YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 15
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ أَفْتِنَا فِي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ(46) قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِنِينَ دَأَبًا فَمَا حَصَدْتُمْ فَذَرُوهُ فِي سُنْبُلِهِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تَأْكُلُونَ(47) ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ سَبْعٌ شِدَادٌ يَأْكُلْنَ مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تُحْصِنُونَ(48) ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ عَامٌ فِيهِ يُغَاثُ النَّاسُ وَفِيهِ يَعْصِرُونَ(49)
يُوسُفُ
(YUvSuFu)
“Yusuf”
Bundan önceki âyette beni gönderin diyor. Nereye gönderin mahzuftur. Ben size haber vereyim diyor. Kur’an’da beni filana gönderin demiyor ama beni gönderin demekle onları onlara izah etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü beni hapishaneye gönderin demiş olmaktadır. Kur’an burada büyük hazf yapmaktadır.
Onlara Hazreti Yusuf’tan ne kadar bahsetti, onun için ne dedi, kendi rüyasını anlattı mı? O hususlarda bir bilgimiz yoktur.
İkinci bir hazf daha vardır. Onlar da onu irsal ettiler. O da hapishaneye varıyor. Burada bütün bunlar atlanmış. Filmlerdeki teknik uygulanmaktadır. Film tekniğinde hadiseler sunucu tarafından anlatılmaz. Sahneler öyle ayarlanır ki seyirci sanki gerçekten o olayları yaşıyormuş gibi olur. Eğer sunucu açıklamada bulunsa o zaman seyirci sahneyi yaşamamış olur.
Burada hazfedilen üçüncü bir konu var. Kurtulan kişi hapishaneye vardı ve dedi denmesi gerekirken, bundan da bahsedilmiyor.
“Yusuf” kelimesi ile sahne doğrudan açılmıştır.
Burada kıssaları anlatırken veya seyirciye gösterirken karşılıklı hitap sanatını kullanmak gerekir. Çünkü seyirci kimin ne olduğunu bilmez ve takip edemez. Ama isimlerle hitap edilirse o kişilerin isimleri de öğretilmiş, kim olduğu belirtilmiş olur.
“Yusuf” denilerek bunun için hitap etmiştir. Buradaki hitap duyurma hitabı değildir. Sadece eski hatıraları tazelemektir. Kişiye ismiyle hitap etmek onunla olan ilişkiyi yakınlaştırır. Sen benim tanıdığım dostum ve arkadaşım demek olur.
Bugün bu metot çok daha önemli olmuştur. Hafızası kuvvetli olanlar kişilere isimleri ile hitap ederler. Böylece ona yakınlığını belirtmiş olurlar. Hafızası kuvvetli olmayanlar bu sebeple siyaset veya şeyhlik yapamazlar. Sekreterlerin özelliği bunları bilmek ve ona göre bilgi vermektir. İleride bilgisayardan da yardım alınacaktır.
Buradaki bu hitapla Kur’an bize bu oluşu anlatmaktadır.
أَيُّهَا الصِّدِّيقُ
(EayYuHav elÖıdDIyQu)
“Ey sıddık.”
“Sadık” kazib karşılığı, “mu’sib” muhti karşılığı gelmektedir. “Sıdk” yanlışın karşılığında doğru olan anlamındadır. “Sadaka” kökü “sandık” kökü ile yakındır.
İlk topluluklarda ortak hizmetlerin görülmesi için bir sandık bulunur. Oraya halk kendilerine düşen yükümlülüğü koyar. Bu kişilerin topluluğa sadakatlerini ifade ederler. Türkçede sandık kelimesi bu mânâda kullanılmaktadır. Ortak fon demektir. Batı dillerindeki “sendika” kelimesi de buradan gelir. Ortak fonları var demektir. Kocanın kadına verdiği mihir de Kur’an’da sadaka olarak geçmektedir.
Sadık olmak demek, sözünde durmak ve iyilik etmek demektir. Yalan söylememe de sadakattir.
Eski hapishane arkadaşı Hazreti Yusuf’a sadık ünvanı ile hitap etmektedir. Rüyayı tâbir etmiş ve rüya da doğru çıkmıştı. Başka bir deyimle rüyalar gerçekleşmişti. Kendisi kurtulmuş, arkadaşı asılmıştı. Eski arkadaş ona “sadık” demekle, onun nasihatlerini tasdik ettiğini ifade ediyor. Hazreti Yusuf peygamberin nasihatleri ona tesir etmiştir. Tek Tanrı görüşü, tüm insanlığın aynı mabudun kulları olduğu hakkındaki görüşleri şimdi tasdik ediyor demektir. Böylece Hazreti Yusuf Peygambere nerde olduğunu hatırlatmış oluyor.
İki kişi konuşurken biri şuurunda olmadan bir cümle söyler, bunu söyleten Allah’tır.
Mesela, Adnan Menderes bir cümle söylemiştir: “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.” O bunu söylerken bunun mânâsını tam kavramış değildir. Allah ona söyletmiştir. Mustafa Kemal de; “Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız” derken, onun üzerinde enine boyuna düşünmüş ve söylemiş değildir. O anda onun aklına o cümle gelmiş ve söylemiştir. Ama bu sözün bin sene sonra bile değeri olacaktır.
İşte, bunun gibi hapishaneye gelişinde ağzından böyle söz çıkmıştır. Aslında Allah orada o cümle ile çok şey anlatmaktadır. Sen rüya gördün. O rüya gerçekleşiyor. Melik seni görevlendirecek. Sonra azize sadık kaldın. İhanet etmedin. O sadakatinin mükafatını şimdi alacaksın. Demek ki Allah eski arkadaşının ağzıyla “ey sadık” demiş oluyor.
Bu izah bize neyi ifade eder?
Söyleyen değil söylenene bakacaksın. O sözü o kimsenin aklına getirip söyleten Allah’tır. O halde söyleyene değil söylenene bakacaksın. Ona göre Allah bunu neden söyletiyor deyip ona göre tedbir alacaksın, ona göre hükmedeceksin.
Tayyip beyle telefonla görüşürken, partilerin Meclis kararlarına bağlı olarak kapatılması yanlıştır demiştim. Bu söz benim aklıma o anda gelmiş ve ağzımdan çıkmıştı. Aslında ben bilinçli söyleseydim askerlerle ilgili maddenin yanlış olduğunu söylerdim. Ama o anda aklıma o geldi. Sonra ne oldu? O madde Meclis’ten geçmedi. O halde bana onu söyleten ile Meclis’te dokuz kişiye buna oy vermeyin diyen O’dur.
İşte bizim hayatımızda hareketlerimiz hep böyle kaderle ilgilidir. O bize söyletir, O bize yaptırır. Bizim sevabımız ve günahımız niyetimize bağlıdır.
