YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 30
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
ذَلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ وَمَا كُنتَ لَدَيْهِمْ إِذْ أَجْمَعُوا أَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ(102) وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ(103) وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ(104) وَكَأَيِّنْ مِنْ آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ(105) وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللَّهِ إِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ(106) أَفَأَمِنُوا أَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللَّهِ أَوْ تَأْتِيَهُمْ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(107)
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu”
Burada işaret edilen sûrenin başında başlanan “Ahsen” sözüdür, kasasın (kıssaların) ahsenidir. Bu sûre ve tüm Kur’an kıssaların en ahsenini anlatmaktadır. Bugün mânâları tam anlaşılamamış olabilir. Ama kıyamete kadar bu kıssalar okunacak ve onlardan çok derin ibretler alınacaktır.
Yusuf Sûresi’ni okuduk ve tefsir ettik. Bizden öncekilerin farkına varmadıkları birçok incelikleri gördük. Bunları şöyle özetleyebiliriz.
a) Hazreti Yusuf’un Mısır’a götürülmesi takdir-i İlâhidir. Doğu uygarlığı ile Batı uygarlığını sentez edip yeni uygarlığın oluşması için takdir-i İlâhi idi.
b) Bir oluşum bir aşiretin oluşumu ile başlar. Hazreti Yakub’un çocukları bir aşiret hâline getirilmiştir. Bu sayede büyük uygarlık için başlangıç oluşturulmuştur. Bu vesileyle bize aşiret hukuku da anlatılmaktadır.
c) İslâm Düzeni gelmeden önce İslâm için yapılacak hazırlık zamanında mevcut düzenle ilişkilerimiz nasıl olmalıdır? Orada resmi görevler alabilir miyiz?
d) Emekliler ile görevliler arasında kurulacak denge nasıl olmalıdır?
Bu sûreyi okuduğumuzda ve tefsir ettiğimizde bunları öğrendik. Oysa bu tesbitlerimizin hiçbirisi daha önceki tefsirlerde görülmez.
Şimdi yeniden Yusuf Sûresi’ni yorumlamaya başlasak, Allah yine oralarda bize yeni şeyler ilham edecektir.
Demek ki bizim işimiz Kur’an’ın tamamını tefsir edip bitirme değil, kolayımıza gelenleri devamlı okuyup anlamak ve ona göre yaşamak bizim usulümüz olmalıdır.
a) Kur’an bugün bize nâzil olmaktadır, ona göre okumalıyız.
b) Kur’an’ı geçmişteki fukahanın metotları ile yorumlamalıyız.
c) Kur’an’ı zamanımızın ilimleri yardımıyla anlamaya çalışmalıyız.
d) Kur’an’ı mutlaka cemaat hâlinde okuyup anlamaya çalışmalıyız.
مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ
(MiN EaNBAEi elĞaYBı)
“Gaybın nebe’lerindendir.”
Kur’an geçmiş hikâyeleri anlatmaktadır, Tevrat’taki kıssaları zikretmektedir.
İnsanlık bu kıssalardan habersiz bir şekilde okuyordu. Yirminci yüzyıla kadar bunları birer masal kabul ediyorlardı. Kur’an’ın ve Tevrat’ın anlattıklarından bu kıssaların birer gerçek tarih olduğu, on dokuzuncu asırda başlayan ve yirminci yüzyılda ancak ortaya çıkan kazılardan sonra öğreniyoruz. Tevrat’ta adları sayılan kentler bir bir bulunmuştur.
Sûrenin başında; “Bundan önce sen gafildin, şimdi sana anlatıyoruz” denmektedir.
Burada da “Bunlar gayb haberleridir” deniyor.
İnsanlığın tarihi ancak yazı ile başlar. Yazılı en eski metin Tevrat’tır, İbrahim’in sahifeleridir. Onlar da zamanla tahrif olmuşlardır. Kur’an onları teyit ve tashih etmektedir. Asıl kaynak Kur’an’dır. Gelecekte insanlık tarihi yazılırken ancak Kur’an’la teyit edilenler iskelet teşkil edecektir. En doğru kâinat anlayışı müsbet ilimlerce ortaya konan ve Kur’an’la teyid edilen anlayış olacaktır. Bu anlayış bu dünyanın gelişini gösterdiği gibi bu dünyanın gidişini gösterecektir.
نُوحِيهِ إِلَيْكَ
(NUvXıHIy EiLaYKa)
“Sana vahyediyoruz.”
Buradaki “sana” zamiri Hazreti Muhammed’e gönderilmektedir. Kur’an’ın lafzı ilk olarak ona gelmiştir. Bu doğurdur. Ama ona da Cebrail getirmiştir. Biz ise Kur’an’ı Hazreti Muhammed’den öğrenenlerden öğrendik. Sahabeler dinlediler, hıfzettiler, yazdılar. Sonra Hazreti Osman zamanında cem oldu, toplandı ve bugünkü kitap hâline geldi. Ondan sonra okunuyor, yazılıyor ve bize mütevatir olarak ulaşıyor.
Şimdi ben onu okuyor ve anlıyorum. Lafız bana mütevatiren vahyolunmuştur. Mânâsını ise şimdi ben anlıyorum. Bana ve tek tek bütün mü’minlere vahyolunmaktadır. Dolayısıyla buradaki “Ke/sana” harfi, Kur’an’ı mânâsıyla veya mealen okuyan, yorumları üzerinde düşünen herkestir. Kur’an’ı anlamak için okuyan herkes bu “Ke” hitabı içindedir.
Beşikten başlayacak mezara kadar vakti olduğu ve gücü yettiği kadar Kur’an’ı öğrenmeye ve anlamaya çalışacaktır. Bu çalışma esnasında Allah kendisi ile ilgili âyetlerin mânâlarını kendisi için vahyedecektir. Birlikte okumanın, birlikte çalışmanın anlamı budur. Birlikte okuma insanları ortak yere getirir. Ortak dil ve anlayış ortaya çıkarır. Tarihte mezhepler böyle doğdu. Yunanistan’da felsefe, Roma’da hukuk ekolleri aynı zamanda cemaatleri oluşturdu. İbranilerin Tevrat’ı, Müslümanların Kur’an’ı cemaatleri oluşturdu. Bediüzzaman’ın risaleleri onları birlikte okuyanları yüceltti.
Her namazda ikişer sahife mealle beraber Kur’an okunacaktır. Namazın içinde meal okunmaz. Namazdan önce veya sonra iki sahife meal okunmalıdır. Kur’an birlikte okunmalıdır. Böylece günde on sahife okunacaktır. İki ayda Kur’an namazlarda hatmedilmiş olacaktır. Beşikteki çocuklar da bu okunuşu dinlemelidir. Bu sayede mezara varıncaya kadar insan her gün yeniden gayb haberlerini öğrenecektir.
“Adil Düzen”i kurmak isteyenler aşiretlerini oluşturmalıdırlar ve beş vakit namazlarını birlikte tüm aile fertlerinin katıldığı bir şekilde kılmalıdırlar. Kundaktaki çocuklar da mescide gelmelidir.
