Yaratılış, Din, Şeriat
Önceki yazılarımızda, Kur’an da anlatılan yaratılış sürecini yazmıştık. Öne çıkan bazı kavramları ile bu kavramların bize anlattıklarını kısaca özetlemek gerekirse:
INSAN: Gerinmiş, hücresel bir maddeden üretilen kontrol ünitesi veya Asli varlık. Kur’an ın anlatımına göre, bizim anladığımız manada insan iki ayrı şeyden oluşuyor. Bunlardan birincisi, biyolojik varlıktan farklı olarak üretilmiş ve programlanmış olan bir varlıktır. Kur’an buna “insan” demektedir.
Anlaşılan o ki, “insan” bir çeşit mikroişlemci veya merkezi işlemcidir. Buna göre, program bu işlemci sayesinde biyolojik bedene aktarılmakta ve kontrol edilmektedir. Varlığın devamlılığını veya hayatiyetini sağlayan şeydir. (İnsan kavramı sadece akledebilen varlık ile sınırlı değildir), “insan” bir sabite olarak anlaşılmaktadır, yani işleyen, değişmeyen bir varlık.
ADEMI VARLIK: “insan” denilen merkezi işlemci tarafından yönetilen, inorganik maddelerden üretilmiş bir organizmadır. Program çerçevesinde gelişen ve varlığını sürdüren bir organizma. Merkezi işlemciden aldığı komutları yorumlayan, yerine getiren veya merkezi işlemcinin programı çerçevesinde “akledebilen” bir varlıktır. Diğer biyolojik varlıklardan ayrıldığı nokta da budur.
“insan” varlığını oluşturan şeylerin içerisinde “akledebilen” varlıkların genel adıdır. Tek bir kişi değil, topluluklardır.
NEFS: Yine Kur’an ın anlatımlarından anladığımıza göre, varlığın “işletim sistemi”dir. “insan” denilen işlemciye yüklenen ve biyolojik varlığı yöneten kurallar veya prensipler bütünüdür. Varlığın çalışma prensipleri veya varoluş prensipleri olarak da anlamak mümkün olabilir.
Ayetler “ölüm” denilen olguyu tanımlarken “nefsi geri almak” tan söz ediyor. Yani, biyolojik varlığı ayakta tutan şey ile olan bağlantısını keserek organizmanın dağılmasına sebep oluyor. Eğer hücreler, bir program çerçevesinde bir araya geliyor ve o program sayesinde varlığını sürdürüyor ise, programı sildiğiniz zaman veya program ile bağlantısını kestiğiniz zaman “ölmüş” olur. Yani dağılır. Yani çürür, yani yapıldığı maddelere ayrışır çünkü onu bir arada tutacak bir neden kalmamıştır.
RUH : Bir çeşit program yükleme yöntemidir. Gerektiğinde biyolojik varlığı “install” edebilmek için kullanılan bir yöntemdir. Kur’an ın ifadelerine baktığımız zaman bu açıkça anlaşılmaktadır. Mesela Isa’nın yaratılışı anlatılırken “ruhumuzdan bir kelime” ifadesi kullanılmaktadır. “Kelime” en basit şekliyle “anlamlı dizilim” demektir. Yine Ademi varlığın yaratılışında da benzer bir ifade vardır, “ruhtan üflemek” yani ona ihtiyacı olan programı aktarmak…. Vahiy ile ilgili olarak da benzer bir manada kullanılmaktadır. Netice itibariyle RUH, “insan” ve “biyolojik varlık” ile ilgisi olmayan, ancak gerektiğinde başvurulan bir yöntemdir. Bu yöntem ile varlığa program aktarılmakta veya gerekli düzenlemeler yapılmaktadır.
Bu kavramı “varlığın hayatiyeti” olarak algılamak mümkün değildir. Eğer biyolojik varlığa hayat veren şey “ruh” ise, niçin ölümün sebebi değildir? Oysa ayetler ölümün sebebi olarak “nefs” i işaret etmektedir. Tam aksine, “ruh” kavramı, çok daha farklı sebeplerle ve amaçlarla kullanılmakta ve böyle anlatılmaktadır. Netice itibariyle “ruh” varlığın değil, sistemin bir parçasıdır ve çeşitli sebeplerle müdahale amacıyla kullanılmaktadır. Kur’an da başka bir açıklaması yoktur.
