YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 22
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَلَمَّا جَهَّزَهُمْ بِجَهَازِهِمْ جَعَلَ السِّقَايَةَ فِي رَحْلِ أَخِيهِ ثُمَّ أَذَّنَ مُؤَذِّنٌ أَيَّتُهَا الْعِيرُ إِنَّكُمْ لَسَارِقُونَ(70) قَالُوا وَأَقْبَلُوا عَلَيْهِمْ مَاذَا تَفْقِدُونَ(71) قَالُوا نَفْقِدُ صُوَاعَ الْمَلِكِ وَلِمَنْ جَاءَ بِهِ حِمْلُ بَعِيرٍ وَأَنَا بِهِ زَعِيمٌ(72) قَالُوا تَاللَّهِ لَقَدْ عَلِمْتُمْ مَا جِئْنَا لِنُفْسِدَ فِي الْأَرْضِ وَمَا كُنَّا سَارِقِينَ(73) قَالُوا فَمَا جَزَاؤُهُ إِنْ كُنتُمْ كَاذِبِينَ(74)
فَلَمَّا جَهَّزَهُمْ
(FaLamMAv CahHaZaHuM)
“Onları techiz ettiğinde.”
Hazreti Yusuf kardeşine söylemiştir. Hemen techiz etmeye başlanmıştır. “Fe” harfi bunu ifade eder. “Lemmâ”nın ise cihaz tamamlanınca anlamı taşıdığını daha önce söylemiştik. Burada ise techiz ederken de “Lemmâ” getirilmektedir.
Geçmiş var, gelecek var, bir de şimdiki zaman var. Aslında şimdiki zaman yoktur, geniş zaman vardır. Çünkü şimdiki zaman çok kısa bir andır. Olay bittikten sonra olaydan bahsediliyorsa ona “geçmiş zaman” getirilir. Olay başlamamışsa ona “gelecek zaman” kullanılır. Olay devam ediyorsa ona “hâl sigası” kullanılır. Arapçada hâlin ayrıca sigası yoktur. Genellikle geçmiş sigaya bazı harfler getirilerek ifade edilir. “Kad Câe” şimdi geldi, buradadır anlamını taşır. “Lemmâ” da hem geçmişi hem hâli ifade eder. “Fe”den sonra gelen “Lemmâ” hâli ifade eder kuralını koyabiliriz. Gramerciler bunların üzerinde çok durmuşlardır. Ne var ki onlar yalnız Kur’an Arapçası üzerinde değil de genel olarak tüm Arapça üzerinde durmuşlardır. O zaman öyle yapılması gerekirdi. Şimdi ise Kur’an dışındaki Arapça üzerinde durulduğu zaman hatalı sonuçlara varılmış olabilir. Sadece Kur’an Arapçası üzerinde durulmalıdır. Kur’an’da olmayan kuralları zikretmemeliyiz.
“Onları techiz edince” deniyor. Gelin olarak giden kıza evinden katılan eşyanın adıdır. Sonra bu kelime âlet ve edevat olarak anlaşılmıştır. Kervana yüklenen yiyecekler de cihaz olmuştur. “Cehaz” kelimesi eşya topluluğunun adıdır. Cem ismidir. Tekile izafe edildiği zaman birinin eşyalarıdır. Çoğula izafe edildiği zaman da onların eşyaları olur. Burada teçhizin mef’ulü kişiler kullanılmıştır. Techiz edilen “Bi” harfi ile getirilmiştir. Develer techiz edildiği halde, onlar techiz edilmiş olarak söyleniyor. Mülkiyet alakası ile mecazi olarak ifade edilmiştir. Bununla beraber kendi yükleri şeklinde de anlaşılabilir.
بِجَهَازِهِمْ
(Bi CaHaZiHiM)
“Cehazlarını”
Cehazlarını techiz edince, yüklerini hazırlayınca.
Hazreti Yusuf kendisi hazırlamamıştır. Görevlileri hazırlamıştır. Burada kendisinin techiz ettiğini söylemektedir.
O halde amirin emriyle yapılanlar onun yaptığı kabul edilir. Memur amirin vekili durumundadır. Vekaleten yapmış olacağından kendisi sorumlu olmaz, amiri sorumlu olur. Kur’an “amir” kelimesini değil de “ulu’l-emr” kelimesini zikretmektedir. Çünkü amir yoktur, geçici emir yetkilisi vardır. Yetkisi dahilinde emretmektedir. Yetkisi dışındaki emirler geçersizdir. Yani onlara katacağı malları denkleştirince.
Develere veya atlara yüklenen yükler denk yapılır. Ağırlıkları eşit olmalıdır. Sağlamca bağlanmalıdır. Böylece yük bozulmadan yol alınır. Bir tarafı çok az da olsa ağır olduğu taktirde bir tarafa meyleder ve yük düşer.
Bu yükler görevliler tarafından hazırlanmaktadır. Bunun sebebi şudur ki, denk yapmayı bilen kişiler vardır. Sonra denkler tartılarak veya elle tartılarak hazırlanır. Bu sebeple yükün içine konan eşyayı kardeşleri görmemişlerdir. Bununla beraber Hazreti Yusuf’un kardeşi koyarken de haberlidir. Onun yükü onun gözü önünde bağlanmıştır.
Develerle seyahat edildiğinde herkesin yükü nasıl ayrı olmaktadır?
Hazreti Yusuf karaborsa olmasın diye herkese bir deve yükü hububat vermektedir. Dolayısıyla sıraya giriyor ve herkes bir deve yükü alıyordu. Kardeşine sıra gelince onun yüküne konmuş olabilir. Bunu böyle kabul ettiğimiz zaman, kıtlık zamanında herkese kendi payı verilecektir. Birine fazla verilmez. Suyun taksiminde konan kural burada da uygulanmış olur. Kıtlık zamanlarında yönetim mallara borç olarak el koyar ve kişilerin ihtiyaçlarına göre dağıtır. Sonra bolluk olunca el konan mallar sahiplerine misli ile verilir.
جَعَلَ السِّقَايَةَ
(CaGaLa elSiQAYaTa)
“Sikayeyi koydu.”
“Sikaye” “faile” vezni üzere bir isimdir. “Kitabe” kelimesi de böyledir. Kitap cins isimdir. Bir konuda yazılmış kitapları içerir, nüshaları içine alır. Onlardan bir tanesi “kitabe”dir. “Risale” de böyledir.
“Sikaye” suyun içildiği kaptır, tastır. Bununla berber harfi tarifle gelmiştir. Maruf bir tastır. Ölçü yapıldığı zaman kullanılmış olan tastır.
Tartı olmadığı için tahıl çuvallara doldurulur. Çuvallar yönetim tarafından imal edilmiştir. Ölçüleri tamdır. Bununla beraber çuval doldurulduğunda ağzına kadar doldurulmaz. Biraz boş bırakılır, sonra tasla doldurulur. Bu tas aynı zamanda küçük mübadele ölçü aracıdır. Satılırken ve alınırken paraya göre alındığı için bazı çuvallar tam doldurulmaz. Bu çuvallar tasla sayılarak doldurulur.
