İman, Kader, Ecel
Mutlaka Özgürlük….
Öteden beri Kader ve Kaza kavramları ile IMAN olgusu birbirine karıştırılarak sanki Kadere iman etmeyenin iman etmiş olmayacağı gibi bir izlenim ile, mutak bir teslimiyetçilik, bir güdülenme şekli dayatılmaktadır.
IMAN kavramını anlamak için öncelikle Kur’an a bakmakta büyük yarar vardır. Neye iman etmeli insan? Anlatıldığı gibi kadere, kazaya, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna mı? Yoksa bunlar başka bir şeye mi işaret eder?
Önce IMAN kavramının temel prensiplerine bakmak gerekir:
Maide 9 da “Veadellâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti lehum magfiretun ve ecrun azîm” denmektedir. Allah, iman edip iyi işler yapanlara söz vermiştir… Yani “iman” etmiş olmanın en temel şartı, “ve amilus salihati” sahibi olmaktır. Öte yandan iman etmiş olmanın çerçevesi de çizilmektedir. Bakara 62’de, “inananlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer dinlerden her kim” şeklinde sayılarak imanın evrensel bir kavram olduğu ifade edildikten sora, “Allah’a ve ahret gününe inanır ve erdemli bir hayat sürdürürse, onların ödülleri rableri katındarır” denmektedir. Yani “iman” Allah’a dır. Daha açık bir ifade ile Allah’ın emir yetkisini kabul etmek ve buna güvenmektir. Elbette bunun bir karşılığı vardır ve bu Rabb tarafından karşılanır. Yine ayetin devamında “Onlar için korku ve üzüntü yoktur” denmektedir. Yani, Allah’ın emir yetkisini tanıyan ve ona güvenen, erdemli bir varlık olmaya çalışan ve nihayetinde yaptıklarından ötürü bir gün hesap vereceğini düşünen herkes iman etmiş sayılır. Bunun için herhangi bir ayırım yapılmadığı gibi, Yahudilerin, hıristiyaanların ve diğer dinlere mensup olanların dahi bu kapsamda olduğu açıkça ifade edilir.
Bakara 285’de de aynı durum söz konusudur, (başka ayetler de vardır) Resullerin ve mü’minlerin Rablerinden kendilerine indirilenleri tasdik ettikleri, imanın Allah’a olduğunu ancak dönüşün Rabbe olduğu açıkça ifade edilir. Bağışlayıcılığın Rabbe ait olduğu da vurgulanır.
Nisa 136’da, çerçeve biraz daha detaylandırılır ve Allah’a iman etmenin yanı sıra, resullerine ve onlara indirilen kitaplara ve daha önce indirilmiş olan kitaplara da iman etmiş olmak, meleklerin varlığını, kitapları, resulleri ve nihayetinde hesap gününün varlığını onaylamış olmak gerektiği ifade edilir. Ancak, Al-i İmran 193’de Resul’un Rabbe tabi olduğu açıklanır. Davetçi Rabdendir. Bağışlayıcı, düzeltici olan Rabdir.
Ayetlerden anlaşılacağı üzere, Iman, esas itibari ile, Allah’a, Ayırd etmeksizin Peygamberlerine, Allah’ın vahyettiklerine, Melekler’e hesap gününe iman etmeyi talep eder. Allah’a iman etmenin yolu, Rabbiin otoritesini kabul etmektir ve Allah’ın emir yetkisine güvenmektir. Çünkü rab, Allah’ın emir yetkisini değiştiremez.
Buradan hareketle : الآخِرِ وَالْيَوْمِ (Ve-l Yevmül Ahere) Aliret günü olarak tercüme edilen bu kavram aslında kelime itibari ile Diğer gün, Başka gün, Sonraki Gün anlamlarına gelir. KIYAMET kavramı ile bütünleştirildiğinde, yani ayaklanma, ayağa kalkma kavramı ile birleştirildiği zaman, bir TOPLANMA GÜNÜ’nden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Kur’an yok oluştan bahsetmez. Bunun yerine bir başkalaşma, değişm ve dönüşümden söz eder. Bu çerçevede AHIRET GÜNÜ olarak adlandırılan şeyin de DİĞER GÜN, BAŞKA GÜN olarak tanımlanması Nihai hesap gün olarak algılanması çok daha doğru ve yerinde olacaktır.
