ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
3632 Okunma
ALİİMRAN 187-194

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 51

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ(187) لَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَوا وَيُحِبُّونَ أَنْ يُحْمَدُوا وَيُحِبُّونَ أَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنْ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(188) وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(189) إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ(190)

وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ (Va İJ EiÜaZe elLAHu)  “Allah ahz etmişti.”

Hazı” düz çizgidir. “Hiza” kelimesi buradan gelir. “Ehaze” kendisini ona sıraladı anlamına gelir. Kendine çekip getirmek de “Ahz” olur. “Ehazme” de huzmelemek demektir. Avuçla tutmak demek olur.

Bu tahlillerden şuna varırız. “Ahz etmek” avuçla bir şeyi tutmak demektir.

Türkçede “el” kelimesinden “almak” olarak kullanılmaktadır. “Almak” el içine koymak demek olur.

“Allah ahz etmişti. Allah söz almıştı.” Vesika almıştı.

Burada “İz” geçmişte olanı hikâyedir. Kur’an şimdi bize nâzil oluyorsa, o zaman buradaki “İz” Kur’an’ın ilk nâzil olduğundan itibaren başlamaz, bugünden itibaren gerisin geriye başlar. “Kitabı verilenler”i yazılı metin verilenler şeklinde anlarsak, Hz. Nuh aleyhisselâmdan beri gelen Müslüman halk kastedilir. Bunlara Mekkeli Kureyşliler ve ondan sonra gelenler de dahildir. Kur’an onlara gelmiş, Allah onlardan misak almıştı.

Onlar Allah ile sözleştikleri içindir ki Allah onlara imkân verdi ve I. Kur’an Uygarlığı’nı kurdular. Bize onları haber vermektedir. Kur’an şimdi bize, II. Kur’an Uygarlığı, III. Bin Yıl Uygarlığı kurma çabasında olan biz Adil Düzencilere de onları haber vermektedir. Allah bizden de aynı misakı istemektedir. Bu misakı yaparsak o zaman bize “Adil Düzen”i uygulama imkanını verecektir.

مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (MIyÇAvQa elLaÜIyNa EUvTUv eLKiTAvBa)  

“Kendilerine kitap verilenlerin misakını almıştır.”

Kitab ehli olanlar”, kendileri yapmamış olsalar da kanunları olan, şeriatları olan kimselerdir. “Kendilerine kitap verilenler” ise Tevrat ve İncil gibi kitaplara sahip olan kavimlerdir. Allah bu kitapları onlara peygamberler vasıtası ile göndermiştir. Kuran ehli de Ehl-i Kitap olmakla beraber, aralarında fark vardır. “Kitap verilenler” peygamberlere inandılar, onların mucizelerine inandılar, ondan sonra kitaplarına inandılar. Oysa “Kur’an”a ise önce inanıldı. Kur’an mucizesi ile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olduğuna inanıldı.

Şimdi de kimse bize inanmayacak; önce Kur’an’ın getirdiği “Adil Düzen”e inanacak, ondan sonra bize inanacaklardır. Bunu nasıl yapacağız?

Kur’an’ı yeniden çağımızın gereklerine cevap verecek şekilde yorumlayacağız...

Ondan sonra biz onu yani yorumları yaşayarak ve aramızda uygulayarak göstereceğiz...

Ondan sonra bunu görenler, çağın problemlerini çözdüğünü görenler Kur’an’a inanacaklardır…

Artık peygamber olmadığı için bize inanmaları gerekmeyecektir.

Biz bu çalışmalarımızın karşılığını Allah’tan almış olacağız.

Parti kuracağız; ama iktidar olmak için değil, “Adil Düzen”i anlatmak için. “Adil Düzen”de ekseriyet iktidarı olmadığı için biz iktidar olmayacağız, iktidarda temsilcilerimiz olacaktır.

Misak” vesika demektir. Yükü bağlayan sicim demektir. “Vasaka” bitişti, yapıştı demektir; bağlandı demektir. “Misak almak” demek, söz almak demektir; bağlayıcı söz almak demektir.

Allah geçmişte kitap verilenlerden ve Kur’an verilenlerden söz almıştı, öylece onları başarılı yapmıştı. Şimdi de II. Kur’an Medeniyeti’nin yolculuğuna çıkan Adil Düzencilerden aynı sözü almayı murad ediyor.

Duamız odur ki; bu misakı veren biz olalım. Çalışmalarımız bu yönde ve buna göredir.

لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ (La TuBayYıNunNaHUv Lı elNASı)  

“Onu insanlara beyan edeceksiniz. Onu insanlara açıklayacaksınız. Kitabı açıklayacaksınız.”

Burada ne öğreniyoruz? Bize verilen görev Kur’an’ı insanlara öğretmek değil, Kur’an’ı bütün insanlara beyan etmektir. Bunu nasıl başaracağız? Önce kendi halkımıza açıklayacağız. Bize bu emrediliyor. Bu görev, Arapça’yı öğrenmek ve Türkçe olarak halkımıza açıklamaktır. Bunu başarmak için belli ilimleri öğrenmemiz gerekir. Bunları tekrar sıralıyorum.

Artık genç-yaşlı demeden bu ilimleri öğrenmeye, bunlara ait kitapları yazmaya başlamalıyız.

  1. Mantık, Matematik, Gramer ve Usul ilimlerini öğrenmeliyiz. Bunları Türkçe ve Arapça dilleri ile öğrenmeliyiz.
  2. Geometri, Mekanik, Fizik, Kimya, Hayvanat, Nebatat, Psikoloji ve Sosyoloji ilimlerini öğrenmeliyiz.
  3. Dil, Bediiyat, Teknik ve Hukuk yani Fıkıh ilimlerini öğrenmeliyiz.
  4. Hikmet, Askerlik, Ekonomi ve Kur’an’ı öğrenmeliyiz.

Bundan sonra bunları uygulamaya geçmeliyiz.

Önce “bir aşiret” kurup “bir market” açmalıyız…

Sonra bir arada “bir site” kurup “ahşap evleri” yapmalıyız...

Sonra ülkede “mala-mal marketleri” kurup “ekonomik hamle” yapmalıyız…

Buradan elde ettiğimiz gelirlerle “ilmî araştırmalar” yapıp ihtisas sahibi kişileri yetiştirmeliyiz…

Sonra “bir siyasi parti” kurup diğer partilere “Adil Düzen”i öğretmeliyiz… Onlarla koalisyon yapıp “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı ülkemizde tatbik etmeliyiz… Ondan sonra tüm dünya ülkeleri ile ittifaklar arayışına girip “Adil Düzen Devletleri Birliği”ni kurmalıyız…

İşte hedefimiz bellidir, işte yolumuz bellidir, işte yapacaklarımız bellidir. Geriye çalışmak kalıyor.

İşte bunları yaptığımız zaman bize inzâl edilmiş olan Kitab’ı tüm insanlığa tebliğ etmiş oluruz.

Bunun için basını, yayını, okulları ve mabetleri kullanırız. Kur’an’ı diğer dinlerin alimlerine anlatırız; onların kitaplarını da biz öğreniriz.

İşte o Kitap Ehlinden Allah benzer misak almıştı. Ne var ki, onların dünyaları bizim dünyamızdan çok küçüktür. Burada çok önemli bir hususa daha işaret edilmiştir. Bütün Kitap verilenler, tüm insanlığa hitap etmekle mükelleftirler. Yahudiler de bununla mükelleftirler. Oysa onlar kitaplarını gizliyorlar.

وَلَا تَكْتُمُونَهُ (Va Lav TaKTuMUvNaHUv)  “Onu ketmetmeyiniz.”

Ketebe” deriyi torba hâlinde dikmedir.

