradan kalmadır ve Kur’an’da belirlenmemiştir. Kazılarda kemikten yapılmış iğnelere rastlanmıştır. Yazı icat edilmeden önceki çağlara ait olanları vardı. İğne Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinde de bilinmektedir. Batı dillerine chemise(şömis) olarak geçmiştir.
Kur’an ilâhi söz olmayıp Hazreti Muhammed’in uydurması olsaydı, hikâyelerinde böyle olmayan varlıkların adları geçerdi. Mesela, Mezopotamya’da ve Mısır’da demir yoktu. Kıssada demirden bahsedilseydi, söyleyenin cehaleti ortaya çıkardı. O halde Kur’an’ın Allah sözü olmadığını ispat etmek isteyenler Mezopotamya’da iğnenin ve gömleğin olmadığını kanıtlama imkanına sahiptirler.
Bu iddia büyük iddiadır. Kıyamete kadar Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu kanıtlayacak araçtır. Kıssadaki âyetlerden biri de budur. Tevrat’ın kıssaları da bunun gibi bilgileri içerir. Tevrat ve İncil’in de bu yolla ilâhi kitaplar oldukları kanıtlanabilir.
بِدَمٍ كَذِبٍ
(Bi DeMin KaÜiBin)
“Kezib kanla.”
“Sahte kanla.”
Dillerdeki kavramlar benzetme kelimelerle ifade edilirler. “Kezib kan” kanın Yusuf’un kanı olmamasından dolayı bu vasfı almıştır. Türkçede sahte kelimesi kullanılmaktadır. Sahte kelimesi Türkçe değil, Arapçadır. Mânâsı da değişiktir. Kur’an bunu “kezib” kelimesi ile ifade etmektedir. Sözün yanlış ve yalanına “kezib” dendiği gibi, eşyanın sahtesine de “kezib” denmektedir. Kalp para da kezip paradır.
Burada sahte olan kan değildir. Yani kan gerçekten kandır ama Yusuf’un kanı değildir. Biz bu kanı koyunun kanı olarak düşündük. Ama kardeşleri de kendi kanlarını gömleğe bulaştırmış olabilirler. Hattâ Yusuf’u yaralamış ve gömleği onun kanı ile boyamış olabilirler.
“Kezib” kelimesi bu mânâyı anlamaya mânidir. Hattâ “kezib” kelimesi boyamanın kanla yapılmış olmadığını da akla getirmektedir. Kan renginde bir meyve ile boyamış olabilirler. Mesela vişne ile boyamış olabilirler. O zaman vişnenin devşirme mevsiminde bu olayın vuku bulduğunu da öğrenmiş oluyoruz.
Piyasadaki kalitesi aynı markası farklı bir mal kezib midir, yani müşteriyi kandırma mıdır? Öğrendiği zaman müşteri malı iade edebilir mi?
“Kezib dem” tabiri bu hususta hüküm koymaktadır. Eğer gömleğin boyası koyun veya kardeşlerin kanı ise, buna da “kezib dem” deniyorsa, demek ki markadaki farklılık eşyadaki farklılığı doğurur. Sahte marka ile satılan mal iade edilir. Kopya edilen sanat eserleri de bu hükme tâbidir. Sahte disket satan birisi suç işlemiştir ama cezası da yoktur. Hukuk onu korumaz. Müsadere edilebilir veya yağmalanabilir.
Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u kuyuya koymuşlar ve babalarını inandırmak için sahte kanla bulaştırılmış gömleği getirmişler, suçu gizleme ve kapatma fiilini işlemişlerdir.
Bugünkü teknoloji olsa, rengin kana ait olup olmadığı, insan kanı olup olmadığı kolayca tesbit edilebilir. Hattâ anaları farklı olduğu için DNA testi ile kanın Yusuf’a ait olup olmadığı da tesbit edilebilir. O gün, hele oralarda bütün bunların tesbiti mümkün değildi. Mümkün olsaydı bile, Hazreti Yakup aşiretini dağıtmamak için bu sahteliklere inanmış görünecekti.
Sabretme ve işlerin sonunda düzelmesini bekleme konusuna örnek verelim: Kur’an okumak insanın zekâsını köreltmektedir, düşünme kabiliyetini kaybettirmektedir iddiası vardır. Ondan dolayı ilk öğretim sırasında Kur’an okumak yasaklanmıştır.
