Hangi düzen?
Tartışmalardan anlaşıldığı kadarıyla, tasarlanan sistem, geleneksel alışkanlıkların üzerine inşa edilmiş bir yapı ortaya koymaktadır. Oysa lafzın anlattığı şey çok daha başkadır ve böyle olduğu için de başarılı olamamakta, yanlış sonuçlar vermektedir. Elbette bütün bu sıkıntılar tanımlamaların yanlış yapılmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle mülkiyet, Sadaka ve Zekat kavramları ile ilgili olarak yapılan tanımlamalar lafzın önerdiği şey değildir. Basitçe göz atacak olursak:
Yaşama Hakkı
Türkiye ölçeğinde, her bireyin yaşama hakkının garanti altına alınması için mevcut olanakları kısaca değerlendirmek gerekirse:
Hidroenerji | 126 milyar MVA |
Linyit | 50 Milyon Ton |
Ham Petrol | 2.3 Milyon Ton |
Doğalgaz | 312 milyon m3 |
Taşkömürü | 2.36 milyon ton |
Jeotermal | 31.500 MVt |
Güneş Enerjisi | 977 x 1012 kWh |
Rüzgar | 400 milyar kWh/yıl |
Toryum-Uranyum | 380,000 ton |
Bor Tuzları | 1.8 milyon ton/yıl |
Diğer Madenler | Bilinmiyor |
(2000 yılı veya öncesi verilere göre bulabildiklerimiz)
Yer altı ve doğal kaynaklar bu şekilde sıralanmaktadır. Bu kaynakların piyasa değerleri üzerinden basit bir hesaplama yapılıp, belli bir kısmının “yaşama hakkı” olarak ayrılması halinde Türkiye’de doğan her bireyin 15 yaşına geldiğinde ortalama 50 000 USD sermayesi var demektir. Bu bir kredi değil, bireyin kendisine ait olan bir haktır. Bu hak karşılıksız olarak bireye verilmelidir. Basit bir hesapla anlaşılaşılabilir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir beşer, doğduğu andan itibaren en azından akil baliğ olana kadar ailesine emanettir. Anne baba da aynı haktan yararlanıyor olduğuna göre, çocuğun bakımı için ilave bir harcama veya yardım gerekmeyecektir. Eğer aile fakir ise, bu durumda zaten devletin başka kaynaklarından onlara destek verilmesi de zorunludur.
Çalışamayacak durumda olanlar için de aynı hakkın sürdürülmesi söz konusudur. Yaşlılar, bakıma muhtaç olanların da bu haktan yararlanması kaçınılmazdır. Çünkü doğal kaynaklardan elde edilen gelir devam etmektedir ve bireyin ihtiyacı olduğunda bunu kullanma hakkına sahiptir.
Mülkiyet
Her bireyin toprak üzerinde hakkı vardır. Doğduğu andan itibaren üzerinde yaşayacağı, kendi ihtiyaçlarını karşılayabileceği kadar toprak kişiye tahsis edilir. Çocuk belli bir yaşa gelene kadar bu toprak ailesi tarafından işletilebilir. Dolayısıyla buradan elde edilen gelir de çocuğun bakımına harcanır. Akil baliğ olduktan sonra toprağın kontrolü artık bireye bırakılmak zorundadır.
Böylece bireyin asgari ihtiyaçlarını kendi başına karşılama olanağı doğacak ve kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilecektir. Bu hak yaşadığı süre ile sınırlıdır.
Sadaka
Bireyin çalışarak elde ettiği kazançtan devlete ödediği paydır. Yani gelir vergisidir. Kullanım alanları ve amacı bellidir. Ödenen sadaka’dan dolayı herhangi bir talepte bulunulamaz. Geri dönüşü yoktur. Herhalde bu konuda kimsenin itirazı da yoktur.
Zekat
Kamu finansmanıdır. Bireylerin birikimlerinin değerlendirildiği bir alandır. Yatırım ve üretim finansmanı buradan temin edilir. Bu finansman karşılıksız değildir ve kullanılan miktar daima geri ödenmek zorundadır. Her birey katıldığı ölçüde gelirinden pay alır.
Üretim yatırımları, kamu yatırımları vs. hepsi bu fondan karşılanır ve süreç içerisinde fona geri ödenir. Kredilendirme vardır ama krediyi batırmak yoktur. Zorunlu hallerde sigorta fonu devreye girer ve işletmenin zarar etmesine izin verilmez.
Zekat vergi değildir, karşılıksız değildir. Zekat veren dilediği zaman bundan vazgeçme hakkına sahiptir, geri talep edebilir. Zekat olarak muhafaza ettiği sürece gelirinden faydalanır. Gelir elde eder. Çünkü o sermaye ile yatırım yapılmıştır, üretim yapılmıştır gelir elde edilmiştir ve hakça bölüşülmesi gerekir. Yani sermaye sahibi zekatı verendir.