Biz İzmir Akevler’de böyle bir cemaati oluşturmak için toplu konut sitesi kurduk, apartmanlar inşa ettik, en üstlerinde mescitler yaptık. Ama böyle bir aşireti kuramadık. Çünkü biz önce madde ile başladık. Oysa peygamberler önce insanları buldu, sonra aşiretlerini ve kabilelerini kurdular. Bizim hatamızı siz işlemeyin. Önce insanları bir araya getireceksiniz.
Bunu nasıl sağlayacaksınız?
Hazreti Yusuf aleyhisselâmın kıssasından daha sonra bazı zorlamalara da ihtiyaç olduğunu öğreniyoruz. Neler yapılacaktır?
a) Bir inşaat ortaklığı kurulacaktır. Yüz dairelik apartman yapılacaktır. Apartmanın alt katları aynı zamanda iş yerleri olmalıdır. 200 kişi burada çalışmalıdır. Bu şirketin sermayesi ortaklar arasından temin edilecektir. Bir dairenin yüz bin TL’ye mâl olduğunu kabul edelim. Yüz dairelik apartman için beş dönüm yeri bir belediyeden iştirak olarak almalıyız. Altyapısını da o belediye yapsın, sonra apartmanın beşte biri onun olsun; merkezî yerde ise yüzde kırkı onun olsun. Doksan ortak bulup daireler satılsın, onların parası ile apartman yapılsın. Bir kat da inşaat şirketi ortaklığına ait olsun.
b) Sonra yüz dairelik apartmanın on dairesi “Adil Düzen” için ayrılsın. Buraya gelip yerleşenler Apartmanın diğer katlarında daire sahibi olabilirler. İsteyenler oradaki dairelerini kiraya verir ve bu kata gelip otururlar. İstedikleri zaman da ayrılıp giderler. Yani burada maddî zorlamalarla oturmak zorunda olmayacaklardır.
c) Burada oturanlar gelirlerini burada temin edeceklerdir. Hazreti Yusuf peygamber gibi aziz olanlar dışarıda da iş yapabilirler. Bu on kadar olan aşiret tüm hayatlarını beş vakit namazda Kur’an okuyarak ve orada öğrendiklerini uygulayarak yaşayacaklardır.
d) İnşaat şirketi faaliyete devam edecektir. Böylece on apartman yaptıkları zaman bir yüz dairelik apartman inşa etme sermayeleri de birikmiş olacaktır. Bu “Adil Düzen Vakfı”nın sermayesidir. Artık bir köy inşa etmiş olacaklardır. Bu site bütün katları ve işyerleri ile “Adil Düzen Sitesi” olacaktır.
Bundan sonra “Bucak Sitesi” oluşacaktır. Bu site artık “Medine Sitesi” olacaktır. Bu sitede tüm Kur’an hükümleri uygulanacaktır. Uymayanlar kooperatiften, dolayısıyla siteden hakemler kararı ile çıkarılacaktır.
Ondan sonra ise “III. Bin Yıl Uygarlığı” için siteler kendiliğinden oluşacaktır.
وَمَا كُنتَ لَدَيْهِمْ
(Va MAv KuNTa LaDAYHıM)
“Sen yanlarında değildin.”
Bizim bugün yaşadıklarımız şuhuttur. Geçmiş artık gaybdır. Çünkü şimdi onu yaşamıyoruz. Ancak onları belleğe almış şimdi yaşıyoruz. O halde o da şuhut sayılır. Gelecekte olacaklar tamamen gaybdır. Bir de bizim bulunmadığımız ama başkalarından öğrendiklerimizin hepsi gaybdır. Böylece burada bize gayb tarif edilmektedir. Kendimizin içinde yaşamadığımız bütün olaylar gaybdır. Ona göre değerlendirmeliyiz.
O halde gayb olaylarını nasıl öğrenebiliriz?
Yanında olsak bile o olayın geçmişini bilmediğimiz için yine öğrenmemiz mümkün değildir. Hazreti Yusuf’u kuyuya attıkları zaman orada olsak bile, daha önceki olayları bilmediğimiz ve onu niçin kuytuya attıklarını kavramadığımız için yine gaybdır.
O halde biz geçmiş olayları nasıl bilebileceğiz?
Bunu ancak delilleri değerlendirerek bize gelen ilhamla bilebiliriz. Yani gayb haberlerini bilme komplo teorileriyle mümkündür.
Olayları duyarsınız; duyduklarınızın kimi doğrudur kimi yanlıştır. Sonra sizce bir senaryo kurarsınız. İşte o senaryo sizin için haberdir. Hiç kimse olayların kendisini bilemez.
Yukarıda “bu gayb haberidir” derken işte kastedilen budur.
إِذْ أَجْمَعُوا أَمْرَهُمْ
(EiÜ EaCMaGUv EaMRaHuM)
“Onlar işlerinde icma ettiklerinde.”
Onlar işlerini kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında değildin. Kuyuya attıklarında da yanlarında değildin. Ama bilhassa olaydan önceki hususlara işaret ederek kimse olayları yaşamaz denmektedir. Olayları sonradan değerlendirerek öğrenir. Sonunda hepsi ilhamla öğrenilir. Yani gerçek olanlar komplo teorileriyle öğrenilir.
Bir adam bir şey söylemektedir. Onun ne kastettiğini biz bilemeyiz ama biz onun bunu kastettiğini kendi teorilerimizle anlarız.
O halde bir kimse size bir senaryoyu anlattığı zaman ona karşı gelmeyin. Siz de sizin senaryonuzu ortaya koyun. Siz de söyleyin, karşı taraf da söylesin. Bu böyle devam edip gider. Herkes kendi anladığı gibi anlar, kendi ifadesi ile ifade eder. Karşı taraf da başka bir şey anlar. Fikirler birbirine havale edilir. Top gibi dolaşır durur. Kimi yavaş, kimi hızlı, kimi o tarafa, kimi bu tarafa gider. Metnin özelliği değişir ama aynı top dolaşır. İşte kitaplara bunun için gerek vardır. İnsanlık için değişmez kitap Kur’an’dır. Sonra diğer kitaplar gelir. Sonra mezheplerin içtihatları gelir. Sonra da kişilerin kendi sözleşmeleri sözkonusu olur.
Kur’an bu âyetle bize sosyal oluşu anlatmaktadır.
Bilgimizin mahiyetini ve derecesini anlatmaktadır.
İşlerine karar verirken sen onların yanında değildin.
Dolayısıyla ancak ilhamla onların yaptıklarını öğrenebilirsin.
وَهُمْ يَمْكُرُونَ(102)
(Va HuM YaMKuRUvNa)
“Onlar mekr ediyorlardı.”
Yanlarında olamazdın. Çünkü sen onların ortağı değildin. O halde mekr yapanlar zaten onu göstermezler, oyunlarını ve hilelerini gizli tutarlar.
‘Sen komplo teorisi kuruyorsun’ diyenler sizi düşündürmemek, gerçekleri anlatmamak için böyle söylüyorlar. Mekr zaten komplodur. Keyd zaten komplodur. İpin ucunu yakalayıp gerçekleri ortaya koyacaksın.
Biz diyoruz ki; gerek Ergenekon iddiaları, gerekse Hanefi Avcının iddiaları sermayenin tezgahladığı, insanları boğuşturup kendi sözünde gezdirmek için kurulan tezgahlardır. Başkaları da AK Parti’nin oy avcılığı için kurduğu tezgahtır diyebilir.
Kim doğru teşhis yaparsa o kazanır.