Bunun yalan olduğu, tam tersine Kur’an okumanın zihni melekeleri geliştirdiği bilinmektedir. Ama o günkü şartlarda bu yalana inanmış gibi görünmek zorunda kalınmıştır.
Demek ki bazı yerlerde tavizler verip işin olgunlaşmasını beklemek gerekir. Fıkıhta bu “ehveni şerreyn ihtiyar olunur” sözü ile ifade edilmektedir.
قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ
(QAvLa BaL SavVaLaT LaKum)
“Bilakis size tesvil olundu.”
Sevele, Sele, Seyele, Sehele birbirine yakın mânâlar taşır. “Sehl” ova demektir.
“Sevele”ye hoşa gitmek, basit görmek anlamı verilir.
Yusuf ile ilgili olayı, oğulları Hazreti Yakup peygambere basitlik içinde ve adi bir olaymış gibi haber vermektedirler. Hemen kendilerini savunma sadedinde, ‘biz doğru söylesek de sen inanacak değilsin’ diyorlar.
Böyle durumlarda nasıl hareket edilecektir? Biz olsak nasıl hareket ederiz?
Kızarak, ‘niye bıraktınız, bana söz vermediniz mi, Yusuf ile ilgili gömleğinden başka bir şey getirmediniz’ der, onlarla tartışmaya girişirdik.
Hazreti Yakup peygamber söylediklerini kabul ettiğini veya reddettiğini belirtmiyor. ‘Bu işi siz basit gibi görüyorsunuz ama bu iş basit değildir’ deyip onlarla nizaya girişmiyor.
Önce olayın mahiyetini öğrenmek gerekir. Sonra ne yapılacağına karar verilir. Daha sonra harekete geçilir. İşte burada bu kural öğretiliyor.
Beklenmedik olayla karşılaştığımızda refleks olarak hissî davranışlarda bulunmamalıyız. Alkışlamamalıyız, karşı çıkmamalıyız. Teenni ile hareket edip ondan sonra ne yapacağımıza karar vermeliyiz.
Halkın böyle fevri hareketlerle davranmalarından yararlanan tertipçiler, toplulukları sonradan pişman olacakları davranışlara sürüklemektedirler.
أَنفُسُكُمْ أَمْرًا
(EaNFüSüKuM EaMRan)
“Nefisleriniz emri”
“Nefisleriniz size emri basitleştirdi” diyor, Hazreti Yakup.
Gerçekten söyledikler gibi onlar oyunda iken kurt alıp götürmüşse, kardeşler ne yapabilir? Neyi basit görüyorlar? İş gerçekten söyledikleri gibi olsa bile, kardeşlerini korumadıkları için kardeşler suçludurlar, diyetini ödemekle yükümlüdürler.
Bu tür olaylar olduğu zaman iş orada bitmez. Bir defa kasame şeklinde diyetleri ödemeleri gerekir. Diyet vârislere ödenir. Vârisler annesi ve babasıdır. Fail olan kardeşler vâris olamayacaklarına göre kalan kardeş bir tanedir; hattâ o da onlarla beraberse o bile vâris değildir. Demek ki diyeti alacak olan anne babasıdır. Onlar da velisi olduklarından çocuklarını korumakla yükümlüdürler. Dolayısıyla babası da vâris olamaz. Mirasçı annesi kalır, üçte birini alır. Kalanın babası İshak ile onun çocuklarına verilmesi gerekir.
Böylece çocuğu koruyamayanların sürüsünden hayvanların büyük bir kısmı veya tamamı elden çıkmış olacaktır. Yani iş bu kadar basit değildir. Şeriatın uygulandığı bir ülke olsa ve kardeşleri bunu bilse, kesin olarak böyle bir fiile girişmezlerdi.
Ölmüş olmayıp kayıp olarak ortaya konsaydı, o zaman iş biraz daha kolay olurdu. Mesela, ‘kurt yedi’ diyeceklerine, ‘Metaımızın yanına geldik, Yusuf yoktu; kurt kapmış veya yolcular alıp götürmüş olabilir’ diyebilirlerdi. Elde bir kanıt olmadığı için belki daha az inandırıcı olabilirlerdi ama söyledikleri daha mâkul olurdu. Kardeşler bunu akıllarına getirmemişlerdir. Eğer böyle deseydiler o zaman diyet söz konusu olmazdı.