++++
Bu verileri alt alta topladığımız zaman ortaya ilginç bir tablo çıkar. Her bireyin yaşama hakkının garanti altına alındığı, asgari ihtiyaçlarının karşılandığı, çalışıp üretebileceği asgari standartların var olduğu bir yapıdır bu. Böyle bir yapı içerisinde kimse kimseye mecbur değildir. Özgürce dilediği gibi yaşayabilir, üretebilir ve hayatını idame ettirebilir.
Bundan başka ne gereklidir?
Elbette mevcut varlığının korunması için bir ekonomiye ihtiyaç vardır. Güçlü bir ekonomi olmalıdır. Yine tartışmalardan ve önerilerden anladığımız kadarıyla böyle bir ekonomik yapı ortaya konulamamaktadır. Kadim sermaye düşmanlığı veya kapitalizm veya sosyalizm karşıtlığı meseleyi çözmeye yetmez. Bizim kanaatimiz, ortaya atılan önerilerin lafzi dayanaklarının olmadığı yönündedir. Çünkü:
- Kapitalizmin veya sosyalimin veya diğerlerinin denenmiş, lafzın da önerdiği uygulamaları vardır. Bunları reddetmek için hiçbir karine yoktur.
- Sermaye tekelciliği, önerilen sistem içerisinde de muhtemeldir ve mümkündür. Özellikle işgale dayalı mülkiyet algısının getireceği sonuç budur. Böyle bir uygulamanın sermaye tekelciliğinden ne farkı olduğunu açıklamak herhalde zordur. Sermayenin hakkı reddedildiğinde sermaye yok demektir. Bir kişi hem vergisini verip hem de elindeki sermayeyi karşılıksız olarak kimseye vermez. Kar ortaklığı denilen şey başkadır, sermayenin hakkı başkadır. İşletmeye ortak olursunuz, karını alırsınız, sermaye desteği verirsiniz oradan pay alırsınız. Sermaye tekelciliğinde sözedebilmek ve bunun karşısında durabilmek için her şeyden önce kendi verilerimizin dayanaklarını ve lafzın önerilerini iyi anlamış olmak gerekir. Lafzın önerilerini bir kenara koyup mevcut sistemlere itiraz etmek hiçbir anlam ifade etmez.
- Faiz düşmanlığı rasyonel değildir. Tamamen geleneksel bir yaklaşımdır ve zaten sıkıntıları da ortadadır. Adına ister faiz densin ister başka bir şey, “Para” denilen şeyin de bir ticari emtia olduğunu unutmamak gerekir. Değişim aracı her ne olursa olsun bir değer ifade eder ve bu değer sahibine bir kazanç sağlamak içindir. Öyleyse değişim aracı üzeriden elde edilmesi muhtemel kazançlar da söz konusu olacaktır. Kur’an “Riba” yı reddeder. Tefecilik veya haddi aşmak, haksızlığa varacak uygulamalarda bulunmak yasaklanmıştır. Ama bugün adına faiz denilen şey ile Riba’yı karşılaştırmak veya kıyaslamak akıl karı değildir. Herkes istediği gibi düşünebilir ama Faizden tamamen arındırılmış bir ekonomik faaliyet tahayyül etmek günümüz dünyasında mümkün değildir. Böyle yaklaşıldığı zaman bütün bankacılık işlem ve faaliyetlerini, kredilendi uygulamalarını ve zaten teşvik edilen kredileşme üzerindeki gelirleri de sorgulamak gerekir. Görünen o ki, önerilerin de bu konuyu çözemediği ortadadır.
- Yapılan denemelerin başarısızlığı sebebiyle uygulamaların yönteminin yanlışlığı dillendirilmektedir. Anlaşılan o ki, bazı uygulamalar yapılmış, bu uygulamalara yatırılan sermaye batmış heba olmuş, geri döndürülememiş, burada meydana gelen zarar başka alanlardan karşılanmak durumunda kalınmıştır. Hiç kimseye sermayeni ver ve unut denemez. Kur’an ın da böyle bir yaklaşımı yoktur. Zorunlu haller zikredilmekle birlikte, mutlaka ayakta tutulması gerektiğini de söyler. O halde zorunlu olan nihai şeydir ve artık çıkış yolu kalmadığında başvurulabilecek bir durumdur. Ama yanlış olan meseleyi böyle bir noktaya getirmektir veya böyle bir noktaya gelmesine izin vermektir.
Demek ki, kavramları doğru tanımladığımız zaman, ortaya çıkan tablo, mevcut koşullarda hiçbir sistemin başvurmadığı bir sonuç vermektedir. Denenmiş uygulamaların hepsinden faydalanmak gereklidir, hangi “izm” olursa olsun. Falan izmin uygulamasıdır diye çöpe atmanın hiçbir mantığı yoktur çünkü doğru olan uygulamalar zaten lafzın da önerdiği şeydir. Bunun aksi düşünülemez.