أَفْتِنَا
(EaFTıNAv)
“Bize fetva ver.”
“Fetva vermek” demek kıyas yapmaktır. Rüyada görülenlerle gerçek hayatta olacaklar hakkında karşılaştırma yap ve bize olacakları söyle. Burada bize fetva ver diyor. Yani demek istiyor ki; bunu ben sormuyorum, biz soruyoruz; Mısır yönetimi soruyor.
Burada rüyayı kimin gördüğünü anlatmıyor ama “bize fetva ver” demekle rüyayı o görmemiştir. Melik görmüştür. Mısır ülkesi görmüştür. Eski arkadaşı bir köledir. Kendi kendine hareket edemez. Mutlaka sahibi tarafından görevlendirilmiştir. Sahibi etkili kişidir. Mısır’ın azizlerindendir. Bize demekle, rüyanın Mısır ileri gelenlerinden olduğunu ifade ediyor. İşte burada veciz ifade vardır. Teferruata inmiyor. Rüya görülmüş, tâbir edilmemiş, sonunda kendisine müracaat edilmiştir. Burada bunlar atlanıyor, yani hazfediliyor ve sonunda bize fetva ver deniyor. Konuyu dağıtmadan hemen girmiş olabilir.
Neden böyle yapmıştır?
Belki de bugün olduğu gibi mahpuslarla uzun görüşmeye izin verilmemektedir. Uzun uzun sohbet etmeye zaman yoktur. Sadece veciz bir şekilde “Yusufu, eyyuhassıddıku” denmiş olmaktadır. İşte, konuşmada bazen çok kısa kesmen gerekir. O zaman mânâlı söz söylersin. Buradaki durum budur. Bunun başına “kâle” getirilmemiştir. “Ve kâle” denseydi başka şeyler söyledikten sonra bu cümleyi söylemiş olurdu. Sadece “kâle” denseydi, o zaman başka bir şey söylediği anlaşılırdı. Bu taraflar hazfedilmiştir.
Başka bir konu da, bir şeyi anlatırken önemli olan noktalara temas edersin. Gereksiz şeyleri atlarsın. İşte burada da bu yapılmaktadır.
Hazreti Yusuf’un eski arkadaşı gereksiz hikayeler yerine konuyu ortaya koymaktadır.
Genellikle Türkiye’de önce sohbetler yapılır. ‘Nasılsın, iyi misin’ muhabbetine girilir ve başka hikâyeler anlatılır, konuya en sonunda gelinir. Bu yanlıştır. Bir kimseden randevu istediniz mi başka konular konuşulmamalıdır. Konu ile ilgili söze başlama yapılmalıdır. Randevu veren de başka konuları araya sokuşturmamalıdır. Onun için ayrı randevu istenir.
فِي
(FIy)
“Hakkında”
Buradaki “Fî” iftina ile müteallaktır. Fetva ver. Buradaki “Fî” zarf değildir. Yani fetva rüyanın içine girmeyecektir. Aksine rüya fetvanın parçası olacaktır. O halde “Fî” yalnız zarf için gelmez. Bazen mazrufun üzerine gelir.
Dilin böyle bir özelliği vardır. Bu söyleyiş mecazidir. Yani gerçek mânâ verilemediği zaman verilir. Yahut müşterektir. Asliyeti zarftır. İşte usulü fıkıh böyle oluşur.
Kur’an üzerinde çalışacaklar “Fî” harfinin değişik mânâlarını sıralarlar. Ancak dilciler bunun hakikat mı müşterek mi, tercihli mecazi veya tercihli müşterek mi olduğunu belirtmezler. Maani ve usul ise bunlar üzerinde durur.
سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ
وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ
(SaBGı BaQaRAvTın SıMANın YaEKuLuHunNa SaBGun GıCAFun
Va SaBGı SuMBuLAvTın PuWaRın Va EuPaRa YAvBıSAvTin)
“Yedi siman bakar onları yedi ıcaf ekl ediyor
ve yedi hudar sümbül diğeri yabis.”
Âyet aynen tekrar edilmiştir, yani itnab yapılmıştır. Orada bunun aynen tekrar edileceği yerde âyette bu rüyadan hiç bahsedilmez, Hazreti Yusuf’un tarifi verilirdi. Biz son derece kolay anlardık ki Hazreti Yusuf’a bunlar anlatılmış, o da bu hususta fetva vermiştir.
Kur’an’da böyle tekrar edilmiş âyetler vardır. Bazen küçük değişiklik yapılır. Burada “Fî” girdiği için “seb’un” “seb’in” olmuştur. Kıssalarda veya temsillerde de böyle tekrar eden sözler olmalıdır. Kur’an bunu niçin yapmıştır?
İfadelerin seçilmesinde hikmetler vardır demektir. Aynı kelime ve cümle yapıları aynen tekrar ettiğine göre bu sözler özel mânâ taşımaktadır demektir. Siz birine bir şey söylediğiniz zaman sözlerine önem verdiğinizi ifade etmek için tekrar edersiniz, vurgu yaparsınız. Mesela dün burada olmadığınızı ifade etmek için ‘Ben Ankara’ya salı günü gittim bugün sabah geldim’ dersiniz. Sonra karşı taraf hâlâ bir şeyi sizin yaptığınızda ısrar ediyorsa siz cümleyi aynen tekrar edersiniz. Böylece üstelersiniz. Mânâyı anlayın dersiniz. Kur’an da bu rüyayı bize iki defa söylemiş, bizim dikkatimizi rüya üzerine çekmiştir Şimdi tekrar edilerek Hazreti Yusuf’un yorumları hakkında karşılaştırma yapılacaktır. Mukayese ederken örnek de hazır olmalıdır. Kıyasta illeti ve hükmü söylemek yetmez, o ifade aynen tekrar edilmelidir. Bunu bize öğretmek için Allah bu âyeti aynen tekrar etmiştir.
Şu soruları soracaksınız: Neden yedi inek? Neden nekire neden dişi kurallı çoğul? “Hudrın” kelimesi “ahdar”ın çoğulu mudur? “Uhar” kelimesi nasıl oluyor da diğer yediye tekabül ediyor?
İşte bunların üzerinde bir daha, bir daha düşünün, yorumu ve kıyası buna göre yapın demektir. Daha doğru bir deyişle Hazreti Yusuf bunlara dikkat ederek yorum yapmıştır.
Burada görülen rüya kadar, o rüyanın rüyayı gören tarafından ifadesidir.