Demek ki Hazreti Yusuf kardeşlerinin yüklerini tartarken/tarttırırken böyle bir tas kullanmıştır. Kardeşler de bunu tanımaktadır. Bugün kiloların üzerinde gramları yazılıdır. O taslara da melikin damgası vurulmuştur ve ne kadar olduğu da yazılıdır.
Mühür başlangıçta Sümerlerde kullanılmıştır. Tabletler mühürlenip belge oluşturulur, ayrıca çuvallar da mühürlenirdi. Mısır’da Mezopotamya mühürlerine benzer mühür mevcuttur. Bu ilim adamlarınca Mezopotamya’nın Mısır’a etkisi belgesi olarak kabul edilmektedir. Marife olması tasın özel tas olduğunu belirtmek içindir.
فِي رَحْلِ أَخِيهِ
(FIy RaXLı EaPIyHi)
“Ehinin rahli içine koydu.”
“Rahl” yolculuk yükü anlamındadır. “İrtihal”i dünyayı değiştirmek için söyleriz. “Yaz ve kış rıhlesi” yani seyahati deriz. Açılıp kapanan Kur’an okunan masalara “rahle” denir.
“Kardeşinin rahline” denmektedir. Yukarıda da “rihalihim” deyip çoğul çoğula izafe edilmiştir. Deve kervanıyla gidildiğine ve yükler de ortak olduğuna göre, neden her birinin ayrı rıhlesi vardır? Bu ifade baştan söylediğimiz gibi sırtları ile yük taşıdıklarının ifadesidir. Yahut birlikte gitmektedirler ama herkes devesi ile dönmektedir.
Hazreti Yakub’un evlatları birlikte yaşayan bir aşirettir. Ancak evleri ayrıdır. Herkes kendi odasında yaşamaktadır. Sürüleri ortaktır. Çobanlık birlikte yapılmaktadır. Ama tüketim ayrı ayrıdır. Buraya geldiklerinde herkes kendi devesini getirmiştir. Kiralamıştır yahut kendisinindir. Onun sütünü o sağıp içmektedir. Demek ki aşiret içinde özel mülkiyet vardır. Tam olarak bugünkü aşiret hayatı yaşanmaktadır. Avcılık döneminde hayat böyle idi. Birlikte avlar sonra et ve deriler bölüşüldüğü zaman herkes kendi ailesinde tüketirdi. Çobanlık döneminde de bu durum devam etmiştir.
Bugün düzenleyeceğimiz aşiret hukukunda da tamamen bu durum olacaktır. Erkekler gidip dışarıda kazanacaklar, yiyecekleri ve giyecekleri getirecekler; ev işlerini kadınlar yapacaklardır. Aşirette ortak tüketim yoktur. Sadece ortak işler birlikte yapılacaktır. İnsan tabiatı böyle yaratılmıştır. Kadınlar da çalışacaklardır. Ama evin nafakası erkeğe aittir, ev işleri kadına aittir. Kadın ev işlerini yapmak istemezse hizmetçi tutar ve ona yaptırır. Hizmetçinin ücretini kadın verir. Çalışan kadınlar için durum budur, ayrıca ev masraflarına katılmaz.
Bununla beraber yükleri develere yükledikten sonra yük fazla ise kendileri de sırtlarına yüklenirler. Tası belki de bu sırt üzerine taşıdığı yükün içine koymuştur.
Aşiret hukuku oluşturulurken Yusuf Sûresi göz önünde bulundurulmalıdır.
ثُمَّ أَذَّنَ مُؤَذِّنٌ
(ÇümMa EaüÜaNa MüEaüÜıNün)
“Sonra müezzin te’zin etti.”
Burada “sonra” kelimesi getirilmiştir. Demek ki yükler tamam olduktan sonra bir zaman geçmiştir. Yola çıkmışlardır. Genellikle kente gelenler gündüzün orada kalır, akşama doğru kentten ayrılır, hayvanların otlayacakları yere kadar gider, orada gecelerini geçirir. Gündüzleri ise yola devam ederlerdi. Hayvanların kent içinde otlatılmaları mümkün olmadığı için konaklama yerleri kent içinde yapılmaz, kentin dışında yapılırdı. Buradaki “Sümme/sonra” kelimesi bize bunları anlatmaktadır.
Kervansaraylar, konaklama yerleridir. Hayvanların otlaması için sahası olan yerlerdir. Şimdi “kervansaraylar”ın yerine “oto/otobüs/kamyon dinlenme yerleri” yapılmaktadır. Buraların aynı zamanda oto tamir yerleri ve yedek parçaların bulunduğu yerleri olmalıdır. Bugün olduğu gibi gelişigüzel serpilmemelidir. Elli kilometrede, yüz kilometrede bir dinlenme yerleri yapılmalıdır. Arabalar burada ikmallerini yapmalı. Burada bir araba bozulursa yedek parça hemen servise girmelidir. Her firmanın değil, bütün firmaların ortak servisleri olmalıdır.
Geçmişte büyük imkansızlıklara içinde öyle bir düzen kurulmuştu ki, ülkeler arası yolculuklar yapılıyordu, yapılabiliyordu. Mezopotamya mallarının Anadolu’da satılmış olması bu kervansaray yollarının onlar zamanında başladığını ifade eder. Asıl gelişme Mısırlılar zamanında olmalıdır.
“Sümme/sonra” kelimesinden anlıyoruz ki; kervan yola çıkmış, ertesi gün sabah yola devam ederken bir müezzin seslenmiştir.
“Müezzin” burada nekre getirilmiştir. Yalnız aşağıda konuşulurken dediler şeklinde ifade edilmiştir. Bir ekip bunları kovalamıştır. “Müezzin” kelimesinin nekre getirilmesinin sebebi, onların tanımadığı birinin seslenmiş olmasıdır. Yahut bu hususta görevli bir kurum yoktur. Sadece o olay üzerinde oluşturulmuş bir ekiptir. Yahut ekip içinde biri anlamında nekredir.
“Âzene” demeyip “ezzene” demiş olması, çağırmaların defalarca tekrar edilmiş olmasını ifade eder. Uzaktan seslenmeye başladılar. Onlar yürürken arkalarından sesleniyor ve onları durduruyorlar.
Şimdi de trafik polisi telsizle arkadan öndeki polise haber vermekte ve o durdurmaktadır. Bunun yerine her arabada artık cep telefonu vardır. Bunun açık tutulması, dinlenme merkezleri ile devamlı irtibatta olmaları gerekir. Oradan verilen talimatla hareket edilmelidir. Trafik yasaklarına uyulmaması hallerinde keffaret cezaları vardır. Keffaret cezasını fail kendi isteği ile kendisi öder. Ödemezse zorla alınmaz ama bir daha o araba o yola sokulmaz.