“Ademi Varlık” ; “insan” denilen ve bizim kontrolümüz dışında olan, bedenimizin dışında olan bir varlık ile, biyolojik varlık olarak şekillenmiş fiziksel beden ve bu ikisi arasında kurumuş olan iletişim kanallarından müteşekkil bir varlıktır.
Ben daha önce her iki varlık arasındaki iletişime “modem” demiş ve bunu da “ruh”a benzetmiştim ama şimdi bunu düzeltiyorum. Biyolojik varlık ile işlemcisi arasında bir “modem” vardır, iletişim vardır. Ancak bu iletişimi sağlayan şey ruh değildir. Kur’an da “siccin” ve “kiramen katibin” kavramları etrafında tanımlanan, “min hablel verid” gibi açıklamalarla biyolojik beden içerisinde ve biyolojik bedenin dışında birtakım “alıcılar-vericiler” kısaca “antenler” olduğu, bunlar sayesinde sinyallerin alınıp verildiği anlaşılmaktadır. Demek ki bu iletişim sistemi varlığın bir parçasıdır. Oysa Ruh, varlığın bir parçası olarak tanımlanmamaktadır. O halde Ruh başka bir şeydir ve bu iletişim sistemi ile ilgisi yoktur. Dolayısıyla varlığa ait bir şey de değildir.
Daha önce bunları yazdığımız için burada kısaca tanımlamakla yetiniyoruz. Burda bir konuya daha değinmek istiyoru: Isa’nın yaratılışı ile ilgili olarak tartışılan bu yaratılışın, babasız oluşumu ve nihayetinde ilk yaratılışa olan atfı değerlendirmek istiyoruz.
Kur’an ın tanımlarından yola çıktığımız zaman, Isa’nın yaratılışının, tamamen ilk yaratılışta olduğu gibi “tek bir hücrenin programlanması” ile gerçekleşmiş olduğunu anlıyoruz. Bu bir mucize değildir, çünkü yine Kur’an, ilk yaratılışın tekrar edildiğini de bize anlatmaktadır. Yani yaratılış sona ermemiştir. Devam eden, sürekliliği olan bir şeydir. Isa’nın programlanması da yine çokça tartışılan “ruh” kavramı ile açıklanmakta ve bunun “bir kelime” ile gerçekleştiği ifade edilmektedir. Nihayetinde bu eylemin başlangıçtaki ilk yaratılış gibi olduğu da açıklanır. “Adem’in yaratılışı gibidir” denir.
Burada dönüp Adem’i varlığın yaratılışına bakmamız gerekmektedir. Kur’an bu konuyu detaylı olarak anlatır. Önce “gerinmiş hücresel bir maddeden” üretilen bir processorün oluşturulduğu, sonra bu processöre karşılık gelen bir hücrenin eşleştirildiği, sonra bunlar bölünerek “eş”ler oluşturulduğu, Bu “eş”lerin erkek ve dişi olduğu, Sonra bunların çoğaltıldığı ve nihayetinde belli bir aşamaya geldikten sonra biyolojik varlık olarak tanımlanan “Adem”e “ruh üflendiği” yani onun programlandığı açıklanmaktadır.
Genel olarak “Adem” kavramı, tek bir kişi olarak anlaşılmaktadır. Kur’an ın anlatımına baktığımız zaman böyle anlamanın imkanı yoktur. “Adem” ifadesi, bir “varlık şeklini” tanımlamaktadır. “insan” varlığı içerisinde “akledebilen” varlıkları tanımlar. Bunun tek olmadığı da açıklanmaktadır, “şuub ve kabail” ifadeleri burada kullanılmakta ve bu akledebilen varlığın farklı farklı olduğu, başka akledebilenlerin de olduğu ifade edilmektedir.