Ancak, kavramlar yanlış temellendirildiğinde, sonuçlar da yanlış olmaktadır. İçinden çıkılmaz hale gelmesi bir yana, uygulamalarında da büyük problemler görülecektir. Zaten denenmiş ve anlaşılmıştır. Uygulamada hata aramak gereklidir ama teorideki hataları da sorgulamak kaçınılmazdır. Uygulamaları ne kadar doğru yaparsanız yapın, teori yanlış ise, doğru sonuçlar alınamaz.
Öte yandan özgürlüklerin tanımlanması da aynı şekilde problemlidir. Kur’an anayasası denilen metnin Kur’an da istidlal edilmediği, tam aksine önce metin oluşturularak sonra Kur’an dan delil arandığı anlaşılıyor. Böyle bir metnin mevcut anayasalardan farklı sonuçlar vermesi düşünülemez.
Eğer bir sistem arayışı varsa ve eğer gerçekten uygulanabilir bir yöntem geliştirilmek isteniyorsa, her şeyden önce lafzın önerilerine kulak vermek gerekir.
İddia edildiği gibi, zekatın vergi olduğunu söylemek mümkün değildir. Mülkiyetin işgale dayandığını söylemek mümkün değildir. Sadaka’nın şeklinin belli olmadığını söylemek mümkün değildir. Bu iddialarda bulunanların lafzi delillerini ortaya koymaları gerekir. Fıkhi deliller bizi bağlamaz, kimseyi bağlamaz. Bir fıkıh söz konusu olacaksa dayanağı Kur’an olmalıdır. Dayanağı Kur’an olmayan hiçbir kural veya yöntem geçerli değildir.
Yine tartışmalardan da anlaşıldığı gibi, önerilen yöntemler son derece siyasallaştırılmış yöntemlerdir. Ve zaten akevlerin kendi arasında da bir mutabakat söz konusu değildir. Demek ki ortada bir yanlışlık vardır.
Buna rağmen farklı önerilere açık olmadığı da anlaşılabilmektedir. Kendi yöntemlerine uygun olmayan fikirler veya öneriler ne kadar lafzi olursa olsun şiddetle reddedilmektedir. Erbakanın veya filanın benimsemiş olması veya söylemiş olması gibi inanılması zor bir karine arandığı açıktır. Herşeyden önce bu hastalıktan kurtulmak gerekir. Yanlışta ısrar etmek kimseyi doğru sonuçlara götürmez. Kimse mükemmel de değildir. Yapılan çalışmaları, çabaları küçümsemek anlamına gelmez, ancak uzun süre aynı şeyle meşgul olanların bir çeşit “körlük” sahibi olacakları da göz ardı edilmemelidir.
Tartışmaya açık olmayan hiçbir şeyin doğruluğundan söz edilemez. “Daha iyisi varsa getirin ona uyalım” demek, elinizdeki şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Farklılıkları subvanse edemeyen bir sistemin başarılı olması herhalde akli değildir.
Son olarak “ilim tartışma ile olur” diyen akevlerin kendisidir. Şu halde tartışma adabını da kendi içinde yerleştirmesi herhalde bu iddiasına uygun davranması için kaçınılmaz bir durumdur. Aksi halde ortada bir tartışma olamayacağı gibi, zaten yapılan tartışmalardan da verim almak mümkün olmaz. Kendi çalar kendi söyler gibi bir durum ortaya çıkar ki bunun kimseye faydası yoktur. Bir fikir eleştirilemiyor ise, o fikrin de bir değeri olmaz. Biri çıkar bir fikir ortaya atar, orada doğru olanlara doğrudur demek, yanlış olanların da yanlışlığını ortaya koymak tartışmanın veya ilmin kaçınılmaz gerekliliğidir.
Şaşırtıcı olan, “müctehit yetiştirme merkezi” gibi bir iddianın ortaya atılmasıdır. Çünkü bağımsız karar verebilmek için bağımsız olmak gerekir. Gelenekleri ve geleneksel usulleri öğretmekle bir kişinin bağımsız karar verebileceğini varsaymak oldukça ilginç olmalıdır. Kimse müctehid yetiştiremez. Ama bilgi toplumu olursanız müctehitler kendiliğinden ortaya çıkar. Bu da ancak her bilgiye ulaşmak ve öğrenmekle olur. Filan usulle filan mana ile böyle bir oluşumun ortaya çıkmasını beklemek herhalde mevcut olanlardan farklı bir şeyin ortaya çıkmamasını garanti etmekten başka bir şey olmaz. Olmadığı da “adil düzen” tartışmaları esnasında anlaşılıyor. Şu yönteme göre şöyle anlayacaksın demek için bir merkeze ihtiyaç yok, zaten usuller bunu söylüyor.
Arzu edilen şey ilim ise, kaprisler ve zafiyetler bir kenara bırakılmalı ve meselelere lafzın öngörüleri doğrultusunda objektif yaklaşılmalıdır. Herkesin şapkası önündedir, düşünmek için herhangi bir sınırlama yoktur.
Vesselam