YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 16
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ فَلَمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللَّاتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ إِنَّ رَبِّي بِكَيْدِهِنَّ عَلِيمٌ(50) قَالَ مَا خَطْبُكُنَّ إِذْ رَاوَدتُّنَّ يُوسُفَ عَنْ نَفْسِهِ قُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ مِنْ سُوءٍ قَالَتْ امْرَأَةُ الْعَزِيزِ الْآنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ أَنَا رَاوَدتُّهُ عَنْ نَفْسِهِ وَإِنَّهُ لَمِنْ الصَّادِقِينَ(51) ذَلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي كَيْدَ الْخَائِنِينَ(52) وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلَّا مَا رَحِمَ رَبِّي إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ(53)
وَقَالَ الْمَلِكُ
(Va QAvLa eLMaLiKü)
“Ve melik kavl etti.”
Hazreti Yusuf rüyayı tâbir ettikten sonra ne olmuştur?
Elçi yani Hazreti Yusuf’un eski hapishane arkadaşı geri gelmiştir. Olayı melee anlatmış, mele’ de melike anlatmıştır. Yahut melik doğrudan Hazreti Yusuf’un arkadaşını dinlemiştir. Kur’an bu olayları anlatmaktadır. “Ve” ile başlayıp “Kâle” demiş olmaktadır. Melik daha önce başka şeyler söylemiş ki “ve” harfi ile ifade edilmiştir. Yani melik bilgi almıştır. Yusuf kimdir, ne için hapistedir, suçu nedir, ne kadar zamandan beri hapistir? Bu husustaki konuşmalar sonunda melik bu hükme varmak için bir açıklama yapmış ve onun kendisine getirilmesini istemiştir. Buradaki “ve” harfi bunu ifade eder. Dinledi ve söyledi anlamına da gelir. Sadece “kâle” demiş olsaydı, Hazreti Yusuf’la muhavere eder gibi olurdu, yani Hazreti Yusuf gelmiş ve konuşmuş olurdu.
Melik rüyanın tevilini iyice anlamıştır. İlmin gücü buradadır. Ortaya konmadan önce kimse bilmez ve ne olduğunu söyleyemez. Ama biri ilmî bir şeyi söylediği zaman artık onu herkes çok kolay anlar ve kabul eder.
Bir salona girdiğiniz zaman size bir yer tahsis edilmişse orayı arayıp durursunuz. Ama biri size gösterirse, numarasına bakar ve o koltuğun size ait olduğundan şüphe etmezsiniz.
İlmî veriler böyledir. Peygamberler ve kitaplar da bunu yapmaktadır, bize bilmediklerimizi söylemektedir. Ancak söyledikten sonra bizde açık ilim doğmakta, artık onun söylediklerinden şüphe etmez hâle gelmekteyiz.
Neden inkâr ediliyor?
Küfürden yani işlerine gelmediği için inkâr ediyorlar.
Melik burada tevili iyi anlamış ve kabul etmiştir ki onu bana getirin diyor.
ائْتُونِي بِهِ
(iETUvNIy BiHi)
“Onunla bana ety edin.”
Onunla bana gelin, yani onu bana getirin.
Ben size ‘tefsir kitabı ile bana gelin’ dersem, ne demek istediğimi anlarsınız ve cümlede bir yanlışlık olmaz ama Türkler böyle söylemezler. Araplar ise “Bi” harfi lazım fiili ile tediye ederler. Onların dili öyle gelişmiştir. Dünyanın bütün dilerli aynı kaynaklıdır. Değişik kavimlerin dilleri tetkik edildiği zaman hepsinin aynı kökten geldiği çok kolay tesbit edilebilir. Hattâ belli kurallar içinde bir dilin diğer dilden ne zaman uzaklaştığı da bilinebilir.
“A’tuhu iyyaye” diyebilirdi. O zaman onu bana verin olurdu.
“Bi” harfi ile onu bana getirin diyor.
“O bana gelsin” demiyor da “onu bana getirin” diyor. Hapistedir, kendi başına hapisten çıkıp gelmesi mümkün değildir. Çıkarın hapishaneden de bana gelsin diyor.
Melik burada onun gelmesine mi imkan sağlıyor, yoksa onu istese de istemese de bana getirin mi diyor? Bu ifadeden hangisini demek istediği açık olarak anlaşılmamaktadır. Ancak şu vardır ki, Hazreti Yusuf rüyayı tevil etmiştir. Artık onun lehine harekettir. Zorlama söz konusu değildir. O isteye isteye gelecektir.
Sürükleyerek getirmenin bir anlamı yoktur. Öyle olsa o zaman bir işe yaramayacaktır. Çünkü görevini zorla yaptırırız, o da bir sonuç vermez. “Ciuni” demeyip “i’tuni” demiş olması, onu getirin bende kalsın anlamındadır. Yani ifadesini alıp bırakmak üzere değil, kendisinde kalmak üzere getirin demektedir.
فَلَمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ
(FaLamMAv CAvEaHu elRaSUvLu)
“Resul ona ciet ettiğinde.”
Burada “Etâ” değil de “Câe” getirilmiştir. Çünkü onun yanında kalmak üzere gelmiş, görüşüp ayrılacaktır. Burada “câe” ile “etâ” kelimelerine bir mânâ verdik.
Bir varsayım yaptık.
Burada bu uygundur.
Ama acaba Kur’an’ın diğer yerlerinde de bu böyle midir?
Siz bu iki kelimeyi Kur’an’da tarayacak ve uygun olup olmadığını bulacaksınız. Benim yorumlarımın hepsi varsayımlara dayanmaktadır. Bunların bir kısmını tahkik etmişimdir, yani Kur’an’ı tarayarak varsayımı doğrulamışımdır.
Çoğu ise sizin çalışmalarınıza kalmıştır.
Buradaki “Fa” harfinden; emirden sonra elçi kalktı, yola koyuldu, haber verdi, varır varmaz hemen söze başladı anlamı çıkar.
“Lemmâ” kelimesi de hapishanenin uzakta bir yerde olduğunu gösterir. Buradaki “Lemmâ” da ulaşınca, varabildiğinde anlamındadır. Bir de “İzâ” mânâsındadır. “İzâ”dan farkı; “İzâ” gelecekle ilgilidir. “Lemmâ” geçmişin “İzâ”sıdır. Geçmişte olduğu için şartın mânâsı yoktur.
Hazreti Yusuf burada izmar edilmiyor. Çünkü herhangi bir başkalaşma yoktur. “BiHi”deki zamirin aynısı buna racidir.
“Câe” fiili lazımdır ama burada müteaddi olmuştur. Demek ki öyle kelimeler vardır ki, mef’ulünü getirirseniz müteaddi olur, getirmezseniz lazım olur. Oysa müteaddi kelimelerde ise mef’ulü kullanmazsanız cümle tamam olmaz. “Câe Zeydun” demek, “Câena Zeydun” demektir. Kesreti istimalden mef’ul terk edilmiş, lazım fiil olmuştur.