Burada çok önemli bir husus vardır. Usulcüler olayları değil olayların dil ile ifadesini esas alırlar. Birisi bir videoyu gösterse, fakih buna bakarak bir hüküm çıkaramaz. Olay dil ile ifade edildikten sonra o artık delildir. Bunun anlamı şudur ki, onu gören ne kelimelerle ifade etmişse bizim için o önemlidir. Bize her ne kadar böyle söylüyorsa da onu öyle görmemiştir böyle söylemiştir deyip yorumlar yapamayız. Mahkemeye filmi gösterip şahitlik yapamayız. Ağzımızla ifade etmek durumundayız. Biri kameraya alsa, sonra başkası o kamerayı yorumlasa; bizim için yorumlayanın sözleri önemlidir. Kamerayı çekenin fiili delil teşkil etmez. Yorumlayana delil olur.
İşte burada bu âyetin tekrarı ile bu kural öğretiliyor. Yorumlanan rüyanın kendisi değil, rüyayı anlatan melikin sözleridir. Melik madem ki rüyayı öyle ifade etmiştir, öyle anlatma onun bilinç altına gelmiştir. O halde yorumlanacak olan o sözlerdir, görülen rüya değildir.
Hayat gerçeklerle değil, bizim onları bildiğimize göre oluşur. Kur’an icma ile bugünkü haliyle bize intikal etmiştir. Farz edelim ki Kur’an cem edilirken hata yaptılar ve bir şeyi bize yanlış intikal ettirdiler. Biz onu Kur’an kabul etmek zorundayız. Gerçeği araştırıp bulsak bile, bizim bildiğimize değil, bize gelmiş olan Kur’an’a uyarız. Çünkü biri bizim içtihadımızdır, diğeri ise icmadır.
لَعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ
(LaGalLIy EarCıGu EiLa enNaSi)
“Umulur ki nâsa rücu edeyim.”
İnsan kendi kendisine emredemez. Ama yapması gerektiğine karar verirse o zaman “Lealle” kelimesi getirilir. “Gel, gelsin” emir sigasıdır. “Gele, gelsin, geleyim” kendi kendine ilzam sigasıdır. “Geleceğim” demek haber vermektir. “Geleyim” kelimesi emir değildir. “Gelim” demiyoruz, “geleyim” diyoruz.
İşte Arapça bu iltizam sigası “Leallî” olarak ifade edilir. Rücu edeyim demektir.
“Racea” geri dönmek demektir. Onlar göndermişlerdi. Haber bekliyorlardı. “Bana fetva ver de ben de görevimi yapayım” diyor. Yani, ‘ben merak ettim öğrenmek için geldim’ demiyor da, “onlara rücu edeyim” diyor. Yani fetvayı öğrenmek amacıyla sormuyor. Mısır bu tâbire göre hareket edecek, rüyanın söylediklerini uygulayacak.
İşte büyük yöneticilerin özelliği budur. Bir sorun içinde kaldıkları zaman halka başvururlar. Herkes görüşünü bildirir. Çözüm üretilir. Son karar melikindir. Ama melik bu kararı halkına danışarak verir.
Bizim yöneticilerimiz önce halkına değil müstevlilere danışıyorlar. Onların emellerine hizmet ediyorlar. Avrupa’ya, Amerika’ya miyarlar harcayarak öğrenci okutuyorlar. Biz onlara kapılarının dibinde Allah’ın sözlerini anlatmak istiyoruz ama onlar bizi duymak bile istemiyorlar! Baykal ve Bahçeli bizi tanımıyor. Belki onlara karşı bizim eksiklerimiz vardır. AKP ve SP yöneticileri ise bizi çok yakından tanıyorlar ama bizden nasıl kaçacaklarını aramaktadırlar. İşte Mısırlılar böyle yapmıyor. Görülen rüyayı değerlendirmek için seferber oluyorlar. Rüyanın tekrar edilmesinin başka bir hikmeti de bizim buna önem vermemizdir. Bir rüya ama Mısır ile alakadar. Buna işaret etmek için “ile’n-nâsi” diyor. Sorun ülke sorunu olmuş, insanlık sorunu olmuştur. İnsanlar işsiz ve aç, dilenerek yaşıyorlar.
“Nâs” aslında bir toplulukta bulunan halk anlamındadır. Bununla beraber Cuma cemaatine nâs dendiği gibi il halkına, ülke halkına da nâs denir.
Mısır anlayışına göre Mısır insanlık demekti. Dolayısıyla “nâsa rücu edeyim” derken, tüm insanlar rüyanın tâbirini bekliyorlar demektir. Melikin gördüğü rüya ile herkes ilgilenmiştir. Meliklerine bu derece bağlıdırlar.
Şimdi, diyelim ki Erdoğan rüya görse; güleceklerdir diye anlatmaz bile.
Büyük topluluklar böyle birbirlerine ve başkanlarına bağlı topluluktur.
Türkiye böyle bir topluluk seviyesine ulaşır mı? Bunun için neler gerekir?
Başkan orgenerallerden seçilecektir. Yüzde beş oy alan her parti bir aday gösterebilecektir. Sonra milletvekilleri sıralama yapacaklar, böylece bu başkan seçilecektir.
Bu başkana Türk milletinin bağlanabilmesi için onun ne gibi özellikleri olacaktır?
1- Bu başkan Türkiye’deki on iki bölge merkezine birer orgeneral atayacaktır. Her orgeneral kendi ordusunu istediği gibi düzenleyecektir. Bölgesi dışındaki halktan kendisine er olması istenecektir. Bedelli olmayanlar ordularını yani ordu komutanlarını seçeceklerdir. Yeter sayı bulamayan ordudan ayrılacaktır. Böylece herkes kendi meşrebinde uygun bir orduda askerlik yapacaktır. Başkan ise bunların baş komutanı olacaktır.
2- Başkanın kendisi ve eşleri son derece iffetli yaşayacaklardır. Çok eş alabilir ama gizli kaçamak ilişkilere girişemez. Eşleri ve kızları örtülü olurlar. Ulusun örf ve âdetlerine uymayan hareketleri yapmazlar. Kumar oynamazlar, içki içmezler. Türk milleti genel olarak kendisi namaz kılmaz ama namaz kılanı sever. Kumarcıdan hoşlanmaz.
3- Başkan dindar olmalıdır. Kendi mezhebine göre ibadetlerini muntazaman yapmalıdır. Dini kültürüne vâkıf olmalıdır. Başkanlıkta tamamen laik olmalıdır. Yani kendi dininde ve ırkında olanları ayırmamalıdır.
4- Başkan halkla temas etmelidir. Ama kendi vakarını korumalıdır. Hayatında sade olduğu kadar asil olmalıdır. Servet biriktirme cihetine asla meyletmemelidir. Başkanken edindiği malları çocuklarına değil halefine bırakmalıdır.
