Anlamadıklarımız
Bir süredir yazamadım. En son Usul tartışmalarından sonra ceza usulu ile ilgili çalışmamızın bir kısmını özeteyerek yayınlamıştım. Ancak ondan önce Karagüllenin bir sorusu olmuştu ona cevap veremedim
Karagülle diyor ki: “Bizim dört çift delilimiz vardır:
a- Kitap ve Hikmet (mesalih)
b- Sünnet ve istishap (eski şeriatlar)
c- İcma ve örf (mahalli icmalar)
d- Kıyas ve istihsan (müspet ilim)
Doğu ekolu bu delilleri reddediyor, onun yerine ekseriyet kararları diyor ama onun da ne olduğunu tam ortaya koyamıyor. Yani bizim karşımıza çıkan Hong- Kong ekolünün de diğer tutucu ve ateist mezhepler gibi tutunma gücü çok zayıf. Ama yukarıda anlattığım ilkeler müspet ilmin ilkeleri içinde çalışılabilir, gelecekte denge öyle oluşacaktır.”
Bu konuda öncelikli olarak hatırlatmamız gereken şey bizim anladığımız “ekseriyet sistemi” değildir. Daha doğrusu, “çoğunluğun azınlığa tahakkümü” değildir. Peki ya nedir?
Sistemin seçime dayalı olduğunu, meclisin ve başkanın seçimle işbaşına gelmesi gerektiğini söyleiştik. Meclis üyeleri, aday gösterilerek seçime girerler, halk da bunlardan beğendiğini seçer. Burada en çok oyu alanlar meclise giderler. Denebilir ki bu ekseriyet sistemidir. Aslında seçim burada bitmediği için ekseriyet sistemi değildir.
Meclis oluştuktan sonra ne olur? Seçime katılıp meclise üye gönderenler aynı zamanda meclisin yasama altyapısını oluşturan komisyonların birine mutlaka üyedir. (batılılar buna şuralar diyorlar, ancak onlar şuraların kural koyucu olduğunu söylüyorlar, biz ise şuraların sadece toplumsal katılım mekanizması olduğunu ve meclisin altyapısını oluşturduğunu söylüyoruz.) Yani, günümüz dünyasında herkes bir meslek veya bir iş kolundadır. Belli bir eğitimi vardır. Buna göre herkesi kapsayan bir “ictihat” sahası mutlaka vardır ve bireyler bu alanda katılımcıdır.
Diyelim ki bir kişi çiftçidir. Bu kişi tarım komisyonunun doğal üyesidir ve orada yapılacak çalışmalara doğrudan katılır. Kuralların oluşmasında görüş sahibidir ve meclis bu komisyonlardan gelen teklifleri yasalaştırmakla görevlidir.
Yani birey, hem seçim (biat) yoluyla meclise üye göndermiş, hem de doğrudan katılım ile, kendisini ilgilendiren kuralların oluşturulmasında etkin rol üstlenmiştir. Dolayısıyla toplum içerisinde hiç kimse kabul etmediği veya onayı olmadığı bir kurala tabi tutulmamış olacaktır. Çünkü oluşturulan kurallar, meclisin onayından önce toplumu oluşturan diğer kesimlerin de katılımıyla bir mutabakat haline dönüşür ve böylece herkes için geçerli bir kural olarak ortaya çıkar.
Başkan bu kurallara göre yürütme görevini yerine getireceğine göre, başkan seçiminde tam bir mutabakatın olması gerekli değildir. Yani başkan da zaten topluluk tarafından denetlenmektedir. Gerek oy verenler ve gerekse yasama yoluyla başkan her zaman denetim altındadır. Kaldı ki başkanın uygulamaları da yargı denetimine tabidir. Yanlış uygulamaları her zaman yargıda düzeltilebilir, azledilebilir. Bu sebeple başkan seçiminde çoğunluğun tercihi olması yeterli olur. Ancak batılıların anladığı manada başkana mutlak hakimiyet hakkı vermek demek, totaliter yapıya adım atmak demektir. Batılıların anladığı şekilde başka, geniş yetkilere sahip olmaktadır. Bireyleri gerektiğinde sürebilmekte veya topluluğu dilediği gibi yönetmektedir. Oysa Kur’an ın öngördüğü sistem içerisinde böyle bir yetkilendirme mümkün olmaz. Çünkü başkan yargıç değildir, nizalarda hakemlik yapabilir ancak yargılayamaz. Yargılama veya adalet ancak yargı sistemi içerisinde yürütülür. Cezalar da bu şekilde karara bağlanır ve herkes uyar. Aksi mümkün olmaz. Bu sebeple başkan sadece yürütme memurudur. Sistem içerisinde yürütmeyi kurallara bağlı kalmak şartıyla dilediği gibi yapar.
Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz bir sistem olmalıdır. Bu da bir ekseriyet sistemi değil, tam bir katılım sistemidir.
Yine Karagülle diyor ki: “başkan asker olmalıdır, topluluklar arasında savaşlar olmalıdır” demektedir
Günümüz dünyasında, sivil anlayışın ötesinde askeri yapısı olan sistemlerin yaşama şansı olmadığı gibi, Kur’an “barış” önermektedir. Kaldı ki, herhangi bir saldırı olmaksızın bir başka toplulukla savaşa girmenin imkanı yoktur. Kur’an “öldürürlerse, siz de öldürün” demektedir. Dolayısıyla bir savaşın haklı, makul ve açıklanabilir insani gerekçelerinin olması zorunludur. Savaşan bir topluluk değil, barışan bir topluluk olmalıdır. Bu manada Karagülle, “tarım toplumu” mantığıyla düşünmektedir. Günümüz dünyasında ve “bilgi çağına” adım atarken, böyle bir anlayışla topluluk oluşturmak nasıl mümkün olabilir bilemiyoruz. Bu konuda yeniden düşünmesini önerebiliriz. Çünkü geleceğin dünyasında artık savaşlar işe yaramayacaktır. Zaten savaşmak için sebep de kalmayacaktır. Hakimiyet silahla değil, “bilgi” ile olacaktır. Savaşlar olmazsa dengenin nasıl bozulacağını bilmek isteriz. Niçin bozuluyor? Eğer savaştan kastınız bilgi savaşları ise gelecekte bu olacaktır, ancak savaştan kastınız silahlı katl ise bu bir tercih değildir. Geleceğin dünyasında da yeri yoktur.
Karagülle diyor ki: “İkincisi ise “yürütme”dir. Bu da kuralları yorumlayarak iş yapmadır. İslâmiyet’te bunun için özel örgüt yoktur.”
Ne vardır? Bir kural yoksa, kural sadece bireylerin aralarındaki sözleşmelerden ibaret ise, herkes kendi ictihadına göre hareket edecek ise düzen nasıl sağlanacaktır? Batılılar diyorlar ki, “hakem sistemi vardır” Evet hakem sistemi, toplum içerisindeki basit anlaşmazlıkların çözümünde yararlı olabilecek bir “tahkim” olarak her zaman uygulanabilecek bir yöntemdir. Ancak, benim sitede yazmaya başladığım süre içerisinde tesbit ettiğim bir anlayış vardır o da şudur: “ben yapayım, sen istersen hakeme git”
Yani, kişi canı istediği gibi davranır eylemde bulunur. Karış taraf eğer hakeme giderse yaptığı eylemden sorumlu hale gelir. Eğer gitmezse, yaptığı zülum yanına kar kalmış olur. Bu sakat bir anlayıştır. Bu anlayışın, toplumsal barışı nasıl tesis edeceğini merak ediyoruz.
Tabii yasama ve yürütmenin yarıdan önce olması, başkanın ve başkanın faaliyetlerinin hukukun üstünde olduğunu peşinen kabul etmek demektir. Yasama yargının kurallarını oluşturur ancak yasama üyeleri de yargı denetimi altında olmalıdır. Bireysel faaliyetlerinden her zaman sorumludurlar. Başkan da böyledir. Başkanın uygulamaları da yargı denetimine tabidir ve her aşamada denetlenebilmelidir. Aksi halde başkan bir diktatörden faksız olacaktır. Ancak bu durum anlaşılabilir, çünkü batılılar, başkanı askeri bir sistemin başı olarak düşünmekte ve geniş yetkilerle donatmaktadırlar. Onlara göre başkan dokunulmaz hale gelmektedir.