أَيَّتُهَا الْعِيرُ
(EyYatüHav eLGIyRu)
“Ey îr; ey eşşek”
“Îr” kelimesi müennes olarak getirilmiştir. Çoğul olarak kabul edilmiştir. Gramerciler tekil yoktur diyorlar “Îr” eşek demektir. Eşşek sürüsü demek olur. Sonraları diğer kervanlara teşmil edildiğini ifade etmektedir. “Avret” açık demektir. Çölde uzun toplu yolculuk yapan yüklü hayvanları ifade etmek üzere bizim Türkçedeki “kervan” kelimesine tekabül eder. Ne var ki Kur’an “kervan” kelimesini “seyyare” olarak başka yerde getirmiştir. Bu sûrenin başında “seyyare” kelimesi getirilmiştir. Burada “seyyare” denmemiş de “Îr” denmiştir.
“Seyyahlar” turistlerdir. Bir amaçla değil, sadece gezip dolaşmak için yolculuk yapanlardır. “Seyyare” ise bir iş amacıyla yolcuk yapan topluluk demektir. Daha çok kentlerde bulunurlar. Seyyahların/seyyarelerin araçlarla dolaşması gerekmez. Oysa “îr” ile hareket edenler açık alanlarda develerle veya başka taşıma araçları ile yolculuk yapan kimselerdir. “Seyyah ve seyyare” bunu meslek edinmiş kafilelerdir. Yani bunların işi yolcu veya yük taşımadır. Otomobil ve kamyonetlerdir. “Îr” ise özel araçlardır. Herkes kendi aracına biner ve yolculuk yapar.
Demek ki ulaşımda iki türlü araç kullanılacaktır. Biri toplu taşıma araçlarıdır. Bunlar da ikiye ayrılmaktadır; yük taşıyan araçlar, yolcu taşıyan araçlar. Yük taşıyanlara “seyyare” yolcu taşıyanlara “seyyahe” diyebiliriz. Bir de özel araçlar vardır. Bunlara da “îra” deriz. Arapçada “iret” yoktur. Çünkü o zamanlarda tek başına bir insan bir devesiyle çöllerde yolculuk yapamazdı.
Şimdi bu âyetten Hazreti Yakub’un oğullarının aşiret hâlinde birlikte yaşadıklarını anlıyoruz ama herkesin kendi develeri, kendi evleri ve kendi kazançları vardır.
Seyyare ve seyyahlar toplu taşıma ile hareket edenlerdir.
“Îr” ise herkes kendi aracı ile kendi devesi ile hareket eden demektir.
Mısır yönetimi seyyarelere tahıl vermemektedir, ticaret amacıyla tahıl alanlara tahıl vermemektedir. Sadece kendi ihtiyaçları için gelip talep edenlere tahıl vermektedir. Demek ki kendi araçları ile gelecekler. Bunlar da deve olabildiği gibi eşşek de olabilir. Hattâ yaya da olabilir.
“El-Îru” marife olarak gelmiştir. Çünkü kovalayanlar bilmektedir. Yani biz sizi biliyoruz, tanıyoruz, durun, sizi arıyoruz diyorlar. Arapçada “îret” müfret kelimesi yoktur. O devirde tek başına seyahat edilemiyordu. Ama bugün edildiğine göre özel otomobillere “îret” diyebiliriz.
Dilde kurallarla kelime üretmeyi biz kabul ediyoruz. Kur’an bunu yapmış mıdır, yapmamış mıdır? Genel olarak yapmadığı kabul edilerek dilde kıyas olmaz demişlerdir. Bunun üzerinde durulmalıdır.
إِنَّكُمْ لَسَارِقُونَ (70)
(EinNaKuM La SAvRıQUvNa)
“Siz hırsızsınız dedi.”
“Ezzene müezzinün/Müezzin te’zin etti” dedikten sonra “Kâle” kelimesini kullanmadı. Çünkü te’zinde kâle vardır. Müezzin çağırdı, ey îr, siz sariksiniz, siz hırsızssınız. Sizin içinizde sarik var denmiyor, siz sariksiniz diyor. “İnne” ve “Le” ile tekit ediyor. Kurallı erkek çoğul getirerek tümünü itham etmektedir. Tas kaybolmuştur. Bunlardan biri almıştır. Kimin aldığı bilinmemektedir. O halde bunların hepsi birden almış kabul edilir. Tümü suçlanır. Eğer bunlardan birinin yaptığı anlaşılırsa diğerleri beraat etmiş olur. Yoksa hepsi suçludur. Siz sariksiniz demiş olması ve kurallı erkek çoğul olarak getirilmesi bize bunu ifade eder.
Kur’an’da kasame yoktur derler. Biz de ancak Hazreti Musa aleyhisselâmın birbirine darbedin kıssasını kasame olarak tevil ettik. O zorlamalı bir tevildir. Ne var ki ona ya daha açık mânâ vereceğiz ya da müteşabih kabul edeceğiz. Lafzın imali ihmalinden evladır (bir kelimeyi anlamsız bırakmak yerine yorum getirmek daha iyidir) kuralına göre biz o mânâyı verdik.
Ama buradaki “Le Sârikûn” kelimesi kasameyi teşri etmektedir. Suçlu bulunmazsa suçu hepsi birlikte işlemiş kabul edilerek diyete mahkum edilir. Cezada kesinlik olmadığı için elleri kesilmez ama diyete dönüştürülür. Böylece bizim Hazreti Musa’nın kıssasındaki yorumumuzu buradaki bu ifade de teyit etmektedir.
***
قَالُوا وَأَقْبَلُوا عَلَيْهِمْ
(QAvLUv Va EQBaLUv GaLaYHiM)
“Onlar ikbal ederek kavlettiler.”
Burada iki fiil birbirine atfedilmiştir. İkincisi hâl olmaz. Hâl olabilmesi için atıf ile matuf arasında isim ve fiil cümlesi olarak farklı olmalıdır. Eğer hâl olarak kabul edecek olursak, “kâle” kelimesinden sonra fiil cümlesi hâl olarak gelir demektir. Bu kuralı bize kanıtlar. Yahut “Ve” harfinde sıra sözkonusu değildir demektir.
Ses duyduklarından dolayı döndüler. Sonra da söylediler. Yani söylemek için dönmediler. Ne oluyor, ne ses var diyerek döndüler. Önce bir ses duydular. Döndüler, sonra “eyyetuhe’l-îru”yu işittiler, dolayısıyla cevap verdiler. “Te’zin” fiili bize olayın böyle geçtiğini anlatır. Bunun için hâl mânâsını vermemiz hatalıdır. Sesi işittiler ve döndüler, tekrar dediklerini anladılar ve cevap verdiler demektir. “Ve” ile atfedilmesi ve “ekbelû”nun tehir edilmesi bunu beliğ bir şekilde ifade etmektedir.
Burada bir âdap daha öğreniyoruz. Birisi bize hitap etti mi ona taraf döneceğiz. Sonra dediğini tam anladıktan sonra cevap vereceğiz. Sırtımız dönük konuşmayacağız, ne dediklerini kesin anlamadan da cevap vermeyeceğiz.
