Yapısal Analiz
Makro ve Mikro Üniteler
Üzerindeki Etkiler
Yapısal Dönüşüm:
“İslam İktisat Teorisi”, tüm ekonomik faaliyetlerin toplumun tamamına yaygınlaştırıldığı, üretimin organize edildiği, pazarda/tüketimde gerçek kişilerin rol aldığı, çalışma hayatına aktif katılımın sağlandığı ve yapısal dönüşüm stratejisi ile doğrudan toplumsal refahı amaçlayan bütüncül uygulamalar sebebiyle, ekonominin her alanında etken ve aktif bir organizasyon gerektirmektedir.
İlk bakışta “mikro” araçlar üzerinde etkili olduğu zannedilse bile, ekonomik politikaların belirlenmesinde de aktif ve etken oluşu, kalkınmayı zorunlu hâle getirmesi, parasal işlemlerin yapı içerisinde doğal seyrinde denetlenebiliyor olması nedeniyle, gerçekte makro üniteler üzerinde yapılan düzenlemelerin mikro üniteleri yeniden yapılandırdığı gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla “İslam iktisadı” sınırlı bir alanda faaliyete zorlanabilecek yapıda değildir. Ekonomik faaliyetlerin her alanında etken bir yapıdadır. Mikro ve makro ölçekte belli etki ve görünümlere sahiptir.
Mikro üniteler açısından:
Tüketim Açısından: Tüketiciler, aynı zamanda yatırımcıdır. Bu sebeple, ekonomik faaliyetlerde gerçek anlamda rol almış olurlar. Yani tüketici, halktır ve üretim araçlarının da sahibidir.
Üretim Açısından: Tüketiciler, aynı zamanda üreticidir; çünkü üretimin hem finansal hem de doğal varoluş nedeni olmaktadır. Bu nedenle üretim süreçlerinde katılımcı planlama, optimum verimlilik çerçevesinde zorunludur.
Piyasa Açısından: Üretici ve tüketici arasındaki bu doğal ilişki nedeniyle iktisadi dengeler, bu ikisi arasında analiz yoluyla ortaya çıkar ve istikrarlı bir gelişim izler. Bunun sonucunda spekülatif veya zımni etkilere kapalı bir pozisyon alacaktır.
Üretim ve tüketim arasında kurulan bu doğal dengenin fiyat dengesini de pozitif yönde etkilemesi kaçınılmazdır. Bu ikisi arasında istikrarı bozacak etkilerin ortaya çıkması son derece zordur; herhangi bir şekilde bu olumsuz durum ortaya çıksa dahi rasyonel fayda beklentilerinin piyasalarda negatif görünümü engellemesi ve ortadan kaldırması doğaldır.
Makro üniteler açısından:
Büyüme Açısından: Tüketim kanalından elde edilen birikimlerin yatırımlarda etkin ve verimli kullanılması, istikrarlı ve kalıcı ekonomik büyümeyi doğurur. Çünkü bu tükenmeyen bir kaynak anlamına gelir.
Politikalar Açısından: Devletin yatırımlar üzerindeki rolü ortadan kaldırıldığı için devlet, ekonomik politikalarda etken olmaktan da çıkacaktır. Bu nedenle ekonomik politikaları belirleyici olan, üretim-tüketim arasında oluşturulmuş olan doğal dengenin rasyonel gereklilikleri üzerinde gelişir.
Parasal Uygulamalar Açısından: Üretim ve fiyat seviyelerindeki değişim, doğal olarak para miktarını da değiştirecektir. Küçük birikimler de dâhil olmak üzere, toplumda bir değerin “âtıl” durumda beklemesi veya atıl bırakılması düşünülemeyeceğine göre, herhangi yeni bir parasal kaynağa ihtiyaç olmaksızın sistemin doğal yapısı içerisinde bir denge oluşacaktır. Ekonomik büyüme, parasal büyümeyi de gerektirir. Para çoğalmıyorsa, ekonomik büyüme de olmaz. Bu nedenle, denge unsurlarının doğal seyri önemlidir.