Yine ayetlerden anlaşıldığına göre, Allah, KADER, KAZA, KIYAMET, GAYB vs. gibi şeylere iman etmeyi talep etmez. Aslında bu şekli ile KADER konusu tartışılması gereken bir konudan ziyade, orada bize anlatılan şeyin anlaşılması gereken bir konu olması açısından önemlidir. Yoksa Kader’e iman bir iman şartı değildir.
Iman kavramının önemli ayrıntılarından, daha doğrusu, geleneksel anlayışın, din desinatörlerinin uydurdukları IMAN kavramının sınırları da son derece ilginçtir. Buna göre, sadece MÜSLÜMAN olanların IMAN edebileceği veya Allah’ın lütfuna mazhar olabilecekleri kabul edilir. Bu ehl-i sünnet anlayışının Kur’an ile öteden beriden bir alakası yoktur. Alah’a iman etmenin temel koşul olduğu, Kur’an anlayışında, her insanın genelenekçi manada Müslüman olsun veya olmasın iman edebileceği ve iman ettikten sonra iyi işler yapması halinde karşılığını mutlaka alacağını açıkça ifade eder. Bunun için hangi kitaba bağlı olduğu, hangi dinden olduğu vs. önemli değildir. Bakara 62 ve Al-i İmran 199’da bu durum açıkça ifade edilir.
Hadid 27’de ilginç bir durum vardır. Ruhbanlığın iyiniyetle uydurulmuş olduğu ama yine de gereği gibi yerine getirilmediği söylenerek eleştirilmektedir. Ancak buna rağmen iman etmiş olanların mükafatlarını aldıkları da açıktır.
Görüldüğü gibi, IMAN veya bu kavramın getirdiği ayrıcalıklardan yararlanma özgürlüğü geleneksel anlayışın ortaya koyduğu kendilerini “Müslümancı” olanlar veya “İslamcı” olanlar şeklinde tanımlayanlar ile sınırlı bir kavram değildir. Evrensel bir kavramdır ve herkesi kapsar. Dikkat edilirse, Bakara 62 ayet bu konunun çerçevesini bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. “Yahudiler, Hıristiyanlar, sabiler Allah ve ahret gününe iman edenler…” ifadesi, bu kavramın kapsamını da açıklamaktadır.
Al-i İmran 102 “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.”
Demek ki, asgari koşullarda “iman etmiş” olanların Müslüman oldukları da kesinleşmiştir. Yani “erdemli olanlar ve Allah’a güvenenler müslümandır”. Elbette Allah’a güvenmek, onun emir yetkisinden ötürüdür ve Rabbin otoritesini kabul etmeye bağlıdır.
مُّسْلِمُونَ MUSLIM, سلم kökünden gelmektedir ve anlamı da BARIŞ, HUZUR’dur. Yani Allah’a iman edenlerin sadece barışçılar olabileceği ifade edilir. Barışçı olanların ise yaşam sistemlerini buna göre geliştirmeleri istenmektedir. Müslüman olmak, Barış gönüllüsü olmaktır. Bu durum Bakara 208’de açıklanmaktadır. “Ey iman edenler, hep birlikte barışa girin…”
آمَنُ kelimesi anlam itibariyle GÜVENLI demektir. Daha özel bir bakış açısıyla bir GÜVENLIK ANLAŞMASIDIR. Allah’ın sistemi ile insan arasında (varlık olarak beşer) yapılan bir anlaşmadır. En’am 82 “İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” Diyerek iman etmenin getirdiği “güven” böylece ortaya konulmuş olur. Bir barış gönüllüsünün talep edebileceği şey, barış içinde, huzur içinde yaşamaktır ve böyle bir dünya için çalışmaktır. Bu da güven ile mümkündür. Başka türlüsü zaten düşünülemez.
