Tüketim
Açıkça ifade etmek gerekir ki, bugün modern sürecin en merkezi zaman dilimi olarak gösterilen 18. yüzyıldan çok farklı bir dünyada yaşamaktayız. Bu farklılık sadece yaşam tarzıyla sınırlı değildir. Gelişen teknoloji ve makineleşmenin getirdiği yeni olanaklar, yeni ihtiyaçların ve dolayısıyla yeni tatmin eşiğinin oluşmasına neden olmuştur. Sanayinin ortaya çıkışından sonra üretim araçlarında kaydedilen gelişme, kapitalizmin ideolojik hedefi olan “daha çok kâr amacı”nı beslemiştir. Bunun için üretim olanakları, sermayeyi acımasız bir şekilde elinde bulunduranların çıkarlarına hizmet edecek şekilde kurgulanmış ve tüketim alışkanlıkları da bu doğrultuda şekillendirilmiştir. Bu durum, insani ilişkilerde olduğu kadar, üretim ve tüketim arasındaki doğal ilişkide de rahatlıkla görülebilmektedir.
Bugün bireyin tüketim davranışları, insanlık tarihinin önceki dönemlerinden hiç olmadığı kadar farklılaşmış; tamamen kurgusal bir yapıya bürünmüştür. Öyle ki toplumdaki sosyal sınıflar, tüketim alışkanlıklarına göre belirlenir hâle gelmiştir. Dolayısıyla tüketim, içinde yaşadığımız dünyada toplumsal yaşamın belirleyici unsurlarından biri olmuştur. Bu, bir illüzyondur. Gerçekte tüketim, üretimin doğal hedefi ve sonucudur. Faydayı çoğaltmayı amaçlayan üretim, tüketimin yaygınlaşması ile gelişecek olan bir çabadır.
Ne var ki tüketim kavramı, birbirinden farklı iki anlamda kullanılabilmektedir. Bir tanıma göre tüketim, bir mal ya da hizmeti kullanan kişide belli bir tatmin duygusu yaratan eylemdir. Diğer bir tanıma göre ise tüketilecek mal ve hizmetlerin alımı için harcama yapılmasıdır. İktisadi olarak tüketim, bir malın maddi anlamda kullanılıp tüketilmesi anlamına gelmemektedir. Tüketimin iktisadi boyutunda kastedilen, bir malın sahipliğidir. Bu nedenle, iktisadi açıdan önem taşıyan tüketim kavramının “tüketim harcamaları” olduğu söylenebilir.[1]
Tüketim kavramı ile ilgili yapılan “harcanabilir gelir” gibi pek çok analizi bir kenara bırakıp rasyonel duruma bakacak olursak tüketim, borçlandırma açısından daha az risk taşıyan bireylerin sınırlı bir şekilde ve periyodik gelirlerine el koymak suretiyle, sermaye sağlayan tarafından tercih ve teşvik edilen bir uygulamadır. Bununla birlikte tüketim, belli bir seviyede tutularak devletin vergi gelirlerini sabitlemesi açısından da önemlidir. Bireysel mutluluğu ortadan kaldırılarak sürekli endişe içinde yaşamaya mahkûm edilen birey, sosyal barışın bozulması için önemli bir etkendir. Çünkü bireyde “gelecek endişesi” yaratılmış olur. Geleceğine güvenmeyen bireylerin toplum içinde faydalı olması beklenemez. Eğer birey, yaşamından endişe duyuyorsa sosyal barış tesis edilemeyeceği gibi özgürlüklerden de söz edilemez.
Borca dayalı para sistemine göre işleyen ekonomilerde, piyasalara müdahale edilmediği zannedilse bile tam bir müdahale vardır. Çünkü:
1. Malların stok seviyeleri veya üretim miktarı üzerinde oynama yapılarak tüketim kontrol altına alınır.
2. Taban/tavan fiyat veya benzeri uygulamalarla fiyatların istenilen seviyede tutulması sağlanır.
3. Bütçede yatırımlara ayrılan miktar üzerinde oynayarak sistemin kamu veya özel sektör arasında nasıl konumlanacağına karar verilir.
4. Döviz veya değiştirme kurları üzerinde oynanarak üretim yönlendirilir.
5. Vergi miktarları üzerinde oynanarak halkın tasarruf etmesi sağlanır. Ama bu tasarruflar, halkın cebine girmez. Yeniden borçlanmalarına neden olur.
6. Yatırımlarda verimlilik gözetilmez, ihtiyaçlara kısmen cevap vermesi yeterli görülür.
Piyasa, bu ve bunun gibi çeşitli enstrümanlar ile yönetilir ve piyasaya müdahale edilir. Halk, sadece piyasada önlerine konulan şeyler üzerinde tercih yapmakla yetinir. Çünkü başka seçeneği yoktur. Gerçekte paranın üretim ve tüketim ile de ilgisi yoktur. Bu sistemde para, borç karşılığı bankalar tarafından üretilir. Her ne kadar paranın emek ve birikimin değişim aracı olduğu söylense de, gerçekte parayı üreten borçlardır. Devlet buradan faiz alarak giderlerini karşılar.