Gerçekte parasal uygulamalardaki sorun, Batı tarzı bir ekonominin dayattığı sanal değişim araçlarından kaynaklanmaktadır. Piyasalardaki bütün işlemlerin reel düzleme çekilmesi, parasal hareketleri de kontrol altına alacaktır. Ekonomide belirleyici olan, paranın miktarı değil; üretim ve tüketim arasında oluşan arz-talep dengesidir. Artan bir üretim ve tüketim söz konusu ise bu, değerin de artmasını gerektirir. Eğer para sabit bırakılırsa, toplumda bir değer artışı da düşünülemez. Bu nedenle önemli olan “değerleme” ölçüsüdür. Paranın hangi değer esasına göre var olduğu belirleyici hâle gelir. Emek verimliliği, para miktarını da etkiler.[1]
İslam iktisadı açısından piyasa fiyatları, malların üretimi ve parasal uygulamalar birbiri ile doğal bir ilişki içerisindedir. Makro ekonomik anlayışın yukarıdan aşağıya doğru ekonominin her alanını yapılandırma çabaları yerine, aşağıdan yukarıya, doğal bir seyir izlenmelidir. Çünkü sistem, ekonomiyi oluşturan üniteler açısından bireyi ekonominin her alanında etken hâle getirmektedir. Bu nedenle “genel denge” vardır.
Daha anlaşılır bir ifadeler ile şöyle özetlemek mümkündür:
Girişim Sermayesi (Venture Capital): Girişim sermayesi, tüketiciden sağlanır yani sermayenin kaynağı halktır. Tüketici, ekonominin aktif oyuncusu, üretimin denetleyicisi ve sürdürülebilirliğinin garantisidir. Aynı zamanda sistem aracılığı ile üretimin iştirakçisidir. Yani yatırım sermayesinin sahibi, halktır ve dolayısıyla halk, tüm üretim araçlarının da sahibi olacaktır.
Yatırım Bankası (Investment Bank): Tüketiciden gelen aktif sermayenin birleştirilerek dengeli ve verimli bir şekilde üretime kanalize edilmesini sağlayan bir kurumdur. Kurum, sermayenin dinamik akışına paralel olarak, hızlı ve verimli hareket etmek zorunda kalır. Para bekletilemez.
Yeniden Yapılandırılan Şirketler (Restructured Corporations): Şirketlerin sistem içerisinde yer almak istemeleri, onların yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılar. Çünkü her şirket, üretim ve tüketim açısından pazarda yer almak isteyecektir. Böylece var olan şirketler de, sisteme entegre edilerek kamu iştiraki hâline dönüştürülmüş olur.
Yeniden Yapılandırılan Borsa (Restructured Stock Market): Tüketicinin şirketlerde reel katılımcı hâline gelmesi, yatırımcının elinde bulunan hisse senetlerinin ve dolayısıyla borsa araçlarının da yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Bu, pozitif ve doğal bir zorlamadır. Esasında bir baskı değil; sistemin doğası gereği ortaya çıkan kaçınılmaz sonuçtur. Çünkü nitelikler, değişmektedir.
Buna göre, ekonominin her alanı, hiç bir ilave müdahale gerektirmeksizin uygulamaların doğal seyri içerisinde ve kendiliğinden yapılanacak ve sisteme entegre olacaktır.
Sonuç olarak, “İslam iktisadı”nın temel hedefleri genel ve doğal yapısı içerisinde şöyle özetlenebilir:
Sosyal Denge: Doğal kaynak kullanımı sınırlı olmakla birlikte herkes içindir. Bu nedenle herkesin bu kaynaklardan eşit ve dengeli bir şekilde yararlanması sağlanmaktadır.[2] Sistem, ısrarlı ve güçlü bir gelir dağılım mekanizması yaratmaktadır. Burada “eşitlik”ten maksat gelir eşitliği değil; herkesin az veya çok bütün imkânlardan yararlanma fırsatına sahip olmasıyla ilgilidir.
Çünkü gelir eşitsizliği de doğaldır. Gönüllü ve zorunlu gelir dağılım dengesi, ekonomik bir zorunluluktur. Bu, aynı zamanda sosyal adaletin sağlanması için temel oluşturur. Sistem, toplumsal refahın en üst seviyeye çekilmesini gerektirir.[3] Çünkü barış, toplumdaki her bireyin var olan olanaklardan eşit bir şekilde yararlanabilmesi ile mümkün olur.