“Resul” kelimesi kullanılmıştır. Marifedir. Hazreti Yusuf’un eski hapishane arkadaşı kastedilmektedir. Burada sadece fail marife değil, fiil de marifedir, yani o iş için gönderilen resul demektir. Eğer nekre olsaydı fiil marife olur, fail veya mef’ul nekre olurdu. “Ellezî” ile “Mâ” arasında buna benzer farklılık vardır.
قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ
(QAvLa iRCıG iLAy RabBiKa)
“Rabbine rücu et diye kavl etti.”
“Resul” kelimesi burada kullanıldığına göre, gelen Hazreti Yusuf’a söyleyeceklerini söylemiştir, melik seni istiyor demiştir. Kur’an bunu mücmel bırakıyor, “resul” kelimesinden bu mânâ çıkıyor, “Kâle” diyerek Hazreti Yusuf’un cevabını anlatıyor. Burada “resul” kelimesinin kullanılmasında büyük icaz yapılmaktadır. Biz buradan resulün ne mânâya geldiğini öğreniyoruz. Çünkü bunu bilmemizde büyük yarar vardır. Çünkü Kur’an gelen tebliğcilere resul demektedir.
“Resul” “vekil”den farklıdır. Vekil kendisi karar verir ve gerekeni yapar. Resul ise sadece tebliğcidir, ne söylenmişse onu aktarır, kendisi bir şey ilave edemez. Hattâ cümleleri yorumlama yetkisi bile yoktur.
Diğer önemli husus, resulün söylediklerine cevap veriyor. Resul kelimesi söyleşiyi de içerdiği için karşılık olarak söyledi denmektedir. Yani melik bize, ‘bana onu getirin dedi’ ve ‘beni sana elçi gönderdiler dedi’ cümlesi mahzuf mudur, yoksa resul kelimesinde icmalen var mıdır? “Kâle” kelimesi icmalen vardır anlamını ifade eder.
Risaleti ifa etmek aynı zamanda kavl etmek demektir. Demek ki resul sadece söylemekle yetkili olup bir şey yapmakla yetkili değildir. Bu sebepledir ki peygamber kendisi için yapar, halk da ona tâbi olur. Yoksa peygamber yaptırmaz. Halk kendi içtihadı ile amel eder. Başkanların işte bu sebeple yargılama yetkisi yoktur. Yargılama hakemlere aittir. Çünkü başkan sadece elçidir. Başkan yargılama yapıyorsa onu hakem seçmiş olmalarından dolayıdır. Yani hakem yapanlara karşı yargılama yapabilir.
“Rücu etmek” geri dönmek demektir. Bugün Türkçede müracaat etmek kullanılır. Yani bir şeyi istemek müracaat etmektir. Hazreti Yusuf git, başvur ve şunu sor diyor.
“Rabbine” diyor. Gelen köledir ve efendisine müracaat edecektir. Hazreti Yusuf burada melee git demiyor, melike git demiyor; rabbine git diyor. Hazreti Yusuf suçlu olarak melikin karşısına çıkmak istemiyor. Melikin yanında, hattâ melein yanında da ortaya koymak istemiyor. Arkadaşının sahibinden yardım istiyor. Olayı anlatıyor. O zaten olayı biliyor. Hapiste birlikte uzun zaman kaldılar. Birbirlerine hayat hikayelerini anlatmışlardır. Şimdi olayın aydınlatmasını arkadaşının sahibinden istiyor. Aklanmış olarak melikin karşısına çıkmayı istemektedir.
Demek ki biz de eğer itham edilmişsek, iftiraya uğramışsak, kendimizi temize çıkarmamız gerekir. Bunu nasıl sağlarız? Eğer biz ve çevremiz yalan söylemiyorlarsa, bizim dediğimize herkes inanır. Sonra da onlara soruşturma yapma imkanını veririz. Bize yapılan ithamları cevaplandırırız. Karşı tarafın inanıp inanmaması bizi ilgilendirmez. Uzun uzun tartışma yerine nasıl tahkik edeceklerini söyleriz.
Sonra biz kendimizi savunurken itham edenlerle muhakeme ederek değil, tarafsız başka kişilerden yardım isteriz. Bu konuyu önce soruştur, sonra duyur deriz.
İşte Hazreti Yusuf burada bunları yapıyor.
“Adil Düzen”de soruşturmacılar vardır. Bu tür ithamlarla karşılaşınca bunlara baş vurursunuz, onlar soruşturma yaparlar ve hükme varırlar. Siz de soruşturma belgesi olarak kendinizi temize çıkarırsınız.
Hazreti Yusuf peygamber bu yola başvurduğuna göre bunu yapmak sünnettir demektir. Biz “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nda bunları yazdık. İstihsan ile yazdık. Burada Kur’an istihsanımızı tasdik etmektedir.
فَاسْأَلْهُ
(FaSEaLHu)
“Ona sual et.”
Arkadaşına “rabbine sor” diyor. Bu sorma şudur. Ondan bunun soruşturmasını yapmasını iste diyor. Arkadaşından yardım istiyor.
Hazreti Yusuf sormuyor, arkadaşı soracaktır.
Burada da önemli bir fıkhi hüküm çıkmaktadır.
(Mesela, Deniz Baykal itham edilmiştir.)
Bizim halk olarak soruşturmacılardan soruşturma yapılmasını isteme yetkimiz vardır. Biz itham edilenler arasında değiliz, itham eden de değiliz. Ama gerçeği öğrenme hakkımız vardır. Çünkü bu insanlarla iş ilişkisinde bulunduğumuz zaman onları bilmemiz gerekir. Soruşturmacılar tahkik ederler, dört şahit bulurlarsa bize bildirirler. Biz de o zaman öğrenmiş oluruz. Yoksa bize bir, iki veya üç soruşturmacı şöyledir dese biz onu izhar edemeyiz, söyleyemeyiz. Söylesek suçlu oluruz. Sadece soruşturmacıların kanaati bizim de kanaatimiz olur ama kimseye söyleyemeyiz. En yakınımıza da söyleyemeyiz.
İşte, burada olayda da Hazreti Yusuf kendisi meselenin tahkikini istemiyor, arkadaşının tahkik ettirmesini istiyor.
İtham edilenlerin suçlamaları başkalarının tahkikine havale etmeleri de doğru bir olaydır. Bu hususlarda sükut etmek itiraf etmek değildir. Çünkü ispat etmediği şeylerden bahsetmemesi gerekir.
Deniz Baykal’ın veya itham edilen kadının susması yerindedir. Sustular, o halde suçludurlar demek yanlıştır. Hazreti Yusuf da yedi yıla yakın zaman müddetince susmuştur, itiraf etmemiştir. Öyleyse suçlu mu idi?