Denebilir ki, burada çağıranlar peygamber değildir. Dönüp cevap verenler de peygamber değildir. Bunların yaptıkları neden bize delil olsun?
Doğrudur. Ama birileri Hazreti Yakub’un oğullarıdır, diğerleri ise Hazreti Yusuf’un görevlileridir. Kur’an anlatıyor ve yaptıklarını zemmetmiyorsa, biz onu sünnet olarak kabul eder ve uyabiliriz. Uymak zorunda değiliz. Bu biraz da istishabın delil olup olmamasına bağlıdır. Bu konu bize başka yönden ışık tutar.
Sahabelerin yaptıkları bize delil midir?
Sahabeler öyle yaptı, o halde biz de yapabilir miyiz?
Sahabeler yapmış ve muhalefet eden olmamışsa, sükûtî icma olmuştur demektir. Onunla amel edebiliriz. Ona dayanarak içtihat yapabiliriz. Ama onu icma kabul etmeyiz. Ebu Hanife’nin mezhebi budur. Burada da Allah onların amellerini bize anlatmış ama onu tenkit etmemiştir. O halde sünnet olarak kabul edilir.
مَاذَا تَفْقِدُونَ (71)
(MAvÜAv TaFQıDUvNa)
“Ne fıkdettiniz, ne kaybettiniz?”
Kur’an bizim günlük kullandığımız kelimeleri kullanır ve bize köklü Arapça öğretir. Bozulmuş dili kullanmaz.
Mesela, Türkçede “kaybetme” yerine “yitirme” kelimesi kullanılır. Yitirmek kaybolmak demektir. Aslında yit dalletmek demektir. Şaşırmak, sapmak demektir. Biz Türkçede Arapçadan gelen gaybet kelimesini “kaybetmek” olarak kullanırız. Gıybet, baştan görünmeyen, bilinmeyen demektir. Türkçede bu kelimeyi yanlış kullanırız. Türkçede birçok kelime vardır ki Arapçadan bize gelmiştir. Araplar onu o mânâda kullanmamaktadırlar. Kur’an’ı doğru anlamamız için öz Türkçe kelimelere bunun için ihtiyaç vardır. “Ne kaybettiniz” şeklindeki tercüme bunun için hatalıdır. “Ne yitirdiniz” demek daha uygun bir kelimedir.
Türkçe gelişmiş dildir. Gürcüce, Lazca, Arnavutça gibi gelişmemiş diller vardır. O dillere tercüme etmek daha da zordur. Bununla beraber o dillerin mensupları daha az olmuşlardır. Yeniden geliştirilirlerse daha beliğ dil olurlar.
Bu amaçla diyoruz ki; “Bin Dil Üniversitesi” kurulmalıdır. On bin dairelik bir site kurulmalıdır. Elli bin nüfuslu bir ilçe olacaktır. Her apartmanda on kat bulunacak, her katta on daire olacaktır, her katta ayrı dil konuşulacaktır. O dillerden Arapçaya, Arapçadan o dillere tercüme yapılacak, böylece ilkel diller geliştirilecektir. İnsanlığın tarihi mirası korunacaktır. Bu yolla Kur’an tüm insanlığa kendi dilleri ile ulaşacaktır.
İçinizden biri çıkacak, ben bin dil üniversitesini kuruyorum diye önce bir dernek kuracak. Sonra kooperatif kuracak. Göreceksiniz ki, yirmi sene sonra, otuz sene sonra o üniversite kurulmuş olacaktır.
Biz Akevler’i kurup ilmî faaliyetlere başladık. Hamd olsun büyük adımlar attık.
Erbakan parti kurdu. Başardı. Hamd olsun başardı. Bugün AK Parti tek başına iktidar olmuş olarak siyasette boy göstermektedir. Fethullah Gülen İzmir’de önce Akyazılı Vakfı’nı kurdu. Muvaffak oldu. İslâmiyet’i dünyaya götürdü.
Daha yapılacak pek çok şeyler var, pek çok teşebbüsler var. Siz de ortaya çıkın, yapılacak işlerden birine el atın, arkadaşlarınızı birleştirin. Göreceksiniz, başarılarınız sizin beklemediğiniz hızla devam edecektir.
Haydi! “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmak için kendisini vakfeden genç arıyoruz. Yeni Bosna’ya taşınacak. Ne yapacağını bizden öğrenecek. Böylece Kur’an’ın dünyaya yayılması için hizmet verecektir.
“Mâ Tefkıdûn” ile “Mâzâ Tefkıdûn” arasında şu fark vardır.
“Mâ tafkıdûn” derseniz, geçmişte ne kaybettiniz olur. “Mâzâ Tefkıdûn” derseniz, şimdi ne kaybettiniz, şimdi aradığınız şey nedir demek olur. “ Zâ” yakına işaret eder. Türkçede ne yitirdiğiniz zaman bu farklı mânâyı vermeyiz. O halde “Bin Dil Ünversitesi”nde bu tercümeler nasıl olacaktır? “Mâ”nın karşılığı Türkçede nedir, “Mâzâ”nın karşılığı da Türkçede nedir? Söylerken yeni bir ses ilave edemeyiz. Ama yazarken “Ne”yi farklı şekilde yazabiliriz. Mesela, “ne kaybettiniz”e soru işareti koyarsanız “şimdi ne kaybettiniz” olur; soru işareti koyamazsanız genel olarak ne kaybettiniz olur. Batı dillerinde soru edatı yoktur, meramlarını vurgu ile ifade ederler. Onun için yazarken soru işareti koyarlar. Türkçede ise buna gerek yoktur. Çünkü soru edatı vardır. Cümlede başka işaret gerekmez.
***
قَالُوا
(QAvLUv)
“Kavlettiler.”
Kavledenler te’zin edenlerdir. Sorularına cevap vermektedirler.
“Ve” harfi getirilmeden “Kâle” denirse karşılıklı konuşma olur.
Türkçede “dedi” kelimesi cümle sonuna doğru geldiği için bu şekilde bir ifade mümkün değildir. Avrupa dillerinde de mümkün değildir. Onun için “–” işaretleri konmaktadır.
Te’zin eden müfret olduğu halde, burada cevap verenler çok olarak ifade edilmektedir. Söyleyen bir kişidir ama hepsi söylemiş gibidirler. Sözcünün söylediğini hepsi söylemiş olur. Sükut etmişlerse hepsi söylediğini tasdik etmiş olur. Yani sükut ikrardandır kuralı geçerlidir.
Bu sebepledir ki ben prensip olarak konuşturulmadığım toplantılara katılmam. Benim yönettiğim toplantıda herkese söz veririm. Bu uygulamam, Kur’an’ın “her söze kulak verirler” âyetinin bir gereğidir.
Cuma hutbesinde olduğu gibi tek kişi konuşuyorsa, oraya katılabilirsiniz. Orada sükut ikrar değildir. Çünkü kimsenin konuşma hakkı yoktur. Bununla beraber sünnet uygulamalarında Cuma hutbelerinde de cemaatin konuştuğu olmuştur.