İşte, bir gün bu millet böyle bir başkan görürse ona bütün varlığı ile bağlanır. Onun sorunları basit bir rüya da olsa tüm halkın sorunu olur. O ülkede yaşamak da büyük zevktir.
لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ (46)
(LaGalLaHuM YaGLaMUvNa)
“Böylece onlar öğrenirler.”
Burada da “Lealle” gelmiştir. Bilmeleri gerekir. Bilsinler diye ben onlara anlatırım.
Topluluklarda aslolan birlikte hareket etmedir. İşleri başkan yapmaz, halk yapar. Başkanın görevi halk arasında birlik sağlamadır. Halk ne yağacağına birlikte karar verir. Başkanları emretmez ama tavsiye eder. Yani başkan halka zorla bir şey yaptırmaz. Halk başkanın dediklerini ona olan saygısından dolayı yapar.
Burada “melik bilsin” demiyor da “nâs bilsin” diyor.
İlim, ne yaparsak ne sonuçlar doğar, onu bildirir. Bunu bilmek ilimdir.
Rüya ne söylüyor, ne yapmamızı istiyor? Rüyada emir var mı, böyle yapın var mı; yoksa sadece haber mi var? Biz rüyaları nasıl değerlendirmeliyiz? Onun haber verdiğini öğrenip de beklemek mi, yoksa rüyaya göre tahliller yapıp gelecekte olacakları öğrenip ona göre hareket etmek mi?
Kur’an’da gaybı Allah bilir ifadesi vardır. Oysa bu sûrede rüya tamamen olacakları haber vermektedir. Hazreti Yusuf o bilincin içinde olayları sabırla karşılamaktadır. Peki, rüya ile öğrendiğimiz gaybı bilmek demek değil midir? Öyleyse gaybdan haber vermek günah değildir. Gereğinin yapılması gerekir.
İnsan gelecek hakkındaki bilgiyi nereden edinir?
En basiti, insanın içine bir duygu doğar, sezi belirir. Sonra da o gerçekleşir. Aklınıza gelen bir fikri planlarsanız, o sizin geleceği bilmeniz anlamındadır. Diğer bir bilgi kaynağı da görülen rüyalar ve bunların yorumudur. Seziden daha kuvvetlidir. Osmanlıca “hissi kable’l-vuku” demektedirler. Olay olmadan o olayın olacağını hissetmedir. Bunun dışında İlâhi kitaplar vardır. Bunlardan bilgi edinir, gelecek hakkında söz söylersiniz.
Biz Kur’an’dan “Adil Düzen”in geleceğini kesin olarak biliyoruz. Halbuki bugün insanların binde biri bile buna inanmamaktadır. Yarın “Adil Düzen” geldiği zaman bu satırları okuyanlar bizim kâhinliğimize değil, Kur’an’ın bildirdiklerine inanmalıdırlar.
Geleceği bilmenin en önemli yolu müsbet ilimdir.
Doğal akış ve doğal kanunlar gelecekte olacakları size bildirir.
***
قَالَ
(QAvLa)
“Kavl etti.”
Hazreti Yusuf’a hitap edilerek Hazreti Yusuf’tan rüyanın tâbiri istenmemiştir. Kendisinden fetva istenmiştir. Fetva demek ne yapmaları gerektiğini anlatmasıdır. Hazreti Yusuf rüyanın teker teker tâbirlerini yapabilir, neyin ne mânâya geldiğini anlatabilirdi. Hazreti Yusuf doğrudan ne yapmaları gerektiğini veya ne yapacaklarını haber veriyor. Rüyanın bildirdiğini kendi bilgisini de katarak olayların nasıl cereyan edeceğini anlatıyor.
تَزْرَعُونَ
(TaZRaGUvNa)
“Ekersiniz.”
Rüyanın tâbirini ekersiniz veya ekeceksiniz diyor. Rüyada ekme ile ilgili bir işaret yoktur. Ama yedi semiz inek ve yeşil başak bolluk demektir, tarım bolluğu demektir.
Çiftçilik dönemine gelindiğinde insanlar hayvanlarını meraya salmadılar. Tarlaları ektiler ve harman yaptılar. Tohumlarını kendileri yediler, samanı da hayvanlarına yedirdiler. Hayvanlar insanlara süt verdi. Dışkıları tarlalarına gübre oldu. Böylece artık vermeden pislik yapmadan döngülü hayat başladı.
Tarım döneminin çözdüğünü bugün sanayi döneminde çözemiyoruz. Sanayi artıklarını geri döndürüp tekrar kullanılacak hâle getiremiyoruz. İlk canlı çevreye yayılıyor pislikler arkada kalıyordu. Tüm denizler bitince bu artıkları ortadan kaldıracak varlıklara ihtiyaç hâsıl oldu. Bakteriler türedi. Hücre parçalandı. Çekirdeksiz varlıklar oluştu. Onların pisliklerini de ortadan kaldırmak için virüsler ortaya çıktı. Bunlar yetmedi. Bitkisel hücrelerin yanında hayvansal hücreler ortaya çıktı. Bunlar temizleme ekibi oldu.
Bugün canlılar arasında denge vardır. Tüm varlıklar geri dönüşümlüdür. Buna uymayan tek varlık insandır, çevreyi kirletmektedir.
Semiz hayvan yeşil başak bolluk ve berekettir. Ama bu ikisi tarımın getirdiği bolluk berekettir. Çünkü ikisi tarımın ana mallarıdır. Ziraat edersiniz tabirini buradan çıkarmıştır. Ekmelisiniz demiyor, ekeceksiniz diyor. Çünkü rüya öyle.
سَبْعَ سِنِينَ
(SaBGa SıNIyNa)
“Yedi sene”
Bundan önce “bid’a sinîn” kelimesi geçmiştir. Burada da “yedi sene” geçmektedir. Bu rüyada bulunan yedi inek ve yedi başak.
Burada rüya tabirinden başka kural öğreniyoruz. Bu da ayrı ayrı varlıklarda görülmesi, dikkatin ona çekilmesidir. Beyaz elbise giyen bir insan ile beyaz çiçekli bitki görseniz, burada dikkatiniz beyazlığa çekiliyor demektir. Başağın da yedi ineğin de yedi olması, ziraatta ortak olan yedi şey demektir. Bunun yıl olacağı son derece açıktır. Hazreti Yusuf böylece yedi yılı tarım dönemleri olarak tevil ediyor. Yedi yıl ziraatın yapılacağını ifade eder.
Burada bir rastlantıdan bahsedeceğiz. O da bolluk yıllarının darlık yıllarına eşit olmasıdır. Rüyada böyle olacağı bildirilmiştir. Ama neden yedişer yıl olmuştur?