Biz, her davranışımızı Kur’an’a sormalıyız diyoruz. Çünkü insan aklı birden sapar, ondan sonra da ipin ucunu yakalayamaz.
مَا بَالُ النِّسْوَةِ
(MAv BAvLu elNıSVaTi)
“Nisvenin bavlı ne idi?”
“Bâl” kelimesi “BYL”den gelmektedir. Hâl mânâsını vermekte yani durum anlamını vermektedirler. Bizim kullandığımız hâl kelimesi tahavvül etme, değişme ve buna gücü yetme yani hareket etme demektir.
“Bâl” kelimesinin durum olarak alınması daha doğrudur. Buna yakın “bevl” kelimesi vardır. Bâlın ıslahından bahsetmektedir. O halde bâl kötü durumdur. İyi durum değildir.
“Nisve” burada harfi tarifle gelmiştir. Bilinen belli kadınların durumu ne idi? Sual et.
Hazreti Yusuf’un arkadaşı olayı baştan dinlemiştir, bilmektedir. O kadınların kim olduklarını da bilmektedir. Efendisine gidecek, o kadınların durumunu anlatacak, o hususta bilgi isteyecektir. Hazreti Yusuf soruşturma istemektedir.
اللَّاتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ
(elLAvTIy QaoOaGNa EaYDıYaHUnNa)
“Ellerini kat’ edenlerin bâlleri ne idi, neden kat’ ettiler?”
Hazreti Yusuf burada kendisini temize çıkarmasını kadınların ellerini ısırması ile veya kesmesi ile açıklamaktadır. Nasıl oluyor da kadınların ellerini kesmeleri Hazreti Yusuf’un beraatına delil teşkil etmektedir? Kadınlar Hazreti Yusuf’un fizikî yakışıklılığına değil, onun asil davranışlarına hayran olmuşlardır. Onun hakkındaki düşüncelerini yadırgamışlardır. Oradaki elleri kat’ etmek demek bu demektir.
İnsanlar arasında da belli bir olayı ifade etmek için ellerini özel bir şekilde hareket ettirirler. Parmaklarını koparıp atmayı, mesela bir işin pişmanlığını ifade etmek için kullanırlar. Gerçekten parmaklarını kesmezler, öyle işaret yaparlar. ‘Boynunu büktü’ derler; gerçekten boynu bükülmemiştir. Türkçede ‘elleri kırılsın’ denir. ‘Dilini kessin’ konuşmasın demektir. ‘Dilini kesti’ dediğimizde gerçekten dilini kesmemiştir. Ama bir daha konuşmadı demektir. ‘Kolu kanadı kırıldı’ derler. Oysa insanda kanat yoktur.
Hazreti Yusuf da burada o olayı hatırlatmaktadır. Bunu sor diyor. O yolla soruşturma yapılacak, olay aydınlatılacaktır. Olayın aydınlatılması Hazreti Yusuf’un dışarıya çıkmasını sağlayacaktır.
Buradan öğreniyoruz ki, mahkum olan kimse kolu kesilmiş olsa da yeniden soruşturma yaptırabilir ve kendisini temize çıkartır, kolunun tazminatını alır. Nerden alır? Haksız karar veren hakemlerin veya soruşturmacıların dayanışmalarından alır.
إِنَّ رَبِّي
(iEnNa RabBiY)
“Kesinlikle Rabbim”
Burada harfi tahkikle getirilmiştir. “Rabbim” denince, Allah bilir anlamında söylenmiştir. Yahut beni buraya atan sahibim olayların iç yüzünü bilir anlamındadır.
Aziz karısının suçlu olduğunu bilmiştir. Ancak zina yapılmadığı için suç oluşmamıştır. Nüşuz denebilir. Gerekli tedbirleri alarak olayı kapatmıştır.
Hazreti Yusuf zindana iki sebepten dolayı konmuştur. Olay yayılmış ve çevreye duyurulmuştur. Karısını temize çıkarmak için hapishaneye göndermeyi uygun bulmuştur. Diğer taraftan da kadını ondan uzak tutmanın bir yolu olmuştur. Hazreti Yusuf da bundan fazla rahatsız olmamıştır. Belki de yanında kalsaydı ileride şeytanın tuzağına düşebilirdi. Onun için hapishane en sağlam kurtuluş yeri olmuştur.
Hazreti Yusuf burada da iki mânâya gelen söz söylemektedir. Rabbim bilir demekte yahut efendim bilir demektedir. Bu söz hapishane arkadaşı tarafından sahibine ulaştırılacaktır. O da belki Hazreti Yusuf’un efendisine soracaktır. Hapishaneye o koydurduğuna göre onun da görüşü istenecektir. Melik ‘onu bana getirin’ diyor ama burada ‘mağdur olan sendin, sen ne diyorsun’ diyecektir. Yalnız bunları önermiyor ama arkadaşının sahibi bunları anlayacak şekilde bir ifade getirmektedir.
Buradan şu hükmü çıkarabiliriz:
Affı gerçekleştirmek için mağdurların görüşlerini almak gerekir.
بِكَيْدِهِنَّ عَلِيمٌ (50)
(Bi KaYDiHinNA GaLIyMun)
“Onların keydlerini bilmektedir.”
Daha önce azizin karısının akrabası olan soruşturmacı bu sözü kullanmıştır. Sonra Hazreti Yusuf sizin keydinize düşmektense hapse gitmeyi tercih ederim diyor. Allah onların keydinden kurtardı diyor. Burada da “keydihinne” diyor. Yani keyd yapan azizin karısı değil o kadınlar topluluğudur. Hazreti Yusuf kadınların keydinde olmuştur.
Kadınlar birleşip ne keyd ettiler?
“Keyd” müfrettir. Dolayısıyla kurulan keyd tektir. Bunu tam anlayabilmemiz için Mısır kadınlarının ne gibi bir tertip yaptığını bilmemiz gerekir. Mısır tarihini ve Tevrat’ı inceleyerek açıklığa gidebiliriz. Bir şey akla gelmektedir. Akla gelen şey Mısır kadınlarının kocalarından gizli olarak beğendikleri bir erkekle fuhuş yaptıklarıdır. Azizin karısı buna davet etmiştir. Onlar da bu hususta söz birliği etmektedirler.
Lüks hayata ulaşan, zengin olan sosyete de, hele tek evlilik de varsa, erkekler karıları ile değil de başka kadınlarla ve cariyelerle gün edinirler. Kadınlar da kendi hayatlarını yaşamağa başlarlar. İki taraf da bunları bilmekle beraber bilmezlikten gelebilir.