Keteme” bir şeyi torbanın içine koyup kimseye ne olduğunu göstermedir. Eşyanın üzerini kapatmadır.

“Kitab’da yazılanları ketmetmeyiniz.”

Topluluklar zamanla kendilerine gelen kitapların gösterdiği yoldan çıkar ve uzaklaşırlar. Yanlış uygulamaları doğru göstermeye başlarlar. Kitabı okudukça o yanlışları görürler ama bir türlü onu açıklamazlar. Onları duymamazlıktan gelirler. Bugünkü din ve tarikat ehli de aynen böyle yapıyor.

Allah’ın bildirdiğini gizlemek yoktur.

Bu sebepledir ki İslâmiyet’te kapalı toplantılar yapılmaz, özel ayinler icra edilmez. İnsanların bildiklerini para ile satması yoktur. Allah’ın her öğrettiğini başkalarına öğretmek farzdır.

Allah insanlara kitap veya hikmetle öğretir. Burada Kitap için farz kılınan şey illetle, hikmetle öğrenilen ve öğretilen şeydir. Patent hakkı, telif hakkı diye bir şey “Adil Düzen”de olamaz. Öğretmenlerin öğrettikleri kimselerden ücret almaları da haramdır. Bu sebepledir ki paralı okullar açılamaz. Öğretmenlerin maaşlarını ya devlet karşılar ya da vakıflar karşılar. Adil Düzenciler bedava ders veren dershaneler açmalıdırlar. Bunun için camilerin altındaki yerler vakıf olarak konmalı ve buralar dershane yapılmalıdır. Ehliyetli öğretmenler de buralarda boş saatlerinde gelip Allah rızası için ders vermelidirler. Öğrenciler gelip sorularını buralardaki öğretmenlerine sormalılar veya birlikte çalışarak kolektif olarak öğrenmelidirler.

Kur’an Kursları veya İmam-Hatip Okulları yeterli değildir.

Muasır medeniyetin üstündeki ilimleri buralarda çocuklarımıza vermeliyiz. Dondurulmuş resmî programları öğrenmeliyiz, ama bunlarla yetinmeyip daha ileri dersler almalıyız. Özel okul açmamalıyız. Tedrisatta ikilik ortaya çıkarmamalıyız.

Mevcudu öğreneceğiz; bu arada daha fazlasını ve ilerisini de öğreneceğiz.

Bu âyetin bildirdiği eğitim sistemini kurmalıyız. Buna kanunlar mâni değildir; cehalet mânidir.

فَنَبَذُوهُ (Fa NaBaÜuHUv)  “Onu nebz ettiler.”

Yani misakı, sözleşmeyi fırlatıp attılar denmektedir.

Nabız” kolumuzda duyulan kalbin atışlarıdır. Fırlatıp atmak nebz etmek demektir. “Remy”de gaye hedefi vurmaktır. “Nabz”da gaye mevcut olanı dışarıya atmaktır. Kitap verilenler bunu nebz ettiler.

Burada “Fa” harfi ile gelmiştir. “Hemen atmaya başladılar.”

Gerçekleşen şudur. Kitab Ehli peygamber aralarından gider gitmez Kitab’ın dediklerini kenara iterler. Mesela, Hz. Ebu Bekir Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yapmadığını yaptı; yerine Hz. Ömer’i seçtirdi. Hz. Ömer ise kadılık müessesesini icat etti. Hz. Osman bürokrasiyi getirdi. Hz. Ali devlet merkezini Küfe’ye taşıdı. Emeviler saltanatı kurdular. Abbasiler Yunan felsefesini İslâmiyet’e soktular. Türkler içtihat kapısını kaldırdılar. Osmanlılar şeyhülislâmlığı icat ettiler…

Hâsılı, daha Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) ölümünün hemen arkasından İslâm’ın öğrettikleri atılmaya başlandı. Elbette bunun karşısında oluşan medrese ve tekkeler bu bozulmaya karşı direndiler ve onların sayesinde bizi İslâmiyet’i kaynağından öğrenme imkânına ulaştırdılar.

وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ (Va RAEa JuHUvRıHıM)  “Zahırlarının arkasına attılar.”

Yani görmezlikten geldiler. O yasakları ve emirleri hiç düşünmediler. Önce Yahudiler ve Hıristiyan alimleri, sonra İslam âlimleri ve uygulayıcıları bunları yaptılar. İktidarlar böyle olanlarla işbirliği içine girdiler.

İslâmlığı ve Hıristiyanlığı iki din arasındaki mücadele şekline dönüştürdüler. Müslümanlar yahut Hıristiyanlar cennete gider, diğerleri cehenneme diyorlardı! Oysa Kur’an böyle yazmıyordu; Tevrat ve İncil böyle yazmıyordu. Ama onlar yazılanı değil, kendi yazdıklarını halka ulaştırıyorlar! Hadis uyduruyor ve tahrif ediyorlar! Kur’an’ı kendi reyi ile kim tefsir ederse, ibadet etse de kâfir olur diyorlar! Oysa bunu söyleyenler Kur’an’ı kendi oyları ile değil, kendi çıkarları ile tefsir edenlerdir. Onlar çıkarlarına göre Kur’an’ı tefsir ediyor, sonra gerçek müfessirleri kâfir yapıyorlardı! Oysa Kur’an çıkarlarına göre onu tefsir edenleri tel’in ediyordu.

وَاشْتَرَوْا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا (VaEıŞTaRaV BıHı ÇaMaNan QaLIyLan)  

“Onunla kalil semeni iştira ettiler.”

Bir maaşa Kur’an’ı sattılar. Bir derecelik makama Kur’an’ı sattılar.

Burada neden “Kalil/Az” denmektedir?

Burada şuna işaret ediliyor ki, bu satanlar büyük zengin olanlar değil, doğrudan halktır. Parası olan büyük kapitalistler bunları satın almakta, bunlara “Kalil” yani az para vermektedir.

Kur’an o para verenleri, makam verenleri değil; menfaat karşılığı parayı alanları, makamı kabul edenleri lânetlenmektedir. Para veren veya makam dağıtanlar ise zaten şeytan taifesi oldukları için onları bir arada zikretmektedir. Rüşvet alan değil, rüşvet veren suçlanmaktadır. Zaten rüşvet yasağında ‘rüşvet vermek için koşmayın’ denmektedir. Rüşvet almak haram değil, zulüm yapmak haramdır. Zulüm etmek için rüşvet getirenin rüşvetini alır da bir de isteneni yapmazsan, bu rüşvet müessesesini çökerttiği için bir daha kimse rüşvet vermeye cesaret edemez veya rüşvet verme ortamı kalmaz.

Burada bize illetlerin tesbitinde bazı ipuçları verilmektedir.

فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ (Fa BıESa MAv YaŞTaRUvNa)  “İstira ettikleri ne denli beisdir.”

Adil Düzenciler bildiklerini gizlemek veya para ile satmak şöyle dursun, para vererek tebliğ ediyorlar. Allah’ın emirlerini yerine getiriyorlar.

Allah onları Adil Düzencilerin ağzı ile selâm diyarına çağırmakta; onlar ise fitne diyarına gidiyorlar. Batı mantığı ile İslâm mantığı arasında ne kadar büyük bir fark var.

Biz bedava yol gösteriyoruz; kimse dinlemiyor!..

Onlar dalâlet yolunu para ile satıyorlar; sonra da dönüp ‘biz başaracağız’ diyorlar!..

Eğer Allah yoksa, eğer Allah’ın sünnetleri yoksa, Kur’an doğru değilse, tarih bizi kandırıyorsa, o zaman böyle bir şey mümkün olur. Tabii ki benim sözlerim her zaman isabetli olmayabilir. AB ve AK Parti, ABD ve sosyalizm başarılı olabilir! Tabii ki ben yanlış anlamış olabilirim.