Eğitim Fırsatları: Her alanda bilgi edinimi zorunludur. Bu nedenle sistem, açık ve şeffaf işlemek zorundadır. Yetersiz bilgi, dengesizliği doğurur. Herkesin eğitim için fırsat eşitliği olmalıdır.[4] Böylece iktisadi araçlardan da eşit faydalanmanın önü açılmış olur. Bu nedenle eğitim, zorunlu ve kamuya aittir. Devletin yatırım yükünden kurtulması, hizmet üretmesine önemli katkılar yapacaktır.
Ekonomik Büyümenin Optimizasyonu: İslam iktisat teorisi, moral etkileri de göz önünde bulundurarak, sermaye oluşumu açısından insan varlığını esas alır. Dolayısıyla asıl sermaye, insan ve emektir. Ekonomik büyümenin gerçekleşmesi ve sosyal refahın en üst seviyeye çekilebilmesi için, insan kaynaklarının verimli kullanılması gerekir. İnsanın verimliliği, kaynakların verimli kullanımını gerektirir.
Tam İstihdam: Ekonomik büyüme, yaygın ve tam istihdam ile mümkündür. Bu nedenle sistem, yeni istihdam olanaklarının yaratılmasını hedefler. Uzun vadede, insan kaynaklarının yetersiz kalacağı açıktır. Bu nedenle teknik olanakların üretim alanlarında etkin bir şekilde kullanılabilir olması, bilgi ve yeteneklere göre istihdam yapılması gerekir. Böylece insan kaynakları üzerindeki ağır yük, hafifletilmiş; gelişen üretim ihtiyaçlarına paralel olarak toplumsal refah da artmış olacaktır.[5]
Tam istihdam gerçekleşmesi hâlinde büyümenin mümkün olmayacağı, yeni yatırımların yapılamayacağı dolayısıyla sermayenin âtıl kalacağı varsayılabilir. Ne var ki, refah seviyesi arttıkça ni’met, yani yaşam konforuna olan talep de çoğalacaktır. Satın alma gücünün artışına paralel olarak daha iyi ürün talebinin yanı sıra, hayatı kolaylaştıracak ürün ve hizmet talebi de ortaya çıkacaktır, bu da üretimin sürekli yenilenmesini gerekli kılacaktır. Yani tam istihdam, yatırımların durması anlamına gelmeyeceği gibi, tam aksine mevcut yatırımların dahi dönüşümüne neden olacaktır. Değişen yaşam koşulları, yeni ürün ve hizmetlere olan ihtiyacı da beraberinde getirecek; böylece yatırım sürekliliği de devam etmiş olacaktır.
Genel olarak “iktisat teorisi”nin bilimsel açıdan bir yaşam döngüsü olduğu reddedilemez. Bu nedenle, örneğin modern kapitalizmin öncüsü kabul edilen Adam Smith’in çalışmaları bugün hâlâ tartışılıyor olsa da, günümüzün meselelerini çözümlemekten uzaktır. Çünkü gelişen ve değişen dünyada, iktisadi parametreler de değişmekte ve gelişmektedir. Uygulamalar sistemin doğal yapısı içerisinde karar mekanizmaları ile geliştirilmeli ve yürütülmelidir. Yani dinamik bir gelişim sürecine bağlı olmalıdır.
Belli bir şey üzerinde odaklanmak, zor olabilir veya kantitatif titizlik gerektirebilir. Çünkü “İslam İktisat Teorisi”, Batı tarzı akıl yolculuğunu farklı bir noktaya taşımaktadır. Değişen dünyada, Batı tarzı ekonomik sistemlerin de değişmesi ve yenilenmesi zorunludur. Çünkü mevcut sistemler de, gelişen dünyanın ihtiyaçlarına cevap veremez hâle gelmektedir.
“İslam İktisat Teorisi” uygulanmaya başlandığı anda, mevcut sistemlerin kilitlenmesine neden olur. Çünkü onları dönüştürmek veya değiştirmek yerine, yeni bir alternatif ve güçlü bir sermaye ile mevcut alışkanlıkları tümüyle zorlamış olacaktır.
Bilimsel anlamda mevcut İslami paradigmalar, geleneksel dayatmalar ile kopyacılık arasında sıkıştırılmış, körlüğe neden olmakta ve büyük resmin görülebilmesini önlemektedir. Bu kısa çalışma, mevcut problemi gözler önüne sermekte ve zaten var olan sürecin radikal uygulama önerisini getirmektedir.