Bu kadar pespaye duruma düştükleri ifade ediliyorsa, azizin Hazreti Yusuf’u neden zindana attırdığını anlamak da zordur. Aile müessesesi korunmaktadır. Mısırlılar iffetli yaşamaktadırlar. Hazreti Yusuf da iffetli bir aile içinde büyümüştür. Allah onu iffetsiz yerde büyütmez. Hâsılı, bu konunun tam aydınlatıcı yanını bulmak hayli zor olacaktır.
Hazreti Yusuf’u uzaklaştırma keydi olabilir. Kadın da Hazreti Yusuf’u evde istememektedir. Diğer kadınlar da bundan rahatsızdırlar. Hazreti Yusuf’u diğer köleler gibi işçilik yapanların yanına göndertecektir. Böylece ondan kurtulacaklar. En makul keydleri budur. Zaten hapishaneye göndertilmesini kadın ısrarla istemiştir. Emrettiklerimi yapmazsa diyor. Ne emredecektir? Bazı cinayetleri yapmayı emredecektir. O da bunları yapmıyor. Hazreti Yusuf uzaklaştırılacak, belki onun yapmadıklarını yapacak birini getirecektir.
“Alimün” biliyor demektir ve nekredir. Yani başkaları da biliyor demektir.
Hazreti Yusuf olayların soruşturulmasının derine gitmesini istiyor. Kadının yakınlısı sağ ise ona da baş vurulabilir. Hazreti Yusuf bunları söylüyor ve melikin huzuruna şimdilik çıkmayı erteliyor. Bunun da Mısır yönetiminde son derece uygarca bir durum olduğu anlaşılıyor. Mahpus olan kimse olarak ibra edilmedikçe hapishaneden çıkmak istemiyor. Soruşturun, benim hakkımda tam bilgi edinin, ondan sonra geleyim diyor.
Siyasette bazı imkanlar reddedilir. Böylece tavır konur. Hazreti Yusuf da tavır koymaktadır. Ben suçlu değilim ama buradayım. Önce durumum belli olsun diyor. Kadınların durumundan söz ederken aslında kendi durumundan söz etmektedir.
***
قَالَ مَا خَطْبُكُنَّ
(QAvLa MAv PaOBuKunNa)
“Hatbunuz ne idi?”
Hazreti Yusuf’un eski hapishane arkadaşı dönüyor, efendisine gidiyor ve anlatıyor. Efendisi de soruşturmayı kabul ediyor ve soruşturmaya başlıyor.
Bunlar burada hazf edilmiştir. Olaylar anlatılmamıştır. Zira zaten siz olayların öyle olduğunu anlarsınız, bilirsiniz. Aradaki olayların önemi yoktur.
Tarih de böyle yazılır. Önemli merkez noktaları yakalanır. Onlar sıraya konur. Aradakiler muhakeme ile kapatılır. Anlatılırken böyle atlamalar yapılır. Oralar hayali olarak doldurulur. Her tarihçi oraları ayrı olarak doldurur. Farklı görüşler olur ama iskelet aynı kalır.
“Mâ” istifham mâsıdır; ne yapmak istediniz, ne istiyorsunuz demektir.
“Hatb” mastardır, yahut isimdir. Çoğula izafe edilmiştir. Yani kadınların ayrı ayrı isteklerini değil de ortak hitbelerini soruyor.
“Hitbe” dünürcülük yapma demektir. Ayrıca “hatip” ve “hitap” kelimeleri de buradan gelmiştir. Yani siz toplanıp konuştuğunuz zaman ne konuştunuz, ne demek istediniz?
Bir iş için plan kurarsın, sonra onun gerçekleşmesi için teklifte bulunursun. Bu hitbedir. ‘Siz ne yapmak istediniz?’ diye soruyor. O kadınları nasıl buldu? Topladı da konuştu mu, yoksa ayrı ayrı onlara sordu mu?
Soruşturmacı ayağa gider ve onlara sorar. Bunları ayrı ayrı gezmiş ve sormuştur. Ama sorarken ‘sen ne yaptın’ şeklinde değil de, ‘siz ne yaptınız’ diye sormuştur.
İnsan ketum değildir. Yani sorulduğu zaman cevap vermeme olmaz, herkes kendine göre bir cevap verir. Soruşturmacı onları dinler, onların ağzından kelimeleri değerlendirir, ona göre son bilgiye ulaşır.
Hazreti Yusuf’un arkadaşının efendisi; ‘maksadınız nedir, ne yapmak istiyordunuz, niçin böyle yaptınız’ demektedir.
إِذْ رَاوَدتُّنَّ يُوسُفَ عَنْ نَفْسِهِ
(iEZ RaVeDTünNe YuSuFa GaN NaFSıHIy)
“Yusuf’u nefsinden muravede ettiğinizde”
Siz Yusuf’u nefsinden muravede ettiğinizde ne istiyordunuz, onun ne yapmasını istiyordunuz? Böyle diyor. Burada soruşturmacı kadınlara dolaylı soru soruyor. Onlara böyle davranışta bulunduklarını kabul ediyor, niçin yaptınız diyor.
Soruşturma sırasında kişiye öyle sorular yöneltirsiniz ki, inkâr edeceği yerde itiraf etmiş olur. Kadınlar böyle sorulan sorunun karşısında hemen ‘ne münasebet, o bizden murat almak istedi’ diyecekler, yahut ‘o azizin karısından murat almak istedi’ diyecekler.
Kadınlar böyle bir reaksiyon göstermiyor. Aksine, ‘biz onda bir kötülük görmedik’ diyorlar. Soruşturmacının ithamını ciddiye bile alıp cevap vermiyorlar.
“Muravede etmek” mutlaka cinsi ilişki talep etmek anlamında değildir. Ondan yararlanmak demektir. Dolayısıyla kadınlara ‘onun ne yapmasını istiyordunuz’ demektedir.
Bu soru da gösteriyor ki, kadınların bir işleri vardır. Burada kadınların Hazreti Yusuf’a yaptırmak istedikleri belirsiz hâle geliyor. Ancak cinsi ilişki olmadığı da ortaya çıkıyor. Çünkü hitbe kelimesi müfrettir.
“İz” burada tamamen zaman zarfıdır. Geçmişteki bir zamanı ifade eder.
“İz” ile “Lemmâ” arasında ne fark vardır?
“İz”de geçmişteki sade hikâye vardır. Oysa “Lemmâ”da “İzâ” gibi geçmişteki şartı da içermektedir. Bir de beklenen bir şeyin olması sözkonusudur. “İn” ile “İza” arasındaki fark, “Lemmâ” ile “İz” arasında vardır.
قُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ
(QuLNa XAvŞa LilLAHı)
“Allah için haşa dediler.”