Yani herkesin açıklamaları bir teoridir. Ya doğrudur ya yanlıştır. Ama teori olmayan hiçbir görüş yoktur. Sanki kendisinin iddia ettikleri teori değilmiş gibi sizinkini teori kabul etmesi bu âyette reddedilmiştir. Teorilerin doğruluğu geleceğe bakar.
***
وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ
Va MAv EaKÇaRu elNAvSa
Nasın çoğu değildir.
Bir arı kovanında yüz bine yakın işçi arı vardır. Yazları bir kaç yüzde bir erkek bulunur. Bir tek ana arı vardır. İnsanların toplulukları içinde bir başkan ve az sayıda yönetici bulunur. Kalanlar ise halktır. Yöneticilerin işleri toplulukta cereyan eden olayları bilmek ve takip etmektir. Halk ise sadece kendi çıkarlarını düşünür, kendi yaşayışıyla meşgul olur. Topluluğun olayları ile ilgilenmez. Bunlar çoğunluktadırlar.
Her topluluğun seçkinleri vardır. Bir arı kovanı gibi bir bucak da on binler civarındadır. Birkaç yüz kişi ise yönetimde görev almışlardır. Bunlar din adamlarıdır, ilim adamlarıdır, ekonomide girişimcidir ve siyaset adamlarıdır. Bir de başkanları vardır. Diğer halk ise çalışır, kazanır ve aile içinde yaşarlar.
Burada “sana vahyolunan gayb haberleridir” demek, bu seçkinlerin topluluk olaylarını takip etmeleri için bildirilmektedir. Eskiden bu seçkinler soydan gelirdi. Seçkinlerin çocukları da seçkinler olmuştur.
Kur’an’dan sonra aile eğitiminin yerini ibadetler almıştır. Namaz, zekât, oruç ve hac ortak eğitim müesseseleridir. Bucakta topluluğun eğitimi birlikte görülür. Halktan isteyenler o seçkinler sınıfına katılır.
Kur’an imtihan müessesesi getirmiştir. Bugün bu imtihan müessesesi vardır. Daha tam olarak oturmamıştır. Atama sistemi kalkacak, yerine imtihanı kazanma sistemi gelecektir.
وَلَوْ حَرَصْتَ
(Va LaV XaRaÖTa)
“Hırs etsen de.”
“Hars” orta deridir. Temizlik yaparken orta deriye ininceye kadar deriyi yıkamaya hars etmek denir. Sonra mecazi mânâda şiddetle arzu etsen ve didinsen de demektir.
Bugün demokrasi çırpınmaları vardır. İnsanlar kendi yöneticilerini kendileri seçsin diyorlar. Topluluğun genel siyasetine vâkıf olsunlar diyorlar. Bu hususta derin hırs vardır. Oysa dünyanın hiçbir yerinde insanlar siyasetle meşgul olmazlar. Sadece taraf tutarlar ama olaylarla kimse ilgilenmez.
Bugün halka anayasa değişikliği soruluyor. Kimse anayasadaki madde değişiklikleri üzerinde durmuyor, onları tartışmıyor. Herkes AK Parti’yi tartışıyor. AK Parti taraftarları ‘evet’ diyecek, karşı olanlar ‘hayır’ diyecek!
Bu normaldir, çünkü halkın böyle derin işlerle ilişkisi yoktur.
Bu sebepledir ki İslâmiyet biat sistemini kabul etmiştir. Herkes kendine bağlanacağı kimseyi seçer ve onun kendisini idare etmesini ister. Sonunda meclis oluşur, şura oluşur; onlar düşünürler, onlar değerlendirirler.
Hattâ 550 milletvekilinin kaçı anayasa değişikliği maddeleri bir defa da olsun okudu. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın okuduğu konusunda da şüpheliyim.
بِمُؤْمِنِينَ(103)
(Bi MUEMiNIyNa)
“Mü’min olacak değiller.”
Yani senin kurulan komploları açıklamana inanacak değiller. Hazreti Yusuf peygamberin Mısır’a orada eğitim görmesi için gönderildiğine inandıramazsın.
Bunun gibi insanların çoğu olayların derinlemesine karşı duyarsızdır. Zaten bu bilindiği içindir ki böyle uydurma haberlerle ve düzenlerle halkı kandırmakta, halk da onlara uyarak hareketler yapmaktadır.
Bugünkü anayasa değişikliği saçma bir değişikliktir. Ama bu anda basın destekliyor. Herkes ne olduğunu bilmeden ‘evet’ diyor.
Bu böyle olacaktır. İlk bakışta yanlıştır. Ama gerçekte hakka giden yolda ilerlemedir. Bu bâtıl düzen ancak böyle saçmalıklarla çöker. Bakınız, biz çökmesin diye uğraşıyoruz ama kendileri çökertmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Sonra müslimler olacak. Bunlar asker olmayacak. Sadece cizye verecek ve şeriat içinde yaşayacak, barış içinde yaşayacak. Dünyada da âhirette de hasene isteyecek.
Mü’minler az kimse olacak. Onlar asker olacak, onlar siyaset yapacak.
Bugün bütün vatandaşları zorla askere almak yanlıştır. Bunlar hem savaşmazlar hem de israftır. Halkın çoğu kendi istekleri ile cizye verecek, askerliği ise az kimse yapacaktır. Bunlar asker oldukları için de gelirleri olacaktır. Yani askerliği ücretsiz yapmayacaklardır. Her yıl bir ay kadar askerlik yapacaklar ama asker iken de paylarını alacaklardır. Bu payların verilebilmesi için asker olmayanların çalışmaları ve vergilerini ödemeleri gerekir.
İslâm demek barış demektir. Barışın temeli hakemlerden oluşan yargıya gönül rızası ile teslim olmaktır. İdamına karar verseler bile kaderim bu imiş diyerek teslim olmaktır. Halkın barış içinde yaşaması için hakem kararlarına uymayanları yola getirmek gerekir. İşte bu işi yüklenen kimselere “mü’min” denir.
Mü’minlerin bu işi başarmaları için inanmış olmak, adil olmak yetmez; yüksek feraset sahibi olmak gerekir. Komplo teorileri deyip saf saf teslim olmak, oyuna gelmek, görevi yapmama demektir. Bu sebepledir ki askerler bütün varsayımları göz önüne getirerek planlar hazırlarlar. Karşı tedbirleri alırlar.
Kur’an’da mü’minlerin de müslimlerin de cennetlik olduklarını, yalnız mü’minler için üst derece olduğu bildirilmektedir. Kur’an ‘ey nâs’ dediği zaman bütün insanlara hitap etmektedir; ‘ey iman edenler’ dediği zaman da yalnız iman edenlere hitap etmektedir.
Müslimler de mü’minlere verilen emirleri yapmakla yükümlüdürler. Yapmadıkları takdirde âhirette hesaplarını verirler. Ancak mü’minler gibi dünyada sorumlu olmazlar. Örnek olarak, bir mü’min beş vakit namazı kılmakla mükelleftir. Terk ettiği takdirde mü’minlikten çıkar. O bucağı terk etmek zorundadır. Terk etmezse kanı heder olur. Çünkü namaz askerlerin içtimaya çağırılmaları gibidir. İçtimaya katılmayan ve katılmamakta ısrar edenlere gerekli muamele yapılır. Müslimlere de beş vakit namaz farzdır, ama onlar katılmazlarsa zorlanamazlar. Onlar hesaplarını âhirette verirler.