Oysa tüketim, üretimin “ahireti” yani sonucudur. Neden-sonuç ilişkisinin kaçınılmaz parçasıdır ve zorunludur. Çünkü tüketim bir sonuçtur ve üretimin temel hedefidir. Tüketim yoksa üretim de mümkün olmaz; bu nedenle müdahale de söz konusu olamaz:
Tüketim[2]: Üretilmiş olan bir mal veya hizmetin, üretim amacı doğrultusunda fonksiyonel olarak işlevini yerine getirmesidir. Yani bir ürünün tüketici tarafından satın alınarak kullanılması, tüketimi ifade eder. Tüccar tarafından tüketiciye ulaştırılmak üzere satın alınmış veya bulundurulan mal tüketilmiş değildir.
Bir mal veya hizmet üretiliyor ise bunun amacı, ihtiyaca cevap vermektir. Yani her ürün, tüketilmesi için üretilir. Eğer satın alma gücüne herhangi bir şekilde müdahale ediliyor, reel değerlerden ayrı olarak para veya satın alma gücünün değeri üzerinde oynamalar mümkün olabiliyorsa bundan tüketim, zorunlu ve olumsuz yönde etkileyecektir. Çünkü para, yani satın alma gücü, belli bir kesimin elinde birikirken toplumun büyük bölümü, üretilmiş olan mal ve hizmetlere ulaşamaz olacaktır. Bu durum, tüketimi sınırlandırır. Borçlanma ihtiyacı doğar ve denge ortadan kalkar.
Bu durumda “Eğer üretim, toplumun refahını sağlayamıyor ise ne içindir?” sorusu gündeme gelecektir. İnsanlar harcadıkları emek karşılığında gelirden dengeli pay alamıyorlarsa, hiç bir zaman sahip olamayacakları mal veya hizmeti neden üretmek zorunda bırakılırlar? Bugün bu insanlar, belki başka seçenekleri olmadığı için üretime katılmak zorunda olabilirler; ancak bu durumun sürdürülebilir olmayacağı açıktır.
Üretilmiş olan her mal, tüketilmelidir. Üretimin yaygınlaşması ve istihdamın gerçekleşebilmesinin tek yolu, budur. O hâlde tüketim de yaygınlaşmalıdır. Yani herkes, üretilmiş olan mal ve hizmetleri satın alabilmelidir. Ekonomi, yalnızca belli bir zümrenin veya seçkinlerin ihtiyaçlarını karşılamak için değildir. Ekonomi toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarını karşılayabilmek içindir. Asıl amaç, üretimi yaygınlaştırırken istihdam koşullarını iyileştirmek ve yaygınlaştırmak, buna bağlı olarak da iş gücünün toplam gelirden dengeli bir şekilde pay almasını sağlamak olmalıdır. Bunun için de tüketimin yaygınlaşması şarttır.
İslam iktisadı açısından tüketimin doğal işlevi, bireyin veya hane halkının ihtiyacı olan ürünleri, benzerleri arasından tercih ederek satın almasını ifade eder. Tüketim kararları tamamen bireye aittir. Birey, ihtiyaç ve harcama potansiyeline uygun ürünleri tercih eder. Bireyin bu tercihinde herhangi bir müdahale yoktur. Elbette gelir faktörü, tüketim kararlarında etkilidir ve tüketim aynı zamanda tasarrufu da gerektirir.
Elbette tüketimin bir amacı ve sonuçları da olmalıdır. Üretilmiş olan ve pazara arz edilen mallar, tüketilirken bu tüketimden elde edilecek olan faydanın insan hayatına olan katkısı, tüketimin ilkesel hedefini oluşturacaktır. Bu, aynı zamanda emek döngüsünün sağlanması ve refahın ortaya çıkması için de gereklidir. Bu bağlamda tüketimden beklenen şey şöyle özetlenebilir:
Sürece Bağlı Sonuç: Tüketim, her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz. Yani refah beklentisi ile yapılan bir tüketim faaliyeti, eğer uygun koşullar yoksa köleleşmeye de neden olabilir. Bu nedenle olumlu parametrelerin varlığı ve sürecin doğru işliyor olması önemlidir.[3]
Yaşam Konforu: Tüketim, yaşam konforu, yani refah getirmelidir. Üretilmiş olan mal ve hizmetlerin kullanılması ile bireyin hayatına olumlu katkıları olmalı birey, kullanımından dolayı mutluluk duymalıdır.[4]
Süreklilik: Tüketim yoluyla üretim sürekliliği gerçekleşmeli ve fayda sürekliliği sağlanabilmelidir. Emek/mal döngüsüne katkı sağlanmalıdır. Yani tüketim verimli olmalıdır.[5]
Böylece üretimin asıl hedefi olan “insan ihtiyaçlarını karşılama fonksiyonu” tüketim yoluyla gerçekleşmiş, üretilmiş olan mal ve hizmetler bireyin hayatını olumlu yönde etkilemiş ve değiştirmiş olacaktır. Temel beklenti, üretim-tüketim döngüsü sonucunda yaşam konforunun, yani refahın ortaya çıkmasıdır ki zaten hedeflenen de budur.