Daha özet bir ifade ile: Isa, Tıpkı Adem’i varlığın ilk olarak yaratıldığı gibi, tek bir hücrenin programlanması ile meydana gelmiştir. Başlangıçta hücreler çarpışarak bir oluşum olmadı, tek bir hücre üretildi ve bu hücre programlanarak biyolojik varlık oluştu. Isa da Meryem’in rahminde böyle oluştu. Bir tek hücreye “Ruh” vasıtasıyla “kelime” aktarılarak oluşturuldu. Zaman zaman bu kabil müdahalelerin olduğunu da yine Kur’an ın anlatımlarından anlıyoruz. Demek ki, bu durum aynı zamanda bir üreme yöntemidir. Gelecekte muhtemeldir ki, bu kabil üreme şekli, normal bir uygulama halini de alacaktır.
Kur’an daki yaratılış ile bilimsel veriler arasında bazı çelişkiler vardır. Bunlardan biri, Adem ve eşinin “tek bir anneden” doğdukları varsıyımıdır. Bu varsayım bütünüyle Lafza aykırıdır. Hatırlayalım, ilk yaratılış, tek bir hücrenin bölünerek “eşler” oluşturulması suretiyle oluşturulmuş idi. Bu eşlerin kendi aralarında çoğaltıldığı ve farklı farklı programlandığı da yine Kur’an ın anlattığı, ayetlerin ortaya koyduğu bir gerçektir. Eğer, tek bir hücre bölünerek “eşler” oluşturulmuş ise ve eğer bu “eş” hücreler de kendi aralarında çoğaltılmış ise, “Niçin Adem ve eşi tek bir anneden doğmuş olsun?”
Bu varsayım aynı zamanda, Adem topluluğunun oluşumunun “ensest” bir ilişki sonucu olduğunu da kabul etmeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü eğer “adem ve eşi” tek bir anneden meydana gelmiş iseler, o halde “kardeştirler”. Dolayısıyla kardeşler arası evlilik veya ilişki meşru olmalıdır. “Allah’ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmaz” lafzından yola çıktığımız zaman, başlangıçta böyle bir ilişkinin “meşru” olduğunu kabul edip, sonra bunun yasaklandığını düşünmenin imkanı ortadan kalkar. Allah’ın koyuduğu kurallar değişmiyor ise, o halde bugün de kardeşler arası ilişki veya evlilik normal kabul edilmelidir. “Tek bir anne” varsayımı bu sonucu ortaya çıkarmaktadır. Oysa bu durum Ayetlere bütünüyle aykırıdır. Çünkü Kur’an bu durumu yasaklamaktadır.
Zaman zaman karşılaşıyoruz, özellikle “şeriat” ile “kitap” arasındaki çelişkilerin açıklanabilmesi için denmektedir ki, “Allah toplumları olgunlaştırarak sistemi hakim kılmakta, buna göre başlangıçta meşru sayılabilen şeyler sonradan yasaklanmaktadır”… Bu kabul edilemez. Böyle düşünebilmek için Ayetleri görmemek gerekir. Yani, mutlak irade sahibi olan yaratıcının koyduğu kurallar süreç içerisinde esnemeli ve değişmelidir. Veya, yaratıcı, sistemi tasarlarken hata yapmıştır ve sonradan bunu düzeltmiştir. Böyle bir varsayım “yaratıcı” kavramı ile de çelişen, onu tamamen anlamsızlaştıran bir yaklaşımdır.
Burada, bilimsel verilerin yetersiz olduğunu kabul etmek ve Lafza itibar etmek gerekir. Eğer Allah, kurallarını değiştirmiyor ise, böyle bir iddia ortaya koymuş ise, o halde yaratılış kuralları da değişmez. İlk defa nasıl tasarlandıysa o şekilde devam eder. Allah Kur’an da bize yeni bir şey getirdiğini söylemiyor, tam aksine, geçmiştekileri tasdik ettiğini söylüyor. Böyle iken nasıl “yaratılış kuralları”nın süreç içerisinde değiştiğini söyleyebiliriz veya düşünebiliriz? Eğer böyle ise, varoluşun da değişmesi, vazedilen kuralların esnemesi veya farklılaşması gerekir. Ve eğer böyle ise, hesap vermemiz de gerekmez. Önceden belirlenmemiş olan bir kurala veya kurallara göre yargılanamayacağımıza göre, hesap vermek de anlamsız hale gelir. Böyle olunca bir sistem veya düzene de ihtiyaç yoktur. Olmamalıdır.