“Emren” kelimesi burada nekredir. Halbuki sözkonusu olan emir yani iş maruftur. “El Emre” gelmesi gerekirken, “Emren” gelmiştir. Böylece Hazreti Yakup peygamber onlara inanmadığını, hikâyeyi uydurduklarını, birkaç tercihten birisini seçmiş olduklarını onlara bildirmiş oluyor. Yukarda “Bel/bilakis” kelimesinin getirilmesi bunu ifade ediyor. “Bel” kelimesi, daha öncekini tasdik ve inkar etmeden doğru olanı bildirmesidir. Size bu seçenek daha basit geldi, daha kolay geldi anlamındadır. “Emren” kelimesinin nekre olması, doğrudan söylediklerinin bir tercih konusu olduğunu ifade etmektedir.
فَصَبْرٌ جَمِيلٌ
(FaSaBRun CaMİyLün)
“Yapılacak sabrı cemildir.”
“Fe” harfinden sonra haber gelmektedir. Nekre olduğu için mübtedadır diyemeyiz. O halde mübteda mahzuftur. Emr, yani yapılacak iş sabrı cemildir demektir. Yahut sabır cemil ile tavsif edildiğinden mübteda olabilir. Haber mahzuftur. Haber “fîhaze’l-emr” olabilir. Sabır mübteda, cemil haber olamaz.
Bu tür beklenmedik büyük olaylarla karşılaşınca, gelişigüzel karşılıkta bulunmamak, sabırla beklemek gerekir. Sabır demek teslim olmak demek değildir. Geçmişte olan geçmiştir, onu geri getirmemiz mümkün değildir. Onlar için kader böyle imiş deyip kabullenmek gerekir. Ama orada hareketsiz kalıp hiçbir şey yapmamak değil, geçmişte olanların kötü tesirlerini ortadan kaldırmak ve iyi tesirlerinden yararlanmak gerekir. Yani geçmişi kabullenmek ve geleceği yönlendirmek gerekir. İşte cemil sabır budur. İntikam almak amacıyla sabır değildir.
Bundan sonra ne yapılmalıdır?
Olan olmuştur. Hukuki sonuçların yerine getirilmesi gerekir. Ondan sonrası için iyi ne ise o yapılmalıdır.
“Subre” granit kayadır. İnsan gelen kötülüklere karşı granit gibi dayanıklı olmalı, kötülüklerin karşısında ezilmemelidir.
وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ
(ValLAHu eLMuSTaGANu)
“Allah müsteandır.”
“Fe” harfinden sonra “Ve” harfi gelirse, “Ve” “Fe”den sonraki kelimeye atıf yapmış olur. Yani bundan önceki hazifli cümleye mübteda ve haberli cümle atfediliyor.
“Allah müsteandır” diyor.
“Müstean” demek, kendisinden yardım istenecek kimse demektir.
Allah’tan nasıl yardım istenir ve nasıl yardım alınır?
Allah’a dua edersiniz; O size çıkış yolunu gösterir ve siz de ona göre amel edersiniz. Siz gerekli sebepleri işlersiniz. Allah da o sebeplerin sonuçlarını sizin ihtiyaçlarınıza göre ortaya çıkarır, yardım etmiş olur. Diğer insanlara ve canlılara öyle ilham eder ki, olaylar sizin lehinize gelişir.
Ayrıca, tüm kâinatın düzeni ve her türlü olayların akışı sebep-sonuç ilişkilerine bağlıdır. İnsan, cin, melek ve ruhlar bu akışı yönlendirirler. Yani doğa kanunları bunların isteklerine göre yönelir. Meyilli bir sırtta akan suyu, elinde kürek bulunan bir insan, suyu sağ veya sola yönlendirerek bir amaca yönlendirebilir. Su artık o tarafa akar, kendisine yol açar ve o vadiyi sular. Böylece insan, cin, melek ve ruhlar doğanın akışına yani gelecekte olacaklara yön verirler. Doğa kanunları değişmez, onların kullanışları bu dört şuurlu varlık tarafından yönlendirilir. Allah bunlara ilham eder ve onların yaptıkları işler dua edene yardım etmiş olur. Duanın kabul edilebilmesi için gerekli esbabı yapılmış olmalıdır. Önce tarlayı sürüp buğdayı ekmeliyiz. Ondan sonra Allah’a dua edip bereketli mahsulü vermesi için yalvarmalıyız.