İman ettim demek yeterli midir? İşte bu asıl önemli sorulardan birisidir.
Kesinlikle Iman Ettim demek yeterli değildir. Iman edebilmek için, IMAN edilmesi istenen koşullari veya kurallari veya gerçekleri tam olarak kavramış ve anlamış olması gerekir. Çünkü bu kavram boş bir kavram değildir. En’am 75. Ayet bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yoruma bile ihtiyaç yoktur. Bakara 104. Ayet bu konuyu daha da çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Iman edenlerin Güdülecek bir sürü olmadığını, imanlarının nedenlere dayandığını ve yaşam biçimlerini bilerek ve isteyerek bu yönde geliştirdiklerini açıklar.
Ankebut 2 ve 3. Ayetler bu konuda son derece çarpıcıdır. Buna göre körü körüne iman, iman değildir. Niçin iman edildiği, neye iman edildiğinin de açıkça bilinmesi ve anlaşılması istenmektedir. İşte Allah ve Rab ilişkisi burada da ortaya çıkmaktadır. Rabbin otoritesini kabul etmeden Allah’ın emrine iman etmek yeterli değildir. Güdülecek bir sürü olmak da onaylanmaz. Bu gerçeklerin göz ardı edilmemesi gerekir. Çünkü iman Akli’dir. Kur’an da Aklı muhatap almaktadır.
Netice itibariyle IMAN konusu, kimsenin tekelinde değildir. Nisa 147 “Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azab etsin ki? Allah, şükrün karşılığını verendir, hakkıyla bilendir.” Demektedir. Maide 9 “Allah, iman eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir; onlara bağışlama ve büyük mükâfat vardır.” Der. öyleyse IMAN’ı başka bir şekilde dizayn etmek kimsenin işi olmadığı gibi, Bu anlaşmanın gerçekleşmesi ile elde edilebilecek olan şeyler de kimsenin tekelinde değildir. Hiçbir koşulda ayrıcalık yoktur.
Demek ki aklı kullanmayan, sebep ve sonuçlarından emin olmadan, yani üzerinde düşünülmeden söylenmiş veya yapılmış bir eylem ve karar iman değildir, imani de değildir. Yani iman her şeyden önce akli de olmalıdır.
Şimdi, Kur’an böyle bir IMAN öngörürken, nasıl oluyor da KADER gibi bir kavram her şeyi kuşatabiliyor? IMAN etmenin TESLIMIYET olmadığını söyleyen Kur’an, başka bir tarafta KADER diyerek nasıl bir teslimiyet talep eder? Bu bir çelişki değil midir?
Ehl-i Sünnet ve hatta şia anlayışlarına göre değildir ve kader her şeyin belirleyicisidir. Kaderin belirleyiciliği de ECEL’e dayanır. Bu anlayış çeşitli görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına da önemli ölçüde katkıda bulunmuş, ve beşerin ve özellikle bu sisteme itibar edenlerin parçalanmasına neden olmuştur. Bütünüyle de yanlıştır.
KADER iman edilmesi gereken bir konu değildir. Bunu başta ifade etmiştik ve ayetlerde de böyle bir IMAN talep edilmez. Ancak KADER’in ne olduğuna, daha doğrusu Kur’an ın KADER kelimesi ile ne kasdettiğine kısaca bir göz atmakta yarar vardır.
KADER konusunda Kur’an da pek çok ayet vardır: Ahzab suresi 38. de geçen
قَدَرًا kelimesi (Kader) anlamı itibariyle ANLAŞMA demektir. Ancak bu kelime anlaşmanın METNINI ifade eder. Yani yazılı bir anlaşmadır. Daha açık bir ifadeyle, bir eşyanın kullanım şeklini ve süresini belirleyen kılavuz gibidir. Bir makinenin önceden belirlenmiş olan prensipler çerçevesinde üretilmesi ve iş görmesi gibi.
Kader, Kelime itibariyle “ölçü” manasına da gelmektedir. Önceden belirlenmiş yazılı kurallar anlamına gelir. Tıpkı bir oyunun önceden belirlenmiş kurallara göre oynanması gibi.