Üretim ve Tüketim Döngüsü:
Tüketim, arzın bir sonucudur. İnsanın ihtiyaçlarını karşılamak işin şimdi ve geleceğe yönelik talepleri, tüketimi gerekli kılar. Ne var ki tüketim, kişinin gelirini de yok eder. Bu nedenle tüketim, aynı zamanda gelirde artış talebini de beraberinde getirecektir. Yani tüketiciyi, tüketebilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gelirini artırma çabalarına sevk eder. Bu da çalışma ve üretme demektir. Özetle tüketim, üretim sürecinin son safhasıdır ve hem üretimin sonucu, hem de nedenidir. Ekonominin dinamik kalmasını sağlayan şeydir.
Marks’a göre her üretim, aynı zamanda kendi tüketici potansiyelini de oluşturur. Yani tüketim, önceden belirlenmiş ihtiyaçlardan daha çok, üretim ile oluşturulmuş olan ihtiyaçlar üzerinde kurgulanır. Üretilmiş olan bir mal, onu tüketecek olan potansiyeli de yaratmış olur. Marks’ın bu bakış açısı, “her arz kendi talebini yaratır” olarak bilinen “Say yasası”nı çağrıştırmakla birlikte Say yasası, bu ilişkiyi ekonomik mekanizma üzerinden kurarken Marks, üretim ve tüketim arasındaki ilişkiyi toplum üzerinden kurgular.
Gerçekten de teknoloji olanaklarının gelişmesi, üretim potansiyelini de etkilemiştir. Her geçen gün daha iyi modellerin piyasaya sürüldüğü bir üretim şeklinde, tüketici alışkanlıkları da buna bağlı olarak evirilmekte ve pozisyon almaktadır. Burada iki önemli nokta vardır: Birincisi, yeni üretilmiş olan bir modelin kişiye kazandıracağı imaj; ikincisi ise, eski modelin artık işlevini yitirmesidir. Böylece tüketim ve ihtiyaç arasındaki bağ zayıflamış; belirleyici faktör, üretilmiş olan yeni ürünlerin niteliği olmuştur. Bu durum ise üretilmiş olan mal ve hizmetlerin sadece toplumun belli kesimleri tarafından tüketilir olmasına neden olmuştur.
“Gerçek ihtiyaçlar ile yapay ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan, bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”[6]
Gerçek şu ki, üretim sürecinde yaşanan gelişmeler, insanların davranışlarını tümüyle değiştirmektedir. Günümüzde insan ve iş arasındaki ilişki yeniden belirlenmiş; çalışma koşulları yeniden şekillendirilerek çalışanın uzun süreli ilişkiler kurması, yaşadığı mekânı benimsemesi veya sosyal çevresiyle kalıcı ortaklıklar oluşturması, neredeyse imkânsız hâle getirilmiştir. Dolayısıyla mekân da değerini kaybetmektedir. Çünkü üretimin getirdiği yeni koşullar, insanın bir yerde sürekli kalamayacağını göstermektedir. Bunun pek çok nedeni olabilir. Sürekli aldatılan birey, çalışma barışının olmayışı, hayata olan güvensizliğin ortaya çıkmasına ve dolayısıyla hayat ile olan bağının zayıflamasına neden olur. Günümüz dünyasında şartlar ne olursa olsun, üretimin tüketim alışkanlığını ve sosyal yaşamı tümüyle etkilediği gerçeği göz ardı edilemez. Çalışma, sosyal yaşamı sadece etkilemekle kalmaz, yeniden tanımlar. Yani bir tüketim toplumu oluşturur.
Üretim ve tüketim arasındaki ilişkinin sosyal hayatı etkilediği gerçeğini göz önünde bulundurarak üretim-tüketim dengesi[7] içerisinde nasıl bir pozisyon almak gerektiği üzerinde de durmak gerekir. Güvene dayalı yürütülmesi gereken bu süreçte, güvensizliğe neden olacak uygulamaların ortadan kaldırılması, sosyal hayatın yeniden şekillenmesi açısından büyük önem taşır. Sürekli borçlandırılan halk, geleceğinden endişe duymaktadır. Çünkü birey, belli bir işe olan güvenini kaybetmiştir. Yani çalışanın işsiz kalma olasılığı her zaman vardır ve bir daha iş bulabilmesi de garanti altında değildir.
Kapitalizmin getirdiği ahlak anlayışı, iş gücünü oluşturan alt gelir gruplarının baskılanmasını ve kontrol altına alınmasını öngörüyordu. Bu anlayış, nüfus artışının maliyet getireceği varsayımından hareketle halkı sadece tüketen canavarlar gibi algılamış, onların uzun süre yaşamalarının bile hak edilmiş bir şey olmadığını ima etmiştir. Bugün gelişen teknoloji ve iş gücünün verimli kullanılması gibi temel etmenler nedeniyle bu eğilim fazla dikkate alınmasa bile, hala izlerinin mevcut olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü günümüz dünyasında üretilmekte olan ürünlerin büyük bir bölümü, üretenler tarafından asla sahip olamayacakları bir yerde konumlanmaktadır. Yani işçiler, asla sahip olamayacakları ürünleri zenginler için üretirler. Bunlar ürettikleri ürünleri piyasada asla satın alamazlarken, bu ürünlere sahip olan kişilerin ise üretim sürecine herhangi bir katkıları yoktur. Ayrıca aynı zengin azınlık, tüketimin de motorunu oluştururlar. Ekonominin yıkım noktalarından birini oluşturan bu çelişkili durum, temelde yanlış mülkiyet anlayışına dayanır.