***
وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ
(Va MAv TaSEaLuHuM GaLaYHi MiN EaCRin)
“Onun üzerine onlardan ücret istemiyorsun.”
Buradaki “Hu” zamiri “Zalike”ye gitmektedir. İsmi işarete zamir gider. ‘Şunu görüyor musun, onu bana getir’ dersen, ‘şunu’ işaret ismidir. Onudaki o ise zamirdir. İşaret edilen de ahseni’l-kasasdır. Sonunda Kur’an’dır, İslâm’dır.
İnsanlar Kur’an’a inanmıyorlar.
Biz ne kadar hırsla istesek de insanların çoğu inanmıyorlar.
Buradaki “Hüm” zamiri mü’min olmayanların ekserisidir.
İnsanları hakka davet ederiz. Hakka teslim olmalarını isteriz. Onların zekât vermelerini isteriz. Ne var ki bu zekât bize verilen bir vergi değildir. Bu zekât doğrudan kendi imamlarına verilen sadakadır.
Tebliğ edenler bedel isteyemezler.
Mesela, bu tefsirleri basıp satmayız.
Tebliğ edeceğimiz kimselere para ile satmayız.
O halde ne yapmalıyız?
İman edenler masraflarını karşılayacak, diğerlerine dağıtacaktır.
Bu tefsir bittiğinde basılacaktır. Biz tefsir yapanlar bundan para kazanırsak haram olur. Sadece basım masraflarını alabiliriz. Biz basım masraflarının iki katını alacağız. Biri baştan sermaye koyana iade edilecek, diğeri ile ikinci baskı yapılacaktır. Böylece bu sistemin vakfı oluşacak. Satıldıkça satılmışın parası ile yenisi basılacaktır.
Hâsılı, dini kitaplar kazanç aracı olamaz. İbadetlerden ücret istenmez. Vakıf kitaplar elden ele dolaşır. Biri okur bitirir, başkasına verir; o da okur ve bitirir, sonra başkasına verir. Böylece bir kitabı alan vakfın mütevellisi olur.
Bu husus bu kitap basıldığında yazılacak, www.akevler.org sitemizde yayınlanacak, isteyenler internette sipariş verecekler. Yorum da isteyecekler. Sonunda kitap kendilerine elden veya kargo ile ulaştırılacaktır. İstanbul’da bir tanıdıklarının adreslerini verecekler, biz oraya teslim edeceğiz.
إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ(104)
(EiN HuVa EilLAv ZiKRun LilGAvLaMIyNa)
“O bütün âlemlere zikirden başkası değildir.”
Buradaki “Hüve” zamiri de “Zalike”ye yani kasasa yani Kur’an’a gitmektedir.
Kur’an sadece zikirdir, hatırlatmadır. Para kazanma aracı değildir. Hitap ettiğimiz kimseden bir şey beklemeyiz. Biz tebliğ yaptığımız kimselere bize katılın demeyiz, Kur’an’a uyun deriz; hem de sizin anladığınız şekliyle uyun deriz.
Adil Düzen Partisi’ni kurduğumuz zaman halkın bizim partiye katılmasını değil, kendi partilerini Adil Düzen Partisi yapmalarını isteyeceğiz. Eğer partileri kabul ederse sonra biz birleşerek “millî mutabakat hükümeti”ni kuracağız, “ekseriyet hükümeti”ni kurmayacağız.
Demek ki diğer partiler hep ‘oyunuzu bana verin’ derken, biz ise ‘oyu kendi partinize verin’ ama o parti ekseriyet iktidarının heveslisi ve taliplisi olmamalıdır. Birlikte “Adil Düzen” içinde yönetime talip olmalıdır.
Demek ki neymiş, “Adil Düzen” ne demekmiş?
Millî mutabakat hükümeti kurmak demekmiş.
Bu nasıl başarılacaktır?
Herkes aldığı oy nisbetinde hükümete bir bakan verir. Bakanlıkların sayısı yirmi kabul edilirse, yüzde 5 için 25 kadar kabul edilirse, yüzde 4 için bir bakan atarlar. Partiler oyları birbirlerine kullandırırlar. Bakanlar bakanlıkları kendi partilerinin anladığı manada idare ederler. Başbakan sadece aralarında çıkan ihtilafları çözer. Milletvekilleri bakanları denetler. Bakan hukuk dışı davranırsa veya görevini yerine getirmezse hakemlere giderler. Hakem kararı ile bakan görevden alınabilir.
İşte, “Adil Düzen” kimseden farklı bir şey istememektedir. Herkesin yönetime katılmasını ve hakem kararlarına uyulmasını istemektedir.
Kur’an sadece zikirdir.
“Adil Düzen” insanlardan yine basit bir şey istemektedir; bu da yerinden yönetim sistemidir. Türkiye yüze yakın ile ayrılacak, her il kendi içtihat ve icmaları ile iç güvenliğini sağlayacaktır. Her il yüze yakın bucağa ayrılacak ve her bucak kendi hukuk düzenini kendisi kuracaktır. İsteyen istediği hukuku kendi bucaklarında uygulayacaktır. İsteyenler koyu şeriatçı olacak, isteyen koyu sosyalist olacak. Ne var ki bucaklarından isteyenler hicret edecek, onlar maddi zarara uğratılmayacak, devlet peşin olarak bedellerini ödeyecektir.
Biz “ekseriyet demokrasisi” değil de “hicret demokrasisi” olsun diyoruz.
Kim “Adil Düzen”e karşıdır?
Tahakküm etmek isteyenler, sömürmek isteyenler öyledir.
AK Parti seçim barajını neden yüzde beşe indirmiyor?
İndirmiyor çünkü sömürüye tahakküme devam etmek istiyor.
İşte biz buna karşıyız.
İktidarda başka, muhalefette başka!
Biz işte bu zulme karşıyız.
***
وَكَأَيِّنْ مِنْ آيَةٍ
(Va KaEayYıN MiN EavYaTin)
“Nice âyetler vardır.”
Araba ile yola çıktığınızda yol gösteren levhaları görürsünüz. Bunlar âyettir. Siz Konya’ya giderken hep Konya’yı gösteren levhalara göre yol alırsınız.
Kâinat da böyle levhalardan oluşmuştur. Bir portakalı gördüğünüzde onun renginden, kokusundan tanırsınız. Siz onu yiyebilirsiniz demektir. Trafik levhaları gibidir. Kötü veya acı da size bunu yemeyin, zehirdir der.
Doğru yolu gösteren delillere biz âyet diyoruz.
İki çeşit âyet vardır.
Biri yazılı âyetler, Kur’an âyetlerle doludur.
Bir de kâinat vardır, o da âyetlerle doludur.
Müsbet ilimler kâinat âyetlerini bize gösterir.
Fıkhî ilimler Kur’an âyetlerini bize gösterir.
Âyet delilleri ikidir; aklî deliller, naklî deliller.
فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
(Fıy elSaMAvVAvTı Va eLERWı)
“Semavat ve arzda.”