Karagülle diyor ki : “Karakol soruşturmasında uygulanan soruşturma işkencelerinin sınırı yoktur. Söyletinceye kadar zorlama uygulanabilir ama buna da denge getiriyoruz. “ Devamında da diyor ki, görevli işkence eder, dişlerini de sökebilir, söyletir veya söyletemez. Haksızlık varsa ona kısas uygulanmaz, diyeti de devlet öder.
Herşeyden önce hangi gerekçe ile olursa olsun “eziyet etmek” Kur’an ın yasakladığı bir durumdur.
“Vellezîne yu’zûnel mu’minîne vel mu’minâti bi gayri mektesebû fe kadihtemelû buhtânen ve ismen mubînâ” (Ahzab 58 Bkz. Maide 8, En’am 45, Hac 60)
Karagülle, mevcut sistemleri eleştirirken, farkında olmadan bu sistemlerden daha ağır bir hataya düşmektedir. Mevcut sistemler ne yapmaktadır? Modern uygulamaların pek çoğunda, özellikle yarı gelişmiş topluluklarda devlet bireylerin hakkını korumakta aciz kalmaktadır. Genellikle haksızlıkları önceden önleyememekte ve haksızlıklar oluştuktan sonra da hantal yargı sistemi içerisinde bunları giderememektedir. Mağdur olan tarafın hakkını yeterince arayamamaktadır.
Oysa devletin görevi, bir haksızlık veya zülum oluşmadan önce onu önlemektir. Eğer buna rağmen bir haksızlık oluşuyorsa bu durumdan devlet sorumlu olur. Bu sorumluluğu yerine getirememiş olan devletin, insanlara eziyet etme hakkı olamaz. Kur’an da bunu reddetmektedir.Siz tedbirlerinizi almayacaksınız, haksızlığı önleyemeyeceksiniz, veya haksızlık oluşmuşsa eğer onu ortaya çıkaracak tedbirleriniz de olmayacak sonra kalkacaksınız, kişinin dişlerini sökeceksiniz. Adalet bunun neresindedir?
Diyelim ki bireyin dişlerini söktünüz, işkence ettiniz. Birey de ona atılı olan suçu kabul etti ama gerçekte o suçu işlememişti. Sonra da bireyi “ikrar” ettiği için cezalandırdınız. Diyelim ki idam ettiniz. Fakat daha sonra anlaşıldı ki birey o suçu işlememiş, ne yapacaksınız? İstediğiniz kadar diyet ödeyin, hayatı geri getirebilir misiniz? Veya bireyin özgürlüğünü elinden aldınız hapse attınız, yıllarca hapiste yattı. Sonra suçsuzluğu anlaşıldığında bireyin elinden aldığınız hayatı geri verebilir misiniz?
Şahitlerin “adil” olması demek, “Gerçeği” olduğu gibi beyan etmeleri demektir. Yani herhangi bir çıkar veya taraf gözetmeksizin açıkça gerçeği ifade etmeleri manasına gelir. Bu görev hiçbir şekilde soruşturmaya veya zanlıya karşı soruşturma yetkisi vermez. Kur’an bunu söylemiyor. Gerçeği ortaya çıkarmak, zanlıya işkence ederek nasıl mümkün olabilir?
Biz sünneti çürütme peşinde değiliz. Sünnet de dahil bütün uygulamaların Kur’an a uygun olması gerektiğini söylüyoruz. Kur’an ölüm cezasına izin vermiyorsa öldüremeyiz, kur’an işkenceye izin vermiyorsa, işkence edemeyiz. Vb. Ne sünnet, ne de şeriat böyle bir kural ihdas edemez. Ederse geçersizdir, anlamsızdır. Bütün bunların delillerini de getirdik. Eğer daha güçlü bir delil varsa, biz de ona uyarız.
Karagülle diyor ki “Savaş meşru olduğu gibi hakemlerin kararından sonra karakolda dayak atmak da meşrudur. Başka türlü soruşturma yapılmaz.”