Ekonominin üreten tarafında yer alanların büyük bir kısmı, hayatları boyunca çalışmalarına rağmen mülk edinme olanağına kavuşamazlar. Bunlardan pek azı, kazandıklarının fazlasını mülk edinmek uğruna harcar, bütün hayatlarını borçlu geçirmeye mahkûm olurlar. Öte yandan nitelikli tüketime olan ilgi ve bireysel mülkiyet, toplumda bir kimliği de temsil eder. Kişiler yaşadığı konut, kullandığı araba veya sahip olduğu eşyalar üzerinden, aslında son derece kırılgan bir kimlik edinirler. Bu durum sermaye sahibi sınıfına mensup olmayıp sonradan zenginleşenler üzerinde büyük bir baskı oluşturur. Çünkü bu insanların, kazandıklarının kolaylıkla elinden alınabileceğinin farkına varması uzun sürmez.
Mülkiyet, karmaşık bir konu olmakla birlikte, sermayenin asıl kaynağını teşkil eder. Çünkü toprağa sahip olmak tek başına yeterli değildir; üretim tesislerine ve binalara sahip olmak aynı zamanda üretim araçlarına da sahip olmak anlamına gelir. Bu, aynı zamanda üretim araçlarının büyük bir kurnazlıkla kullanılması ile yeni rantların ortaya çıkmasını, yani sermaye sahibinin biraz daha zenginleşmesi anlamına da gelmektedir. Bu mülkiyet yapısı içerisinde üretim araçlarını kullanan ve toprağı işleyerek ürün hâline dönüştüren iş gücü de, bir üretim aracı hâline getirilir. Yani bir eşya gibi alınıp satılabilir. Emeğini arz eden işçi, emeği satın alan ve sermayeye sahip olanların mülkü hâline gelmiş olur. Çok daha basit bir ifade ile kapitalizm açısından emek, sermayenin tükettiği bir maldır.
Emeği bir makine ile aynı gören kapitalist anlayış, görev, sorumluluk gibi değerlerle emeği sömürürken bunun karşısında emeğin üretime katılmasını öngören ama emek sahibine hiçbir ücret garantisi vermeden üretmesini isteyen bazı anlayışlar da vardır. Buna göre, üretenin hiçbir zaman tüketemeyeceği veya piyasada değeri üzerinden paraya çeviremeyeceği mallara sahip olmaya mahkûm edilen insanların emekleri sömürülür. Çünkü gönüllü olarak üretime katılması istenen iş gücü, çalıştığının karşılığını hiçbir zaman alamayacaktır. Daha da ileri gidilerek çalışan, çalışması karşılığında aldığı ücret kadar borçlandırılmış olacaktır ve bu yükü hayatı boyunca taşımak zorunda kalacaktır.
Daha çok kâr algısıyla işleyen üretim mekanizmalarından çıkan yetersiz ve kalitesiz ürünler, nüfusun büyük bir bölümüne uygulanan psikolojik baskılar ve çeşitli özendirme yöntemleriyle tükettirilirken halk, belki de hiçbir işlerine yaramayan ürünleri tüketmek suretiyle sürekli olarak sömürülmektedir. Bu bir ikileme de neden olur, zengin olan tahakkümünün devamı için tüketir ve ürettiği ürünü satın alırken aynı süreç, hayatını ipotek etmek zorunda kalan halkın var olma mücadelesine dönüşür. Kaynakların tükeneceği ve üretimin sınırlı olması gerektiğini söyleyen kesim, kaynaklara sahip olmayanlar üzerinde yarattığı algı ile sömürüye devam eder.
Gerçekte kaynakların sınırlı olduğu iddiası, bir varsayımdan ibarettir. Açıkçası bu varsayımın tutarlı bir yanı da yoktur. Geçmişte içten yanmalı motorların olmadığı, petrolün bir yakıt olarak kullanılamadığı bir dönemde hiç kimse motorlu araç yapmayı düşünmüyordu; ama yine de üretim vardı. Bugün petrol kaynaklarının sınırlı olduğu ve tükeneceği varsayımı ileri sürülmekle birlikte, gelişen teknoloji sayesinde artık otomobillerin doğal girdilerle de çalışabileceği anlaşılmış; mutlak surette petrole bağımlılığın olmadığı ortaya çıkmıştır. Bugün artık tek damla yakıt kullanmadan dünyanın etrafında uçabilen uçakların üretimi hedeflenebilmektedir. Yani her kaynak tükenebilir olsa da, o tükenirken bir sonraki aşamaya hazırlamaktadır. Gelişen dünyada bilginin de büyük bir hızla çoğalması, kaynak kullanımı ve üretim yöntemlerini de değişime zorlamaktadır. Aslında bu ekonominin doğasını oluşturur. İnsan gücünden makinelere evirilen tarımsal üretimin gelecekte hangi aşamaya geleceği mevcut bilgi arttıkça ortaya çıkacaktır. Bugün önemli olan tarımsal makineler, geleceğin dünyasında önemsiz hâle gelebilir. Bu nedenle, sınırlı olan kaynaklar değil;[8] o kaynakları üretecek olan iş gücü ve üretim araçlarıdır.