Bu konuda da Kur’an üzerinde araştırma yapmamız gerekir.
Uygulama esasen böyle olmalıdır ve böyle olursa mescitlere mutlaka gitmemiz gerekir. Ama bugün cemaat konuşturulmamaktadır. Ben yine de camiye gidiyorum. Çünkü hepten cemaatten kopmak istemiyorum. Ama gidemediğim zaman da, bugünkü uygulamalar sebebiyle, ‘eyvah, neden gidemedim’ demiyorum.
نَفْقِدُ صُوَاعَ الْمَلِكِ
(NafQıDu ÖuVAGa eLMaLiKi)
“Melikin suva’ını fıkd ettik.”
“Melikin tasını yitirdik.”
Yukarıda “sıkaye” dendiği halde, burada “Melikin suva’ını kaybettik” diyorlar.
“Sıkaye” ile “suva’” arasında ne fark vardır?
“Sıkaye” alelade bir tastır. Su içilen bir kaptır. Değeri daha azdır.
“Suva’” ise ölçü aracıdır. Bir sah tahılı içeren kaptır. Kıymetlidir. Damgalıdır.
Sıkayeler her yerde bulunabilir. Kişilerde bulunursa onu çalmış olmazlar. Dışarıdan aldık diyebilirler. Oysa suva’ beylik maldır. Damgalıdır. Başka yerde bulunamaz.
Bugün orduda kullanılan mallara böyle damgalar vurulmaktadır.
Yukarıda genel ifade kullanmıştır. Burada ise özel ismiyle çağrılmıştır.
“Melikin” demekle beylik malını kaybettik denmiş olur.
Burada yine önemli bir işaret vardır. Genellikle herkes kendi malına sahip çıkar ama beylik mallara yani kamu mallarına sahip çıkan olmaz.
Hazreti Salih peygamberin deve hikâyesi de böyledir. Kamuya ait deve vardır. Otlamakta ve su içmektedir. Kamu mülkiyetine karşı çıkılmakta ve halk onu kesmek istemektedir. Hazreti Salih de ‘kesmeyin’ diyor. Onlar kesiyorlar ve helâk oluyorlar.
Bugün de en büyük yolsuzluk ve hırsızlık kaynağı kamu malları üzerinde olmaktadır. İhaleler yoluyla devlet büyük bir şekilde çarpılmaktadır.
Bunun çaresi ihalelerin küçük partilerle yapılması, artırma ve eksiltmeyi kabul eden tarafın değil, ihale eden tarafın yapması ve rüşvetin yasaklanmasıdır. Yanlış yapan cezalandırılmalıdır. İster rüşvetle yapsın, ister rüşvetsiz yapsın; rüşvet verenin parası gitsin ama o yanlış yapmasın. Çünkü Kur’an’da rüşvet için ceza konmamıştır. Rüşvet vermeyi yasaklarsınız, veren de verdiğini iddia edemez. Dolayısıyla rüşvet bir müessese hâline gelir.
“Melikin tasını kaybettik” deyince işi daha ciddiye vardırıyorlar. Melikin mallarına dokunma çok daha büyük suç sayılmıştır.
وَلِمَنْ جَاءَ بِهِ حِمْلُ بَعِيرٍ
(Va LiMaN CAvEa BiHi XıMLu BaGIyRin)
“Kimin devesinin yükü onunla ciet etmişse.”
“Ve” harfi Melikin suva’ını kaybettik cümlesini bağlıyor ve biz onu alıp götüreni arıyoruz, biz çalanı arıyoruz demiyor; kimin devesinin yükünde ise biz onu arıyoruz diyorlar. Böylece ip ucu veriyorlar. Çalanı gördük, yüküne koyduğunu gördük, o zaman üzerinde durmadık. Yani demek istiyorlar ki; biz bunun devenin yükünde olduğunu biliyoruz, bunu söylüyorlar. Tas büyük olup başka türlü saklanamaz durumda olur. Bu sebeple ancak deve yükü içine konabilir.
“Bair” cins isimdir. Bir deve “baire”dir. Ama “Himl” kelimesi tekildir. Dolayısıyla nekredir. Kervanın yüklerinden hangisinde bulunuyorsa diyor.
“Li” harfi; onun için sizi bekletiyoruz. Tastan çok biz tası alanı arıyoruz. Çünkü asıl olan beylik malına teaddi var. Eğer biz onu bulup cezalandırmazsak sonra malımız, mülkümüz, devletimiz kalmaz. Bunu çalanı arıyoruz.
Böyle derse; size dayak atacağız, sopa vuracağız, söyleteceğiz demek olur.
Öyle değil de; kimin devesinde tas bulunursa biz onu arıyoruz diyorlar. Devesinin yüküne başkası koymuş olabilir. Ama ispat edinceye kadar herkes kendi devesine kendisi koymuş kabul edilir.
Bu da herkesin kendi mallarından sorumlu olduğunu ifade eder. Evinde öldürülmüş bulunsa, ev sahibi öldürmüş kabul edilir. Bu sebepledir ki ev sahibi evini korumakla yetkilidir ve görevlidir. Eve izinsiz gireni öldürebilir. Diyetini öder. Kısas yapılmaz. İnsan malını, canını, işini ve ırzını korumakla yükümlüdür ve yetkilidir.
Burada fail yük kabul edilmiştir. Sorumlu ise onun sahibi yapılmıştır. “Li” harfi burada temlik içindir. Devesinin yükünün bulunduğu kimseyi arıyoruz. Onu kaybettik demek istiyorlar. Yani devenin yükü içine koyduğunu biliyoruz ama o birden kaybolduğundan sizin kafilenizdedir. İşte biz onu arıyoruz diyorlar.
Yükün içinde değil de, kimin yükü onu alıp götürdü ise biz onu arıyoruz demektir.
Türkçede “geldi” kelimesini kullanmayız, “götürdü” kelimesini kullanırız. Kimin yükü onu alıp götürdü ise biz onu arıyoruz deriz.
وَأَنَا بِهِ زَعِيمٌ (72)
(Ve EaNa BiHIy ZaGIyMun)
“Ve ben onun zaimiyim.”
Yani yükünde tas bulunan kimseyi arıyorum. Ben onun zaimiyim.
Buradaki “Hu” zamiri tasa gidebilir. O bana verilmiştir. Benim sorumluluğumdadır. Kaybolursa ben bulacağım diye tekeffül ettim demektir. Yukarıda “dediler” dediği halde, burada “ben onun sorumlusuyum” tek olarak söylenmektedir.
Sorumluluk tecezzi etmez. Bir sorumlu olur. Görev ekibe verilmiştir ama yetki ekip başkanındadır. Sorumlu da ekip başıdır. Bir hastayı bir ekip ameliyat eder. Ekibe birçok yardımcılar katılır. Ekip tamamen ekip başının emrindedir, o ne derse diğerleri onu yapacaktır. Sonunda yetkili o olduğu için sorumlu da odur. Eğer hasta yanlış ameliyattan dolayı ölse, ekibin âkilesi değil, ekip başının âkilesi tazmin eder.