لَا تَحْسَبَنَّ (Lav TaXSaBanNa)  “Hesab etme.”

Hasa” çakıl demektir. İlk hesaplamalar çakıl taşları ile yapılırdı. Çakıl taşlarını bir tarafa alıp koymak, öbür tarafa geçirmek suretiyle insanlar ilk hesap makinesini yapmışlardı. Sonra bunları ipe dizdiler ve tesbih yaptılar. Rusya’da kullanılan ‘abak’ dedikleri hesap aracı buradan çıkmıştır.

Hasa” kelimesi iki şekilde gelişti, “Sad” “Sin” oldu, “Y” “B” oldu, “Hesab” ortaya çıktı.

Hisbe” ok atarken bakılan nişangâhtır. Oku menziline ulaştırmak için biraz yukarıya kaldırmak gerekmektedir. “İhsa etmek” toparlamak demektir. “Hesab etmek” ise tahmin etmek demektir.

“Zannetme” ile aynı manadadır. “Hesab”da isabet tarafı çok fazladır. “Zan”da daha azdır. “Şek”de eşittir. “Reyb”de olma ihtimali daha azdır.

Kur’an okuyucuya “Sen hesab etme” diyor. Asla hesab etme, çünkü sonunda “benne” kelimesi vardır. İsim cümlelerinde “İnne” başa gelir. Fiillerde ise fiilin sonunda gelir. Üstünlü olursa müfred ,ötreli olursa çoğul olur. “Tahsabunne” denir.

الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَوا (elLaÜINa YaFRaXUvNa Bı MAv EaTaV)  

“Ety ettikleri ile ferahlananları.”

Burada “Bima Etev Bihi” anlamındadır. “Bihi” hazf olmuştur. “Ety ettikleri şeylerle ferahlananlar.” Baştaki “Bi”nin tekrar etmesi için hazf edilmiştir. “Ma” “Men” olmadığı için “Etev”deki zamir ona raci olmayacağından onun “Bihi” olduğu kolayca bilinir. “Yaptıkları şeylerden ferahlananları sen hesab etme.”

Çok önemli bir hususu açıklamaktadır. İnsanlar başka bir şey yaparlar. Kötü ve yersiz işler yaparlar, sonra iyi giden işler olabilir, onu da kendilerinin yaptığını ileri sürerler.

Ülkemiz 1920’den beri iyiye doğru gitmektedir. Bütün sıkıntılara rağmen bir bakıyorsunuz ilerleme kaydediliyor. İstiklâl Savaşımızı kazanmış olmamız dahi belli yöneticilerin veya zümrenin değil, halkın Allah’ın ilhamı ile şahlanışı ile olmuştur. Demokrat Parti de öyle geldi. ANAP da öyle geldi. AK Parti de öyle geldi.

Bu değişmeler sayesinde ülkede kendiliğinden düzelmeler oldu.

Gelen partiler bunları kendilerinin yaptıklarını sandılar ve ferahlandılar.

وَيُحِبُّونَ أَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا (VaYuXıbBUNa EaN YuXMaDUv Bı MAv LaM YaFGaLUvv  “Fi’letmediklerine karşılık hamd edilmelerini hubbediyorlar.”

Kendileri yapmamış ama kendileri yapmış gibi seviniyorlar. Tarihteki başarılar böyle hilelerle doludur.

Birileri Allah rızası için canı gönülden çalışırlar… Akıllılar dışarıda kalır ve beklerler… O çalışanlar tam mahsul olacağı zaman yorulmuşlardır, kenara çekilmişlerdir... Alanı boş bulan bu kenarda bekleyenler onu değiştirerek sahip çıkarlar. Anadolu ve Ortadoğu Hıristiyanları uzun çileler ve sabırdan sonra Romalı Pavlus Bizans’la anlaşarak Hıristiyanlığın nimetlerini toplamıştır. Dört halifenin meyvelerini Emeviler toplamıştır. Hazreti Ali taraftarlarının çilesine Abbasiler konmuşlardır. Selçukluların zaferleri üzerine Osmanlılar oturdular. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde de İstiklâl Savaşı’nı Müslümanlar kazandılar, ama başaranlar lâikler oldu.

Kıbrıs’ı Erbakan aldı; baştan karşı olan Ecevit ise sonra ‘Kıbrıs fatihi’ kesildi!..

Adil Düzencilerin zaferine AK Partililer yerleştiler. Geçmişte yapılanların sonunda elde edilen sonuçların kendilerinin eseri olduğunda öğünüyorlar. AB’nin kanunlarını geçirtip halkı uyutma dışında hiçbir şey yapmadıkları bugünlerdeki “Ceza Kanunu” çalışmaları ile tam olarak ortaya çıkmıştır.

Tarihin anlattığına göre başkalarının çalıştığını gasb ile mirasına konanlar ferahlanmaktadırlar.

Atalarımız “Eşeğin çalıştıklarını at yer” diyorlar. AK Partili zavallılar da günümüzde böyle inanıyorlar. “Adil Düzen”le iktidara gelen Millî Görüşçüler de öyle sandılar. “Nasılsa atı aldık, Üsküdar’ı geçtik!” dediler ve “Adil Düzen”e cephe aldılar. Ama sonra CIA ajanları onları mefluç hâle getirdi. Kalplerine Allah korkusu yerine derin devletin korkusunu düşürdü.

Millî Görüşe karşı olanlar şimdi iktidardadırlar. ANAP ve Doğru Yol’dan buraya gelenler hükümetlik yapıyorlar. Bütün uyarılarımıza sırt çevirmişler, kendilerini Avrupa Birliği’nin kurtaracağına inanıyorlar; Allah’ın değil, Avrupa Birliği’nin kurtaracağına inanıyorlar! Bu küfür değil, şirktir.

Bu âyete başka mana veren olabilir mi acaba?

فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ (Fa Lav TaXSaBanNAHuM)  “Sen onları hesab etmeyesin.”

Tahsebenne”yi tekrar etmiştir. Hem da “Fa”dan sonra ard arda sadece te’kit değil, iki defa hesab etmeyesin. Görünüşteki bu durumları sebebiyle onları feraha götürmeyiniz.

Demokrat Parti zamanında “Bu memleketi Mustafa Kemal değil Allah kurtardı.” dedi diye DP coştu, diyeni milletvekilliğinden sildi. Mekke müşrikleri Allah’ı inkâr etmiyor, Allah’a putları da ortak ediyordu. DP müşriklerinin ona da tahammülleri olmamıştır. Ama sonra sehpalarda can verdiler; âhiretteki hesapları bir tarafa.

İşte böyle zahiri başarılarından dolayı geleceklerinin parlak görünmesine bakma. Sanma.

Avrupalılar Türkleri içlerine alıp eritmek için can atıyorlar. Bunu yapmak son derece kolay bir iştir.

Romanya’da, Polonya’da kuracakları fabrikalara Anadolu halkını taşırlar, orada iş verirler; Türkiye’de kuracakları fabrikalara da Almanları, Fransızları ve İtalyanları taşırlar; böylece 900 yıldır savaşlarla kurtaramadıkları Anadolu’yu aziz AK Parti sayesinde kurtarırlar.

Bunlar Avrupa Birliği’ne girmiyor; bunlar Avrupa Birliği’ne Anadolu’yu teslim ediyorlar!..

Halk Partisi de ses çıkaramıyor!.. Saadet Partisi de ses çıkaramıyor!.. Diğerleri de ses çıkaramıyor!..

Bizim korkumuz yoktur. Bunlar hep ülkeyi “Adil Düzen”e teslim etmek için yaptıkları çalışmalardır.