15 yaşında olayın geçtiğini kabul edersek, orada da 9 yıl kaldı kabul edersek 24 yıl eder. 24’e 14 eklerseniz 38 eder. 7 sene güneş senesidir. O halde “sinîn” peş peşe gelen yedi demektir. Hazreti Yusuf da kırk yaşlarına yaklaştığı zaman Mısır’da görevlenecektir. Bu da erginlik çağına ulaşma anlamındadır. Buna göre 40’a ulaşmak için dokuza 17 daha eklemek gerekmektedir. Demek ki Hazreti Yusuf’un başından geçen macera 17 yaşlarında olmuştur. Hapishanede de 9 sene kalmıştır. 14 yıl da görevde kalmıştır. Kırk yaşında iken anne babasına ve kardeşlerine kavuşmuştur. 24 yaşında görev almıştır.
Bu tür hesaplamalar yaklaşık yıllar bulunduğu için bir metottur. Astronomide ve jeolojide de böyle tahminler yapılır. Birbirini destekleyen tahminler bizi gerçeklere yaklaştırır. Kur’an’da neden “bıd’a sinîn” dediğini burada daha iyi anlıyoruz. Bize tahmini hesaplama metotlarını öğretmektedir.
دَأَبًا
(DaEıBan) ,
“Peş peşe”
Kur’an ay ve güneşin arka arkaya gelmesi için “daiben” diyor. Buradaki “deebe” kelimesi ara vermeden yedi yıl ekersiniz demektir. Genel olarak bolluk yılları ile kuraklık yılları peş peşe gelmektedir.
Yerin iklimine neler etki eder?
Gökten gelen ışıkları süzecek ozon tabakası gibi tabakalar vardır. Bu tabaka kalınlaşırsa yeni ozon üremez. Çünkü güneşten gelen ışık ozonsuz tabakaya ulaşamaz. Buna karşılık kalın tabaka içinde ozon kendi ömrü içinde bozulur ve incelir. Bu sefer güneşten gelen ışınlar ozon altı tabakasına ulaşır ve yeniden ozon üretmeye başlar. Önce fazla güneş ozonu geçer. Böylece işte güneş ışığının atmosfere fazla girmesiyle buharlaşma çok olur. Yağmurlar yağar. Güneş tabakasının atmosferden girmemesi sonucunda buharlaşma azalır ve yağmur az olur. O halde iklim değişikliği periyodik olur. Bunun dışında güneş lekelerinin de etkisinin olduğu söylenmektedir. Bu da doğru olabilir. İki etkinin periyotlarının farkı ile girişim olur. Büyük etkiler doğar. Henüz iklimi etkileyen bu periyotların hesabını yapamıyoruz. İlim ilerledikçe yeryüzünün doğru modeli bilgisayarda kurulursa, o zaman bu periyotlar için bilgimiz olacaktır. Bunun dışında su dağlarda ve kutuplarda kar olarak depolanır. O zaman yeryüzünden sular çekilir. Bulut olmaz. Karlar erimeğe başlar. Bütün bu tür periyodik olaylarda Güney Kutbu ile Kuzey Kutbu arasında fark vardır. Biri denizdir, biri kardır. Bunlar farklı yerlere farklı etkiler yapar.
“Deebe”nin başka anlamı kural olur. Yani mutat şekilde ekilmesidir. Yedi yıl eskisi gibi ekersiniz diyor.
فَمَا حَصَدْتُمْ
(Fa MAv XaSadTuM)
“Hasat ettiğinizi”
“Fa” harfi gelecek yedi yılın arkasında yedi yıl geçecektir demektir. Arada boşluk olmayacaktır. Rüyada bu konuya temas etmişti. Burada Hazreti Yusuf bunu “Fa” harfi ile tasrih ediyor.
Şimdi bir soru aklımıza gelebilir. Yedi yıl eşit derecede bolluk olacak. Ondan sonra yedi yıl eşit derecede kıtlık olacak. Yani tedricilik görülmüyor. Oysa doğal olaylarda böyle sıralama yoktur. Burada böyle olduğu anlaşılıyor.
Tarımda belli sistem vardır. Mesela, mısır yüz günde yetişir. Yüz gün yağmurlu giderse bolluk olur. Yüz gün değil de doksan gün yağmurlu gitmezse, tam mahsul vereceği zaman su alamadığı için o işe yaramaz olur, kıtlık olur. Yani yağmurların azlığı ve çokluğu, yağmurun yeter zamanda yağıp yağmadığı şeklinde olmasıyla ilgilidir. Böylece olay yıldan yıla tekrar ettiği için ya hep ya hiç sistemi uygulanmış olur. Fizikte ve kimyada, hattâ biyolojide ya hep ya hiç vardır. Döllenme olursa yavru olur, olmamışsa olmaz. Yarım çocuk olmaz.
“Mâ” burada mâ-yı mevsuledir. Nekredir.
“Hasadtum” mazidir. “Fa”dan sonraki durumu ifade eder, yani yedi bolluk yıldan sonra gelen zamanın hikâyesi olur. Neyi hasad etmiş olursanız demek olur.
Arapçadaki hikâyeleri böyle fiili mâzi ile fiili muzari tefrik ederek hikaye etmiş olursunuz. Buna “Fa” harfi da delalet eder. Muzariden gelen mazi geleceği hikâye etmiş olur. “Mâ” burada şart harfi olur. Şart harfinden sonra gelen mazinin muzari mânâsı buna göredir.
Kur’an baştan sonuna kadar bu yolla okunursa bu konular çok net olarak öğrenilmiş olur. Biz bu metodu geç bulduğumuz için çok az yol aldık. Bizim seminerlerimizi takip edenlere öğütleyeceğimiz şey şudur: Bu çalışmalara genç yaşta başlayınız. Bir diğer önemli öğüdümüz de birlikte yapmaya başlamanızdır.
فَذَرُوهُ فِي سُنْبُلِهِ
(Fa ÜaRUvHUv FIy SuNBuLiHIy)
“Onu sümbülün içine bırakınız.”
Burada bırakılan hasat edilendir. “Mâ”dır. Müfret zamir gitmektedir.
Başaklar devrilir. Bir araya getirilir. Hasat yapılır. Buğday olarak depo edilir. Ne var ki birbirlerine yakın iken etki ederler ve çürürler. Çürümesini önlemek için başağında bırakılır. Başaklar yığın yapılır. Üstünü yağmurdan korursanız bozulmaz ve çürümez. Meyveleri kabukları içinde korumak gerekmektedir.
Hazreti Yusuf peygamber bu teknolojiyi anlatmaktadır.