İktisat Teorisi ve Tüketim Süreci:
Yeniden tanımlanan ve yapılandırılan mülkiyet anlayışı ile bireyin gelecek korkusu olmadan yaşayabilmesi için asgari şartların oluşması sağlanmış ve uygulanabilir hâle getirilmiştir. Bireyin “yaşam hakkı” çerçevesinde sahip olduğu hakların kendisine verilmesiyle birey, asgari düzeyde gelir ve barınma olanaklarına zaten kavuşmuş olacaktır. Yani borçlanma ihtiyacını ortadan kaldırmıştır. Bundan sonra yapılması gereken şey, doğa imkânlarının işlenerek verimli hâle getirilmesi, yani çoğaltılmasıdır:
1. “Yaşam Hakkı” çerçevesinde bireyin aç kalma, işsiz kalma veya benzeri endişeleri tümüyle giderilmiş; geleceğe yönelik kuşkuları ortadan kaldırılmıştır. İşsiz kalsa bile yaşamını sürdürebileceği ve barınabileceği olanaklara sahiptir.
2. Ücret kriterleri kesin olarak belirlendiği için toplumun her kesimi, toplam gelirden eşit şekilde yararlanabilir hâle gelmiş; satın alma gücü desteklenmiştir.
3. Satın alma gücünün artmış olması, tüketimin dinamik hâle gelmesine zemin hazırlar. Böylece stoklara göre değil, tüketici taleplerine göre üretim şekillenmeye başlar. Stokların devreden çıkarılması, stoklar üzerindeki spekülatif müdahaleleri de ortadan kaldırır. Dolayısıyla üretim-tüketim dengesi oluşur.
4. Gelir seviyesi yükselen ve satın alma gücü artan halkın, tasarruf eğilimi de artacaktır. Bu durum, yeni yatırımlar ve yeni üretim alanlarının oluşturulmasına veya yenileşmenin sağlanmasına neden olur. Böylelikle istihdamın sürekliliği sağlanmış olur.
5. Para, emek karşılığı üretilir. Yani toplumun harcadığı toplam emek miktarı kadar para vardır ve paranın gerçek sahibi halktır. Yani parayı halk üretir. Dolayısıyla gerçek değere sahip para, sistemde işlemeye başlar. Bunun sonucunda toplum, borçlanmadan yaşayabilir hâle gelir. Borçlanma gereği ortadan kalktığında, yatırımların hızlanması kaçınılmaz olacaktır.
Üretim emeğin mala dönüştürülmesi, tüketim ise malın kullanılarak yeni bir üretim için emek harcanmasına zemin hazırlamaktır.[9] Yani üretimin ihtiyacı, tüketimdir ve üretim-tüketim döngüsü ancak “emek” ile mümkündür. Ne var ki mevcut uygulamaların getirdiği sınırlamalar ve üretim anlayışıyla, tüketimin yaygınlaştırılması mümkün değildir. Çünkü emek bir meta olarak kullanılmakta ve çalışanların yeterli düzeyde gelire sahip olmaları önlenmektedir. Devlet-sermaye işbirliği, hâkim güçlerin halka tahakküm etmelerine olanak sağlamaktadır. Bunu aşabilmek için yeni bir paradigmaya, radikal bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Aslına bakılırsa yeni bir paradigma için koşullar geçmişte de vardı bugün de var.
*Satınalma Düzeyi *Talep Duzeyi
Satınalma düzeyi, satınalma gücüne paralel olarak gelişir. Buna bağlı olarak talep oluşur. Yani satınalma gücünün artış göstermesi nedeniyle harcama eğilimi artar. Pratikte satınalma düzeyi, talep düzeyinin de belirleyicisidir. Satınalma gücünün artışı ise gelir artışına bağlı olacaktır. Bu da ücretleri etkileyecek, ve sonuçta üretim artışını zorunlu hale getirecektir. Yani, sistemin hiç bir aşamasına müdahale edilmeksizin, tüm süreçler birbirine bağlı ve planlamaya izin verecek şekilde kendiliğinden gelişecektir. Sadece “emek” değeri belirli bir kritere bağlanmıştır. Hiç kimsenin müdahale etmesine gerek kalmaksızın bütün süreçler, buna bağlı olarak sistemin doğal döngüsü içerisinde gelişir ve toplumun her kesimi, eşit şekilde sistemden pay alır.
Aslına bakılırsa mülkiyet egemenliği, sermayenin ana kaynağını oluşturur. Toprak egemenliğinden emek egemenliğine geçmek, sermayeyi gerçek sahibine teslim etmek anlamına gelir. Elbette günümüz dünyasının elitleri, bunu istemeyeceklerdir. Fakat kapitalist elitlerin de tüketime ihtiyaçları vardır. Ortaya çıkan bu ikilem, aynı zamanda makul bir çözümün de nedeni olabilir. Sermayenin sahip olduğu zenginliği koruyarak rasyonel bir dönüşüm mümkündür. Bunun için iki garantiye ihtiyaç vardır:
1. Sermaye İçin: Mevcut sermaye sahiplerinin ellerindeki sermaye korunarak onların diledikleri gibi üretime devam etmeleri ve zenginliklerini sürdürebilmelerinin önünde hiçbir engel yoktur. Onlar, ellerindeki paraya sahip olmaya devam edebilirler.
2. Devlet İçin: Devletin varlığını sürdürmesi ve gücünü koruyabilmesi için vergi gelirlerini artırabiliriz. Üretimin yaygınlaşması, doğal olarak vergi gelirlerinin de artmasına neden olacaktır. Devlet mekanizması, harcamalarında zorlukla karşılaşmadan varlığını sürdürebilecektir.