Aynı ayette, KADER kelimesinden sonra gelen مَّقْدُورً kelimesi de aynı köktendir. MUKADDERA yani takdir edilmiş, bir ölçü belirlenmiş, yazılı kullanım kulavuzu anlamındadır. Ancak bu kavramın ne ifade ettiğini anlayabilmek yaradılışı bilmek ve başka ayetlere de bakmak gerekir.
Bunun dışında ALINYAZISI şeklinde de isimlendirilen kavramın dayanağı olan: İsra 13. Ayette kastedilen şey, zannedildiği gibi, her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu ifade etmez. KADERCİ anlayış ile yaklaşıldığı zaman her şeyin takdir edildiği ve bunun insanın boynuna asılı olduğu şeklinde değerlendirilmektedir. Ancak bu çok yanlış olur.
Çünkü, tayin edilen bu sürenin kimleri kapsadığı veya neyi kapsadığını da anlamak gerekir. Öncelikle, tayin edilen bu süre tek tek bireyler ile ilgili değildir. Dolayısıyla yaşamın süresi veya ölümün zamanı gibi KADER’e indirgenen gerekçeler aslında tamamen eşyanın tabiatı gereği, yaşam koşullarına, şekline veya olaylara bağlıdır. Yani prensiplere göredir her şey.
Yunus 11’e baktığımız zaman çarpıcı bir gerçekle karşılaşırız: “Kötülüğü de acele verseydi süreleri hemen bitmiş olurdu” ifadesi aynı zamanda, insan hayatının keskin bir sınırlamaya tabi olmadığını açıklamaya yeter.
Eğer Allah, her şeyi takdir ediyor ise, bu ayet son derece çelişkili olur. Süreyi tayin eden Allah olduğuna göre, neden hemen bitmiş olsun ki? Bu sorunun üzerinde düşünmek gerekir.
Tabii başka nedenler de vardır. Takdir edilen bu süre, müddet, bireylerle değil, varlık ile ilgilidir. A’raf 185’te tayin edilen müddetin sürenin ve bunlar için belirlenmiş olan prensiplerin yaratılmış olan her şey ile ilgili olduğunu anlamak herhalde zor değildir.
Bu konudaki ayetlere topluca bir göz atarsak eğer, ne demek istediğimiz de daha kolay anlaşılmış olur:
En’am 2 “O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra bir süre tayin etmiştir. belirlenmiş bir süre de O’nun katındadır. Siz ise hâlâ şüphe ediyorsunuz.”
En’am 60 “O (Rab), geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş süre tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır (Rabbe). Sonra O (Rab), işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.”
A’raf 34 “Her milletin belli bir müddeti vardır. Onların zamanı geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.”
Yunus 49 “De ki: 'ALLAH'ın dilemesi (iradesi) dışında, nefsime zarar veya fayda verme noktasında ona sahip değilim. Her toplumun bir süresi vardır. Süreleri bitince ne bir saat geciktirilir ne de öne alınırlar.” (bu ayette, nefsi yönetmenin de beşerin elide olmadığı, ona bir zarar veya fayda veremeyeceği, bunun ancak Allah’ın emrine göre olduğu da açıklanmaktadır.)
Hicr 5 “Hiç bir toplum belirlenmiş sürenin ne önüne geçebilir, ne de gerisinde kalır”
Nahl 61 “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Müddet dolduğu zaman ise ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.”
Mu’minun 4 “Hiçbir ümmet, kendi Tayin edilen müddetin önüne geçemez, onu geciktiremez de.”
Münafikun 11 “ALLAH süresi geldiği zaman hiçbir canı (nefs) ertelemez. ALLAH yaptıklarınızdan Haberdardır.”
Bu ayetlerin tamamıda geçen ve SÜRE MÜDDET olarak çevirdiğimiz kelime أَجَلَ ECEL kelimesidir. Genellikle bu kelime ÖLÜM ile ilişkilendirilmekte ve böylece insan hayatının sonu olarak görülmektedir. Gerçekte böyle değildir.