“Hâşa Lillahi” Kur’an’da iki defa geçmektedir. İkisini de Mısır’ın Hazreti Yusuf ile ilgilenen kadınları söylemektedir. “Hâşa” demek uzak demek, Allah için bu böyle değil şöyledir demektir. Soruşturmacı kadınlara ‘siz onu nefsinden murat ettiğinizde isteğiniz ne idi’ diye sorduğunda, onlar, ‘Allah için doğru söylemeliyiz’ demektedirler.
Kadınlar Hazreti Yusuf aleyhinde konuşmamışlardır. Daha önce de ‘bu melek gibi biri’ demişlerdir. Burada ise onun bir kötülüğünü bilmiyoruz demektedirler.
Sorular birlikte sorulmamıştır. Onlara ayrı soru tevcih edilmiş, onlar da benzer cevaplar vermişlerdir. Farklı kimselere farklı sorular sorulur. Alınan cevaplarda dolaylı cevaplar vardır. Onların hazırlanmaları mümkün değildir. Yargılamanın temeli olan soruşturmada asıl olan soruşturmacının kanaatidir. Yoksa geçmiş bir olayı şimdi tamamen yakalamak mümkün değildir.
Bugün bu takdir soruşturmacıya değil hakime verilmiştir. Oysa hakim yerinde oturmaktadır. Olayın içine girip yaşamamaktadır. Soruşturmacı ise sohbet esnasında söylenen bir kelimeye, yüzün ifadesine ve benzeri pek çok emareye bakarak bir kanaat ortaya koyar. Onun takdiri yalnız ona ait olur.
Burada aynı zamanda soruşturma usulünü öğreniyoruz.
Mesela, birisinin babasından kalan parayı kardeşlerinden gizlediğini farz ediniz. Ona parayı gizleyip gizlemediğini sorarsanız size ‘hayır’ diyecektir. Ama ‘sizin iyi kumar oynadığınızı söylüyorlar, hep kazanıyormuşsunuz ama filanla oynamışsınız, kaybetmişsiniz’ şeklinde sorabilirsiniz. Bunu bir sohbette arkadaşı söylerse, vereceği cevap; ‘hayır oynamadım’, yahut ‘hayır kaybetmedim’ veya ‘benim kumar oynayacak param yok ki’ der. İşte bunu söylediği zaman siz bu kimsenin gerçekten parası olmadığına hükmedebilirsiniz. Soruşturmacı onları itham ediyor. Onlar kendilerini savunmuyor, onu ibra ediyorlar.
مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ مِنْ سُوءٍ
(MAv GaLiMNAv GaLaYHi MiN SUEin)
“Biz onda bir sû’ bilmiyoruz.”
Türkçede ‘ben onda bir kötülük görmedim’ deriz. Bu söz kazai bir sözdür. ‘O bir kötülük yapmadı’ deseler, şehadetleri makbul olmaz. Çünkü o peşin hükümle söylemiştir. ‘Onda bir kötülük bilmiyoruz’ demeleri inandırıcıdır.
“Sû’” kötülük demektir. Örfe göre veya şeriata göre sû’ önemlidir.
Burada Kur’an’ı okuyoruz. Hazreti Yusuf’un yaşadığı döneme gidiyoruz. Bugün yaşadıklarımızı orada yaşıyoruz. Oysa aradan üç bin yıldan fazla zaman geçmiştir. Onlar bambaşka bir âlemde yaşıyorlardı. Onlar nasıl yaşıyordu? Bizim gibi yaşıyordu.
İnsanın yapısı değişmemiştir. Genleri aynıdır. Kıssayı takip ederken sanki bizim gibi düşünen, bizim gibi yaşayan insanlarla karşı karşıyayız. Ben eski Sovyet ülkelerine gittim, birkaç yıl orada yaşadım, sosyalizmin insanları nasıl değiştirdiğini görmek istedim ve sonuç olarak gördüm ki insan insandır. Belki sayıları artmıştır ama başka her şey hep aynıdır.
قَالَتْ امْرَأَةُ الْعَزِيز
(QAvLaT EiMRaEaTu eLGaZIyZı)
“Azizin mer’esi (karısı) kavl etti.”
Soruşturmacı elbette konunun merkezinde olana da sormuştur.
Burada “azizin mer’esi/karısı” dendiğine göre aziz sağdır, kadın da sağdır. Karısı onun hayatta olduğu zamanda söylemektedir. Aziz de zaten bunu bilmektedir. Zina olayı olmamıştır. Zaman geçmiştir. Artık geçmiş olayların açığa çıkması fazla rahatsız edici olmayacaktır. Zaten aziz karısını o durumu ile kabul etmiştir.
Doğru konuşmanın başka bir yararı daha vardır. Siz doğru konuşursunuz ve gerçekleri söylersiniz, halk da o gerçeklere inanır. Ama siz yalan söylemeye ve inkar etmeye başlarsanız halk sizin için birçok hayal kurar. Kendinizi savunamazsınız ve yapmadığınızı da yapmış olursunuz.
Olay anlaşılmaya başlanmıştır. Zindanda senelerce kalmasının sebebi olan şeyin tam tersi olduğu anlaşılmıştır. Hazreti Yusuf da anlaşılmasını istemektedir. İşte kadın itiraf etmektedir. Böylece kendisini affettirmektedir. Aslında bir suçu da yoktur.
Suç işlemeyi düşünmek suç değildir. Bir cezası yoktur. Olay gerçekleşmedikten sonra itirafta bir beis yoktur.
Günümüzdeki Ergenekon ve balyoz davaları da öyledir. İhtilali düşünmüşler ama başarmamışlar veya başaramamışlar. Aradan seneler geçmiş. Belki de Hazreti Yusuf’un zindanda kaldığı kadar zaman geçmiş. Bugün artık itiraf etseler bile hiçbir sorumlulukları yoktur. Bir şeyi tasarlamak onu yapmak demek değildir. Ama Ergenekoncular itiraf etmiyorlarsa, o zaman aynı işi şimdi de devam ettiriyorlar demektir. O zaman bugünkü davaların sürdürülmesi gerekir.
Ne yazık ki bugün ne hukuk bilen hakim vardır, ne de savunacak avukat vardır. Çıkmaz içinde davalar sürüp gitmektedir. Ülke için zarar olmasa varsın gitsin deriz ama; bunların hepsi ya şantajdır ya da komplo. Aksi halde önemli değildir. Bazı şeylerin şüyuu vukuundan daha beterdir. Farz edelim ki sonunda bu askerler cezasız kurtuldular. Beraat ettiler. Ne olacaktır? Halkta orduya karşı kin ve korku artacaktır. Askerler içinde de ihtilalciler çoğalacaktır. Mahkum olduklarında da onları kurtarmak, kendi başlarına aynı şeyin olmasını önlemek için çok gizli ihtilal hazırlığına başlayacaktır. Zaten bu olayları ortaya koyanlar bunlardır.