بِمَفَازَةٍ مِنْ الْعَذَابِ (Bi MeFaZaTın MıNa elGaZABı)  “Azabdan fevz olacaklarını hesab etme.”

Burada “Azap” marifedir. Böyle yapmaları sebebiyle dünyada uğradıkları azap zikredilebilir.

Bir topluluk olduğu için kişiler değil de topluluk azaba duçar olacaktır. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Demokrat Parti’nin, ANAP’ın, Refah Partisi’nin başına gelenler bilinmektedir. AK Partililerin başına bunlar gelmeyecektir sanma. Bu iktidardan düşme ve zulüm görmedir.

İktidarda olanların adaleti getirmeleri gerekir. İzmir Akevler’e yapılan zulme son vermeleri gerekir. 40 milyon dolarlık arazimizi gasp ettiler. 10 milyon dolarlık arazimiz de hâlen sit alanlarına çevrilmiş ve hapsedilmiştir. Başörtüsü zulmü devam etmektedir. Daha da ağırlaştırarak ceza kanununa sokmaktadırlar.

Bunların kendilerine kalacağını zannediyorsan, yanılıyorsun, böyle sanma.

İki yıl ya da yirmi ay önce yazdığım bir yorumda, AK Parti’nin iki yıllık ömrü var demiştim. Sonra işlerin iyi gittiğine bakarak bunun ertelendiğine kanaat getirdim. Ümit ettim ki, belediye seçimlerinden sonra belki bir düzelme olur. Belediye başkanlarıyla görüşmeler yaptık. CIA ajanları Antalya’da toplantı yaparak belediye başkanlarına ‘şirketlere sakın katılmayın’ dendi! Kooperatifler de şirket yapıldı! Hepsi derin kuyuya daldılar! Hasan Hacıbektaşoğlu da bizi unuttu!..

Ama şimdi bu âyeti okuduktan sonra o iyimser düşüncelerim yine kayboldu ve AK Partili kardeşlerimizin adına yine üzülmeye başladım. Duam; uyanmalarıdır… Allah onları gafletten uyandırsın…

Burada marife olan “Azap” âhiret azabı da olabilir, cehennem azabı da olabilir. O zaman dünyada böyle yapanlara karşı belirlenmiş bir azap olmayabilir.

Demokrat Parti’de Halk Partisi korkusu vardı. Şimdi aynı korku AK Parti’ye musallat olmuştur.

Sonuçlara bakarak bu azabın âhiret azabı mı, dünya azabı mı olduğu anlaşılır.

وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (Va LaHuM GaZABun ELIyMun)  “Bir de onlara elîm azap vardır.”

Buradaki “Azap” nekiredir, yani birinci azaptan farklıdır. Birinci azap dünya azabı ise bu âhiret azabıdır; birinci azap âhiret azabı ise bu dünya azabıdır.

O zaman AK Partisi’ne gelecek olan azap bundan öncekilere gelen azaplardan farklı olacaktır. Yahut onlardan biri olacaktır. Bunu AK Parti’nin başına gelecek azaptan anlayacağız. Maruf azap olursa bu âhiret azabıdır. O zaman âhirette değişik tür azaplar vardır. Yok eğer AK Parti’ye yeni azap gelirse âhiretteki azap tek tiptir. Her ikisinin dünya azabı olması da anlaşılabilir. O takdirde AK Parti’ye iki çeşit azap gelecektir. Ancak âhirette azaba uğramayacaklardır. Azabı burada çekmiş olacaklardır.

Mesela, Adnan Menderes’in başına gelen azabın ikisi dünyada olmuştur. Düşmüştür, asılmıştır. Bayar ise düşmüştür, asılmamıştır; onun ikinci azabı âhirete kalmıştır. Erbakan iktidardan düşmüş ve çeşitli cezalara çarptırılmış; âhirete azabı kalmamıştır diyebiliriz.

Gerek AK Partililere gerek Saadet Partililere tek tavsiyem vardır:

Adil Düzen Ekibi ile birlikte “Adil Düzen”i kabul edin. Bu sizi gelecek azaplardan kurtaracaktır. Sizin aranızdaki hasımlığı da bitirecektir. Bizden kaçtınız, birbirinize düşman oldunuz!

Bizden kaçmayın ki Allah sizi birbirinize dost yapsın. Saadetçiler sizi uzak tuttu, iktidara geldiniz. Şimdi siz onları uzak tutuyorsunuz. İkiniz de Akevler’i uzak tutuyorsunuz.

Biz zarar etmiyoruz. Siz zarar ediyorsunuz. Azap sizleri bekliyor. Gelin, Adil Düzencilerle beraber olun, selâmete erişin. Yoksa iki azap sizi bekliyor. Daha kötüsü azabınızın âhirete bırakılmasıdır.

وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (Va Lı elLAHı MüLKü elSaMAVAvTı Va eLEaRWı)

“Semavat ve arzın mülkü O’nundur.”

Mülk”, krallık demektir, hükümdarlık demektir. Türkçede “mülk” mala sahip olma anlamındadır. Oysa Kur’an’da ve Arapçada “mülk” kişilere ve mallarına sahip olma demektir. Kur’an’da “Sağ elinizin mâlik olduğu” denmektedir. Çünkü insan insana mâlik olmaz, sadece insanın varlığı başkasının mülküne sahip olur. İnsan Allah’ın halifesidir, memlük edilemez. Melik olan yalnız Allah’tır. O sebepledir ki Kur’an’da başkana “elçi” denmekte, “imam” denmekte, “yetkili” denmekte ama hiçbir zaman “melik” denmemektedir. Firavun’a “melik” denmektedir; ama sahte tanrılara tanrı dendiği gibi denmektedir.

İnsanın hiçbir zaman bir şeyi yaptığında onunla öğünme hakkı yoktur. Çünkü onu yapan kendisi değil, Allah’tır. Kendisini yaratan ve ona o imkanı veren kimdir? Allah’tır.

Türkiye’yi Mustafa Kemal yaratmadı. Bu 1950’ye kadar böyle idi. 1950’den sonra Demokrat Parti çıkardığı kanun ve yaptığı uygulamalarla Mustafa Kemal’i tanrılaştırdı. Oysa Mustafa Kemal’i de Allah yarattı. Kimsenin Mustafa Kemal’e tapacak bir borcu yoktur. Lâik düşüncede de bu böyledir. Mustafa Kemal’i Fransızlar doğurup yetiştirmedi, Tükler arasında doğdu, Türkiye’de yetişti. Türk milleti onu orgeneral yaptı. Türk milleti onu başkomutan yaptı, emrine girdi ve İstiklâl Savaşı’nı bir kişi değil, Türk milleti kazandı. Türk milletinin ona borcu yoktur. Varsa, onun Türk milletine borcu vardır.

İşte böylece Adil Düzencilerin de, partilerin ve partililerin de hiçbir zaman hiçbir suretle hiçbir şeyden dolayı öğünmeleri hakları değildir. Çünkü onlara bütün onları yaptıran Allah’tır. Olsa olsa Allah’a hamd etmelidirler. Zaten “Elhamdülillahirabbilâlemîn” kelimesi ile “Hamd yalnız âlemlerin Rabbi Allah’ındır” derken, bunu söylemiş oluruz.

وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (Va elLAHu GaLAy KülLi ŞaYEın KaDIyRun)  

“Allah her şeyin kadiridir.”

Yapan Allah’tır. İnsanlar sadece O’nun aracıdır. Bugünkü başarılar da O’nun eseridir. İnsanlar sadece bütün bunlardan imtihan olmaktadır.  