ECEL kelimesi, SÜRE, TAYIN EDILMIŞ MAKSIMUM ZAMAN DILIMI anlamına gelmektedir.
Buradan hareketle “E insan için de tayin edilmiş bir zaman vardır dolayısıyla bu önceden bilinmekte idi ve kaderinde yazılıdır” şeklinde bir iddia ortaya atılabilir.
Ancak yine Ayetlere dikkat edilirse, Tayin edilen Bu sürenin sınırsız olmadığı, belli bir sınırının olduğu ve bu sınırın herkes için olduğunu, insan güneş ay, kainat gibi varlıkların da bu süreye dahil olduklarını anlamak zor olmaz. Yani mutlak bir süredir. Öte yandan, bu sürenin Allah’ın iradesi ile belirlenmiş olduğu ve bu belirlenen süreyi Rabbin değiştirme yetkisinin olmadığı da anlaşılmaktadır. Yani, ayetlerin bize aktardığı şey, bu sürenin dolması halinde hiç kimsenin Rab dahil olmak üzere ne ertelemeye nede öne almaya gücü yetmeyeceğidir. Ancak hiçbir ayette birtakım sebeplerle, mesela kaza sonucu insanın ölmeyeceği de söylenmez. Aksine, Yunus 11. bu konuya ışık tutmaktadır. Orada ifade edilen şey, süre sınırlaması olmaksızın, birtakım olaylar sebebi ile de bireyin hayatının sona erebileceği, sürenin kısalabileceği anlaşılabilmektedir. Yani süre eylemlere göre değişebilen bir şeydir.
Beşer ölümsüz olmadığına, yani herkes mutlaka öleceğine göre, bir beşeri öldüren niçin bu fiilinden dolayı sorumludur? Zaten ölecek olanı öldürmek neden suç olsun? Sistem katkı bile sayılabilir. Kur'an'a göre öldürmek büyük bir suçtur (Nisa 92, 93, Maide 30,32,33). Bu durumda, öldürmek fiilinin suç olması Kur'an'i bir veridir. O halde, fiildeki sorumluluğu nasıl izah edeceğiz?
Acaba Beşer, Allah'ın insan cinsi için belirlediği süreyi kısaltabilir mi? Bu imkan verilmiş midir? Yukarıda açıklanan birçok ayette; belli bir süreye kadar ertelemeden söz edilerek, bu sürenin sonunda artık insana ilave bir sürenin (yaşama imkanının) verilmeyeceği bildirilmektedir. Demek ki, Ecel kelimesinin kasdettiği şey, belirlenmiş maksimum zaman diliminidir. Tesbit edilen ecel, herhangi bir müdahale olmadığı zaman, insanın yaşayabileceği en çok zaman dilimidir. Dünyaya gelen her insanın, yaşaması gereken süreye ."ecel" yani, tabii ömür diyebiliriz. Bu, insan cinsi için takdir edilen bir süredir. Doğan her beşerin, bu süreyi yaşama imkanı vardır. Çeşitli sebeplerden dolayı, bazılarının ecelleri kısalmaktadır. Yani önceden belirlenmiş olan prensipler çerçevesinde meydana gelen olaylar sebebiyle bu süre değişkendir. Fatır Suresi 11. Ayeti bu konuya açıklık getirmektedir: " ... Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz kitaptadır ... " Nedensellik gereği hiçbir şey keskin bir sınırlamaya tabi değildir. Diyelim takdir edilen ömür bin yıldır, ama siz buna güvenerek kırmızı ışıkta geçtiğiniz zaman karşıdan gelen bir aracın size çarpması kaçınılmaz olur ve hayatınız sona erer.