Azizin karısı olayları inkar etmeden anlatıyor. Hazreti Yusuf’un üstünlüğüne inanan Mısır’ın kadınları ve erkekleri de geçmişte cereyan eden olaylar üzerinde fazla durmayacaklardır.
Bir olayla karşılaştığınızda o anda bir şey sizi iradenizin dışında onu yaptırır. Düşünseniz onu yapmazsınız. Neden öyle yaptığınızı sonra izah da edemeziniz.
Burada azizin karısına öyle söylemiştir.
الْآنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ
(EalEABa XaÖXaÖa eLXaqQu)
“Şimdi hak hishas etti.”
“Hisse” pay demektir.
“Hashasa” bütün çıplaklığı ile payını aldı yani hak ortaya çıktı demektir.
Soruşturma sonunda gerçeklerin ortaya çıktığını anlayan kadın itiraf etmek zorunda kalmıştır. Kocası da bir şey diyemez, çünkü o da gerçekleri bilmekte idi.
Farz ediniz ki bir adam suçludur. İnkâr ediyor ama sonunda soruşturmacıların şehadeti sabit oldu. Ceza ile mahkum oldu. Karar bittikten sonra artık itiraf etse de etmese de bir şey değişmeyecektir.
Mahkum olanlar gerçekleri anlatmalıdırlar. Bunun yararı, muhakemelerin nasıl cereyan ettiğini anlatır. Azizin karısı da bunu yapıyor. Nasılsa hak ortaya çıktı, inkar etmemin hiçbir faydası yoktur, ben de gerçekleri anlatıyorum diyor.
أَنَا رَاوَدتُّهُ عَنْ نَفْسِهِ
(EaNa RaVadTuHUv GaN NaFSiHIy)
“Onu nefsinden ben muravede ettim.”
Muravede etme cinsi ilişki kurmak değildir, cinsi ilişki kurmayı istemektir. Kadın bunu söylerken asaletinden bir şey kaybetmemektedir. Geçmiş yıllarda olanları açıkça ortaya koymakla daha asil davranış yapmıştır. Böylece Melikin işlerini de kolaylaştırmışlardır. Hazreti Yusuf’un gelmesini sağlamışlardır. Yedi sene bolluk sürdükten sonra yedi sene sonraki yedi kıtlık yılı halkı da korkutmuştur. Rüya artık tüm Mısır tarafından bilinmektedir ve tedbirlerin alınması gerekir. Halk melikin Hazreti Yusuf’u yanına almasını istemektedir. Kadına baskı yapmış, bunu söyletmiştir. Yoksa Hazreti Yusuf gelmemektedir.
İşte burada ilâhi kaderin işleyişi ortaya çıkmaktadır.
Adil Düzenciler Hazreti Yusuf’un yaptığını yapmalıdırlar. Faizli ve zinalı bir düzene hayır deyip kenara çekilip sabretmeliyiz. Hazreti Yusuf gibi hadiselerin tevillerini öğrenmeliyiz. Göreceksiniz ki Mısır’da olduğu gibi topluluk bizim yanımızda olacaktır.
Millî Görüş partilerini kurarken bundan çok daha az idik. Kimse size rey vermez, kimse sizi iktidar etmez diyordu. Allah olayları geliştirdi ve bize oy verdiler, anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk.
Ne oldu? Hazreti Yusuf’un Mısır’da yaptığını yaptık mı?
AK Parti iktidar olduğunda bir televizyon konuşmasında sorunları ortaya koymuş, nasıl çözüleceklerini söylemiştim. Dış borçlar, işsizlik, bağımlı yargı ve sermayenin sözcüsü basın. Bunların düzgün hâle getirilmesi gerektiğini söylemiştim. Defalarca yazdım. Hattâ tarihlerini verdim. En çok iki senede sorunlar çözülürdü. İşsizlik çalışana kredi vermekle, dış borç iç borca çevrilmekle, yargı hakemlik sistemi ile, millî olmayan basın medya kooperatifleri ile çözülür demiştik.
Bizim yıllarca beraber mücadele ettiğimizi zannettiğimiz arkadaşlar meğer bize karşı imişler; “Adil Düzen”e karşı imişler!
İşte, Yusuf Sûresi insanlara ibret olmalı.
İlme verilen kıymetin sorunları nasıl çözdüğü bilinmelidir.
وَإِنَّهُ لَمِنْ الصَّادِقِينَ (51)
(Va EinNaHUv LaMiNa elÖÖAvDiQIyNa)
“O sadıklardandır.”
Yani ben ondan almak istedim ama o bunu reddetti. O sadıklardandır diyor.
“Sadıklar” burada kurallı erkek çoğuldur. Sadıklar birlik içinde olacaklardır. Önce bunlar cemiyet oluşturacaklar. Yalan söylememeyi kararlaştıracaklar. Birbirlerini bekleyecek, en kötü durumda bile doğru söyleyeceklerdir.
Hazreti Yusuf bunlardandır, mü’minlerdendir. Bunların yalan söylediklerine Mısırlılar da inanmaktadır. Hazreti Yusuf’un da o yalan söylemeyenlerden olduğunu söylemektedir. O cemiyete mensup olduğunu söylemektedir.
Sadıkların bir topluluk olması şuradan gelmektedir. Kişiler ayrı ayrı sadık değildirler, birlikte sadıktırlar. Bunlar hakkı tavsiye edenlerdir. Bunlar sabrı tavsiye etmektedirler. Bunların muteber ve makbul kişilerden oldukları kabul edilmektedir.
Bir toplulukta böyle cemaat olmalıdır. Halk onların doğru söylediğini bilmelidir. Halk kötü insanların aleyhinde olduğu için kötü topluluklarda bunlar sevilmezler ama onların söylediklerine herkes inanır. Böylece o topluluk doğruları bilen topluluk olur. İstenir ki Zaman, Yeni Şafak, Millî Gazete, Yeni Mesaj gazeteleri böyle olmalıdır. Doğru haber öğrenmek isteyenler bunları arayıp okumalıdır. Yani sadıklardan olmalıdırlar.
Öyle midirler? Kendileri böyle olduklarını söyleyebilirler mi?
Azizin karısı Hazreti Yusuf için sadıktır demiyor, o sadıklardandır diyor.
Bu gazetelerden birinde yalan bir haber çıkarsa herkes hemen ikaz etmelidir.
Biz edemiyoruz, çünkü doğru haber bulamıyoruz.
***
ذَلِكَ لِيَعْلَمَ
(ÜAvLıKa GıYaGLaMa)
“Bu onun bilmesi içindir.”
Burada konuşan Hazreti Yusuf’tur. Soruşturmacı tahkik ettikten sonra Hazreti Yusuf’un arkadaşına olanları anlatıyor. Hazreti Yusuf’un arkadaşı tekrar hapishaneye gider ve olayları anlatır. Bunlar burada anlatılmıyor. “Kâle/söyledi” de denmiyor. Çünkü kadınla hitap eden söylemiş gibi olur. Ama burada Hazreti Yusuf’un söylediği kesindir. Çünkü sonra diyecek ki, ben nefsimi tebrî etmiyorum.