Allah Türk milletini “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı, İslâm düzeni olan “Adil Düzen”i tesis etmeye memur etmiştir. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü her yeni uygarlık için Allah bir kavmi iki-üç asır önceden yetiştirir. Osmanlı ıslahatları ve Cumhuriyet inkılâplarıyla Türk milletini batı ile doğuyu sentez etmek için hazırlamıştır. Adım adım “Adil Düzen” hazırlanmıştır. Bugün “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı hazırlayanlar da Adil Düzencilerdir. “Adil Düzen” Türkiye’den dünyaya duyuruldu. III. bin yıl da gelmiş bulunuyor.

Amerikancılar ne yaparlarsa yapsınlar, Avrupa Birlikçileri ne yaparlarsa yapsınlar, solcular nasıl bağırırlarsa bağırsınlar; Kitap Ehli yani tarikatlar, Nurcular, Millî Görüşçüler, Diyanet Teşkilatı ne söylerse söylesinler “Adil Düzen” iktidar olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkabilirler. Ama Türkiye’de “Adil Düzen”in gelip yerleşmesine kimse mani olamayacaktır.

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (EınNa FIy PaLqı elSaMAVAvTI VeLEaRDı)  

“Semavat ve arzın halk edilmesinde âyetler vardır.”

Semavat ve arz” Kâinatımızın adıdır. “Sema” hayvanın sırtıdır. “Arz” da hayvanın karnıdır. Alt ve üstü demektir. Kâinatın yaratılışı ilk özelliğin verilmesidir. Binanın yapılmasıdır. Çamurun yoğrulmasıdır. Elbisenin biçilip dikilmesidir. Bir canlının kromozomlarında bulunan genlerin dizilişi “hilkat”tir.

Hilkat birden oluşturulur. Kâinatta büyük hilkat birkaç defa olmuştur. İlk hilkat büyük patlamanın olduğu dönemdir. Bundan iki kusur milyar yıl önce olmuştur. Ondan önce ne zaman vardı ne de mekân vardı. Kâinat belki bir ceviz büyüklüğünde bir sıvı idi. Onun adı “arş”tı. Çünkü en yüksek yer o idi. Aslında ondan başka bir şey yoktu. Nasıl yağmur yüksekten aşağı yağarsa, ilk patladıktan sonra her şey ondan uzaklaşmaya başladı. Sanki yüksek olan o merkezden her şey çevreye yağmaya başladı. Onun için o yüksek yere “arş” denmektedir. O merkez dört boyutun merkezinde hâlâ duruyor. Ama orada yalnız negatif kitleler vardır. Buradaki kitleleri itmiştir. Bizde ise yalnız pozitif kitleler mevcuttur. Bu ilk hilkatte atomlar, yıldızlar, galaksiler, moleküller kotlandı. Tabiî kanunlarla yeryüzü oluştu, galaksiler oluştu, Kâinat oluştu.

Buna ikinci hilkat eklendi. O da yeryüzünün tanzimidir. Güneş etrafında belli hızla dönmesi, belli uzaklıkta olması, eksenin eğimi, suların ve havanın miktarı, atmosferin yapısı ikinci hilkattir. Bu ilk yaratılış kanunları ile kendiliğinden oluşmazdı.

Üçüncü hilkat ise zamanı gelince ilk canlının yaratılmasıdır. Ona bütün canlıların genlerinin konmasıdır. Bu da yeni hilkat olmadan olmazdı. İnsanın yaratılışı ise dördüncü yaratılıştır. Bu da insanın yaratıcı özelliği ile yaratılmasıdır. Yani insan bugün yeniden planlama yaparak uçakları yapabilmektedir.

Semavatın ve arzın hilkati bu dört hilkati de içine almaktadır.

وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ (VaEıPTıLAFı elLayLı ve elNaHARı)  

“Leyl ve neharın ihtilafında, madde ve enerjinin değişmesinde.”

Bir makine yaparsınız, bu halk etmektir. Onu kullanmak ise ihtilkaftır. Bir bina yaparsınız, bu hilkattir. Ama onu kullanmak ihtilkaftır. Miktarlar değişmez, ancak şekiller değişir, durumlar değişir.

Kâinatta sayılı ışık parçacıkları yaratılmıştır. Bunların sayılı hızları vardır. Hızların karelerinin toplamı da sabittir. Hızların toplamı da sabit olur. Bunların değişmesinden, yanı ihtilafından, yani bazı parçacıkların yavaşlaması, bazı parçacıkların hızlanması, parçacıkların bir araya gelmesi, birleşmesi, yarılması, aralarında denge kurması, madde ile enerjinin ihtilafı olmaktadır. Einstein’ın “Enerji eşittir madde ve ışık hızın karesi” şeklindeki formülü bunu ifade etmektedir. Kâinat öyle yaratılmıştır ki, bunlar değişsin ve bu sayede canlılar yaşasın. İnsan da iradesini kullansın. Melek, cin, ruh ve insan amel etsin ve yaşasınlar.

Bu düzen göz önüne alındığında müthiş bir durum vardır.

لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ (La EAvYAvTun Lı EuLı eLBAvBı)  

“Lub sahiplerine âyetler vardır.”

Lob” ceviz içindeki girinti çıkıntılara benzeyen insan beynindeki girinti ve çıkıntılardır. İnsan zekâsının burada olduğu öğrenilmiştir. Kur’an ve Arap dili ise bunu 1400 yıl önce açık bir şekilde ifade etmiştir.

Lub sahipleri” demek, zeki olanlar demektir. İçtihat yapabilenler demektir. Bunlar için “âyetler” vardır. “Âyet” açık kanıt demektir. “Âyât/Âyetler” denerek bunların hepsi bir araya getirilince bir bütün olmaktadır. Şimdi diyelim ki bir elektronun elektrik şu kadar kulombdır. Buna göre bu Kâinat kurulmuştur. Diğerlerinin hepsini aynı bırakıp da sadece elektronun yükünü değiştirdiğimizde acaba ne olur, diye bugün rahatlıkla hesap yapabiliriz. O zaman düzenin tamamen bozulacağı, mesela hidrojenin artık suyu oluşturamayacağı yani sıfır derecede eriyen bir suyu oluşturamayacağı, artık eritken olamayacağı, artık buzun sudan hafif olamayacağı ortaya çıkar ve hayat olmaz. Bütün bunları kim ayarladı?

Burada şuna işaret edilmektedir.

Kâinatta oluşmakta olan her şey Allah’ın takdiri ile olmaktadır. Biz birer sanatçı gibi rolümüzü oynamaktayız. Rolümüzü iyi veya kötü oynamakla takdir ve tekdir edilmekteyiz. İyi oynayamadığımız zaman antrenör bizi almakta ne yerimize başkalarını koymaktadır. Oynadığımız oyuna göre ceza görmekte veya mükâfat almaktayız. Yani, oyundan çıkarılma dünyevi cezadır. Sonraki mücazat ve mükâfat ise âhiretteki karşılıktır. Oyunda galip gelme ve mağlup olma başka bir şeydir. Doğru oynayıp oynamama önemlidir.

Bundan sonra elbâb sahiplerinin kimler olduğu anlatılacaktır.

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 52

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ(191)

رَبَّنَا إِنَّكَ مَنْ تُدْخِلْ النَّارَ فَقَدْ أَخْزَيْتَهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنْصَارٍ(192)

رَبَّنَا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلْإِيمَانِ أَنْ آمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَآمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ(193)

رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلَى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ(194)

 

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ (elLaÜIyNa YaÜKuRu elLAHa)  “Onlar Allah’ı zikrederler.”

Bundan önceki âyette; göklerin ve yerin yaratılışında, leyl ve neharın ihtilâfında “lub”lular için âyetler vardır denmişti. “Lub” beyin demektir; “Beyin sahipleri için âyetler vardır.” denmektedir.