Nahl 61. Ayette, sürenin bitiminde herhangi bir uzatma olmayacağı da açıkça ifade edilmektedir. Peki süre kısaltılmakta mıdır? Hayır süre de kısaltılmamaktadır. Allah veya Rab, süreye müdahale etmez. Yani insan hayatının tayin edilen süresi ne uzatılmakta ne de kısaltılmaktadır. Ancak ölümün erken gerçekleşmesi bu açıdan Allah’ın takdiri değil, insanın tedbirsizliğidir ancak. Bu yüzden bir insanı öldürmek suçtur. Çünkü normal koşullarda tayin edilen maksimum süre kadar yaşama veya varolma (hayy) hakkı vardır.
Kainatta olmuş ve olacaklar Allah tarafından tespit edilmiş ise, bu aynı zamanda Allah’ı da atıl bırakmaktadır. Her şeyin ezeli program dahiIinde cereyan etmesi durumunda, İlahi faaliyet için de imkan kalmamaktadır. Halbuki, Kur'an: Rahman 9. Ayette "O'nu (Rabbi) her an yeni bir iş meşgul eder," demektedir. Ezelde bizim için tesbit edilenin dışında davranma imkanımız varsa bu tesbitin, yoksa iradenin, hürriyetin ve sorumluluğun anlamı olamaz. Kısaca, klasik kader anlayışı, yalnız insanın varoluşunu anlamsız kılmakla kalmaz, aynı zamanda, Allah'ı ve dolayısıyla Rabbi de atıl/işlevsiz hale getirmektedir.
Rab, insanı kendi elinde oyuncak bir varlık olarak mı, yoksa akıllı ve vicdanlı, yani özgür ve sorumlu bir kul olarak mı yaratmıştır? Bu mesele üzerinde düşünmek gerekir. Aksi halde, Sartre'nin ileri sürdüğü gibi, Tanrının olması, insanın hür olmasına engel teşkil eden bir varlık olarak ortaya çıkacaktır. Kaldı ki, insanın hür ve sorumlu bir varlık olmasını Allah dilemiştir/emretmiştir. Eğer İnsan daha önceden belirlenmiş bir yoldan gidiyor ve "Alemde olup biten her şey Allah tarafından tayin edilmiş" ise, "Allah tarafından tayin edilmiş bir şey.başka bir tarzda ve başka bir düzende" olamayacağından Varlık için iradi-gayri iradi ayırımının yapılmasına da, Allah'ın kainata müdahale etmesine de gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla Rabbe ve düzene de ihtiyaç yoktu.
Bu durumda, insanın yaptıklarından sorumlu olmasının bir anlamı olmayacaktır. Bu neticeyi, Kur'an'ın ortaya koyduğu dünya görüşü ile uzlaştırmaya iınkan yoktur. O halde, kader kavramının keyfi olarak kullanılmasına Kur'an müsade etmiş midir?
Tekvir-29. insan- 30. En'am-I07, 111, 137. Saffat-96. Kasas-68. Kehf-23, 24. Eofal-17. Ayetlerde geçen: “Alemlerin Rabbı Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz” ifadesi, insanın iradesini ortadan kaldırdığı şeklinde algılanmıştır. Oysa ayet, Emrin Rabbin ilahına ait olduğunu söyler. Meşiet ile İrade aynı anlamları taşıyan kelimelerdir. Ayeti tercüme ederken, “Allah sizin dilemenizi dilemeseydi, siz hiçbir şey dileyemezdiniz” demek lafza çok daha uygundur ve Kur’an ın genel olarak ortaya koyduğu çerçeveyi de açıklar. (Rabbin de bu ecel ile sınırlandırılmış olduğunu unutmamak gerekir, çünkü emir yetkisi sadece Mutlak olan İlah’a aittir)
Eğer, Allah insana dileme imkanını vermeseydi, Yani varlığı böyle irade etmeseydi, insanın dileme hürriyeti de olmazdı. Irade olmasaydı insanın hürriyetinden de söz edilemezdi. Bu durumda Aklın da bir işlevi olmazdı.
İnsan yaratılmadan önce, insan fiillerinin takdir edildiğine delil olarak gösterilen diğer bir ayet ise Hadid Suresinin 22. Ayetidir. Bu ayette şöyledir: "Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen hir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o, kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır." Burada "kitab"dan anlaşılması gereken mana nedir? En’am 59. ayette " ... Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş. ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” Yaş ve kuru her şeyin bir kitapta olması, onların varlıkları değil, varlık alanında tabi olacakları kanunlar, kurallar olarak anlaşılmalıdır.