Gerçek şu ki, “iktisadi parametreler”in belirleyicisi, teorisyenler değildir. Uzmanlar da, değildir. Teorik ve teknik uygulamalarda birtakım prensiplerin ve parametrelerin kullanılıyor olması, bunların bir üst akıl tarafından belirlendiği anlamına gelmez. Gerçekte bu parametrelerin belirleyicisi, piyasalardır. Yani sermaye, üretim, tüketim, piyasalar ve hepsi arasındaki dengenin ortaya çıkardığı reel sonuçlar, belirleyici olmaktadır.
Öyleyse şartları değiştirmek zannedildiği kadar zor değildir. Ancak, etkili çözümler için yeni paradigmalar gereklidir.
Verimlilik Analizi:
Sistemin uygulamasından doğacak marjinal fayda ve bu faydanın topluma nasıl yansıyacağı, önceden hesaplanabilecek ve öngörülebilecek ivmesel bir seyir izler. Zaman-fayda ilişkisi, yatırım, üretim ve istihdam süreçlerini de belirleyecektir. Buna göre:
Yatırım: Yatırımın başladığı nokta, minimum sermayenin kullanıldığı başlangıç noktası olarak kabul edildiğinde, zamana bağlı olarak artan bir seyir izleyecektir. Süreç içerisinde yatırımların niteliğinde meydana gelecek olan değişmeler, üretim ve istihdamı etkileyen şeyler değildir. Teknolojik gelişmenin, üretim olanaklarının kolaylaşması sebebiyle iş gücü istihdamını olumsuz etkileyeceği varsayılmakla birlikte, bu toplumsal doygunluk ile doğrudan ilişkili bir süreçtir.
İstihdam: Yatırım ile birlikte, istihdam da başlamış olacaktır. İstihdam, yatırımlara paralel ama oransal olarak azalan bir yükseliş gösterecektir. Çünkü yatırım süreçleri geliştikçe teknolojiden yararlanma olanakları da gelişecek; böylece iş gücü istihdamı, üretimin her alanında değil; etkili alanlarına kaydırılacaktır. Bu nedenle, istihdam eğrisi, yatırım eğrisine göre azalan bir seyir izleyecektir.
İstihdam, nüfusun çalışabilir iş gücü miktarı ile sınırlıdır. Bu nedenle yatırıma paralel olarak iş gücü ihtiyacının artış göstermesi, bir süre sonra istihdam eksikliğine neden olacaktır. Bu durum, iş gücü ithalini gerektiren bir konu olmakla birlikte teknoloji olanaklarından yararlanılarak yatırımlara oranla azalan bir seyir izleyecektir. Toplumdaki iş gücünün doyum noktası, marjinal üretimin ve fiyatların da doyum noktasıdır. Ancak bu durum, üretim ve yatırımdan elde edilen fayda ile ters orantılıdır. Çünkü doyum noktasına ulaşıldığında, fiyatlar ve satın alma gücü en üst seviyeye ulaşmış olacak, fayda sürdürülebilir ve stabil hâle gelecektir.
Üretim: Yatırımların olgunlaşması ve üretimin başlaması, bir süreç gerektirecektir. Üretim başladığı andan itibaren istihdam olanaklarının gelişmiş olması, toplumda hissedilir şekilde artan satınalma gücü ile doğru orantılı olarak gelişen bir seyir izleyecektir. Süreç içerisinde üretim artışı, kaliteli ürünler ile yer değiştirerek devam edecek; satınalma gücüne paralel olarak daha iyi ürün anlayışı gelişecektir.
Toplum içinde var olan talebin karşılanması için yatırımlardan doğan üretim miktarının, toplam iş gücü istihdamının doyma noktasında doyuma ulaşacağı varsayılır. Bu aşamadan sonra üretim artışı yavaşlamakla birlikte artan bir seyir izleyecektir. Çünkü dünya pazarlarına açılmak söz konusu olacak ve daha iyi ürüne yönelim başlayacaktır.
Daha kaliteli ürün talebi, üretim ve tüketim dengesini etkileyen bir şey değildir. Çünkü daha az ürün ihtiyacı olmasına rağmen, elde edilecek fayda, en üst düzeye ulaşmış olacaktır. Satın alma gücünün artmasına paralel bir seyir izler.