Yani emek merkezli bir dönüşüm için, ne devlet ne de sermaye bir engeldir. Tam aksine onların varlıkları sürecin daha kolay işlemesi ve sürdürülür olabilmesi için önemlidir. Gerçek sermaye emektir ve halkın elindedir. Bugün sermaye sahipleri, halkın tasarruflarını kullanarak onları sömürerek kendi zenginliklerini çoğaltırlar. Bunu yaparken devletin olanakları üzerinde de büyük baskılar oluşturarak devleti sürekli borçlandırırlar. Oysa halkın tasarrufları, zenginlerin elinde bulunan sermayeden daha çoktur ve yatırım için yeterlidir.
Basitçe, birey/halk üreticidir. Emeği ile üretime doğrudan, tasarruf ile dolaylı olarak katılır. Ücret veya iştirak payı istihkak eder. Ama birey/halk aynı zamanda tüketicidir. Üretilmiş olan mal ve hizmetlerden yararlanarak tüketimin gerçekleşmesini sağlar. Böylece halk kendisi için üretmiş ve yine kendisi için tüketmiş olur. Döngü tamamlanır.
Tükettirmek İçin Kredi:
Tüketimin kredilendirilmesi demek, henüz kazanılmamış olan bir varlığın borçlandırılarak kişiye verilmesi anlamına gelir. Böylece bireyler, hayatlarını “borç” ödeyerek geçirmek zorunda kalırlar. Bu durumun sosyal barışı olumsuz etkilemesinin yanı sıra, sadece “kredi sağlayıcılar”ının cebini doldurmaktan başka bir işe yaramadığı açıktır. Çünkü elde edilen sermaye veya gelir, toplumun faydalanabileceği bir şey olmayıp bireysel zenginliğe neden olur. Oysa zenginlik, yaygın ve dengeli olmalıdır.
Kredi kuruluşları veya sermaye sahipleri, “tüketimi” kredilendirerek daha az risk taşıyan, daha küçük kredi limitleri ile daha çok kazanmayı hedeflerler. Çünkü teminatsız kredi yoktur. Birey, sabit ve yetersiz gelirine veya sahip olduğu mallara el konulmak suretiyle kredilendirilmektedir. Böylece birey, borçlandırılmış, hayatı boyunca ödeyemeyeceği bir yükün altına girmeye zorlanmış olur. Yani bu, köleleştirmenin kolay yoludur ve kabul edilebilir değildir. Bankalar, mevduat sahiplerine ancak mevduatları kadar harcama yetkisi tanıyabilirler. Fakat “tercih” serbestliği olması nedeniyle, dileyen “borçlanma” enstrümanlarını da kullanabilir. Sözleşme hukuku çerçevesinde bu meşrudur. Burada bir sınırlama olamaz. Ancak zekât sistemi içerisinde böyle bir uygulamanın yeri yoktur.
Üretimin, tüketimi kredilendirmek yoluyla destekleneceği varsayılmaktadır. Oysa bu, çok da mantıklı değildir ve zaten sonuçları itibariyle insanların borçlanmalarından başka bir işe de yaramamaktadır. “O hâlde niçin tüketimi kredilendirmeliyiz?” sorusunun pozitif ve rasyonel bir cevabı da yoktur. Eğer üretim olanakları, yaygın ve etkin ise tüketimin krediye neden ihtiyacı olsun? Çünkü;
1. Üretim olanaklarının yaygınlaştırılması, istihdamın yaygınlaşması anlamına gelir. Dolayısıyla gelir dağılımı dengelidir.
2. Yaygınlaşan üretim ve istihdam sonucu gelir artışı ve satın alma gücü yaratır. Bu aynı zamanda, ücret artışını da beraberinde getirir.
3. Satın alma gücünde meydana gelen pozitif artış, tüketimi doğrudan etkileyen bir unsurdur. Bu, tüketimin artması ve yaygınlaşması anlamına gelir.
4. Emeğin korunumu yasası geçerlidir.
Bu basit parametrelerin varlığı, iş gücünün sahip olduğu satın alma gücünü doğrudan etkileyen ve iyileştiren nedenlerdir. Emeğin toplam gelirden pay alıyor oluşu, gelirin dengeli bölüşülmesine neden olur. O hâlde tüketimi kredilendirmek ve tüketiciyi borç yükü altına sokmak yerine yapılması gereken şey, üretim olanaklarının geliştirilmesi ve faydanın çoğaltılarak yaygınlaştırılması olmalıdır. Yani, bireyi maddi değerler ile borçlandırmak yerine, bireyin “gelir seviyesini” yükselterek, satın alma gücünün artırılması hedeflenmelidir. Böylece tüketim harcamaları için krediye ihtiyaç kalmaz.
Bireyler, sosyal güvenlik gibi endişelerle, olası kötü durumlara karşı da stok yapmak zorunda kalırlar. Bu ve benzeri gerekçeler herkes için geçerli olduğuna göre, dolaşımdan çekilen para miktarı büyük bir fon anlamına gelecektir. Sistem, bunu da önlemektedir. Sosyal güvenlik ve yaşam hakkı, bireyin doğal haklarındandır. Bunun için herhangi bir birikim veya ödenek ayırmasına gerek yoktur.