Bu çok basittir. Hiç kimseye işkence etmenize gerek yoktur. Dünyanın pek çok yerinde artık polis silah bile taşımamaktadır. Denetim ve güvenlik tamamen elektronik olarak yapılmaktadır. Bir olay vuku bulduğu zaman, kayıtlara bakmak yeterli olmaktadır. Artık dünya üzerinde bir sineğin hareketi bile uzaydan gözlenebilmekte ve takip edilebilmektedir. Kaldı ki bunun için yeterli teknoloji vardır ve uzaya çıkmaya da gerek yoktur. İnsanlara işkence edip onlara zorla bir suçu kabul ettirmeye çalışmak yerine, devlet tedbirlerini önceden alıp sorumluluğunu yerine getirmelidir. Devleti sorumsuzlaştırıp insanlara işkence etmek daha büyük bir zulümdür.
Bu iddianın delilerini görmek isteriz. Burada yapılan sadece bir yorumdan ibarettir. 660. Seminerdeki açıklamaların büyük bir kısmına itiraz etmemiz gerekir. Ancak bu temel hususların genel çerçeve açısından yeterli olacağını düşünüyoruz.
Kayahan diyor ki : “Şimdi dünya için yeni Pavluslara ihtiyaç vardır. Eskilerin Kurandan çıkardıklarını söyledikleri; faiz yasağı, içki yasağı ve benzeri yasakları kaldırsın, günde beş vakit camilere gidip yerlere yüz sürmeyi kaldırsın, mali yükümlülükleri kolaylaştırsın, sevgiden başka bir şeye ihtiyacımız yoktur desin, desin, desin. Bu maya tutar. Zaten insanlar bunu bekliyorlar. Yasaklardan ve yükümlülüklerden sıkılmışlar, dünya almış başını gidiyor, inanılmaz bir teknolojik gelişme var ve ne olduğunu kimse anlamıyor. Onların bunu; faizi, içkiyi, cinsel ilişkiyi ve benzerlerini serbest bırakarak başardıklarını sanıyorlar. Öyleyse aklın yolu bir, biz de öyle yapalım ve biz de onlar gibi gelişiverelim diyorlar. Kitabın gerçekte öyle olmadığını, bizim onu yanlış anladığımızı söylüyorlar. Bu yeni din/mezhep tutar arkadaşlar. Bu yöntem hep başarılı olmuştur. Kitlelerin böyle şeylere ihtiyacı var.”
Herşeyden önce, “Pavlus” benzetmesi yapmak talihsiz olmuştur. Pavlus demek “tahrif” demektir. Bunu zaten şeriat yapmıştır.
Yerleşik şeriat kurallarını Kur’an a atfetmek ise hatadır. Kur’an ın metodolojisinin dışına çıkmak suretiyle ortaya atılmış kuralların hiçbir geçerliliği yoktur. Dayanağı ve delili de yoktur. Bu çerçevede bazı sorular sorduk ancak henüz Kayahan’dan bir cevap alamadık.
Biz, Kur’an a dayanırken, başkalarının ne yaptığından hareketle bir sonuca varmıyoruz. Tam aksine, Kur’an ın bize gerekli bilgiyi ve ipuçlarını verdiğini, teknolojiyi bizim geliştirmiş olmamız gerektiğini ama bunu başkalarının yaptığını söylüyoruz. Çünkü biz Kur’an ı anlamak yerine şeriat içinde boğulup gittik. Olmadık kurallar koyup bu Allah’tandır dedik.
faizi, içkiyi, cinsel ilişkiyi ve benzerlerini serbest bırakarak başardıklarını sanıyorlar diyorsunuz. Bu konularda sağlam delilleriniz yok mu? Niçin endişe ediyorsunuz? Eğer sağlam delilleriniz varsa ne biz ne de bir başkası böyle bir serbestiyet getiremez. Ama yok eğer delilleriniz sağlam değilse, o zaman sağlam olan delillere uymanız gerekmez mi?
Biz diyoruz ki, Allah’ın vazetmediği, insanların kabul etmediği kurallar koyup rableşmek yerine, Kur’an ne diyorsa onu yapalım. Bilginin peşine düşelim ve gelişelim. Başkalarının ne yaptığına göre değil, bizi ne yapabileceğimize göre hareket edelim. Bahsettiğiniz yasaklar Kur’an da varsa uyalım. Yoksa “ihtimaller” ile yasaklar ihdas etmeyelim. Bunun kimseye faydası olmadı. Faydasız bir şeyde ısrar etmenin gereği de yoktur.
Bu çerçevede Kayahan’ın da delillerini görmek isteriz.
Vesselam.