Satın alma Gücü: Yatırım, üretim ve istihdam olanaklarının gelişmesi ve doyuma ulaşması ile birlikte satın alma gücü de en üst düzeye ulaşmış olur. Ancak bu noktada durması beklenmez, çünkü bireysel katılım sürdüğü sürece, fayda da katlanarak çoğalacaktır. Bu aşamadan sonra fiyat artışları satın alma gücünün altında kalacak ve refah gerçekleşmiş olacaktır.
Süreç iki aşamadan oluşur:
Tam İstihdam Hedefi: Birinci aşama, toplumun çalışan iş gücü sayısının tamamının istihdam edilmesi ve sisteme entegre edilmesini hedefleyen ve öngören aşamadır. Bu süreç, hızlı ve yükselen bir seyir izleyecektir.
Refah Dönemi: Tam istihdam gerçekleşip üretim en üst düzeye çıktıktan sonra, satın alma gücüne bağlı olarak toplumda var olan marjinal beklentilerde de rahatlama görülecek ve süreç bir alışkanlık hâline dönüşecektir. Bu aşamadan sonra daha az çalışma ile daha çok kazanma dönemi başlamış olacaktır.
“Doyum Noktası”ndan sonra toplumda bir durgunluk beklentisi oluşabilir veya böyle bir durumun ortaya çıkacağı varsayılabilir. Ancak bu göreceli bir varsayım olacaktır. Çünkü satın alma gücü arttıkça toplumun yenilenme potansiyeli de artacak; insanlar, güvenilir ve verimli ürünlere yönelecektir. İktisadi durgunluk beklentisi, öngörülen bir durum değildir. Hareket azalacaktır; fakat ivmesel olarak yükselmeye devam edecektir. Doyum noktası demek, üretimin veya istihdamın durması anlamına gelmemelidir. Bu, toplumda istihdam edilebilecek iş gücü miktarının tamamının istihdamı sağlandıktan sonra üretim talebinin yenileşmeye kayması anlamına gelir. Üretim, devam edecektir; ancak daha önce üretilmiş olanların yenilenmesine yönelmiş olacaktır. Yeni teknolojiler ile yeni ürünler ortaya çıkacak ve sabit bir ivme kazanacaktır.
Yatırımların çoğalmasının, tüketimi tetiklemeyeceği varsayımı da söz konusu olabilir. Fakat sistem, toplumsal katılımı öngörmektedir ve doğal insan davranışı gereği, “kazanmak” yönünde ağır basan bir eğilim gösterir. Toplumun her bireyi, üretimin her aşamasına gerek tasarrufları gerekse iş gücü ile katılmış olacağına göre, üretilmiş ürünlerin tüketimi de zor olmayacaktır. Elbette bunun da bir doyum noktası vardır; ancak yenilenme, yeni ürünlere yönelim ve daha iyi ürün talebi, üretimin artarak devam etmesini sağlayacağı gibi global piyasalara açılma süreci de başlamış olacaktır. Bu nedenle “Tasarruf + Üretim + İstihdam = Fayda” sürecinin üssel olarak artmaya devam etmesi beklenir. Çünkü tasarruf eden, tasarruflarından dolayı kazanmaya devam edecek; üretim olanaklarının gelişmesi, yaygın istihdamı doğuracak; buna paralel olarak satın alma gücü artacak ve tüketim de doğal olarak artmaya devam edecektir. Yani, üretim ne kadar fazla olursa olsun, bir toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli değildir. Kaldı ki, global piyasalarda oluşacak olan talep, üretim olanaklarını da zorlayacaktır.
“İktisat” bir planlama işidir.[6] Öngörüleri ve hedefleri belli olmayan bir faaliyet, iktisadi bir faaliyet olmaz. Öngörülebilir ve ölçülebilir sonuçları olan bir düzlemde, hesaplanabilir aktivitelerin tümü, iktisadı oluşturur. Bu nedenle “zekât sistemi”, verimlilik esasına dayanan planlı bir faaliyettir.
Gelir Teorisi ve Gelir Dağılımı:
Ekonominin hedeflerinden biri, üretim olanaklarının artmasına bağlı olarak faydayı çoğaltıp toplam gelirin artmasını sağlamaktır. Gerçekten de ulusal gelirlerde yıllara göre önemli artışlar meydana gelmektedir. Ne var ki bu artışlar, iş gücüne doğrudan yansımamakta, gelir vergisi, asgari ücretler gibi çeşitli enstrümanlar ile kontrolü altında tutulmaktadır.