“Semavat ve arz” tabiri ile kâinat beyan edilmektedir. Burada çok açık olarak âyetlerden maksat kâinattaki kanunlar olduğu belirtilmektedir. Müsbet ilimle tesbit edilen ilmî kanunlar birer âyettir. Bize nereye gittiğimizi göstermektedir. Önce âhrete doğru, yani ölüme ve ölümden sonra dirilmeye gidiyoruz.
Kâinat genişlemektedir. Bu genişleme galaksiler arasındaki mesafeyi açmaktadır. Galaksiler birbirinden kopmaktadır. Diğer taraftan galaksiler de büzüşmekte, küçülmektedir. Bu gidişin sonunda kâinat birbirinden kopuk küçük taneler olacaktır. Bunlar arasındaki mesafe tekrar daralacak mıdır? Bu hususta bir bilgi yoktur. Galaksi ise yeniden patlayacak ve âhiret dünyasını oluşturacaktır. Bize bu gidişi gösteren deliller mevcuttur ve bugün astronomide bunlar bilinmektedir. Diğer taraftan güneş bir yakıt gibi yanmaktadır.
Bir gün gelecek, güneşin yakıtı bitecek, bugünkü ışımayı yapamayacaktır. Dolayısıyla atmosferindeki basınç kalkacak, genişlemeye başlayacaktır. Sonra o da artık enerjisini kaybedecektir.
İşte, birçok olaylar bize âyet teşkil etmektedir.
Âhiretin en büyük delili şudur. Kâinatta yok olma yoktur. Ölüm vardır ama daha iyi hayat için vardır. Öyleyse kâinat da ölüme gitmektedir, ölecektir ama daha üstün hayat için ölecektir.
Burada muhkem derecesinde öğreniyoruz ki Kur’an’daki âyetler gibi kâinatta da âyetler vardır. Biz istidlâl yaparken kitabî âyetlerden yararlanacağız ama onun yanında kâinattan da yararlanacağız. Delilimiz aklî ve naklî olacaktır.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında ilim ile dinin çatıştığı kabul edilir, Allah’a inananlar âlim olamazlar modası vardı. Sömürü sermayesi böyle inandırmıştır. Bu anlayışa İslâm âlimleri karşı çıkmışlar ve mukni deliller getirmişler ise de, yeryüzünde bir türlü seslerini duyuramamışlardır. İlmin din ile çatışmadığı, aksine birbirini desteklediği iddiasını ilk olarak bir müsbet ilim adamı olarak Prof. Dr. Necmettin Erbakan 1960’lı yıllarda İzmir’de verdiği “İslâm ve İlim Konferansı” ile ilana başladı. Bu konferanslar dünyaya yayıldı. Bu arada Sovyetler yıkıldı. Bugün artık ne din ilmi dışlıyor, ne de ilim dini dışlıyor. İki el gibi uygarlığı kucaklamaktadırlar.
Evet, kâinatın âyetleri ile Kur’an’ın ve diğer ilâhi kitapların âyetleri aynı istikameti işaretliyorlar. Bilirsiniz, sömürü sermayesi sonunda ne icad etti; sosyal olaylarda ilim olmazmış. Sosyal mühendislik diye dalga geçmektedirler. Cehli mürekkeple cahil olan bazı Müslüman kardeşlerimiz de onların sözcülüğünü yapıyor, bize cevap veriyor; daha doğrusu bizi susturmaya çalışıyorlar.
يَمُرُّونَ عَلَيْهَا
(YaMurRUNa GaLaYHAv)
“Onların üzerine murur ediyorlar.”
“Adil Düzen”in anlattıkları birer târif levhasıdır. Bunlar hem doğa kanunlarında yazılıdır, hem de Kur’an’da yazılıdır. Söylediklerimiz tamamen gerçektir. Bu âyetleri okuyabilmek için Matematik ve Arapça bilmek gerekir. İkisini de bilmeyen cahil âlimler vardır. Akademik ünvanlar kazanarak âlim olduklarını sanırlar.
“Âyetlere murur etmek” demek, yanından geçmek demektir.
Birisinin yanından geçerken ya ona selam verip ilgilenir ve onu görürsün, yahut başın dik karşıya bakar görmezsin. Allah’ın insanlardan istediği; nerede olursanız olun, bir yerden geçerken çevrenize dikkat ederek oralarda neler olduğunu öğrenmeleridir. Yine Allah’ın insanlardan istediği diğer şey Kitapları okuyup anlamaya çalışmalarıdır.
İşte nâsın çoğu böyle değildir. Sadece kendisinin o anda gerektiği şeylerle ilgilenir. Karnı doyar doymaz eğlenceye dalar.
Sûrenin sonunda Allah bizim doğa âyetlerine yönelmemizi istemektedir. Nâsın çoğu bunu yapmayacaktır. Nâs içinde seçkin olanlar ki bunlar mü’minlerdir, bunlar yapacaklardır. Gerek Kur’anî ilimlerle gerekse müsbet ilimlerle ilgilenen kimseler çok azdır. Maaş için derslere çalışıp diploma alan, para için kitap yazan kimseler çoktur. Bunların ünvanları var ama ilimleri yoktur.
Şöyle bir sorunla karşı karşıyayız. Eğer âlimlere maddi imkan sağlarsak bu sefer âlim olmayanlar âlimliğe üşüşürler ve âlim olanlar gölgede kalır. Âlim olanlara imkan sağlamazsak, bu sefer de onlar ilim yapamazlar.
Bu sorunu nasıl çözeceğiz?
“İlmî Dayanışma Ortaklıkları” oluşacak, halk onları kendilerine danışman yapacaktır. Halkın oluşturduğu dayanışma ortaklıklarının âlim dediği kimselere biz de âlim diyeceğiz. Yani onları maddeten destekleyeceğiz. Dayanışma ortaklıkları işletmelere de ortak olacaklardır. O işletmelerin başarıları dayanışma ortaklıklarının başarısı olacaktır. Böylece mezhepler arası yarış her mezhebi gerçek âlimleri ile karşı karşıya getirmeyi sağlar.
وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ(105)
(VaHuM GaNHa MuGRıWUvNa)
“Onlar ondan i’raz ederler.”
Evet, “Adil Düzen” insanlığa hem doğadan âyetler sundu, hem de Kur’an’dan âyetler sundu. Yani hem aklen hem naklen âyetlere dayanarak nereye gideceklerini gösterdi. İnsanlar bunlara kulak vereceklerine tersini yaptılar. İnanmayanlar savcıları, jandarmayı, polisi harekete geçirerek zulümler yaptılar, partileri ve sivil toplum kuruluşlarını kapattılar. Hukuk dışı muamelelerle ezdiler. Buna bir şey demiyoruz, şeytanın şeytanlıklarına bir şey demiyoruz!
Bizim yakın arkadaşlarımız (özellikle 14 akademisyen, 3 siyasetçi) bir araya geldiler, üzerinde çalıştıkları birçok âyetleri gördüler ama i’raz ederek Erbakan’a “Adil Düzen”i bırakmayı tavsiye ettiler, bunun için raporlar hazırladılar!
“Adil Düzen” Erbakan’ın düzeni değildi ki; o bıraksa ne olacak. Allah mutlaka kendi nurunu tamamlayacaktır.
Bu kardeşlerimizin o davranışlarını anlamak gerçekten son derece zordur.
Onları çok sevdiğim için tevbelerini istiyorum. Onlar kıymetli kardeşlerimizdir. İslâmiyet’e büyük hizmet veren kardeşlerimizdir.