Sûrenin başında da muhkem âyetlerden ve müteşabihlerden bahsettikten sonra, “Ancak elbâb sahibi olanlar zikreder.” denmiştir. Burada da sûrenin sonuna yaklaşırken “Onlar için âyetler vardır.” denmiştir.

Orada Kur’an âyetlerinden bahsetmişti. Burada Kâinat âyetlerinden bahsetmiştir.

İşte o kimseleri anlatırken “Onlar Allah’ı zikrederler” diye tavsif etmektedir.

Zikretmek” anmak demektir. Orada “Elbabı olmayanlar tezekkür edemezler” demişti. Burada “zikrederler” diyor. “Zikretmek” anmak, üzerinde düşünmek ve konuşmak demektir.

Zekera” hatırladı demektir. “Zekera indehum” onlara anlattı demek olur.  

Burada elbâb olanların birlikte zikretmelerini istemektedir. “Ellezîne yezkürûne” gelmiştir.

Allah’ı zikretmek” demek, O’nu düşünmek, O’nu hatırlamak demektir. Her hareketimizde, her davranışımızda Allah aklımıza gelecek ve ona göre davranacağız. Yaşadığımız topluluğumuz aklımıza gelecek, o topluluğu düşüneceğiz. O topluluğun düzenine uyacağız, bir de o topluluğun sorunları varsa onları çözmeye çalışacağız, yanlış yolda iseler onları uyaracak, onların doğru yola gelmeleri için elimizden geleni yapacağız.

Allah’ı zikretmek” demek, O’nun Kâinat içindeki düzeni, topluluk içindeki düzeni içinde kendi görevlerini hatırlar ve ona göre çalışırlar ve davranırlar demektir.

قِيَامًا (KıYAvMan)  “Kıyamda iken.”

Bu âyette insan için dört hal tasvir edilmektedir. “Kıyam” ayakta, “kade” oturmakta, “cenb” yatmakta. Hayatımız üç şekilde geçer; ayakta, oturarak veya yatarak. Bu arada namazda “rüku” ve “secde” de yapmaktayız. Onlar hayatımızın sürekli parçasını teşkil etmez. Rüku kıyama dahildir. Secde cenbe dahildir.

Ayakta daha çok dolaşırız. İş yaparken de ayakta oluruz. O halde iş yaparken ve seyahat ederken Allah’ı zikredeceğiz. Nereye gidiyorum, niçin gidiyorum? Bileceğiz. Bu davranışım Allah’ın rızasına uygun mudur? O’nun halifesi olan insanlığa, insan topluluğuna, aileye hizmet ediyor mu?

Babalar ve anneler daha çok aileyi düşünürler. Ama gençlerin ve evli olmayanların ise böyle kaygıları yoktur. Allah bunlar için de böyle yapmaları gerektiğini hatırlatıyor. İnsan kendi kendisini yaratmadı. Anne babası onu doğurdu, büyüttü ve yetiştirdi. Şimdi onların da görevidir. Evlenecekler ve çocukları olacak, onları büyütecekler. O çocukların yaşayabilmeleri için, çalışabilmeleri için, korunabilmeleri için topluluklara, devletlere ihtiyaçları vardır. Ona göre davranacaklardır.

وَقُعُودًا (Va QuGUvDan)  “Ve kuudda iken. Ve otururken.”

Arapçada oturmak için iki fiil vardır. Biri toplantı amacı ile oturmak demektir. Kur’an’da bir yerde geçmektedir. Diğeri ise genel oturmadır. Gerek kıyam, gerek kuud müfrettir. Oysa bir cemiin hâlidir. Masdar olduğu için müfret getirilmiştir. Bir de bunları kıyamda ve kuudda birlikte zikretmektedir. Bir toplantıdadırlar ve orada zikrediyorlar. Ayaktadırlar, yahut oturmuşlardır. Ayakta iken birlikte iş yapmak suretiyle Allah’ı zikretmektedirler. Topluluğu düşünmektedirler. Aileyi ve insanlığı düşünmektedirler. Diğer insanları düşünmektedirler. Bu sebepledir ki bunlar müfret masdar olarak gelmişlerdir. Kalkarken, otururken manâsı da çıkabilir. Ayakta hareket hâlindedirler, otururken de sohbet hâlindedirler. Namazda hem kıyam, hem de kaade farzdır. Namaz hayatın bir misalidir. Kur’an’da namazdaki kadeye ait başka âyet yoktur.

وَعَلَى جُنُوبِهِمْ (Va GaLAv CuNUvBıHıM)  “Ve cenblerinde iken.”

İnsanın üçüncü hali yatmaktır. İnsan kendi yatağında yatmaktadır.

“Fî Medacıhım” denmemiş de “Alâ Cunubihim” denmiş. Burada yatarken daha çok sırt üstü veya yüz üstü değil de, yan yatma gerektiğine işaret etmektedir. Bunun dışında “Cenb” sağ veya sol yerine dört yandır. Yani, ön ve arka da yandır. Bu durumda burada secdeye işaret etmiş olabilir. Ama genel manâda yatakta yanlarına yatmış iken Allah’ı tezekkür ederler. Burada “Cenb” çoğul olarak gelmiştir. Artık burada toplu düşünme yoktur, toplu davranma yoktur. Kişi kendisi ile baş başa kalmaktadır. Herkes kendi kendine düşünmektedir. Dolayısıyla cem’ yani çoğul olarak gelmiştir. Her halükârda kıyam ve kuud ayrı, cenbler ayrı zikredilmiştir. Burada ikili değil de üçlü zikredilmiştir ama 2 ve 1 olarak zikredilmiştir. Tekil, çoğul, sonra tekil olanlar kıyam ve kuud olarak zikredilmiştir. Böylece üçlü görünürse de gerçekte ikilidir.

Bu âyete dayanarak günümüzü üçe ayırıyoruz. Sekiz saati uyku, sekiz saati yaşama, sekiz saati de çalışma olarak belirtebiliyoruz. Yahut günü ikiye bölüyoruz. Yarısı çalışma ve okuma, diğer yarısı da yeme, içme ve uyku. Gündüzün yarısını işte, diğer yarısını ilimle ve sohbetle geçiriyoruz.

Namaz bizim bu saatlerimizi tanzim eder:

  1. Saat dörtte kalkar, vitir namazını kılarız, yemek yeriz, sabah namazına gideriz. (2 saat)
  2. Güneş doğmadan önce sabah namazımızı kılarız, işe gideriz. Öğleye kadar çalışırız. (6 saat)
  3. Öğle namazımızı kılarız, eve gideriz, yemek yeriz, uyuruz. Öğleden sonra yarısında yeniden toplanırız. (3 saat)
  4. İkindi namazını kılarız. İsteyenler öğleden sonra özel işlere gitmek isteyenler giderler, isteyenler ilim yaparlar. Resmi mesai 6 saattir. Devlet memurları öğleden sonra özel iş yapar ve geçimlerine katkıda bulunabilirler. Sonra akşam toplantısı yapılır. (3 saat)
  5. Akşam yemeği yendikten sonra herkes tekrar toplanmaya ve sohbet etmeye başlarlar. Bu herkes için zorunlun olan zikir vaktidir. (4 saat)
  6. Ezan okunur, yatsı kılınır, herkes evine döner ve uyku dönemine girer. (6 saat)

Buna göre 6 saat uyku ile evde geçirilmektedir. 3 saat öğleyin evde geçirilmektedir. Sabah vitirden sonra 1 saat evde geçirilmektedir. Akşamleyin yatsıya kadar 2 saat evde geçirilmektedir. Toplam 6 saat evde geçirilmektedir. Diğer taraftan 6 saat resmi çalışma saati vardır. 2 saat da akşam okuma vardır. 8 saat toplu halde geçirilmektedir. Diğer saatler ise kişilerin kendi kullanımlarına bırakılmış bulunmaktadır.