عَلَى مَا تَصِفُونَ (18)
(GaLAv MAv TaÖiFUvNa)
“Vasf ettikleriniz üzerine.”
“Vasf ettiklerinize Allah müsteandır.”
Olana razı olup sabredeceğim ve vasf ettikleriniz üzerine Allah’tan yardım isteyeceğim.
Böylece Hazreti Yakup bizlere bu gibi durumlarda ne yapacağımızı öğretmektedir.
Hazreti Yakup Allah’tan ne yardım isteyecektir?
Evvela olanlara sabrı cemil ile sabredecek ve yardım etmesini isteyecektir. Sabredip oğulları ile beraber yaşamaya devam etmesi ancak Allah’ın yardımıyla olmuştur.
Bir topluluğun içinde pek çok kötülükler olur. Sabredip topluluğu dağıtmamak en yararlı bir davranıştır. Allah, zulüm dayanılamaz hâle gelindiğinde hicret etmeyi emretmiştir. Ancak dayanıp sabretmek, hicret etmeyip durumu faydalı hâle getirmek daha iyidir.
Hazreti Yakup çocuklarının bu durumlarına sabretmiştir. Çocuklarıyla arasını açmamıştır. Sürüsünü korumuştur. Sonra gün gelmiş, o çocuklarıyla Mısır’a gitmiş, şer olan bir olay hayra dönüşmüş ve oğulları seçilecek olan bir kavmin kurucuları olmuşlardır.
Siyasette sabrı cemil Allah’ın yardımını getirmiştir. Türk milleti 20. yüzyılda hep böyle sıkıntılı ve beklenmedik olaylarla karşı karşıya gelmiş, sabrettiğinden dolayı bugünkü duruma gelmiştir. Bundan sonra da pek çok beklemediği olaylarla karşılaşacak ve bunlara sabrederek “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmuş olacaktır.
Burada anlatılan olaylar “tavsif etmek”le ifade edilmiştir. “Olayları tavsif etmek” demek, olayları yorumlamak demektir. Hazreti Yakub’un oğulları bu yaptıklarını basit bir şekilde bir kurdun yemesi şeklinde tavsif ediyorlar. Oysa olay büyük bir olaydır. Kurt kapmış olsa bile, Allah’ın böyle bir musibeti isabet ettirmiş olmasından dolayı oturup düşünülmesi gerekir. Kadere razı olmak ve gelecek için gerekli tedbirleri almak gerektiği gibi; başımıza bu musibetin ne sebeple geldiğini düşünmek ve kendi hatalarımızı ve kusurlarımızı araştırmamız gerekir. Bu sebebi bulmak da yine Allah’ın yardımıyla olacaktır.
***
وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ
(Va CAEaT SayYARaTun)
“Bir seyyare ciet etti.”
“Seyretmek” yürümek demektir.
“Seyyare” mübalağa ile ismi faildir; çokça seyreden demektir.
Allah dünyayı öyle yaratmış ki, insanlar birbirlerine muhtaç olsunlar, birbirlerine gidip gelsinler. Ürettikleri mallar birbirlerinden farklıdır. Alsınlar ve satsınlar.
Bütün bunlar olurken kentler oluşur. Kentlerde sanayi malları üretilir. Kırda ise tarım ve hayvan ürünleri meydana gelir. Kırda çobanlıkla geçinen göçebe halkı ile tarımla geçinen yerleşik köylüler ürünlerini kentlere götürüp satarlar, kentteki sanayi mamullerini alıp evlerine dönerler. Böylece kentler ile kırlar yani taşra arasında yollar oluşur.
Ayrıca kentler arası ticaret başlar, aylarca süren deve yolculukları ile kentler arasındaki mallar mübadele edilmiş olur. Bunlara kervan yolları diyoruz. Kervan yollarında önemli bazı noktalar vardır. Bunların başında su gelmektedir. Yolcular kuyu veya göl başlarına, ırmak kenarlarına varıp su ikmali yaparlar. Ayrıca konaklama yerleri yapılır.