Kim bilsin?
Aziz bilsin istiyor. Demek ki aziz sağdır. Çünkü sağ olmayan bunları bilemez. İzmar ederek söylüyor, çünkü çok kolaylıkla bilebilir. Hazreti Yusuf efendisini çok sevmektedir. Ondan çok memnundur. Onun sayesinde rahatlıkla yetişti, ayrıca yönetimi öğrendi.
Aslında aziz zaten bilmektedir. Burada “bilsin” diye söylemesinin sebebi vardır.
Demek ki Hazreti Yusuf’un onların bir tertibi olarak hapsedildiğini bilmemektedir. Hazreti Yusuf zannediyor ki aziz yanlış bildiği için onu hapse attırdılar. Ona böyle bir tertibi yakıştıramamaktadır. Bu da gösteriyor ki peygamberler olayları bilemezler.
Hazreti Muhammed de ifk hadisesinde bilmemiş ve sıkıntı içinde olmuş, âyet geldikten sonra mutmain olmuştur.
أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ
(EinNIy LaM EaPuNHu BiLGaYBi)
“Ben ona gaybda ihanet etmedim.”
Hazreti Yusuf aleyhisselâmın kendisini yetiştiren kişiye çok büyük saygısı vardır. Hapishanede olması onu fazla üzmüyor ama azizin onun öyle bir iş yaptığını düşünmesi onu üzüyor. İlk olarak kendisini temize çıkaracaktır. Bu sebeple eski hapishane arkadaşına meseleyi böyle anlatmış ve tahkik ettirmiştir. Şimdi de hapishane arkadaşına bunu neden yaptığını anlatmaktadır.
Burada İslâm’ın zina teorisine aykırı bir durum daha vardır. Zina kişiye karşı yani kocaya karşı işlenmiş bir suç değildir, topluluğa karşı işlenmiş bir suçtur. Hazreti Yusuf burada kadının kocasına ihanet etmediğini söyleyerek sanki onun hakkına tecavüz etmediğini söylemektedir. Yukarıda bana iyi bakmıştır diyerek reddetmiştir. Bu Mısır mantığını ifade etmek için olabilir. Yani zinanın yasaklığının kocasına ihanet sebebiyle olduğuna inanıyorlar. Batı hukuku böyle düzenlenmiştir, zina cezası affedilebilir. Oysa İslâmiyet’te zina kamu hukukudur. Zina cezası kocası veya herhangi birisi tarafından affedilemez. Sonra burada ben ona gıyabında ihanet etmedim diyerek sanki vicahinde gıybet etme meşru imiş gibi ifade vardır. Şunu demek istiyor ki, benim ondan gizlediğim bir şey yoktur.
Biz bunu şöyle tevil edebiliriz. Evet, rahmin korunması topluluğa aittir. Ona taaddi insanlığa taaddidir. Bu bakımdan zina kamu suçudur, affedilemez. Kocanın hakkı değildir. Ama koca onu himaye etmekle yükümlüdür. Kocanın suyuna tahsis edilmiştir, ona helal kılınmıştır. Onu korumak da onun görevidir. Böyle bir fiil işlendiğinde topluluğun hakları ihlal edilmiş olur. Ama aynı zamanda onun da görevine taaddi edilmiş olur. Sonra doğacak çocuk onun olmayacağı halde hukuken ona bakmakla mükellef kılınacaktır.
İşte bu meselenin topluluğa ait olmayan tarafıdır. Bu bakımdan kocanın karısı üzerinde hakları vardır. Bunun başında çocuğu reddetme hakkıdır. Bu çocuk benden değildir der de DNA testleri ile ispat ederse, o çocuğa bakmakla mükellef olmaz, ona miras intikal etmez. İşte bu âyet bu hükümleri açıklamak için bu ifadeyi kullanmaktadır.
Ebu Hanife der ki: Bir başkasının ‘bu senin çocuğun değildir, DNA’lar benimdir’ diye iddia etme hakkı yoktur. Koca eğer böyle bir çocuğu kabullenmişse, onun aksini ispat hakkı başkasına düşmez. Bu da Ebu Hanife’nin çocuk firaşındır hadisine dayanarak ortaya koyduğu hükme uygundur.
Yine “gaybda ihanet etmedim” sözünden şu anlaşılıyor. Çocuğu olmayan karısını aziz boşasaydı, iddeti dolduktan sonra Hazreti Yusuf’la evlenseydi, çocuğu veya çocukları olduktan sonra Hazreti Yusuf onu boşasaydı...
Burada gayrimeşruluk yoktur, alenilik vardır. Günah değildir, haram değildir. Onun için gaybda olmayan bu tür ilişkileri hüküm dışında bırakmak için bu ifadeyi böyle söylemiştir.
Yorumlarımızı daha ileri götürebiliriz. Kadın çocuğum yok deyip kocasına mihri iade etseydi ve boşansaydı... Bununla evlenen kimse günah işlememiş ama ihanet etmiş olur.
وَأَنَّ اللَّهَ لاَ يَهْدِي كَيْدَ الْخَائِنِينَ
(Va EanNa elLAHa Lav YaHDı KaYDa eLPAEiNIyNa)
“Allah hainlerin keydine hidayet etmez.”
Ve burada hıyanet edene atfediyor. Hıyanet etmediğini bildin ve Allah hainlerin keydini muvaffak etmez diyor. Yani burada zinanın kamu tarafına işaret etmektedir. Bununla beraber burada hidayet keydi mef’ul yapmıştır. Oysa hidayet kişileri mef’ul alır. Keydi başarıya ulaştırmaz denmiş olur. Yani hainlere hidayet etmez demiyor da, hainlerin keydine hidayet etmez demektedir. Hainlere hidayet etmez denmiş olsaydı hainlerin tevbesini kabul etmez anlamına gelirdi. Onu yapanlar suçluluğa mahkum edilirdi. Yusuf bu mânâyı vermemek için keyde hidayet etmez demektedir, hainlerin keydini başarıya ulaştırmaz.
Burada keyd müfret, hainler çoktur, hem de erkek kurallı çoğulla gelmiştir.
Demek ki toplulukta böyle hıyanetlik için oluşmuş örgütler vardır. Bu örgütlerin ihanetine izin vermez denmektedir.
Hazreti Yusuf burada neyi kastetmektedir?
Kendisine yapılan komplonun başarıya ulaşmayacağını mı söylüyor. O da Hazreti Yusuf’u zindana attırmaktır. Kadınların keydi bu olmuştur.