Demek ki ekip çalışmalarında “hukuk düzeni” değil “askeri düzen” geçerlidir. Yetki ve sorumluluk bir yerde toplanır.
Buradan şu hükme varıyoruz ki; “askeri düzen” ile “hukuk düzeni” yere göre değil, işe göre düzenlenir. Bazı işler askeri düzen kurallarına göre, bazı işler hukuk düzeni kurallarına göre yürütülür. Baştan ‘bu hukuk düzenine göre yapılacaktır’ denecek, isteyen o şartlarla görev alacak. Yahut ‘bu hukuk düzenine göre yapılacaktır’ denecek ve o şartlarla görev alacaktır.
Yukarıda “kâle/dedi” denseydi da “kâlû/dediler” anlaşılırdı. Ancak o takdirde bu sorumluluk ayırımı çıkmazdı.
Buradaki “Hu” zamiri “Men”e raci olur, yani kimin devesinde bulunursa ben ona kefilim demiş olur. Ben onu bulmakla görevliyim demektir. Melike bu hususta söz verdim demektir. Yani biri suç işler de kaçarsa, onu bulana ödül konur. Bu hırsızı bulana ödül konmuş ve o da anlaşmış olur. Yani cualede anlaşma gerek. Kim bunu yaparsa değil de, ben yapacağım diyene ihale edilmiş olur. Bu işi yapmaya ben görevlendirildim demiş olur. Anlaşmanın nasıl yapılacağı üzerinedir.
Devesinin yükünde tas bulunanı bul denmiştir. O hırsızdır demek değildir. Bu hususta anlaşma yapılmamıştır. Yapılan anlaşmada kimin devesinin yükünde tas bulunursa, ben onu bulma görevini aldım. Tası çalanın bulunması görevini veya tası bulma görevini almadım anlamında olur.
Burada kefile ait hükümler de istihraç edilebilir.
Kefil görevi yerine getirmezse ne yapılır?
Yani yükler aranıp da bulunmazsa yapılacak bir şey yoktur. Cualede ödül almaz. Ama sorumlu değildir. Bununla beraber katili bulmayı taahhüt eden dayanışma bulamazsa sadece ödül almaz, aynı zamanda diyetini öder.
Demek ki ABD’deki dedektiflerde bu hüküm geçerli olmalıdır. Ama neyi yapacağı çok net olarak bilinmelidir. Devesinin yükü içinde tas bulunmalı. Ona verilecek ceza sonra belirlenir. Filanın başı getirilsin denir. Oradaki cuale de böyle nettir.
Açıklama (Lütfi Hocaoğlu tarafından): Cuale bir nevi simsarlıktır. Örneğin bir otobüs firmasının önünde tellallar vardır. Onlar bağırırlar ve firmaya müşteri getirirler. Getirdikleri müşteri başına (bilet alırsa) para alırlar. İşte buna cuale anlaşması denir.
***
قَالُوا تَاللَّهِ
(QAvLUv TalLAHı)
“Tallahi diye kavlettiler.”
“Andolsun Allah’a ki diyorlar.” Yemin ediyorlar.
Bunlar Hazreti Yakub’un çocuklarıdır. İbrahimî dindendirler. Kendi inandıkları Tanrı’yla yemin ediyorlar. Mısırlılar da aynı Tanrı’ya inanıyorlar. Sadece fazla olarak melikin Tanrı’nın oğlu olduğuna da inanıyorlar. Bu bâtıl inançla Mısır halkına hakim oluyorlar.
Genel olarak kişi kendi diniden olmayan kimseye de kendi Tanrı’sına da yemin eder. Yani Müslüman olmaktan çıkayım, öbürü Yahudi olmayayım gibi yeminlerle birbirine yemin ederler.
“Vallahi” geçmişte olan olayların yemini için söylenir.
“Tallahi” dendiğinde gelecek için yemin edilir. Biz bu işi yapmadık ama yapmışsak gerekli cezaya razıyız demektir. Buradaki “T” harfi sarik/hırsız olmadıklarına teminat verdiklerini ifade ediyor. Eğer sarik oldukları ortaya çıkarsa yaptırıma razıyız demektedirler.
Yeminin müeyyidesi nedir? “Biz sarik değiliz” demekle, “Tallahi sarik değiliz” demek arasında ne fark vardır?
Yeminsiz söylenen sözler yanlış olsa da, kişi söylediğinden sorumlu olmaz. Kesin olarak bilmiyorum ama benim bilgim bu kadardır demektir. Sonra yeminsiz verilen sözlerde zaruret hâlinde durumdan sorumlu olmaz. Yeminsiz ‘yarın bin lira vereceğim’ dese, sonra o gün bulamasa, mazereti dolayısıyla yapmazsa bir tazminata maruz kalmaz. Oysa yemin ederek ‘yarın ben sana bunu vereceğim’ der de ertesi gün bulamazsa, doğacak zararları tazmin eder.
İşte yeminin mânâsı budur.
Herkes kendi dinine göre yemin ederse geçerlidir.
Buradaki yeminleri bunu bize bildirir. O zamanın örfü demek böyle imiş.
Hep birden yemin etmediklerine göre birinin yemini hepsinin yemini olmuştur. Çünkü kimse inkâr etmemiştir. Hazreti Yusuf’un anadan da kardeşi bunu söylemiştir. Demek ki o da tasın kendi yükünde olduğunu bilmemektedir. Yoksa yalandan yemin etmiş olurdu. Buradaki “Kâlû” bize sükutu ikrarla da yemin olmuş olacağını göstermiş olur.
Bu durumda mecliste (TBMM) hazır bulunanlar için başkan yemin etse, ‘sizler adına ulusuma şu sözleri veriyorum’ dese, yemin gerçekleşmiş olur. Bunu böyle kabul etmediğimiz zaman ilk milletvekilinin yemini geçersiz olacaktır. Çünkü daha milletvekili değildir. Demek ki bugünkü uygulama yanlıştır.
Şimdi milletvekili yemin ediyor; ‘Ben Atatürk ilkelerine sadık kalacağım’ diyor. Sonra sadık kalmıyor. Çünkü Atatürk ilkelerinin başı hakimiyet-i milliyedir. Oysa Avrupa Birliği’ne girmek hakimiyet-i milliyeyi kayıt ve şart altına almaktır.
Mesut Yılmaz’a, ‘Avrupa’da siz hakimiyetinizden kaybediyorsunuz, farkında mısınız?’ denmiş. ‘Biz bunu biliyoruz, size ulusumuzun hakimiyetini kısmen de olsa veriyoruz’ demiş.
O halde her Türk vatandaşının yeminine sadık kalmayan milletvekilini dava etme hakkı vardır. İşte bu sebepledir ki milletvekiline böyle yemin edeceksin demek yanlıştır. Kendisi istediği gibi yemin eder, ondan sonra da ona uyar, sorumlu olmaz.