Günde birkaç saat yürüdükten sonra dinlenme yerlerinde konaklanır. Bir de kulübeler vardır. Fırtına olduğu takdirde oralara sığınılır.
Kulübe ile konak arasında mevcut en büyük fark, konakta suyun olması, kulübede ise suyun olmamasıdır. Konaklar belli mesafelerde yapılır. Yaklaşık altı veya sekiz saatlik mesafede bir konak bulunur. Bu mesafeler kırk-elli kilometre arasıdır. Dinlenme yerleri ise daha çok suyun bulunduğu yerlerdir.
İki büyük uygarlığın arasında bulunan Filistin’de böyle devamlı gidip gelen kervan kafileleri vardır. 20. yüzyıla kadar bunlar devam etmiştir. 20. yüzyılda icat edilen motorlu araçlar bu yolların yerini şoselere bırakmış, kervansarayların yerine de otogarlar geçmiştir.
Hayvanların otlatıldığı yerler de böyle suların bulunduğu merkezlerin civarıdır.
İşte, kervandakiler bu kuyudan yani Yusuf’un bırakıldığı kuyudan su almak için kuyunun başına geliyorlar. Seyyare nekredir. Çünkü aylarca süren yolculuk birkaç kafile tarafından yapılmaktadır. Buraya gelen onlardan biridir.
فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ
(Fa EaRSeLUv VARiDaHuM)
“Varidlerini irsal ettiler.”
Yollar mümkün olduğu kadar düz ve kısa mesafeden geçer. Her zaman kuyuların yakınından geçmez. Kervan kuyunun en yakın yerinde konaklar ve kervandan biri veya birkaçı su alıp getirmeye kuyu başına yollanır. Buna “varid” denir.
Hayvanlar suyun başına getirilir. Su aldıktan sonra meraya salınır. Kuyuya gelmelerine “vurud”, kuyudan uzaklaşmalarına “sudur” denir. Suya gönderilen kimselere “varid” denmiş olmasının sebebi, aynı zamanda suyun olup olmadığını yoklayan kimse olmalarındandır. Onun için bir kişi gider, bakar, su varsa, ondan sonra ya kervanın tamamı suyun başına gelir ya da birkaç kişi su alıp getirmeye gider. Bazen kuyuda su tükenmiş olur, kervan orada konaklamaz, yoluna devam eder, ondan sonraki kuyunun başına gider.
Buradaki ilk giden suyu arayan olduğu için ona “varid” denmektedir.
Bugünkü iş hayatımızda müşterileri arayan kimseler “varid”dirler. Sonra o müşterilere malları götürecek veya onlardan satın alınan malları merkeze getirecek başka kişiler vardır.
“Varidehüm” kelimesi burada marifedir. “Varidün Minhüm” de denilebilirdi.
Demek ki onların içinde belli bir kişi vardır. Suların yerlerini ve miktarlarını o bilmektedir. Biz Türkçede buna ‘kılavuz’ diyoruz. Genel Hizmet müesseselerinde bunlara ‘takipçi’ diyoruz. Bu bir Genel Hizmet kuruluşudur. Bir işi yaptırmak istediğiniz zaman onlara havale edersiniz, onlar piyasa araştırmasını yaparlar, sizinle anlaştırırlar, sonra da o işin sonuçlanmasını takip ederler.
Kur’an Arapçasında bunlara “varid” denmiş oluyor.
“III. Bin Yıl Uygarlığı”nın terminolojisi bu şekilde oluşacaktır.
“Fe” harfi “câû”dan sonra gelmiştir. “Fe” takip “Fe”sidir. Geliyorlar, konaklamadan suyun olup olmadığını araştırmak için varidlerini gönderiyorlar.
فَأَدْلَى دَلْوَهُ
(FaEaDLAv DaLVaHUv)
“Delvini idla etti.”
“Delv” kova demektir. “İdla etmek” delv kelimesinden yapılan if’al bâbıdır. Kovayı kuyuya salmak demektir.
Vahyi getiren Cebrail için de Kur’an “Fe Tedellâ” diyor. Yani helikopterde bir kabine binerek Hazreti Muhammed’in yanına indi diyor.
Kur’an birbirini açıklayan metinlerden ibarettir.