Toplam gelirden faydalanan kesim ise, yine toplumun küçük ama rahat kesimleri olmaktadır. Çünkü gelirden en büyük payı işverenler, şirketlerin ortakları ve yatırımcılar alır. Ne var ki bu tespitlerin veya hesaplamaların ekonomiye etkisi yoktur. Gelir kavramı, bir ekonominin ölçülebilmesi ve kişi başına düşen refahın tespiti için önem taşımaktadır. Toplumda üretime katılanlar, farklı yeteneklerde ve seviyede iştirak ederler. Dolayısıyla geliri oluşturan şey, bireylerin gelirleri ile değil; üretilmiş olan toplam fayda ile değerlendirilmelidir.
Asıl mesele, gelirden kimin ne kadar pay aldığı değil; çalışması karşılığında alması gereken miktarı alıp almadığıdır. İnsanların yetenekleri farklı ise ve üretime sağladıkları katkı da bu oranda farklılaşıyor ise, elbette ücretlerde farklılaşma söz konusu olacaktır. Fakat gelir dağılımındaki dengeyi belirleyen bu değildir. Toplumun farklı kesimlerindeki bireylerin gelirden ya çok fazla veya gerekenden az yararlanıyor olmalarıyla ilgili sorunlar ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce bir toplumdaki ulusal geliri oluşturan şeyi tespit etmek gerekir. Buna göre ulusal gelir şu şekilde tanımlanabilir:
Ulusal Gelir: Bir toplumda üretime katılanların tümünün, birden elde ettikleri gelirlerin bütününden oluşur. Yani bir yılda üretilmiş olan mal ve hizmetlerin tamamının net değeridir. Bir başka ifade ile emek yoluyla üretilmiş hizmet ve faaliyetler sonucunda elde edilen gelirlerin toplamına eşittir. (toplan harcanan emek miktarı)
Kişi Başına Düşen Gelir: Toplam gelirin nüfusa bölünmesi ile ortaya çıkan miktardır. Emek değerinin referansını oluşturur ve ücretlendirme buna göre yapılır.
Sistemde prim niteliğinde sayılabilecek ödemeler ve dolaylı vergiler yoktur. Üretim araçlarının tümü halka aittir. Dolayısıyla iştirak yoluyla elde edilecek olan kâr payı da, doğrudan emeğin ürünüdür. Üretimin ihtiyacı olan kaynak ise işletme kârından değil; tasarruflar ile oluşmuş olan fondan karşılanmaktadır. Yani iştirak yoluyla karşılanır. Üretime katılmayanlara yapılan ödemeler, toprak ve doğal kaynakların tahsisi sonucu elde edilen gelirden karşılanır. Bir maliyet olarak zaten üretimin içinde yer alır.
Burada asıl mesele, gelir dağılımı ile ilgilidir. Her ne kadar emek karşılığı ödenecek ücret, yine emeğin üretmiş olduğu toplam miktara göre ölçülüyor olsa bile, iş gücünün, yetenek, deneyim gibi farklı niteliklere sahip olması, kişisel gelirde nitelikli dengesizliğin oluşmasına neden olur.
Ne var ki bu, doğaldır. Önemli olan, toplumun her kesimine ulusal gelirden dengeli olarak yararlanma fırsatı sunmaktır. Ücretlerin ulusal gelire göre belirleniyor oluşu ve emek değerinin buna göre belirlenmesi, iş gücünün hangi seviyede olursa olsun eşit düzeyde eşit ücret alacağı anlamına gelecektir. Çünkü bölgeler arası herhangi bir farklılık olmadığı gibi, fiyat ile rekabet de söz konusu değildir. Çünkü ulusal geliri belirleyen şey, zaten emektir ve ücret/fiyat emek miktarına göre belirlenmektedir.