Bu kadar galiz hatayı nasıl yaparlar, anlamakta zorlanıyorum.
***
وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللَّهِ
(Va MAv YuEMiNu EaKÇaRuHuM BilLAHi)
“Ekserisi Allah’a iman etmiyorlar.”
Yukarıda “ekserisi inanmazlar” diyor.
Burada da “ekserisi Allah’a iman etmezler” diyor.
Yukarıdaki ekserinin bedeli değişiktir. Arada “Ve” harfi gelmiştir.
Yukarıda “mü’min olmayacaklar” deniyor, burada “iman etmezler” veya “iman etmiyorlar” diyor. Bu “ekserisi” ekserinin ekserisidir. İnanmayanların ekserisi Allah’a da inanmıyorlar. Yani gaybın haberlerine, yani yorumlara inanmayanların aynı zamanda bir kısmı da Allah’a inanmayanlardır.
“Bi” harfi istiane veya sebebiye olabilir.
“İman etmek” emniyete almak demektir. Demek ki mânâsı onlar kendilerini Allah ile emniyete almazlar. Onların Allah’a güvenleri yoktur. Allah’a güvenerek O’nun dediklerini yapsalar selamete çıkacaklarına inanmıyorlar.
“Adil Düzen”e inanmayışlarının sebebi budur. Sanki Allah olayları bilmiyormuş ve sanki Allah’ın onları yenmeye gücü yetmiyormuş gibi Allah’ın dediklerini yapma yerine takiyye yapıp kendilerini koruyacaklarını zannetmektedirler.
إِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ(106)
(EilLAv Va HuM MuŞRiKUvNa)
“Onlar müşrik olmadıkça.”
Onlar Allah’a hiç inanmıyorlar değil; inanıyorlar ama Allah’ın yanında diğer güçlerin olması şartı ile inanıyorlar.
Bugün aramızda peygamber yoktur. Allah bize Cebrail gönderip emirler vermiyor. 1400 yıldır bu fasıl kapanmıştır.
Peki, şimdi biz Allah’tan nasıl emir alacağız?
Yoksa peygamberliğin sona ermesi ile Allah’ın insanlarla irtibatı kesildi mi?
Bugün Müslümanlar böyle anlıyorlar. Allah’ı 1400 sene evvel kayba karıştırıyor, ondan sonra kendi başımıza yürüdüğümüze inanıyorlar. Oysa Hıristiyanlar Papa’nın Allah’la irtibatta olduğuna inanıyorlar. Biz ise Kur’an’dan sonra lafzî vahiy yoktur diyoruz ama Kur’an vardır. Biz Kur’an’ı okuyup üstünde düşündükçe Allah bize mânâsını vahyeder, böylece Allah’la devamlı olarak irtibatta oluruz. Bazen yanlış anlamış olabiliriz ama Allah onu affetmiştir. İçtihadımıza göre amel edeceğiz.
Kur’an okumadan ahkam kesenler, İslâmî delillerle değil de kendi kendilerin veya onun bunun söyledikleri ile hareket edenler şirk içindedirler. Allah’ı inkâr etmiyorlar ama Allah’ı yeterli görmüyorlar. Namaz kılmayan siyasetçilere bir şey demiyoruz, çünkü Allah’a inanıp inanmadıklarını bilmiyoruz. Namaz kılan siyasetçilerin çoğu ise Kur’an’ın dediği gibi Allah’a şirk içinde inanıyorlar.
S. Demirel’in arkasına takılıp “Adil Düzen”e cephe alanlar ancak şirk içinde Allah’a inanıyorlar. S. Demirel ne yapmıştı? İslâm dini var ama İslâm şeriatı yoktur anlayışındaydı. Şeriatçılar arının kovanına çomak sokuyorlar iddiasındaydı. İbadetimizi yapalım, dualarımızı yapalım; şeriat bize ne gerek! Dünyayı biz mi yeneceğiz? İşte sermaye her yere hakimdir.
Oysa sermayeyi biz yenmeyecektik, sömürü sermayesini Allah yenecekti. Nitekim sermaye bize bir şey yapamadı. Bizden Allah’a şirksiz iman edemeyenleri şimdilik yanlarına aldı. Ama bize taviz vermiş oldu.
Burada tarihî bir gelişmeyi hatırlatmak isterim.
1900’lerde Türkiye’de dinsizlik moda olmaya başladı. 1933’e kadar zafer hep onların oldu, adım adım tanrısızlık Türkiye’ye girmeye başladı. Bunun en görkemli dönemi 1933 yılı olmuştur. İnkılaplar tamamlanmış, Türkiye ateist olmuş gibi idi.
Mustafa Kemal böyle söylüyordu. ‘Size çok şey vaat ettim’ diyordu. (Osmanlıların başladığı tüm dinsizleşme çabaları 1933’te tamamlanmıştır.) ‘İşimiz bitmedi’ diyordu. ‘Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir’ diyordu.
Bu şirksiz Allah’a inanmak demektir.
Batılılaşmakla uygarlaşacağız diyenler şirk içindedirler.
Mustafa Kemal şirki seksen yıl evvel bıraktı. Ama AK Parti olarak bir kısım Müslümanlar hâlâ şirk içindedir. Müsbet ilme dayalı “Adil Düzen”i benimseyip ülkemizi muasır medeniyetin fevkine çıkaracaklarına, Batılılaşma yarışını yapmaktadırlar!
Saadet Partisi de “Adil Düzen”i bırakarak cennete gideceğini ümit ediyor.
İşte, Kur’an burada bize “şirk içinde olmadan Allah’a inanmazlar” ifadesi ile açıkça bunu söylemektedir.
AK Parti isteseydi, bugün saçmalıklarla dolu birkaç anayasa maddesini halk oyuna sunacağına, bunun için olağanüstü çaba göstereceğine, “Adil Düzen Anayasası” için çaba gösterseydi daha kolay sonuca varırdı. Ergun Özbudun’la, Zafer Üskül’ün anayasası için gayret sarf edeceğine veya “Akevler’in Adil Düzen Anayasası” için gayret gösterseydi, o zaman şirk içinde olmadan Allah’a inanmış olurdu.
Bu kardeşlerimizle görüşürken bize diyorlar ki; biz Avrupa Birliği’ne gireceğiz, demokrasiyi getireceğiz, o sayede Türkiye’ye Adil Düzen gelecektir!
Allah’ın ne Avrupa Birliği’ne ne de uydurma ekseriyet sistemi demokrasisine ihtiyacı vardır. Biz Avrupa Birliği’ne gideceğimize AB “Adil Düzen”e gelsin. Biz “ekseriyet demokrasisi”nden imdat isteyeceğimize, onlar “hicret demokrasisi”ne gelip sorunları çözsün. Avrupasız Allah’a inanamayanları işte Kur’an burada bize açık bir şekilde anlatmaktadır.
Ben AK Parti aleyhine bu kadar yazdığım halde oyumu yine ona vereceğim. Çünkü Saadet Partisi de onlar gibi bir parti, şirk içinde Allah’a inanan bir parti. AK Parti iktidardadır. Tercih olmadan değişiklik yapılamaz. Diğer partilerden MHP vardır. O partide olanların şirk içinde bile olsa Allah’a inandıkları muhtemel.