Bugün dahi buğdayın depolanması bu usulle yapılmalıdır. Bugün ambarlar dolduruluyor. Sonra aktarma yapılıyor, havalandırılıyor. Bu bir teknolojidir. Ama başakta saklama kadar verimli değildir. Başakta sakladığınız zaman yeni harman yapılmış gibi taze olur. Taze meyvelerin taşıdıkları maddeler vardır. İnsanları besleyen besinler vardır. Karbonhidratlar ve azotlu besinler çeşit olarak az sayıdadır. Bunun dışında besinlerde vitaminler vardır, enzimler vardır. Bunların sayıları çoktur. Bunların bozulması ile besin bayatlar. Taze besinin tadını bulamazsınız.
Burada anlatılanın anlamı budur. O halde biz de besinleri dondurmadan sıfır derecenin, hattâ dört derecenin üstünde ve aşağısında saklamalıyız.
Hazreti Yusuf bu teknolojiyi nereden bilmiştir?
Rüyadan bilmiştir. Yeşil başak ve kuru başak. Yedi yıllık başak. Rüya bunu öğretmektedir. Mısırlılar bu teknolojiyi biliyorlar mıydı? Belki doğal olarak yapıyorlardı. Ama bunun bilincinde değildiler.
Burada Hazreti Yusuf’un rüyada teknolojiyi istidlâl etmesinden anlıyoruz ki; rüyadan yararlanarak teknik ve ilmî gelişme alanında ilerleme kaydederiz.
Biyolojide bir şey görürsünüz. Neden böyledir diye sorarsınız. Mesela, kaşlar neden gözlerin üzerindedir? Gözü yağmurdan korumak için olarak keşfedersiniz.
İlmî çalışmaların temeli soru sormaktır. Alacağınız cevap kabule dayanır, varsayımdır. En çok kabul gören varsayım ilim olur. Allah bize böyle eksik ilim vermiştir.
Biz bir şeyi yorumladığımız zaman o uydurma olur.
Ama sermaye bir şey yaparsa o mutlak hakikat olur!
Rüyada da aynı metodu uygulayacağız. Sorular soracağız, cevaplar alacağız. Sonra denemeler yaparak tahkik edeceğiz. Demek ki, rüyanın hiçbir yararı olmazsa, neden böyle gördüm derseniz, üzerinde düşünmeye başlarsınız. Düşünme sayesinde bulmuş oluruz.
Bir örnek verelim: Cevizin yüzeyini büyütmek için girintili çıkıntılıdır. Acaba ceviz yüzeyini neden büyütmektedir? Bu sorunu çözebilmemiz için yüzü düz olan fındıkla karşılaştırabiliriz. Fındığın dışında havalanmasını sağlayan yaprakları vardır. Fındığı dallardan topladığımız dış yaprakçıklardan çıkarmazsak daha uzun zaman bozulmaz. Fındığı kabuklu ama yapraksız saklarsanız daha az zaman dayanır. Fındığı kabuğundan çıkarırsanız daha az zamanda bozulur. Fındık bozulmaya içten başlar.
Peki, cevizin fındıktan farkı nedir?
Ceviz olgunlaşınca onun çevresinde bulunan yeşil tabaka çürümeye başlar. Ceviz olgunlaşmadan önce hayvanlar yemesinler diye zehirli bir maddeyle kaplanmıştır. Olgunlaşınca da bizim çıkarmamıza gerek kalmadan ceviz dış kabuktan ayrılır.
İşte, ceviz yapraklı dış kabuğu ile saklanması mümkün olmadığı için başka teknoloji geliştirmiştir. Yüzeyini büyütmüştür. Bu ne yapıyor? Kuru halde saklanması için kabuk tarafından beslenmektedir. Belki de hava almaktadır.
Benim izahım, bir başkası daha doğru izah getirmedikçe benim varsayımım doğrudur.
İşte, sermaye bu metodu kullanarak ilmî faaliyetleri elinde tutmaktadır.
Rüyalar için de bu suretle varsayımlar geliştirebiliriz. Daha iyisi bulununcaya kadar o varsayımlar doğru olur.
إِلاَّ قَلِيلاً مِمَّا تَأْكُلُونَ (47)
(EilLAv QaLİyLan MınMAv TaEKuLUvNa)
“Eklettiğinizin kalili dışında olanları.”
O sene yiyeceğimizi başaktan ayırırız, torbalarda saklarız. Ama senelerce saklanacaklar başaktan ayrılmaz.
Besinlerin saklanması tarihin en önemli sorunu olmuştur. Besinlerin saklanması sorununu çözmek demek uygarlaşmak demektir. Rüyada kuru başak görülmesi saklanmanın başka olmasını ifade eder. Ancak o yılın ihtiyacı kadarı harman yapılır.
“Eklettiğiniz” diyerek ekmeğin ana besin olduğu ifade edilir. İnsan meyve yiyecek şekilde yaratılmıştır. Genellikle meyveleri pişirmeden yeriz. Elma, armut, portakal, domates hep pişmeden yenir. Hayvani besinler ise genellikle pişirilir. Bununla beraber kabak gibi pişirdiğimiz meyveler de vardır. Tahılların hemen hepsi ise pişirilerek yenmektedir. Hayvanlar için de saman yapılıp yedirilmektedir. Samanın da bozulmaması için başaklar sapları ile saklanmalıdır. Çünkü orada olan su ile uzun zaman tohum beslenmektedir. Tamamen yeni teknoloji ile saklamalıyız.
Karadeniz’de mısırları birbirine bağlayarak yatay uzatılan ağaçlara asarlar. Bu husustaki temel çalışma şudur. Çok az su verirseniz besin kemikleşir ve yenmez olur. Çok fazla rutubet yaparsanız çürütücü bakteriler onu çürütür ve çimlendirirler. Yapacağınız iş yaşaması için gerekli su ve besinin verilmesidir. Sıcaklığı, soğukluğu, ışığı o şekilde yapmalıyız ki yaşamasına devam etsin ama canlanmasın.
Kur’an bize bu teknoloji hakkında bilgi vermektedir. Kıyas yoluyla geliştirebiliriz.
***
ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ
(ÇumMa YaETIy MiN BaGDi ÜAvLiKa)
“Sonra bunun ba’dinden ety eder.”
“Sümme” gelmiştir. Bu “Sümme” nereden sonradır? Aradan ne zaman gelecektir?
Ziraat edersiniz. Yedi defa yedi sene ekersiniz. Her seneden sonra yedi yıl geçer anlamında “Sümme” olabilir. Yahut yedi yıldan sonra kıtlık olmayan bolluk olmayan seneler de geçebilir. Yani bolluktan sonra hemen kıtlık yılları gelmeyebilir. Arada normal yıllar geçmiş olabilir.
Bu mânâyı vermemize aşağıdaki ifade mânidir. Orada kıtlık yıllarından sonra normal yıllar gelecektir deniyor. Dördüncü ihtimal olmadığına göre arada başka bir şey giremez. Bununla beraber yine bolluk yıllarına işaret etmiş olabilir.