Çünkü üretim olanaklarının yerelleşmesi ve yaygınlaşmasına bağlı olarak oluşan istihdam, toplumun tüm kesimlerinin toplam gelirden dengeli bir şekilde pay almasına olanak sağlar. Sistemde toprak sahipleri, işverenler ve sermaye sahipleri yer almadığı için, gelir üzerinde herhangi bir baskı da söz konusu değildir. Miras yoluyla intikal eden servet ise zaten ulusal gelirin hesaplanmış kısmında yer alır. Çünkü bu değerler de, emek yoluyla üretilmiş ve birikim hâline gelmiştir. Üretim dışı ödemeler ise, ancak birikmiş emeğin marjinal geliri niteliğindedir. Özetlemek gerekirse:
· Dolaylı vergiler, söz konusu değildir.
· Sosyal güvenlik ve benzeri sebeplerle prim ödemeleri yoktur.
· Parafiskal (vergi benzeri) ödemeler yer almaz. Çünkü her türlü kurumsal hizmetler vergiden karşılanmaktadır
· Faiz gideri yoktur; çünkü faiz ödemek için hiç bir sebep yoktur.
· Emeklilik maaşı yoktur; çünkü bu, yaşam hakkı ile zaten karşılanmaktadır.
· Transfer ödemeleri yoktur. Üretime katılmayanlar da yaşam hakkı kaynaklarından desteklenirler.
Dolayısıyla kişi başına düşen ulusal gelirin hesaplanmasında kullanılması gereken parametreler de azalmış olmaktadır. Buna karşılık:
· Vergi vardır ve sadece üretimden alınır. Vergi iki türlüdür, üretim vergisi ve tahsis kirası. Üretim vergisi, devletin hizmetleri için, tahsis kirası ise yaşam hakkı içindir.
· Miras, ancak emek yoluyla elde edilmiş kazanımlarda söz konusudur. Bu nedenle birikmiş emektir. Dolayısıyla birikmiş emeğin üretime katılması ile elde edilecek olan marjinal fayda, geliri etkiler.
· Ücretler, toplam gelirin (ulusal gelir) kişi başına düşen kısmının birim zamana tekabül eden miktarı ile ölçülür. Yani emek, kendi değerini kendisi belirler.[7] Müdahale edilemez.
· Tüm girdi ve çıktılar, emek iledir. Dolayısıyla fiyat, emek+kâr yani emeğin marjinal faydası ile safi emek toplamından oluşur. Ve sürekli olarak pozitif değerde büyüme gösterir.
Öyleyse, sistematik olarak gelir artışı, aynı zamanda ücretlere de kendiliğinden yansıyacak; satın alma gücünü etkilemiş olacaktır. Toplam gelirde meydana gelen artış, toplam para miktarının artmasına neden olur. Bu da birim zamanda harcanan emek miktarının değerinin artmasına yol açar. Ancak gelir artışı talep de yaratacaktır. Bunun doğal sonucu ise üretim miktarındaki artıştır. İstihdam sabit olduğunda, üretim miktarındaki artış, değer artışı ve miktara bağlı olarak toplam marjinal ürün (toplam kâr) miktarındaki artış sebebiyle, toplam fiyat da artmış olacaktır.
*Gelir artışı *Üretim artışının marjinal ürüne etkisi
Basitçe, ulusal gelir ve buna bağlı olarak kişi başına düşen gelir, sadece bir toplumda emek yoluyla üretilmiş olan toplam miktar ile belirlenecektir. Fiyat=emek olduğuna göre, emek değerinde meydana gelecek her türlü değişiklik, toplam kârı ve dolayısıyla toplam geliri de etkileyecektir. Yani emek, kendi döngüsünü kendisi yaratmış ve ürettiği marjinal fayda ile pozitif büyümeyi de gerçekleştirmiş olur.
Ücret, ulusal gelirin birim zamana tekabül eden miktarına göre belirleniyor ise, emek kendi ücretini kendisi belirlemiş olacaktır. Yapılması gereken şey, ücretleri belirlemek değil; iş gücü pozisyonlarını (görev) belirlemek (tanımlamak) ve derecelendirmek olmalıdır. Yani çalışan, hangi pozisyona nasıl ulaşacağını ve bulunduğu noktada hangi seviyede emeğinin değerleneceğini bilmelidir. İlkesel olarak birey düzeyinde eşit ücret yoktur; ancak fırsat eşitliğine dayalı ücret vardır.[8] Yani eşitlik harcanan emek miktarına göredir.