Genel olarak bir çıkrık, çıkrığa sarılmış bir halat, halatın ucunda bir kova bulunur. Bu taşınır. Çünkü her kuyunun başına bırakılamaz. Bırakılsa çalınır. Çıkrığı kurmak, kovayı kuyuya indirmek, suya batırmak, doldurup çıkarmak, ayrıca bozulduğu zaman bunları tamir etmek, bunları taşımak ayrı bir iştir.
Bu sebeple kervan içinde bu işleri yapacak bir “varid” bulunur.
“Delven” veya “Delvehum” demeyip “Delvehu” demiş olması, çıkrığın kervana değil varide ait olduğunu gösterir. Üretici ekibin yanında genel hizmet ekibinin bulunması, ayrıca bakım ve tamircilerin olması, günümüzde de yapılan uygulamalara benzer.
Demek ki uygarlık gelişiyor, büyüyor, çeşitleniyor ama esas yapısı değişmiyor.
Canlılardaki evrim de böyledir.
قَالَ يَابُشْرَى
(QAvLa YA BuŞRAy)
“Ey buşra diye kavl etti.”
“Varid” kuyu başında kovayı kuyuya salıyor, kuyudan ses geliyor. Yusuf’un kovaya binmesini bekliyor ve kovanın içinde su yerine Yusuf çıkıyor. Kervan varidin sesini duyurabildiği mesafededir ama çok yakın değildir. Uzakta olan birisine hitap ettiğiniz zaman “Yâ/Ey!” Diye bir ses eklersiniz. Demek ki başa “Yâ” harfini eklemiş olması, kervanın uzakta olmasında dolaydır. Yoksa “Buşra” adında birisine hitap etmemektedir.
Demek ki önce varid kuyuya varıyor, kovasını salıyor, suyu çıkarıyor, sonra gelin diye bağırıyor. Burada ise “Buşra” diyor.
Eski çağlarda işçilik yaygınlaşmamıştır. İşçiliğin yaygınlaşması için paranın sikkeleşmesi gerekmektedir. Halbuki o tarihlerde henüz basılmış para yoktur. Çok sonraları, belki bin sene sonra Lidyalılar parayı icat etmişlerdir. Yaygın para olmayınca, mübadele ekonomisi olmayınca işçilik de olamaz. Ancak işbölümü ve işbirliği olmadıkça da uygarlaşma mümkün değildir. Bu sebepledir ki kâğıt para yaygınlaşmadan önce kölelik müessesesi güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
Kuyudan bir devenin çıktığını kabul edin, bu yolcuları ne kadar sevindirir. Şimdi insan çıkmıştır. Bulunan bu insan köle olarak satılacaktır. Bu satıştan kervana bir kazanç sağlanacaktır. Onun için “müjde” diyor. Kervana müjde olarak haber verdiğine göre kervandakilerin bunda payı olacaktır.
Avcılık döneminden beri kollektif üretim vardır.
Elde edilen mahsul üretime katılanlara eşit olarak paylaştırılır. Yöremizde biri balık avlama ağını alır, dereye balık avlamak için çıkar, ona komşulardan katılanlar olur. Onlar sadece derenin kenarında yürür, avlanan balıkları torbaya koyma işi de onlardan biri tarafından yapılır. Sonunda balık eşit olarak katılanlara paylaştırılır.
Bu usul o zaman da var olmalı ki, onlara “buşra” diye hitap ediyor. Yani onların hepsinin köle satıldığında payları vardır.
Demek ki bölüşümde emek payını alabilir, sermaye taşıdığı rizikodan dolayı payını alabilir. Bir de üretime katılmayanların payı vardır. Bu paya sahip olabilmek için onların içinde yaşamış olmak yeterlidir. Kur’an bu ilkeye dayalı olarak fakirlerin, yoksulların, yetimlerin ve yaşlıların hakları olarak bir pay almaktadır.
هَذَا غُلاَمٌ
(HAÜAv ĞuLAMun
“İşte gulam.”
“Ğulam” kelimesi çocuklardan erginliğe en çok yaklaşan kimsedir. On yaş ile onbeş yaş arası olandır. Onbeş yaşını dolduran artık baliğdir, ona “şa’b” denmektedir. Kur’an’da “feta” kelimesi geçmektedir. Demek ki Yusuf o zaman on ile onbeş yaş arasındadır. Biz on yaşına daha yakın olduğunu kabul ediyoruz.