Diğer partiler Allah’a inanmayı ayıp sayıyorlar, yasak sayıyorlar. Onlara göre Allah âhiret işleri ile meşguldür, yahut yoktur; dünya işleri ise kendilerine aittir.
İşte bu gaflet ve dalalet içinde olan bir siyaset dünyasında AK Parti’den başka oy verilecek parti yoktur.
Biz bu duruma 1960’larda düşmüştük. Bağımsız adaylığımızı koyarak bu sorunu aştık. AP’ye oy vermekten bu sayede kurtulduk, kendimize oy verdik. Ben son mahalli seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye seçiminde bağımsız aday Yasin Kılar’a oy verdim. Yasin’e seçimden önce söz verdim, sözümden dönmedim. Ama o da Numan Kurtulmuş gibi “Adil Düzen”e karşı takiyyeye başladı. “Adil Düzen”i açıkça savunan parti veya bağımsız aday çıkarsa, istismar etse de ona oyumu veririm. Mevlana’ya gelmişler, çok sevdiği Şemsi Tebrizi geldi diye yalan söylemişler. O da bir hırka bağışlamış. Sonra da yanlarındakiler, gelen kişi yalan söyledi, sevdiğin arkadaşın gelmedi demişler. ‘Ben yalanına hırka bağışladım, gerçeğine her şeyimi bağışlarım’ demiş. Ben de “Adil Düzen”i yalandan söyleyene bir oyumu vereceğim. Söyleyen kalmadığına göre AK Parti’ye vereceğim, çünkü iktidardır ve alenen karşı değildir.
***
أَفَأَمِنُوا
(EaFa EaMıNUv)
“Emin mi oldular.”
Evet, böyle Allah’a şirk içinde inananlar emin midirler?
Burada bir hususa işaret etmemiz gerekir. Allah’a şirksiz inanmak demek karşı tarafı yok kabul etmek, onları var saymamak demek değildir. Onları da Allah yaratmıştır. Onların yaptıkları ve söyledikleri de elbette Allah’ın izni ile olmuştur. Yoksa onların yaptıklarını kendileri yapıyor diyecek olursanız, işte o zaman da şirk içinde olursunuz.
Bizim yapacağımız nedir?
Bizim yapacağımız şey olayları ilahi düzen içinde değerlendirip ona göre ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmaktır. Avrupa Birliği’ne girmeyelim demiyoruz. Diyoruz ki, Avrupa Birliği’ne girmeye çalışalım. Onlara “Adil Düzen”i tebliğ etmek için girelim. Girelim de belki “Adil Düzen”in oluşmasında yardımları olur.
AK Parti “Adil Düzen”den taviz vermeden bütün bu işleri yapsa hepsini canı gönülden tasvip ederiz. Gayemiz Hıristiyanları Müslüman yapmak değildir. Ama gayemiz Hıristiyanları gerçek Hıristiyan yapma olmalıdır. Biz Müslümanlar için de gerçek Müslüman olmamız, gaye olmalıdır. Biz de onlar gibi dinimizden/düzenimizden ayrılmışız. Tahrip etmişiz.
Bir farkımız var; bizim elimizde aslımıza dönmek için tahrif edilmemiş kaynak var, onların yok. Ne var ki pozitif ilim yoluyla ve Kur’an’dan yardım alarak onlar da kendi kitaplarına ulaşabilirler. Lafzen olmasa da mânen ulaşırlar.
Bu hatırlatmadan sonra AK Parti’nin yaptıkları tamamen yanlıştır demiyoruz. Mesela, Batı ekonomik varlıkları özelleştirmek istiyor. Direnmeyelim, özelleştirelim. Bunun için iki meşru yolu izleyebiliriz. Müesseseleri özelleştirmek yerine özerkleştirir, borçlandırırız; yani bugünkü değeri ile borçlandırırız. Belli zaman içinde ödeyemezlerse, o zaman ellerinden alır başkalarına veririz.
Başka bir şey de yapabiliriz. Satarız, elde ettiğimiz meblağı faizsiz kredi olarak halk ortaklıklarına veririz ve onlar onunla “Adil Düzen İşletmeleri”ni kurarlar. Sonra da kredimizi tahsil ederiz.
Biz AK Parti’den ne istiyoruz?
Bize de kulak versinler, bizi de dinlesinler. Sonra iktidar olarak kendileri neyi uygun görüyorlarsa onu yapsınlar. Biz, bunlar bizi dinlemedikleri için bunları yazıyoruz. Yoksa kendilerine söyler, susabilirdik.
Saadet Partisi’ne gidip onlara danışarak Akevler’i danışmış olduğunu kabul ediyor, başbakan. Oysa Akevler şimdi Saadet Partisi’ne AK Parti’den daha uzaktır. Kaldı ki AK Parti’ye gidip Erbakan’ı değil Numan’ı (Kurtulmuş) dinliyorlar, onu destekleyenleri dinliyorlar. Onlardan “Adil Düzen”e karşı olanları dinliyorlar. Orada “Adil Düzen”e karşı olmayan Arif Ersoy vardı, o da maalesef dışlandı veya pasifize edildi.
أَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ
(EaN TaETiYaHuM ĞaŞıYaTün)
“Onlara ğaşiye gelmesinden”
“Gişave” perde demektir, kapatan ve örten demektir. Ülkelerin üzerine yağan lavlar bir gaşiyedir. Geçmişte böyle şeyler olmuştur.
Kur’an bunlardan bahseder, bizim için de aynı kelimeleri kullanır. Ne var ki Kur’an’dan sonra Cebrail tarafından getirilen vahiy olmadığı gibi Kur’an’dan sonra böyle maddi azaplar olamayacaktır.
Tevrat’ta bir daha Nuh Tufanı’na benzer bir tufan olmayacaktır deniyor. Onun yerine sosyal tufanlar olacaktır. Mesela askeri darbeler birer gaşiyedir. Savaşları kaybetme birer gaşiyedir. Terör bir gaşiyedir. Ekonomik krizler birer gaşiyedir.
Eskiden insanlar azınca yağmur yağmaz ve insanlar aç kalırdı. Şimdi ise yağmur yağmasa da teknoloji bu sorunları halletmiştir. Çekirge saldırısına ilaç bulmuştur.
Şimdi krizler nasıl olmakta?
İşsizlik şeklinde, pazar bulamama şeklinde olmaktadır. Öbür krizlerden fazla farkı yoktur. Daha geniş ve etkindir.
İşte, “Adil Düzen”e kulak tıkayanlar böyle sosyal krizler beklemektedirler. Basit bir PKK sorununun otuz yıldır çözülememesi bize bir şeyler hatırlatmıyor mu? Ergenekon davası, Balyoz operasyonu birşeyler söylemiyor mu?
مِنْ عَذَابِ اللَّهِ
(MiN GaÜAvBı elLAhi)
“Allah’ın azabından.”
“Allah’a iman etmiyorlar”daki Allah kâinatı var eden Allah’tır. Burada zamir değil de izhar edilmesi bunun topluluk anlamını taşımasındandır.
Topluluk Demokrat Parti’ye azab etmedi mi?
AK Parti böyle azaptan emin midir?