İşte bu âyet bunu göstermektedir. “Zikretmek” aynı zamanda namaz kılmaktır. Ama namazın öğrettiklerini yaşamaktır. Yani, namazda temizleneceksin; ama tüm vakitlerini temiz geçirmeğe çalışacaksın. Namazda giyineceksin; ama yaşarken tüm vakitlerde giyinmiş olacaksın. Sadece yatakta elbiseni çıkarabilirsin.

Burada iki hususu belirtelim:

  1. Kur’an’da namazın şartları olarak ne zikredilmiş ise tüm hayatımızda o şartlar içinde olmamız gerekmektedir. Namaz cemaatle kılınıyorsa işleri de cemaat içinde yapmalıyız. Çarşıya herkes gelir, kendi işini yapar, ama herkes aynı zamanda gelir, aynı zamanda tatil eder. Çünkü çarşıda herkes iş yaparken birbirleriyle alışveriş yaparlar. Biri gelmezse işler aksar. Bunun gibi namaz bize bir örnektir. Nasıl yaşayacağımızı öğretir. İslâmiyet’te çocukları okutup büyüdüklerinde salıvermek yoktur. Beşikten başlayıp mezara kadar öğrenmek zorundayız, eğitilmek zorundayız. Namaz yaşayışımızı düzenler, zekât ekonomimizi düzenler, oruç bize irade eğitimini verir, hac da seyahat etmemizi düzenler.
  2. Bunun yanında ikinci bir kural daha vardır. Eğer bir ibadet Kur’an’da emredilmiş ise mutlaka o namazda yapılacaktır. Mesela Kur’an’da “Allah’ı zikrederler” diyorsa, namazda zikredilecektir. Kur’an’da “istiğfar ederler” diyorsa, namazda istiğfar edilecektir. “Tesbih ederler” diyorsa, tesbih edilecektir. Bu durumda “cenbleri üzerinde zikrederler” âyetini namazdaki uygulanmasını secde ile ifade edebiliyoruz. Yahut teheccüd namazı, yatmadan önce veya yatakta uyandıkları zaman kalkıp kılarlar anlamına gelir ki, o zaman mecazi olur.

وَيَتَفَكَّرُونَ (VaYaTaFakKaRUvNa)  “Ve tefekkür ederler.”

Bundan önce “tezekkür” geçti. Burada da “tefekkür” geçmektedir.

Zikr” demek, yaş bir dalı eğdiğiniz zaman size gelir, serbest bırakınca tekrar eski yerine gider. Avrupalılar buna “elastiki” diyorlar, Araplar “zekera” diyorlar. Buna mukabil bir çamuru sıkıştırırsanız artık kendiliğinden eski şekline dönmez. Latince’de “plastik”, Arapça’da “unsa” denmektedir. Yumuşak demire “zeker”, çeliğe “unsa” denmektedir. “Zikretmek” hatırlamak demek, tekrar eski yerine gelmesi demektir. Hafızanın adı Arapça’da “zakire”dir.

Fikr” kelimesi ise “Bikr” kelimesinden dönüşmüştür. Meyvelerden ilk olgunlaşanlara “bikr” denmektedir. Sonra bu olgunluk “erme” anlamına gelmiştir. “Bakire” demek, henüz evlenmemiş kız demektir. İnsanın ilk olgunluk günleri demektir. Bu dönem insanın ilk akıllanması dönemidir. Sorumluluğu yüklenme dönemidir. İşte bu durumda iken yapılan düşünmeler “Fikr”dir. “Zikr” ise geçmişte olanları bilmektir.

Fıkh” insanın ne yapması gerektiğini tesbit etmektir. “Akl” ise halka demektir. Develerin ayaklarını kazığa bağlayan halka demektir. Zincirin her bir halkası “yuk”dur. “Akletmek” demek, halkalardan ibaret olan cümleleri dizerek bir sonuca varmak, zincir oluşturmak demektir. Tümevarım, tümdengelim veya şer’î kıyas şeklinde olur. Hangi sebeplerin hangi sonuçları doğurduğunu tesbit etme demektir.

Fikr” ise oluşların hikmetlerini aramaktır. Ben neden yaratıldım? Kâinat neden yaratıldı. Bana niye göz verildi? Kuşa neden kanat verildi? Yılanın görevi nedir? Nereden geldik, nereye gidiyoruz? gibi hikmete ait sorular üzerinde durmaktır. Allah bizim bunlar üzerinde durmamızı istemektedir. Abdesti nasıl alacağımız fıkıhtır. Abdesti niçin alacağımız hikmettir. Abdestin yararlarını tesbit etmek tefekkürdür.

فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (Fıy PaLQı elsSaMAVAvTı Va EleRWı)  

“Semâvât ve arz üzerinde tefekkür ederler.”

Kâinat on küsur milyar ışık yılı çapındadır. Hâlen ışık hızı ile genişlemektedir. Aralarında 2 milyon ışık yılı mesafesinde yıldız yığınları bulunmaktadır. Kur’an bunlara “hubuk” demektedir. Bu en yüksek semadır. Bu üç boyutlu sema dört boyutlu uzay içinde büyümektedir. Onun adı “kürsi”dir. O da “arş” içinde olmaktadır. O sayede biz iradi hareketlerimizi yapabilmekteyiz. O semanın altında yıldızların burçlar oluşturduğu sema vardır. Bu sema disket gibidir Çapı 100 milyon ışık yılıdır. Kalınlığı ise on milyar ışık yılıdır. Burada her biri birer güneş olan yıldızlar vardır. Bu disk de merkezi etrafında dönmektedir. Ondan sonra güneşimiz gelir.

En yakın yıldızın bizden uzaklığı 2 ışık yılıdır. Yani, biz oraya “alo” desek, onlar da cevap verse, ancak dört yıl sonra cevap gelebilir. Bu güneş seması da üstten üçüncü semadır. Bunun çevresinde gezegenler vardır. Bu gezegenlerin biri de dünyamızdır. Dünyamıza güneşten sekiz dakikada ışık gelmektedir. 2 sene ile 8 dakika uzaklığı kıyaslayabilirsiniz. Bundan sonra kamerin seması gelmektedir. Bu dördüncü semadır. Bizden uzaklığı güneş uzaklığının dötyüzde biridir. Ondan sonra yerden üçüncü sema gelir. Işık semasıdır. Elektrik semasıdır. Güneş ışığı devamlı olarak bunu besler. Havanın kaçmasını engeller. Uzaya karşı da koruyucudur.

Atmosferin tam kalınlığı yer yarıçapının altıda biridir. Yerin atmosferli çapı ay uzaklığının ellide biridir. Buranın kalınlığı 1000 kilometredir. Onun altında birinci tabaka vardır, onun kalınlığı 100 kilometredir. Hava tabakasıdır. Onun altında da yağmurlu tabaka gelir, 10 kilometredir. Tüm denge bunların üzeride kurulmuştur.

Su tabakası olmazsa biz yaşayamayız. Hava tabakası olmazsa su uçup gider, ayrıca gök taşları bizi parçalar. Elektrik tabakası olmazsa hava tabakası uçup gider, ayrıca atmosferin öldürücü ışıkları hayatı bırakmaz. Ay sayesinde dünya düzgün dönmektedir, yoksa sürtünme ile kısa zamanda duruverirdi.

Ay olmasa hayat olmaz. Güneş zaten enerji kaynağımızdır. Yıldızların neşrettikleri ışıklar dünyamıza gelerek bilhassa çimlenmelere imkan vermektedir. Yıldız kümeleri sayesinde ısı dengesi sağlanmaktadır.