Gerçek şu ki tüketim, üretim olanaklarının verimliliği ile gerçekleşen bir süreçtir.[10] Aslına bakılırsa tüketim, üretim yoluyla ortaya çıkan olanakların sağladığı bir ödüldür. Çalışma olanaklarının yaygınlığı, bireysel gelirin de yaygın olmasını gerektirir. Kaldı ki eğer para, emek karşılığı üretilen bir şeyse ve dolaşımda tutma zorunluluğu varsa, hangi parayla tüketimin kredilendirilebileceği açıklanamaz. Yaşamı güvence altına alınmış bireyin gelirinde meydana gelen belirgin ve etkin artışa paralel olarak tüketim alışkanlığında da önemli değişikliklerin meydana gelmesi doğal bir sonuçtur. Toprağa sahip olmak için zaman harcamak zorunda kalmayan birey, yaşam konforunu geliştirmeye yönelecektir. Bunun gerçek anlamı tüketimdir.
Geleceğe dair endişe duymayan ve özgürleşen birey, kararlarında da etkin ve verimli olacaktır. Dengeli gelir dağılımı, tüketim üzerindeki olumlu etkisi kadar sosyal barışın tesis edilmesi için de önemlidir. Gerçek şu ki, mücadelenin, ağlamanın, sızlanmanın, okumanın veya sokağa çıkıp bağırmanın bir yararı yoktur. Eğer insanlar, hep standart varlıklar idiyse şimdi de öyledir. Dünyayı değiştirebilmek için varoluşumuzda nelerin evrensel olmadığını, toplumsal ilişkilerimizde nelerin örgütlü bir zorlama ile oluştuğunu ve nelerin yeni bir paradigma ile değişebileceğini bilmek gerekir. Kapitalist sistemde neredeyse her şey, zekice kurgulanmış bir piyasanın ürünüdür. İnsan doğası hakkında geçerli ideolojilerin bize dayattığı yetersiz veriler ışığında, gerçekte var olmayan evrensel genellemeler yapmak zorunda bırakılırız. Böylesine tek taraflı bir dayatmacı bakış açısı ile günümüzün problemleri çözülemez. Bu durum, mevcut problemlerin evrensel problemler gibi görünmesine neden olur.
Bugün kaynakların kıt olduğu varsayımı ile üretimde önemli kısıtlamalara gidilmekte, bu da yetersiz arzı doğurmakta ve fiyatların yükselmesine neden olmaktadır. Bu iddiaya göre kaynaklar yetersizdir; ama insan ihtiyaçları sonsuzdur. Dolayısıyla kaynakları tüketmemek, dikkatli kullanmak gerekir ki, kaynaklar, daha uzun süre üretime girdi sağlayabilsin.
İlk bakışta bu, iyi bir fikir gibi görünüyor. Ama üretimin kısıtlanması demek, o kaynaktan elde edilen mal ve hizmetlerin toplumun sadece belirli bir kesimi tarafından kullanılabilir olması demektir. Eğer insanlar kaynaklardan yararlanamıyor ise, kaynağın kıt olup olmaması bir anlam taşımaz. Seçkinler, yani üretim araçlarını elinde bulunduranlar (sermaye), hafta sonu tatilini Ay’da geçirmeyi planlarken dünyanın geriye kalan kısmını oluşturan insanlar ise, hafta sonu ne yiyeceğinin hesabını yapmakla meşgul olur. Gıda kaynaklarına ulaşması önlenen/engellenen insan, kaynakların nasıl kullanıldığı ile ilgili değildir. Onlar inanç baskısı altında açlıktan kurtulmanın yollarını ararlar:
“Beyaz adamlar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.”[11]
İşte yüzlerce örnek arasından bir ipucu. Bir yanda, kaynaklar tükenmesin diye üretmeyen bir anlayış, diğer yanda doğanın imkânları ile yaşamını sürdürenlerin elinden bu kaynakları alarak onları çözümsüz bırakanlar. Çünkü egemen ve seçkin güçlerin kaynaklara olan ihtiyacı, insanların yaşamalarına olan ihtiyaçtan daha çoktur. Elbette kaynakların kıt olması gerekir. Çünkü üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar, bu kaynakları “mal” edinme hakkına sahipler. Dolayısıyla onları diledikleri gibi kullanabilirler. Diledikleri kadarını halka verebilirler. Çünkü üretilen mal ve hizmetler halkın ihtiyaçlarını ne kadar az karşılıyor ise halk, o kadar çok borçlanacak; buna bağlı olarak fakir insanlar, seçkin egemenlerin kölesi hâline gelecektir. Öte yandan yetersiz arz fiyatlara tavan yaptıracak; bu da, seçkin elitlerin daha çok kazanmasına fırsat tanıyacaktır.
Ama bu, kabul edilebilir bir durumdu, çünkü seçkin elitler daha çok kazanırlarsa, daha çok istihdam yaratabilirlerdi. Ama hayır; galiba gerçek çok daha başka bir yerde. Problem, sınırlı olan kaynaklar değil; kaynaklardan yararlanmayı, kişisel çıkarlar sebebiyle engelleyen anlayışın kendisindedir. Çünkü örneğin tren icat edildiğinde buhar ile çalışmaktaydı ve 30 kilometre hızdan daha yüksek hızlara insan bedeninin dayanamayacağı zannediliyordu. Sonra ne oldu? Buharlı trenlerden fosil yakıt kullanan trenlere geçildi, hız arttı. Şimdi elektrik ile çalışan trenler kullanılıyor ve inanılmaz hızlara ulaşıyor. Ama insan, hala tren ile seyahat etmeye devam ediyor.