Kölenin bu yaşta olanı tercih edilir. Satın alan istediği şekilde onu yetiştirir. Onbeş yaşına geldiğinde artık meslekî eğitimini tamamlamıştır. Onu o hâliyle kabul etmek gerekir.
Aralarında büyüyen bir köle onbeş yaşında iken daha kıymetlidir. Çünkü onun meslekteki kabiliyeti bilinmektedir. Yabancı köle ise istenildiği zaman eğitilmeye müsait olduğu için on yaşına yakın olan kıymetlidir.
“İşte oğlan” diye işaret zamiri ile ifade etmesi, onun kıymetli olduğunu gösterir. Bu sebeple Yusuf’un satıldığı zaman yaşı on yaşından biraz fazladır.
“Hâzâ” kelimesi marifedir. Nekrenin başına gelebilir, onu marife yapar. Bununla beraber “hâzâ” mübteda, “ğulamun” haber olabilir. Veya “haza ğulamun” mübteda olur, haberi mahzuf olur. Nekre işaretle takyid edildiğinde mübteda olabilir.
وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً
(Va EaSarRUvHu Bi WAGaTin)
“Onu bidaa olarak israr ettiler.”
“Bidaa” kelimesi o devrin parasıdır. Sikke, altın ve gümüş yoktur ama altın ve gümüş parçaları vardır. Tartılarak alınıp satılmaktadır. Daha doğrusu onunla mallar alınmaktadır. “But” et parçası demektir. Altın parçasına da “bidaa” denmiştir.
Bir şeyi almak için verilen şeye “semen” diyoruz. “Bidaa” da mal karşılığı olabilir.
Burada onu gizlediler yahut sakladılar diyor. Onu eşyalar arasına koydular anlamına geldiği gibi, onu bulduklarını gizlediler demek olabilir. Çünkü bulunan kimse köle olamaz.
Bu İslam fıkhında böyledir.
İbrahim şeriatında da böyle olabilir.
Yani, bu durumda kervandakiler günah işlemektedir.
Ama Yusuf’u ne yapacaklar? Köle olarak satmasalar ne işe yarayacak?
Ama kervan Yusuf’u iyi bir kimseye satmak istiyor. Çünkü kendileri satın almamıştır, harp esiri değildir. İbrahim’in şeriatında da köle yalnız savaş esiri olabilir şeklinde bir hüküm olabilir. İşte burada gizlenen onun parayla satın alınan köle olmayışıdır.
Yusuf onların ve Mısırlıların dillerini bilmediği için kendisi kimseye bir şey anlatamazdı. Yani gizlenen Yusuf’un bedeni değil hâlidir.
وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (19)
(Va elLAHu GaLyMun BiMAv YaGMaLUvNa)
“Allah amel ettiklerini biliyor.”
Buradaki “Ve” hâl vavıdır. Yani onların kuyunun içinde buldukları çocuğu götürüp köle gibi satmaları kötü bir işti. Yapacakları iş, civarda soruşturup çocuğu onlara bırakmak idi. Komşuları çocuğu babalarına iade ederdi. Onlar ise rastladıkları kimselerden çocuğu bulduklarını gizlemişler ve Mısır’da satmışlardı.
Allah’ın takdiri böyle idi.
Yusuf Mısır’a gidecek, orada mevki sahibi olacak, kardeşlerini oraya alacak… Babalarından öğrendikleri Mezopotamya uygarlığını ve Mısır’da öğrenecekleri merkezi yönetim sistemini sonra sentez edecek ve İbrani uygarlığını kuracaklar... Sonra bu uygarlık Hıristiyanlık ve İslâmiyet’le genişleyecek ve insanlık bugünkü uygarlığa ulaşacaktır...
Allah’ın bilgisi dahilinde ve O’nun takdiri ile olaylar oluşuyordu.
Hayatımızda buna benzer rastlantılarla karşılaşırız. Bugün “Adil Düzen”i ortaya koymakta olan insanların hep böyle beklenmedik rastlantılarla oluştuğunu zannetmekteyiz. Oysa hepsi Allah’ın bilgisinde ve O’nun takdiri ile olmaktadır.
“Ya’lemûn”daki zamir “seyyare”de olanlara râci olay olduğu gibi, Yakup ve çocuklarına dair de olabilir.