Biz bildiğimiz değil de burada anladığımız mânâyı vermeye çalışalım.
“Min ba’di zâlike”de işaret edilen neresidir?
Yedi bolluk yılıdır. “Zâlike”nin işaret ettiği mânâ budur. Bunu bundan sonraki işaret de teyit etmektedir. O da yedi darlık yılı göstermektedir. “Ba’de z’alike”ye “kable zâlike” sözünden hemen sonra mânâsı verilemez. Ba’de ve kable ilk ve son sınırı bildirir, sonra olmaz mânâsına gelmez. “Kable tului eş-şemsi” bunun delilidir.
“Sümme” bunların anlaşılabilmesi için benim için teşabüh vardır.
“Ety” kelimesi getirilmiştir. “Cae” denmemiştir. Çünkü yıllar içinde kıtlık ve darlık yılları akacaktır. Kıtlık ile darlık yılları arasında bir boşluk olacaktır. Yani normal yıllar gelecektir. Bunun kaç yıl süreceği zikredilmemiştir. Ama “Sümme” bunu ifade eder. Yedinin yarısını alabilir. Yani periyot on sene sürecektir. İkinci periyot da on yıl sürecektir. Yirmi yıllık devreleri ifade ediyor.
Bu hususta verdiğimiz mânânın isabet derecesini ölçmek için yağmurların yağış miktarları arasında yirmi yıllık bir periyodun olup olmadığını araştırmamız gerekir.
Mısır tarihinde bu yıllardan mutlaka bahsedilmektedir.
Kaç yıl sürmüştür?
Tevrat’ta da anlatılmaktadır. Bunların araştırılmasından sonra bizim yorumumuzda yanılgı olup olmadığı anlaşılacaktır.
سَبْعٌ شِدَادٌ
(SaBGun ŞıDADun)
“Yedi şidad”
Buradaki yediden maksat yedi senedir. Sayı sene müennes olduğu için müzekker gelmiştir. “Şidad” müzekker bir kelimenin sıfatı olduğu için yedi de olsa müzekker gelmiştir. Bundan sonra da “te’külühünne” denmeyecek, “ye’külühünne” denecektir. Dişilerin kuralsız çoğulları erkek gelir.
Şiddetli yani sıkıntılı yıllar gelecektir denmiş oluyor.
Buradaki “şidad”ın anlamı yağmursuz anlamına gelebilir. Denizlerde buharlaşma olur. Kuru bulut meydana gelir. Güneş yere inmez. Dolayısıyla denizden sular buharlaşmaz. Gelen güneş kuru bulutlardan uzaya geri gönderilir. Buradaki “şidad” kelimesi bunu ifade etmektedir. Hava su buharı ile dolmaya başlayınca basınç meydana gelir, sıkı olmuş, şiddetli olmuş olur. Su buharı yeter seviyeye ulaştığında birden patlar. Havanın soğuması ile patlar ve boşanır. Sıkıcılığı kaybolur. İşte yedi yıl böyle bir patlama olmadan yağmursuz geçecektir. Havadan yağmur boşanınca kuru bulutlar kaybolur. Güneş denizlere iner ve sular buharlaşır. Yıl içinde bollanır, böyle gider.
يَأْكُلْنَ
(YaEKuLNa)
“Ekl ederler”
Buradaki “seb’a/yedi” sayıdır; yedi senedir. Yedi müennestir. Dolayısıyla “Ye” harfi gelmiştir. “Te” gelseydi “siz ekledersiniz” mânâsı çıkardı. Yukarıda anlattıklarımızda hata vardır. Onu bulup düzeltmeyi de size bırakıyoruz.
Bizim yaptığımız tefsirler müçtehit olmak için çalışanlara aittir. İttiba edecekler tefsirimizden amel etmeye kalkışmasınlar. Bediüzzaman, ciheti imaniye bakımından ben çalışıyorum, içtihatla ilgilenmiyorum diyor. Bizim çalışma alanımız da usuldür.
Eskiden tefsir usulü ile fıkıh usulü arasında fark vardı. Dolayısıyla müfessirler fakih olmuyordu. Bunun sebebi, müfessirler fıkıhçıların usulü ile tefsir yapamamışlar, onun için benimsememişlerdir. Kelamcılar da öyle. Oysa bizim çalışmalarda usulde farklılık görmedik; tefsir, fıkıh ve kelama göre birlikte yaptık. Aynı kuralları uyguladık. Bize göre kelam usulü ile fıkıh usulü arasında sadece sonuçlar bakımından fark vardır. Usulü fıkıh bakımından fark yoktur. Kelamcılar icmaa yani kat’î delillere dayanırlar, fıkıhçılar ise zannî delillere dayanırlar.
Bu âyet ekonominin ana ilkesini ortaya koyar.
Ekonomide iki değer vardır. Biri takdirî değerdir. Bu paradır. Diğeri ise hakikî değerdir. Mal böyledir. Bir kimsenin bir ton patatesi olsa, ellişer kuruştan beşyüz lirası var demektir. Yahut beşyüz lirası varsa, bir ton patatesi var demektir. Yani kişi için beşyüz lira ile bir ton patates aynı şeydir. Bu kişi için böyledir. Mikro ekonomide böyledir. Ama topluluk için böyle değildir. Hakikî değer değerdir. Para ise topluluğun kendi ürettiği değer olduğu için bir şey ifade etmez. Malı halk üretir. Ama kendisi için değerli değildir, topluluk için değerdir. Parayı devlet üretir ama kendisi için değer değildir, halk için değerdir.
مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ
(MAn QadDaMTüM LaHunNa)
“Onlar için takdim ettiklerini ekl ederler.”
“Takdim etmek” demek, öne almak demektir.
Artırmalı bütçe sahabelerin sükuti icmaı ile men edilmiştir. Ekonomide çok yararlı olduğu sonradan anlaşılmıştır. Burada ise artırmalı bütçe söz konusudur. Demek ki o icma bu âyetlerle uyuşmamaktadır.
Biz “Adil Düzen Anayasası”nda bunu şu şekilde birleştirdik. Takdirî değerlerin paranın depolanması meşru değildir. Bu sene kazandığımızı bu sene harcamalıyız. Devlet de böyle yapmalıdır. İbni Haldun’un bu hususta uzun izahları vardır. Ama reel değerler için, hakikî değerler için bolluk yıllarında artırılmalı, darlık yıllarında harcanmalıdır. Bu bir tür sigortadır.
Mısır sosyalist ülke idi. Ambarlara devletin malları konup saklanabiliyordu.