DP tek parti anayasasını değiştirmedi. O anayasa daha sonra canların verilmesiyle değişti. Şimdi AK Parti de hâlâ barajı indirmiyor. Bu baraj birkaç partiyi iktidardan etmiştir. Evet, idam kalktı ama Allah murad ederse neler olur.
Muhterem R. Tayyip Erdoğan, gelin bu komplo teorileriyle alay etmekten vazgeçin; gelin AK Partililer Adil Düzen çalışanlarını dışlamaktan vazgeçin, onların söylediklerine de kulak verin. Dinleyin, ne olur dinleyin. Yapmayın. Elinizdeki televizyonlardan birini bize satın, taksitle satın. Paranızı ödeyelim. Ödeyemezsek geri alırsınız. Biz orada “Adil Düzen”i anlatalım. Siz de duyun, sonra isterseniz yapmayın. Askeri darbeler topluluğun azabıdır. Asker müdahale etmezse Gürcistan’da, Ukrayna’da, Kırgızistan’da olduğu gibi dış güçlerin harekete geçirdiği sokak çapulcuları darbe yapar. Bundan kurtulma yolu orduyu yıpratmak değildir, “Adil Düzen”e kulak verip ıslah olmadır.
أَوْ تَأْتِيَهُمْ السَّاعَةُ
(EaV TaETıYaHuMu elSaGaTu)
“Veyahut saat gelir.”
Allah’ın azabından bahsediliyor, veyahut saat gelir deniyor.
Bu ne demektir?
Allah Ak Parti gibi hatalı olanları korur. Ömürlerini uzatır. Kısmî azapları kendisi verir. Mesela, AK Parti kapatılıyordu. Anayasa Mahkemesi saat 10’da kapattı. Askerler müdahale etti de kapatma para cezasına çevrildi. Allah onları mahkemeye götürmüş, onlara azap çektirmişti ama sonunda yok etmedi, onları korudu.
Başbakan Menderes Londra’dan dönerken uçağı düşmüş ama kurtulmuştu. Çünkü henüz saati gelmemişti. Sonra idam sehpasına gitti. Çünkü uslanmadı.
Allah böyle uslanırlar diye azaplar verir. PKK böyle bir azaptır.
Ama saati gelince artık işine ve ömrüne son verilir.
بَغْتَةً
(BaĞTaTan)
“Ansızın”
Birden bire saat gelir ve artık kurtuluş olmaz. Firavun suya batınca dua etti ama artık işe yaramadı. Saat ansızın gelir. O zaman tevbe işe yaramaz. Şirk içinde iman fayda vermez. Kur’an’a kulak tıkayanlara söylenenler fayda etmez. Bunun ansızın geleceğini Kur’an defalarca vurgular. Rahat olmaktan ve Allah’a şirk içinde inanmaktan vazgeçmelidirler.
وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ(107)
(Va HuM LAy YaŞGURUvNa)
“Onlar şuur içinde değilken.”
Yani gelişin farkında olmadan saat ansızın gelir.
Bunun böyle olması nedendir?
Allah insanları evrim içinde yarattı. Yaşlanan düzen ortadan kalkar, yerine daha ileri yeni düzen gelir. Bu ilâhı kaderin çizgisidir. Yeniliğe direnenler yok olup giderler. Nasıl sonbaharda ağaç yapraklarını dökerse, nasıl yaşlanan ölürse; eskimiş düzen de mutlaka gider ve yerine daha ileri düzen gelir.
Osmanlı İmparatorluğu Viyana’da mağlup olup geri dönmeseydi ve çökmeseydi, bugünkü Avrupa medeniyeti olmazdı. Düşünün, hâlâ geceleri mum yakıyor olacaktık, hâlâ at postaları ile haberleşecektik, hâlâ kamış kalemle is mürekkebi ile yazacaktık. Hâlâ Amerika’ya ancak bir senede ulaşacaktık. Ama Allah Kırımlılara ilham etti, onlar Viyana Muhasarasında karşı tarafa geçtiler, Hazreti Yusuf’un kardeşleri gibi ihanet ettiler. Bu sayede bugünkü uygarlığa ulaşabildik.
Şimdi uygarlaşma sırası bizdedir.
İstiklâl Savaşı’ndaki Sakarya galibiyeti de bunun başlangıcıdır.
“Adil Düzen, Adil Düzen” diyorsun, peki ne yapalım?
İşte bu soruyu sormanızın zamanıdır.
Tabii kulaklarınız tıkalı olduğu için diliniz yani ağzınız da kapalıdır, soramıyorsunuz.
Biz kendi kendimize soralım ve cevap verelim.
Yapacağımız şeyler çok basittir.
a) Bir yerel yönetim kanunu çıkaracaksınız, “Adil Düzen”e göre aile, ocak, semt, bucak, ilçe, il ve bölgeleri düzenleyeceksiniz. Nüfus sayıları 3 ile 10’un katları arasında olacaktır. İllere, bucaklara, ocaklara bağımsızlık vereceksiniz. Başkanlarını kendileri seçecek, meclisleri olacak, kendi kanunlarını kendileri yapacaklardır. Bölge, ilçe ve semtler ise merkezden yönetilecek, böylece devletin üniterliği bozulmayacak. İç güvenlik iller tarafından kurulacak zaptiyeye yaptırılacaktır. Belediye köy ayırımı kalkacak.
b) Hakemlik sistemini işler hâle getireceksiniz. Muhakeme usul kanunlarında küçük değişiklikler yapılacaktır. Sözleşmelerde aksi yazılmamışsa davalar hakemler yoluyla çözülür. Ceza davalarında bilirkişilerden birini sanık, diğerini savcı seçer; baş bilirkişiyi bilirkişiler seçerler. Hakemler kararlarını bilirkişi raporuna dayandırmak zorundadır. Kamu adına dava açma yetkisi yüzde beşten fazla oy alan siyasi partilerin mahalli teşkilatınındır. Savcı ceza dava dosyalarını korur. Duruşmaya katılmaz. Resen dava açamaz.
c) Çalışanlara faizsiz çalışma kredisi verilir, çalışanlar istedikleri iş yerlerinde çalışırlar. Çalıştıran borçlandırılır. Çalışana ücret peşin ödenir. Çalıştırana ayrıca ham madde kredisi de verilir. Krediler faizsizdir ve icrasızdır. Kredisini ödeyemeyenin sadece borçlanma ehliyeti kalkar.
d) Yıl başında halka faizsiz sipariş kredisi verilir. Halk mağazalara peşin ödeyerek sipariş yapar, mağazalar da tüccarlara peşin ödeyerek sipariş yaparlar. Tüccarlar da peşin ödeyerek işyerlerine sipariş yaparlar. Onlar da peşin ödeyerek ham maddeleri sipariş verirler. İşçileri çalıştırıp ücretlerini öderler. İşçiler de kredilerini kapatırlar. Kredi faizsiz ve icrasızdır.
İşte bu dört maddeyi uygularsanız devletimiz kendiliğinden zamanla “Adil Düzen”e geçmiş olur. Sizden yapmanız istenen işte bu kadar basit ve kolay bir iştir.
Ne olur bizi bir dinleyin.
Dinlemeyeceğinizi biliyoruz!
Bizim gücümüz sizi dinletmeye yeterli değildir ama biz Allah emrettiği için söylüyoruz; söylemeye de devam edeceğiz...
Bize düşen açık tebliğdir.
Görevimizi yapıyoruz.