Bazı arkadaşlar, bilimsel verilerden yola çıkarak, bu durumu açıkça ifade etmeseler bile, “tek bir anne” varsayımını kabul ettiklerini ortaya koymaktadırlar. Dişi varlığının 200 bin yıl, erkek varlığının 60 bin yıl geriye gidebildiği ve nihayetinde tek bir anneden oluştuğu şeklindeki bilimsel veriler veya bulgular ile de çeşitli “efsane”lerdekine benzer bir sonuca ulaşmaktadırlar. Ancak burada “ensest” ilişki sonucu ortaya çıkmış bir “Adem” türü olduğumuz sonucunu açıklayamamaktadırlar. Bu durumu yukarıda ifade ettiğimiz “itiyaçlara göre esneklik” gibi bir yaklaşım ile açıklama gayretindeler. Bu böyle bir yaklaşımla açıklanabilecek bir durum değildir. Bu bir türü, bir varlığı başlangıçta “yanlış” olan bir yöntemle oluşturup, sonra onu terbiye etme gayretini ortaya koyar. Yani Allah hata mı yapmıştır ki, bizleri bu sebeple “terbiye” etme gayreti içine girmiştir?
Yine benzer şekilde, Musa ile “kitaptan bilgisi olan” varlığın karşılaşmasında da ortaya çıkmaktadır. Ayetlerde ifade edilen “nefse müdahale” bir çocuğun, masum bir çocuğun öldürülmesi şekilnde anlaşılmakta ve bu durum “Gerektiğinde şeriat öldürebilir” gibi inanılmaz bir sonuca kadar gitmektedir. Daha da vahim olan, bu anlayış, bir çocuğun, gelecekte “kötü” olma ihtimaline dayanarak öldürülebileceği sonucunu da ortaya çıkarmaktadır. Eğer böyle ise Allah Öldürmeyi niçin yasaklıyor? Niçin öldürmeyin diyor? Şeriat ile Allah’ın kurallarını değiştirmek mümkün ise, niçin böyle bir “yasaklamaya” ihtiyaç olsun? Lafza itibar etmediğimiz, Lafzı anlamadığımız zaman, Allah’ın kurallarını da anlamamış oluruz. Kur’an ı anlarken, Allah’ın ortaya koyduğu kurallara göre anlamak zorundayız. Eğer Allah kitapta “öldürmeyin” diyor ise, bu hiçbir koşul altında öldürülemeyeceği anlamına gelir. Oysa kıssada anlatılan şey çok daha başkadır. Bir müdahale yönteminden, bir teknolojiden söz etmektedir. Öldürmekten değil.
Benzer aykırılık, “hırsızlık” meselesinde de ortaya çıkmış idi. Netice itibariyle “şeriat keser” sonucunu doğuracak bir anlayışla hırsızın elinin kesilebileceği söylenmişti. Bu çelişkili yaklaşımlara göre, demek oluyor ki “Şeriat, Allah’ın kurallarının da üstündedir”. Böyle midir? Yani, Allah, bize bir “şeriat” oluşturmamızı ve bu çerçevede dilediğimizi yapmamızı mı söylüyor? Dilediğimizi öldürelim, dilediğimizi keselim….
Elbette bize göre böyle değildir. Ancak “şeriat”çıların da bu yaklaşımını anlamak kolay değildir. Bu manada Karagülle bizi eleştiriyor : “Onlar havariler gibi, iyi insan olalım, iyi insanın aklı vardır ve böylece akıl ile iyi bir düzen ortaya çıkar” diyor. Karagülle yanılıyor. Evet biz düzene karışmıyoruz, Çünkü düzeni var eden onu işletmesini de biliyor. Bize düşen ona uymaktır. Yeni medeniyet, beni bir düzenle değil, “ilim” ile ortaya çıkacaktır.