Şimdi bu işi nasıl yapacağız? Çünkü İslâmiyet sosyalist bir düzen değildir.
Bunun çözümü şöyledir.
Fındık üreteni düşünelim. Bunlar mahsulü ortak ambara teslim ederler, karşılığında kendilerine bir belge verilir. Vergisi, sigortası, kirası, işletme kârları düşüldükten sonra, kalanın belgesi kendisine verilir. Onlar da bunu istedikleri kimselere istedikleri fiyatlarla satarlar. O belgeyi alanlar ambara gidip fındığı alırlar.
Şimdi, biz istiyoruz ki bolluk yıllarında fındık çok tüketilmesin, darlık yıllarında da fındık olsun. İşte bunun için şu sistemi getiriyoruz.
Kişi fındığı teslim ettikten sonra kendisine bir ton fındık belgesini şöyle veririz. Yarısının belgesini verdikten sonra, diğer yarısı o tarla kaç yıldır mahsulünü vermişse o yıla böleriz. On yıldan fazla vermişse ona böleriz. Gelecek yıllara yükleriz. Böylece müstahsil yarısını kendi yılına karşılık, diğer yarısını da geçmiş on senenin yirmide birerlerini alacaktır. Darlık bolluk olmamışsa aynen almış olacaktır. Kıtlık olmuşsa yarısını geçmiş yıllardan yine alacaktır. Bolluk olmuşsa dörtte üçünü alacaktır. Böylece mal belgeleri ile kolayca sigortalama sağlanmış olur.
إِلاَّ قَلِيلاً مِمَّا تُحْصِنُونَ (48)
(EilLAy QaLIyLan MinMAv TuXÖıNUvNa)
“Sadece ihsan ettiğiniz kalil dışındakini yer.”
Burada “illâ” nerden istisna ediyor? “hunne”den istisna ediyor. Yani yedi yılda gelen bolluk yedi yılda bitmeyecek, biraz saklanacaktır.
Müstahsile verdiğimiz senetlerde bu husus göz önüne alınır. Ambarda daima stok bulunur. Biz ambarı yarısını dolduracak şekilde yapıyoruz. Yani normal zamanlarda yarısı doludur. Bolluk zamanında yedi yılın mahsulünü alacaktır. Ambar dolacaktır. Sonra kıtlık yılları geldikten sonra yedi yıl azalmaya başlayacak, ambar sonuna kadar bitirilmeyecek, üçte biri kadar azalacaktır.
İşte, “kalîlen” kelimesi burada mânâlandırılacaktır. Bu tohumluk buğdaydır. Arızi sebeplere karşı sigortadır. Savaş ve zelzelede ise bu kısım harcanır.
Demek ki, iki türlü sigortamız olacaktır. Biri mahsulün sigortası olacaktır. Mahsul alınmadığı zaman işletmeler sigortalanmış olacaktır. Diğeri ise doğrudan âfetlere karşı sigortadır. Bu da normal miktarın azıdır. Biz üçte bir alıyoruz.
***
ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ
(ÇümMa YaETIy MiN BaGDi ÜAvLiKa”
“Bundan sonra ety edecektir.”
Yani darlıktan sonra normal yıllar gelecektir. Bolluk ve darlık olmayacak. Sonra tekrar bolluk yılları gelecektir. Bunu darlık ve kıtlık yıllarının yarısı kadar alıyoruz. 7’ye 3 ekliyoruz. 10 yıl etmektedir. Periyot 20 yılda tamamlanacaktır. Sigortalama sistemini yarısıyla yaptığımız için on yıla yaymış oluyoruz. Bunların bilgisayara yüklenip hesaplanması, ondan sonra hangi yıllarda asgari ve azami gelirin geldiği bulunmalıdır. Yarıdan aşağı düşmemelidir.
Burada tekrar aynı ifade getirilmiştir. Devrelerin aynı olduğunu ifade eder.
عَامٌ
(GAvMun)
“Âm”
Burada “sene” değil de “âm” kullanılmıştır. “Âm” genel demektir. Yani periyot buna benzer şekilde devam edecektir demektir.
Gelecektekiler yedi olmayacaktır ama benzer olacaktır. Çağımıza gelinceye kadar meteorolojik kayıtlar yoktu. Şimdi ise yeryüzünün hemen her yerinde ölçmeler yapılmaktadır. Bir veya iki asır sonra bu periyodik yılların geliş gidişlerini çok daha kolay anlayacağız.
Bununla beraber ağaçlardaki her halka bir yılı gösterir. Onların büyüklükleri bize yılın kurak mı yağmurlu mu geçtiğini bildirir. O halde bunlar üzerinde yapılacak araştırma da bu periyotları koyabilir.
Burada “sene” değil de “âm” kelimesinin kullanılması yalnız bir sene yerine bir grup seneyi ifade ettiğinden dolayıdır. Siz de teemmül edin.
فِيهِ يُغَاثُ النَّاسُ
(FIyHi YuĞAvÇu elNASu)
“Onun içinde insanlar iğase edilir.”
İnsanlar yağmura kavuşur deniyor. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, darlık ve bolluk yalnız Mısır’da değil tüm yeryüzünde olmaktadır. Linyit kömürleri üzerinde yapılacak araştırmalarla bu yılları tesbit edebiliriz. Hiç olmazsa periyodu bulabiliriz.
Burada başka bir şeye daha işaret ediliyor. O da yağmurdur. Yani kıtlığın başka sebeplerden dolayı değil, yağmursuzluktan olduğu anlaşılmaktadır.
Başka neden olabilir?
Savaşlar sebebiyle olabilir, hastalıklar sebebiyle olabilir.
Hazreti Yusuf aleyhisselâm acaba bunu rüyadan nasıl çıkarıyor?
Çıkarıyor, çünkü rüyada yedi yediyi yiyor. O halde diğer zamanlarında normal yıl gelecektir. Ondan sonra tekrar devirler başlayacaktır. Sonucunu rüyadan değil belki kendi ilminden buluyor. Yahut rüyada periyoda işaret eden bir kısım vardır.
Düşünün bakalım bulabilecek misiniz?
Bu sûre bittikten sonra sizlerle daha çok sorma ve düşündürme şeklinde yorumları deneyeceğim.
وَفِيهِ يَعْصِرُونَ (49)
(Va FIyHi YaGÖıRUvNa)
“Ve orada üzüm sıkarsınız.”
Burada üçüncü bir gıdadan bahsetmektedir. Hayvani gıdalar, tahıllar ve besleyici gıdalar. Yine bunu söylerken acaba rüyanın neresinden istidlâl etmiştir, yahut kendi genel bilgisi ile mi bunları söylemiştir? Rüya tâbirinde bunları yapmamız mümkün mü? Bu konunun daha çok araştırılması gerekmektedir.