لَقَدْ عَلِمْتُمْ
(LaAQaD GaLiMTuM)
“Siz biliyorsunuz.”
“Kad” harfi ile burada mazi fiil getirilmiştir. Bu fiili hâle çeker. Siz şimdi araştırmaya başladınız. Araştırma sonuçlanınca göreceksiniz ki; tas bizde değildir, biz hırsız değiliz. Bununla beraber siz bizi geçmişteki hâlimizle bilirsiniz ki biz ülkeyi ifsad etmeye gelmedik. Araştırma yaparsanız hiçbir kanun dışı iş yapmadığımızı bilirsiniz. Bunun böyle oduğu hususunda size teminat vermekteyiz.
“Alimtüm” kullanılmıştır. Soruşturmacılar muhatap alınmaktadır. ‘Bileceksiniz’ denmiyor de ‘bildiniz’ deniyor. Arapçada mazi ve muzari, geçmiş ve gelecek zamanları ifade ettiği gibi; kesinlik olasılığı hallerinde de kullanılır. ‘Tallahi ben yarın gelmiş olacağım’ dediğiniz zaman geçmiş mazidir ama istikbal temin ediliyor. ‘Tallahi’ kelimesinden bu mazi gelecekte geçmişin hikâyesidir. Arapçada Türkçede olduğu gibi fazla çekim kipleri yoktur. “Bilmiş olacaksınız” ifadesi yerine, “Tallahi Lekad Alimtüm” ifadesi kullanılmıştır.
Yine buradan öğreniyoruz ki; bir şeyin ilmini elde etmek için onu görmüş ve yaşamış olmak şart değildir. Çeşitli ispat yolları ile elde edilen bilgiler de ilim olmaktadır. Üç cevizi beşer liradan satın alsak, her ceviz için beşer lira vermemiz gerekmez. Üç ile beşi çarparız, üç ceviz için onbeş lira veririz. Demek ki hesap da doğrudur. İlimdir. Muhakeme ile elde edilen bilgi de ilimdir. Soruşturma sonunda elde edilecek sonuç ilim olacaktır.
مَا جِئْنَا لِنُفْسِدَ فِي الْأَرْضِ
(MAv CiENAv LiNuFSiDa FIy eLEaRWı)
“Arzda ifsat etmek için ciet etmedik.”
Biz Mısır’da fesat çıkarmak için gelmedik, keylimizi/yükümüzü ziyade etmek için geldik diyorlar. Bunu yeminleriyle teyit ediyorlar.
“Mâ” harfi nefy edatıdır.
“Mâ Ci’nâ” ile “Lem Neci’” arasında bir fark vardır.
“Lem Neci’” şimdi gelmedik demektir, şimdi burada değiliz anlamı çıkar.
“Mâ Ci’nâ” geçmişte gelmedik ama şimdi burada olabiliriz demektir.
“Lemmâ” ise hiç gelmedik demektir.
Bunlar gelişlerinin ifsad için olmadığını söylüyorlar, yoksa gelmediklerini söylemiyorlar. Buradaki arzı ifsat eden kayıt mefhumu muhalefetle başka amaçlarla geldik mânâsını verir. İstisnada mefhumu muhalefet kabul edilmiyor. Ama burada mefhumu muhalefet sözkonusudur. O halde mefhumu muhalefetin külliyen reddi yanlıştır. İfadelerin bazılarında mefhumu muhalefet vardır, bazılarında yoktur.
“İfsad etmek” bozmak anlamındadır. Demek ki hırsızlık da ifsattır. Kurallara uymamak ifsattır. “Fitne katilden eşeddir” demek, düzeni bozmak öldürmekten beterdir demektir. Teröristler öldürülürler. Anarşistler ise nefy edilirler. Gitmezlerse onlar da öldürülürler.
Buradaki arzdan maksat Mısır olabildiği gibi yeryüzü de olabilir. “Fi’l-erdi ci’nâ” değil “nüfside”ye taalluk eder. Arza gelmek değil de, arzı ifsad etmek anlamındadır. Yeryüzü kastedilirse hırsızlık yalnız bulundukları ülkeyi değil tüm dünyayı ilgilendirir. Yani hırsızlık yapan tüm yeryüzünü ifsad etmiş olur. O zaman da hırsız kaçsa, başka yerlere sığınsa; biz onu takip eder, orada da kolunun kesilmesini isteriz. Bununla beraber “Adil Düzen Anayasası”nda zina eden veya sirkat eden firar etse onu takip etmeyiz, döndüğü zaman cezalandırırız. Dönmezse ceza infaz edilmez. Sığındığı ülkeden de bir talepte bulunmayız. Oysa cinayetlerde ise firar kısası kaldırır. Diyete dönüşür. Sığındığı bucaktan diyet isteme hakkımız vardır. Bucak ya onu bucağından kovmalıdır ya da bize diyetini ödemelidir.
Bu mânâsı ile değerlendirdiğimiz zaman burada arz Mısır olmaktadır.
وَمَا كُنَّا سَارِقِينَ (73)
(Va MAv KunNAv SaRıQIyNa)
“Biz sarik değiliz.”
Burada kurallı erkek çoğul kullanılmış ve “Min” harfi getirilmemiştir. Kendilerinin cemaatçe sarik/hırsız olmadıklarını söylüyorlar. İçimizde sarik yok demiyorlar. Çünkü fert olarak sarik olmama teminatını veremiyorlar. Biz örgüt olarak hırsız olmadık diyorlar.
Bu nasıl olur?
Eğer biri hırsızlık yapsa, diğerleri de görse ama ses çıkarmasa, bu hırsızlığı teyit etmiş olurlar. O halde suç örgütçe işlenmiş olur. Rüşveti görür ses çıkarmazsak, vergi kaçırıldığını görür ses çıkarmazsak, ihbar etmezsek; biz de rüşvet vermiş ve vergiyi biz de kaçırmış oluruz. Sorumlu olan artık rüşvet veren değildir. Sorumlu olan artık vergiyi kaçıran değildir. Sorumlu olan topluluktur. Topluluk cezalandırılmalıdır. Oysa topluluk kendi kendini cezalandıramayacağından bu tür suçların cezaları kalkar. Fıkıhta buna “belvi umumi” denmektedir. Bir suç oradakilerin onda biri tarafından işleniyor, diğerleri de gördükleri halde ses çıkarmıyorlarsa, o fiil suç olmaktan çıkar. Onu cezalandırma yoluyla önleyemezsiniz. Düzeni değiştirmeniz gerekir.