Gerçekte bizim sahip olduğumuz kavramlar, sahip olmamızı isteyenler tarafından üretilmiş ve kurgulanmış bir dünyanın algısından ibarettir. Sinsi ve zekice bir kurgudur bu. Dünyanın acımasızlığını asla unutturmayacak, aslında dünyanın sonsuz olanaklarından yararlanmamız hâlinde yeni ve barışçı bir dünyaya doğru ilerleyebileceğimiz gerçeğini unutturmaya yönelik bir kurgu.
Hayır, acımasız olan dünya değil; dünyanın olanaklarını sömüren ve bize sadece kıt imkânlarla yaşama şansı tanıyan ideolojilerdir. Dünyanın bize sunduğu olanaklar sonsuzdur; onlardan yararlanma hakkımızı kullanmak ise tamamen bizim tercihlerimize bağlıdır. Eğer dünyanın bize sunduğu olanakları kullanmamız, evrensel bir hak değilse -yakıt olmadan motor üretmenin hiç bir anlam taşımayacağı gibi- bizim varoluşumuz da anlamsız hâle gelecektir.
İnsan, tüketen bir varlıktır. Yaşamak için enerjiye, enerji için tüketmeye ihtiyacı vardır. Ne var ki insan aynı zamanda yaşam olanaklarını geliştirmeye de eğilimli bir varlıktır. Tüketirken yaşam alışkanlıklarını değiştirmeye ve kolaylaştırmaya yönelik çabalara doğal bir refleks ile yönelir. Bunun için tüketimi çeşitli nedenlerle sınırlandırmak değil; tam aksine geliştirmek ve desteklemek gerekir. Ama bunu yaparken bireyin kaynaklarını tüketmek değil; daha çok fayda üretmek hedeflenmelidir.
Kurgudan kurtarılan tüketim alışkanlığı, üretim ve tüketim arasındaki doğal dengenin ortaya çıkmasını sağlamakla kalmaz; aynı zamanda ahlak anlayışlarının tümüyle değişmesine de neden olur. Bu anlayış, daha çok özgürlük gerektiren, sosyal ilişkilerinde başarılı ve evrensel değerlere sahip insan profilini de ortaya çıkaracaktır. “Niçin tüketmeliyiz?” sorusunun cevabı, son derece basittir: Yeniden üretebilmek için. Bu, aynı zamanda “Niçin üretmeliyiz?” sorusunun cevabını da oluşturur. Çünkü tüketim yoluyla emek, yeniden üretken hâle gelir. Üretim ise, faydayı çoğaltmanın tek yoludur.
İktisat kitapları veya iktisatçılar, bize yalan söylüyor olabilirler. Onlar önümüze pek çok rakam ve formül de koyabilirler. Bu formüllere dayanarak bize pek çok şey anlatabilirler. Ama bize açıklayamadıkları sorular vardır: Niçin halk ürettiği halde tüketemiyor? Neden ürettiği mal ve hizmetlerden üretenin bizzat kendisi yararlanamıyor? Neden üretime emeğiyle katılanlar, hayatını borçlu yaşamak zorunda? Bir şeyin yapılabilir oluşu, o şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Matematik işlem bakımından kesindir ve sonuçları da yapılan işleme göre doğrudur. Eğer yanlış bir sonuç hedefleniyorsa, yapılacak matematiksel hesaplamalar da buna göre olacak ve sonuçları da istenilen şekilde gerçekleşecektir. Yani parametreler veya değişkenler doğru belirlenmiyor ise, sonuçlar da doğru olmayacaktır. Bütün teoriler ve formüller, toplumun refahını hedefliyordu; ama bunlar başarılı olamadı. Sadece sömüren toplumlarda kısmi iyileşme gözlenebildi. Eğer silahlı güçler olmasaydı, bu da mümkün olmayabilirdi.
[1] Özhan Uluatam, Makro İktisat, Savaş Yayınları, 1998, s.127-128.
[2] Baqara: 3, 267, Munafikun: 10, Hadid: 10, 11, 20, Sad: 51, Duhan: 55, Vakıa: 20, 32.
[3] Saffat: 57, Kamer: 53, Şura: 22.
[4] Al-i İmran: 171, 174, Maide: 7, Enfal: 53, İbrahim: 28, Nahl: 18, 53, 71,vd.
[5] Kalem: 49.
[6] Jean Baudrillard, Consumer Society (La Sociètè de Consommation – 1970), 1998, Edited by: Neva R. Goodwin, Frank Ackerman, David Kiron, 2013.
[7] Baqara: 3, 4, Enfal: 10.
[8] Fatir: 15.
[9] Enam: 95.
[10] Maide: 7, Nahl: 53, Saffat: 57, Kamer: 35.
[11] Jomo Kenyatta (d. 20 Ekim 1894 - ö. 22 Ağustos 1978), Kenya'nın kurucu devlet başkanı.