Sosyal adalet kavramı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. İnsanların haklar bakımından eşit olmaları, yetenekler ve edinimler bakımından da eşit olacakları anlamına gelmez. Eğer bireyler, toplam gelirden başkaları ile aynı koşullarda yararlanabiliyor ve pay alabiliyor ise, bu yeterlidir. Çalışmadan kaynaklanan gelir farklılıkları, kişinin yetenek ve deneyiminin geliştirilmesi ile giderilebilecek bir konudur. Zaten doğal olan da budur.[9] Çünkü:
Ücret Dengesi: Toplam gelire endeksli ücret ile herkes üretimde işgal ettiği yere ve yaptığı katkıya göre standart bir kriterle ücretlendirilmiş olacaktır. Bu da eşit işe eşit ücret anlamına gelir.
Bölgesel Denge: Kaynakların yerinde değerlendirilmesi, bölgesel ve yerel üretim olanaklarının gelişmesini sağlayacaktır. Herkes, bulunduğu yerde iş bulabilecek ama ücretlerini ulusal gelire göre alacaktır. Dolayısıyla bölgesel farklılıklardan kaynaklanan bir mahrumiyetten söz edilemez.
Olumsuz Parametreler: Enflasyon veya spekülatif olaylar gibi, bireyin gelirini etkileyecek süreçler, sistemde yer almaz. Çünkü ekonomi, tümüyle reeldir. Dolayısıyla faktör etkileri sebebiyle oluşabilecek kayıplar ortadan kalkmış olacak ve gelir üzerinde bir baskı olmayacaktır.
Bu durum, sosyal dengelerin kurulması ve güçlenmesi için yeterlidir. Meselenin hukuki boyutu bir yana, iktisadi anlamda bir dengesizlik teorik olarak yoktur. Elbette sosyal barışın kriterleri bireylerin tercihlerine veya merhamet duygularına bırakılmamalıdır. Burada yapılan şey, hiç kimsenin tercihine veya inisiyatifine bırakmaksızın dengeli gelir dağılımını sağlayacak olan prensip ve kuralların belirlenmesidir. Toplum, kurallara göre var olmayı sürdürür, herhangi birinin veya seçkinlerin tercihlerine göre değil.
Bu nedenle üretim araçlarını gerçek sahiplerine teslim edecek bir sisteme olan ihtiyaç, barışa olan ihtiyaç kadar gereklidir. Çünkü üretim araçlarına sahip olanlar, bu araçları nasıl kullandıracaklarına da karar verirler.
[1] Mal, bir değer ifade eder; ancak değer ölçüsü değildir. Ona değer kazandıran şey, “emek”tir. Bu nedenle “mal”, yani tüketim ürünlerinin stoklanması veya bunlar üzerinde dengesiz bir değerleme uygulaması kabul edilemez. Her malın bir “değer aralığı” vardır ve bu doğal aralıkta seyretmelidir. Aksi hâlde rasyonel fayda ortadan kalkar. Para yerine, üretimden çıkan mal üzerine endekslenmiş “senetler” de aynı pozisyondadır. Mal üzerindeki vadeli işlemler, ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü piyasa koşulları değişkendir ve ileride oluşabilecek yeni değerleri karşılamak için yeterli olmaz. Bu durum, hem üreticinin hem de tüketicinin aleyhinde gelişen bir sonuç doğurur. Çünkü para, emek yoluyla üretilmiş olan toplam mal ve hizmetler kadardır. (Para= Emek X Mal) Emeğin değeri belli olduğuna göre toplam para miktarının ne kadar olacağı da bellidir.
[2] Baqara: 22, Fussilet: 10.
[3] Baqara: 127, Rad: 2.
[4] Baqara: 22, Nisa: 1, Fussilet: 10, Mucadele: 11.
[5] Eksik istihdam, kabul edilemez. Çalışma verimliliği, aynı zamanda üretimi de doğrudan etkileyen bir unsurdur. Bu nedenle, iş gücünün eğitim, yetenek, deneyim ve gelişme açısından verimli olabilecekleri alanlarda etkin olarak istihdamı öngörülmelidir. Bunun için de iş gücü planlaması yapılmalıdır.
[6] Rad: 4, İbrahim: 37, Enfal: 7.
[7] Zuhruf: 32.
[8] Baqara: 22, Nisa: 1, Fussilet: 10, Mucadele: 11.
[9] Enam: 165, İsra: 21, 30, Şura: 12, Zuhruf: 32.