Kitap kelimesi bu anlamda başka ayetlerde de kullanılmıştır (En'am-38. Hud-6. Ra'd-39. Hicr-4. Neml-75. Sebe - 3. Fatır-11 EnfaI-68.Nisa-66, 77. Bakara-178, 216,)
Hadid Suresindeki ayeti Zemahşeri, “musibetleri yaratmadan önce, hangi durumlarda insanların başına musibet geleceğini tesbit etmişizdir,” anlamında olduğunu belirtmektedir (Keşşaf, 6 /85.)
Şura 30 ve Nisa 62. Ayetlerde "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür ...” denmektedir. Bu ayete göre, insanın başına gelen musibetten, insanın sorumlu olduğu ortaya çıkmaktadır. Eğer, insanın başına gelen musibet önceden takdir edildiyse, bunda insanın sorumlu olmasının bir anlamı olamaz. Demekki, meydana gelen olaylar, beşerin fiilleri sebebiyledir. Çünkü yaptıklarımız, yani eylemlerimiz sonuçları da belirler.
Veya, geleneksel anlayışa göre baktığımızda “bunları Allah takdir ediyor biz bir şey diyemiyoruz” demek gerekir ki, bu durumda da insanın ROBOT olduğunu kabul etmek gerekir. Bu durumda İyi ve kötü, mükafat ve ceza veya karşılıklılık da anlamını kaybeder. Meleklerin sorumlu olmamaları onların standart varlıklar olmalarından ötürüdür. Yani irade olmaması sonucun da belirleyiciliğini ortadan kaldırır.
İyi veya kötü şeylerle karşılaşmamız, önceden tespit edilen kurallara göredir. Yani, sebep ve koşulları tanımlanan eylemler ve bunlarla karşılaşan varlık, hangi esaslara göre sonuçlarının ne olacağının belirlenmiş olmasıdır. İnsanın başına kendi fiili neticesi felaket gelebildiği gibi, kendi kusuru olmadığı halde de musibet gelebilir. Çünkü etkileşim de vardır. Tam tersi de doğrudur.
Kader problemi ile yakından ilgili olan bir diğer konu da insanın fiillerinin yaratıcısı olup-olmaması meselesidir. Bu tartışmanın temelinde "yaratma" kelimesine yüklenen değişik anlamlar yatmaktadır.
Kur'an'a göre, "yaratma" kelimesini insan için kullanmak mümkün mü? Bu kelimeyi Kur'an'ın, Allah'dan başka varlıklar için kullandığını görüyoruz. (Yaratma kelimesinden kasdettiğimiz şey üretmektir)
Maide 110. Ayetinde; Hz. İsa'ya hitaben, '' ... sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yaratmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu ... " denmektedir.
Ankebut Suresi 17. Ayetinde, " ... aslı olmayan sözler yaratıyorsunuz ..."
Mü’minun Suresi 14. Ayetinde de " .. , yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur."
Saffat Suresi 125. Ayetin ise, "Yaratanların en güzeli olan Allah'ı bırakıpta Baal putuna mı tapıyorsunuz." Demektedir.
İnsana yaratma yetkisinin verilemeyeceğini ileri sürenler de Zümer Suresi 62. Ayetinde: "Allah her şeyin yaratanıdır" , Saffat Suresi 96. Ayetinde de, "Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır"; A'raf Suresi 54. Ayetinde, " ... bilin ki, yaratma da emir de Allah'ın hakkıdır" ifadelerini delil getirmektedirler. Hiç kimsenin, Kur'an'ın bir ayetini, diğer bir ayetine karşı olacak şekilde anlamaya ve yorumlamaya hakkı yoktur. Bunu bizzat Kur'an'ın kendisi yasaklamaktadır. Böyle bir anlayış, Kur'an'ın Kur'anlığını tartışma konusu yapmak demektir.