Sistemi tasarlayan, onu bir kitapta yazan ve o sistemde herhangi bir değişiklik olmayacağını iddia eden bir Allah’ın, varlığı üretirken bu sistemin veya düzenin dışında üretmiş olması mümkün mü? O halde “Din” nedir? Eğer bizim bir düzene ihtiyacımız varsa, bir düzen kurmamız gerekiyor ise, “iİnned dîne indâllâhil islâm, ve mahtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ılmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb” (Al-i İmran 19) Bu ayetten ne anlamamız gerekiyor? Allah bir düzen kurduğunu söylüyor ve bunun adını da koyuyor. Düzenin dışına çıkmanın nasıl olacağını da tarif ediyor. O halde, biz Allah’ın düzenini beğenmiyor ve bunu düzeltmeye mi çalışıyoruz?
Hayır, Allah kainatı var ederken düzeni de var etti. Kainatı ve onun içindekileri de bu düzene göre oluşturdu. Her şey onun varettiği, onun tasarladığı düzene göredir. Bu asla değişmemektedir. O halde toplulukların, varlığın düzeni de vardır. Bu Allah’ın düzenidir. Bize göre “şeriat” demek, düzen içinde bir düzen oluşturma gayretinden başka bir şey değildir. Bu bir çeşit, sınırları zorlamak, veya aşmak manasına gelir. Allah zaten düzeni ortaya koymuştur. Bize yeni bir düzen emretmiyor, bize onun düzeni içinde “iyi varlık” olmamızı emrediyor. “ilim geldikten sonra ayrılığa düşmemek” emrediliyor. Demek ki “düzen” ile değil “ilim” ile gelişmemiz, ilerlememiz gerekiyor. Demek ki, düzene müdahale etmemiz zaten mümkün değil. Demek ki Allah’ın düzeni zaten işliyor.
Mesela batılılar diyorlar ki, “toprak mülkiyeti işgal iledir”. Yani toprağı ilk kim işgal ederse onundur. Oysa Allah kitabında, Her doğan varlığın “toprak üzerinde hakkı” olduğunu söylüyor. Her doğan çocuğun “halife” olduğunu söylüyor. Buna göre toprağı işgal etmek mümkün olmaz. Ama batılılar bunu açıkça ifade edemiyorlar, çünkü yapamayacaklarını düşünüyorlar. Bunun gerçekleşemeyeceğini düşünüyorlar. Her doğan çocuğun veya insanın veya Adem’i varlığın toprakta hakkı varsa, doğal kaynaklar üzerinde hakkı varsa, Rızk Allah tarafından yaratılmış ve verilmiş ise, “işgal” mümkün olmaz. Sadece bu anlayış bile daha başından kurmaya çalıştığınız düzenin “bozuk” olması için yeterlidir. Siz Allah’ın verdiği hakkı esirgeyecek, sahibine vermeyeceksiniz, sonra da “hırsızlık yaptın elini keseceğiz” diyeceksiniz. Böyle bir düzen olamaz.
Ancak bizim karşı çıktığımız husus ise, “kur’an dan bir düzen çıkarmak” değil, Kur’an ın yani Allah’ın düzenini, “dar bir çerçeveye” sıkıştırmaktır. İlahi kuralları esnetmek veya değiştirmek veya onlara aykırı davranışları da meşru kabul etmek suretiyle oluşturulacak bir düzen “kur’an düzeni değildir.” Dolayısıyla Allah’ın düzeni de değildir. İçtihat ve icmalar ile ulaşılan sonuç ortadadır. Herkesin hata yapma özgürlüğü vardır ama hatada ısrar etme özgürlüğü yoktur. Düzen başlangıçta nasılsa şimdi de öyledir. Ama ilim keşfedilmeyi bekliyor.
Vesselam