Türkiye’de vergi kaçırmayı önlemek ve rüşveti kaldırmak için önce bunları suç olmaktan çıkaracaksınız. Sonra da rüşveti etkisiz hâle getireceksiniz. Rüşvetle kazanılanlara mahkeme kararı ile el koyacaksınız, rüşvet alan görevliyi görevinden uzaklaştıracaksınız. Rüşvet verenlere hiçbir ceza uygulamayacaksınız. Rüşvet alanlara da maddi yaptırım uygulamayacaksınız. Vergi kaçırmayı önlemek için de vergi kaçırmayı suç saymayarak yapılması gerekenleri yaparsınız. Vergi verenlere sağladığınız çıkarlar o kadar fazla olur ki, sonunda herkes vergisini tam verir. Vermeyenlere ceza yoktur.
İslâmiyet’te haraç var, zekât var.
Zekât demek, zorla alınmayan vergi demektir.
Haraç ise zorla alınan vergi demektir.
“Biz sarik/hırsız değiliz” sözleri ile bunlar ifade edilmiştir. Yani hırsızlar örgütü değiliz ama içimizden biri hırsızlık yapmışsa onu da bilemeyiz diyorlar.
***
قَالُوا
(QAvLUv)
“Kavlettiler.”
Karşılıklı konuşma devam etmektedir.
Karşılıklı konuşmadır. Eşit şartlar arasında konuşmadır.
Sanıklarla soruşturmacılar arasında geçen muhaveredir bu konuşma.
Burada bize soruşturmanın nasıl yapılacağını öğretmektedir.
Hükmetme, zorlama şeklinde soruşturma değildir. Önce bunlar yakalanarak veya tutuklanarak karakola getirilmemiştir. Soruşturmacı merkezde oturup ‘getirin ifadesini alalım’ dememektedir. Sanıkların yerine gidilmekte ve orada soruşturma yapmaktadırlar. Orada da onların arzularına uyularak soruşturma yapılmaktadır. Karşılıklı pazarlık sözkonusudur. Soruşturmacılar sormakta, sanıklar da cevap vermektedirler. Birbirleriyle anlaşarak soruşturmayı yürütmektedirler.
فَمَا جَزَاؤُهُ
(Fa MAv CaZAEuHUv)
“Onun cezası nedir?”
Buradaki “o” zamiri sirkat edene gitmektedir. “Fa Mâ Cezaüllezî İn Seraka Ehadün Minküm” demektir. Zamir gönderilmektedir. “İn Seraka Ehadün Minküm” cümlesi mahzuftur. Mahzuf olan cümlenin fiiline veya mefulüne zamir raci olacağını buradan öğreniyoruz. Eğer mahzuf olan cümle net ve açık olarak takdir ediliyorsa, o zaman ona zamir raci olur. İşte Kur’an Arapçasının kurallarını böyle tesbit edeceğiz. İhtilaflarda tercihleri böyle yapacağız.
“Ceza” kelimesi karşılık demektir. İyilik ve kötülük karşılığı olarak kullanılmıştır.
Türkçede ceza karşılığı yani kötülere karşılık verilecek ceza ukubattır. Diyet ukubat hükümlerinden değildir. Bedeni ceza ukubattır. Hırsızlığa kol kesmeyi uyguluyoruz. Roma’da köleleştirme vardır. İslâmiyet’te savaş dışı kölelik kaldırılmış olduğundan artık köleleştirme hükümleri uygulanmamaktadır. Yerine kol kesme getirilmiştir. İslâmiyet köleliği tamamen kaldırmamış, sadece savaş dışı köle edinmeyi kaldırmıştır. Daha önceki şeriatta durum nasıldır, şimdi burada onu öğreniyoruz.
إِنْ كُنتُمْ كَاذِبِينَ (74)
(EiN KüNTüM KAvÜiBIyNa)
“Siz kâzib iseniz.”
Siz kâzib iseniz cezası nedir?
Soruşturmacıya cevaplar veriliyorsa, karşılıklı anlaşma oluyorsa, onlara karşı zor kullanılmaz. Barış içinde anlaşma vardır. Soruşturmaya birlikte devam edilir. Sanıkla soruşturmacı birlikte olayı araştırmaya devam ederler. İnkâr edenler üzerinde uygulanacak ceza da birlikte kararlaştırılır. Bu takdirde ceza ne ise o verilir.
İşte bu durum bize gösteriyor ki, ceza hukukunda da “hakemlik sistemi” vardır. Demek ki hakemlikte verilecek ceza üzerinde de ittifak elde edilmelidir. Bunun için sanık bir hakem seçecektir. Kamu bir hakem seçecektir. İkisi yani iki hakem de baş hakemi seçecekler ve bunlar yapılan fiile uygun ceza vereceklerdir.
Bunun yabancı olması hâlinde de hüküm böyledir.
Yabancılarda nerenin mevzuatı uygulanacaktır?
O hususta da hükmü onlar verecektir.
Bugün güya mevzuat hükümleri uygulanır. Atanmış hakim bir sene ile beş sene arasında takdiren ceza verir. Bunun neresi mevzuata uygundur. Hakim kendi duygularına ve hislerine göre karar vermektedir.
Bu durum devlet öncesi aşamalarda kabile reislerinin verdikleri hükümler gibi hükümdür. O zamanki dönemde kabile reisi kendi fertlerini tanımaktadır. Özel hayata vakıftır. Kabile reisi topluluğunun yönetimini bu şekilde yürütüyordu. Şeriat yani kanun yoktu. Sonraları kentler oluşunca başkan artık fertlerini tanıyamaz oldu. Durumlarına vâkıf olamadı. İşte buna karşılık hakemlik ve hakimlik sistemleri doğdu.
Hakimlikte merkezden gönderilen başkanın vekili başkan adına hükmeder. Bu sistem sonradan oluşmuştur. Mısır’da bile yoktur.
Peygamberler sisteminde hakemlik sistemi vardır. Taraflar hakemlerini seçerler. Onlar da baş hakemi seçerler ve birlikte karar verirler. Onlar mevzuata uymak zorundadırlar. Uymazlarsa kararları bozulmaz ama hakemler mahkum olur ve onların âkileleri gerekli tazminatı öderler. Karar değiştirilmez.
Soruşturma da böyle cereyan eder. Sanıkla soruşturmacı birlikte yürütürler. Dosya hakemlere gider. Hakemler dosyayı yeterli görürlerse soruşturmacının tanıklık yapmasına izin verirler. Sanık cevaplama yapmamışsa, o zaman soruşturmacıların çevreden edindikleri bilgilerle tanıklığı kabul edebilirler, yahut reddederler. Tazminat bakımından iki soruşturmacının kabul edilen soruşturması yeterlidir. Ama ukubat bakımından dört soruşturmacı şart koşulur.
İşte “Adil Düzen”de adalet böyle sağlanmaktadır.
“Kizb” Arapçada yalan ve yanlış için söylenir. Aynı kelime iki mânâya da gelir.
Burada da ‘siz kâzib iseniz, siz bile bile yalan söylüyorsunuz’ yerine; ‘sizin dediğiniz yanlışsa, içinizden birinin yükünde tası bulursak’ anlamındadır. Yoksa o zaman ortak sarik olmuş olurlar. Ayrıca yenin cezaları da verilmelidir.