Nisa Suresi 82. Ayetinde: "Kur'an'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer O Allah'dan başkasından gelseydi, Onda çok aykırılıklar bulurlardı." Denmektedir. Çünkü vahyin nihayetinde “Allah’ın iradesi” sebebiyle gerçekleştiği açıktır. "Kur'an'da ihtilaf olmadığı için, bizim Kur'an'ın ayetlerini birbirine aykırı olacak şekilde anlamaya hakkımız da yoktur.
Yaratma konusuna başka bir açıdan daha bakmakta büyük yarar vardır.
Bakara 30. “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Rab de, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”
İsra 70 “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”
A’raf 11. “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra meleklere, 'Adem'e secde edin,' dedik. İblis hariç hepsi secde etti; o secde edenlerden olmadı.”
Bakara suresi 30. Ayette, Yaratıcının (Rab) ADEM neslini yaratacağını/üreteceğini ilan ettiğinde kullandığı kelime çok önemlidir. Burada yaratma fiili ifade edilirken bu yaratmanın nasıl olacağı da deklere edilmektedir. جَاعِلٌ CAELE kelimesi, yoktan var etmeyi ifade etmez. Bir şeyi şekillendirmek, fonksiyon yüklemek, upgrade etmek anlamındadır. Bu önemli bir noktadır. Öte yandan meleklerin itirazının Rabbe olduğu, Allah ile herhangi bir tartışmanın söz konusu olmadığı ve üretimin Emir gereği olduğu da anlaşılmaktadır.
Devamında Isra 70. Ayette insanı diğer yaratılmışların pek çoğundan üstün kıldığını da ifade etmektedir. Yani insana yüklenen fonksiyonlar bir nevi Yaratıcı fonksiyonlarıdır. Başka nasıl üstün olabilir? Eğer bu fonksiyonlar İlahi fonksiyonlar değilse, nasıl meleklerin yaratılmış olan Adem’e secde etmeleri istenir? Nasıl üstün tutulur?
Tabii başka ayetlerde Adem’e bilginin öğretildiği ve bu bilgisiyle meleklerden üstün tutulduğu da ifade edilen başka bir ayrıntıdır.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, gerek Kader kavramının İMANİ bir konu olmaması, gerekse İNSAN’ın iradesinde HÜR olması Kur’an da açıkça ifade edilen, açıklanan bir konudur. Bu haliyle, takdir edilen şey, kurallardır, fiilin gerçekleşmesi değil. Hangi koşullarda hangi fiilin gerçekleşeceğinin takdir edilmesi ise, bir sınırlama, bir teslimiyet veya bir belirleyicilik ifade etmez. Kainatın yaratıcısının bu kuralları takdir etmesi veya belirlemesi veya yaratması zaten kaçınılmazdır. Çünkü sistemin işlemesi öngörülmektedir.
Bu çerçevede Beşer, ömrü sınırlı olan, kısa bir zaman diliminde yaşamaya mahkûm edilmiş bir varlık değildir. Kim başına gelenleri KADER sayar, hayatını buna bağlarsa, Ku’an ı anlamamış olur. Daha da ileri bir düzeyde, ayetleri reddetmiş olur. Bu Rabbin öngördüğü veya istediği bir şey de değildir.
Bu konuyu daha doğru anlayabilmek için YARADILIŞ’ı da anlamak gereklidir. Çünkü yaradılışı anlamadan varlığı anlamak mümkün olmaz. Sistemi asgari prensiplerini bilmeden bir bilgisayarı kullanmanın mümkün olmayacağı gibi.
Demek ki her şeyi biz yapıyoruz, hiç kimse bize ne yapıp ne yapmayacağımız söylemiyor veya irademiz dışında böyle bir yönlendirmede bulunmuyor. Yani Ne kader, Ne ecel evrensel bir sabite değildir.
Vesselam
(Ayetler mealen alınmıştır, genel olarak bizim tercümemiz değildir, mananın aslı için orijinal metne bakılmalıdır. Amacımız klasik anlayışı eleştirmek olduğu için böyle yapılmıştır.)