Kadınlar Hazreti Yusuf’un hapishaneye atılmasını istemişlerdir.
Neden?
Çünkü aziz onun sayesinde başarılı olmaktadır. Diğer azizlerin karıları bunu kıskanmaktadır. Bu sebeple Hazreti Yusuf zindana atılacaktır ki oradan bu işleri yapmasın.
Azizin karısı neden bunlara katılmıştır?
O da kendi konumunu korumak istemiştir. Yahut o da Hazreti Yusuf’un evde olmasını istememektedir. Tamamı tertiptir. Her ne olursa olsun Kur’an ısrarla bunun basit bir gönül işi olmadığını, bir tertip olduğunu bildirmektedir. Başka bir mânâsı da; ben ihanet etseydim benim ihanetime o yol vermezdi, onun için ihanet etmedim ama edemezdim de demiş olur.
وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي
(Va MAv EuBarRiEü NaFSIy)
“Nefsimi tebrî etmiyorum.”
Hazreti Yusuf böylece kendisini temize çıkardıktan sonra birden yaptığı işte kendisini ibra etmiş ama kadını zor durumda bıraktığını düşünür, ya ona haksızlık ettiysem der. Bunu ortadan kaldırmak üzere kadının Hazreti Yusuf’u ibrasına mukabil o da kadını ibra etmeye başlamıştır. Kendisinde de kusurlar olduğunu söylemektedir. Kadına yakınlık göstermiştir. Bu yakınlık belki cinsi ilişki şeklinde olmayabilir ama karşı tarafa öyle duygular uyandırır. O da insandır. Çocuğu yoktur. Belki de Hazreti Yusuf’un davranışları kadını bu duruma götürmüştür.
Tüm suçlarda durum böyledir. Katil katlettiği zaman maktul de tamamen suçsuz değildir. Bu sebepledir ki kısasta af müessesesi getirilmiş, yerine diyet ikame edilmiştir. Yine bu sebepledir ki suçlarda kesin ispat kuralı getirilmiştir. Yine bu sebepledir ki ispat edilemeyen suçların ifşa edilmesi yasaklanmıştır. Çünkü gerçekte suç ortak fiillerin sonucudur.
Sonra insan olaylarda daima kendisinde hata aramalıdır. Evet, Hazreti Yusuf ibra edilmiştir. Ancak yıllarca hapishanede kalmıştır. Onu nasıl iade edecektir? Hazreti Yusuf öyle düşünmüyor, bu işte kendisinin de suç ortaklığı vardır. Onun için keffaret olsun diye hapishanede kalmıştır. Kimseye bir kırgınlığı ve suçlaması yoktur.
Biz de böyle yapmalıyız. Başımıza bir şey gelirse onun bizim kusurumuzdan ileri geldiğini bilmeliyiz, ona göre tevbe etmeliyiz.
28 Şubat’ı böyle değerlendirmeliyiz. Saadetçilerin 28 Şubat ile ilgili olarak AK Partilileri suçlamaları aklın alacağı bir şey değildir. Allah öyle istemiş, öyle olmuş. Beş sene sonra ordu Millî Görüşün o kadrosunu iktidar etmek istemiş, onlar da bu görevi yapmışlardır. Saadetçiler, ‘bizim eksiğimiz var’ deyip kendilerini düzelteceklerine, AK Partililere saldırmaktadırlar. Devamlı Kur’an okunup üstünde düşünülmezse, istişareden vazgeçilirse, insanlar işte böyle dalâlete düşerler.
Nefsi ibra etmeyeceksin. Başına gelenleri hep kendi nefsinde arayacaksın.
Biz Adil Düzen Çalışanları da böyle yapmalıyız.
Ben Süleyman Karagülle de böyle yapmalıyım.
Başkalarını suçlayacağımıza kendi eksikliklerimizi gidermeye çalışmalıyız. Bilmeliyiz ki tüm başarılarınız Allah’ın takdiri ile olmuştur, O’na hamd etmeliyiz. Tüm başarısızlığımız bizim yaptıklarımızın sonucudur. Tevbe edip istiğfar etmeliyiz.
إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ
(EinNa elNaFSa La EmMAvRaTün Bi elSUvEi)
“Nefis sûu emretmektedir.”
“Emmaretün” burada mübalağalı ismi fail sigası ile getirilmiştir.
Allah insana akıl vermiş, aklın emrinde oluşan iman vermiş. Bu hidayettir. Bir de insana nefis vermiş, o da insanı dalâlete götürmektedir. Bunları dengede tutan, nefsini aklıyla dengeleyen hidayete ermiştir.
İnsanda dört meleke vardır; his, fikir irade ve ünsiyet. Hisler fikirlerle dengelenir. İrade de ünsiyetle yani sosyal baskı ile dengelenir. Önce düşünürüz. Halkın istediği, onu dengeleyen âlimlerin ilimleri böylece proje olur, proje oluşur. Meslekî kuruluşlar yaparlar. Siyasi kuruluşlar onları dengede tutarlar.
Burada “nefis”ten maksat hisler ve iradedir. Bunlar kötülüğe meyyaldir.
Buna karşılık insanda fikir ve ünsiyet melekeleri vardır. İlim ve hukuk vardır.
إِلَّا مَا رَحِمَ رَبِّي
(EilLAv MAv RaXıMa RabBIy)
“Ancak Rabbimin rahmet etmesi ile.”
“Mâ” burada masdariye de olabilir, mevsule de olabilir. Masdariyede nefis korunmuş kötülüğü emretmemiş olur, mevsulede ise kimse korunmuş olur.
Hazreti Yusuf kendisinden bahsettiği için “Rabbî” diyor.
Allah’ın rahmeti insandaki imandır, ittikadır, ibadettir. Allah insanı kötü yaratmıştır, ancak ibadetlerle o kötülükten kurtulmaktadır.
İbadet etmeyenler nefislerine hakim olurlar mı? Başka bir deyişle, namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, zekât vermeyenler, hacca gitmeyenler, Kur’an okumayanlar veya diğer dinlerde olanlar, kendi kitaplarının emrettiklerini yapmayanlar nefislerine hakim olurlar mı?
Biz olabileceklerini zor görüyoruz. Ama peşin hükümlü değiliz.
إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ (53)
(EnNa RabBIy ĞaFUvRun RaXIyMun)
“Rabbim gafurdur rahimdir.”
Evet, insanın nefsi sûu emredicidir. Ama Allah da mağfiret edicidir. Fiil gerçekleşmişse ondan sorumlu tutmamaktadır. Burada da öyle olmuştur. Madem ki zina gerçekleşmemiştir, kadın da itiraf etmiştir; o halde burada taraflar Rabbin mağfiretine uğramışlardır. Bundan sonra güzel günler yaşayacaklardır, yani Allah’ın rahmet sıfatı onların üzerine tecelli edecektir.