Yeryüzüne geldiğimizde yine hep hayata uygun bir şekilde düzenlenmiştir. Mesela, havada bırakın diğer maddeleri, çok az miktarda bulunan helyum olmasa nefes bile alamayız. Tuz biraz fazla olsa çorak olur, az olsa hayat olmaz. Görülüyor ki, her şey bir işe yarasın diye yaratılmıştır.

İnsanın ve canlıların vücudu da böyledir. Hiçbir şey gereksiz ve lüzumsuz değildir.

İşte insanlardan lüb sahipleri Kâinatta her şeyin gereği kadar ve ince hesaplara dayalı olarak yaratıldığını düşünürler. Bu bize neleri emretmektedir? Bütün ilimleri öğrenmemizi emretmektedir. Demek ki hepimiz bir fakültede tahsil yapmalıyız, hepimiz mastır ve doktora yapmalıyız. Kâinatı kül içinde öğrenmeliyiz.

Bir yanımızı derinleştirip tefekkürde katkımızın olması gerekir. Bunun için cem’ yani çoğul sigası ile getirilmiştir. Bir şeyi birimiz bilirsek hepimiz bilmiş oluruz. Çünkü gerekirse sorup öğrenebiliriz. Bunun için işbölümü yapmamız, her birimizin bir şey üzerinde derinleşmemiz, ama sonra onu topluluğa mâl etmemiz gerekir. Mesela, her birimiz bir teleskop alıp burçlardan birini gözetler ve farklılıkları kaydedebiliriz. Her birimiz birer madde alıp onun üzerinde derinleşme yapabiliriz. Her birimiz bir hayvanı veya bitkiyi, her birimiz bir kazayı ele alıp öğrenme konumuz yapabiliriz.

“Adil Düzen” eğitim sisteminde bu çalışmaları yapanlara kamu gelirlerinden bir pay ayrılır.

رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا (RabBaNAv MAv PaLAQTa HavÜAv BaOıLan)  

“Rabbimiz, bunu bâtıl olarak halk etmedin.”

Kâinatta bizden başka daha üç çeşit varlık vardır. Bunlardan ikisi bâtın âlemin varlıklarıdır. Bunlar ruh ve meleklerdir. O Kâinatı biz göremiyoruz, dolayısıyla onların Kâinatı üzerinde düşünemiyoruz. İki yaratık da zâhir âlemde vardır. Bunlar insan ve cindir. Cinler ateşten yaratılmışlardır, güneşte ve yıldızlarda yaşarlar.

Biz onları görmüyoruz. Biz şuurlu varlık olarak yalnız kendimizi görüyoruz. Diğer varlıkların kendi varlıklarından bile haberleri yoktur. Biz öyle görüyoruz. Bir apartmanı yaparsınız ki içinde insanlar otursunlar. Bu Kâinat kimin için yaratılmıştır? İnsanlar otursunlar diye yaratılmıştır. Çünkü bilinçsiz varlıklar için bir şey yapmak abesle uğraşmaktır. İnsan yalnız yeryüzünde değildir. Diğer yıldızların hepsi birer güneştir, onların çevresinde de gezegenlerin olduğu tesbit edilmiştir. Kur’an’da oralarda da insan olduğu bildirilmiştir. Uzak galaksilerde de olması gerekmektedir.

O halde biz bu Kâinatın yaratıcısına hitap ederken “Rabbimiz” diye hitab ederiz. Çünkü Kâinatı bizim için var etmiştir. Cennet ve cehennem de bizim içindir. Melek, ruh ve cinlerle beraber “Rabbimiz” diyebiliriz. Buradaki “biz” ile sadece biz insanları değil de, onları da bir arada kastederek söyleyebiliriz. “Ey cin ve ins maşeri” diye bize birlikte hitap etmektedir. “Sen bunu boş yere yaratmadın.” denmektedir.

‘Bunları’ değil de ‘bunu’ deniyor. Yer ve göklerin hepsine bir zamir gönderiyor. “Semâvât ve arz” birleşik bir ifadedir, Kâinatın adıdır. Üç boyutlu genişleyen Kâinatın adı semâvât ve arzın adıdır. Biz bunu böyle anlamaktayız. Burada da açık delil vardır. Zamir müfret gelmiştir. Çünkü Kâinat bir bütündür. Her şey o bir makinenin parçalarıdır. Nasıl bir apartman içinde çok daireler vardır diye çoğul zamiri gönderilmezse, nasıl bir trenin vagonlarına çok zamir gönderilmezse, burada da tekil zamir gönderilmiştir. Daireleri kastedecek olursan o zaman çoğul zamir gönderebilirsin.

“Rabbimiz, bunu bâtıl olarak yaratmadın.”

Bâtıl” çürük, içi boş demektir. Aslında “bâtın” kelimesine akrabadır; karın demektir. Karın, vücudumuzda göğsün altındaki yerin adıdır. Aynı zamanda “cevf” boşluk demektir. “Bâtın” içi dolu olan, “bâtıl” da içi boş olan cevftir. Eğer içi gereksiz şeylerle dolu ise o da “bâtıl” olur. Bakarlar ve düşünürler ki; bu Kâinat boş yere yaratılmamıştır. Yaratmış olan Rab her şeyi bizim için var etmiştir. Bir zamanlar yeryüzü de boştu. Bizim için hazırlanıyordu. Bizim yaşayacağımız duruma gelince Allah bizi yarattı. Şimdi bize teknik imkânlar verdi, göklere açılıyoruz. Gelecekte diğer gezegenlerde de insanlar yaşayacaktır. Denizlerde insanlar balıklar gibi dolaşacaklardır. Onlar da bizim için yaratılmıştır. Onlar olmazsa yerin hareketleri bu düzende olmaz.

سُبْحَانَكَ (SuBXAvNaKa)  “Senin sübhanın.”

Yer ve gökler Sen’in sübhanındır. “Sübhan” nidadır. Senin mahlukun demektir. “Sabh etmek” yüzmek veya uçmak demektir. Mecazi olarak zamanla yere, mekâna ihtiyacı kalmamak demektir. Mekân ve zaman dışında olmak demektir. Kainat Allah’ın sübhanıdır. O’nun öyle bir yaratığıdır ki, kendi dışında bir şeye muhtaç değildir. Kendi içinde mükemmel cisimdir. Kürsi arşı ile bir bütündür.

Bunu bugün matematikte şöyle ispat edebiliyoruz. Küçük sayıyı büyük sayıya bölemiyoruz. Kesir sayılarını icat ettik. Küçük sayıdan büyük sayıyı çıkaramıyoruz. Menfi sayıları, – sayıları icat ettik. – sayının kökünü alamıyoruz. Buna karşılık bâtınî sayıları, sanal sayıları icat ettik. Bundan sonra artık yapamayacağımız işlem yoktur. O halde tam, kesir, eksi ve sanal sayılar dörtlüsü sübhandır. Kendi içinde yeterlidir, bir başkasına ihtiyacı yoktur. Kâinat da böyle kendi kendine yeter bir Kâinattır. İnsanı ele alalım. İnsan sübhan değildir. Çünkü yemek, içmek, hava almak, bir yeri işgal etmek ihtiyacındadır.

“Senin sübhanın” demek, Sen’in mükemmel, eksiksiz eserin demektir. Bunu var eden Allah’ın kendisi ise bu özelliği taşır, ona da “samed” denmektedir. Bu mükemmelliği görünce de; bâtıl olsaydı, içinde eksik çürük şeyler bulunsaydı, makine sağlam olmasaydı sübhan olmazdı.

Eskiden Kâinatta birtakım eksiklikler, yanlışlıklar buluyorlardı. Ama artık 21. yüzyılda Kâinatta bir eksikliğin, bir yanlışlığın olmadığı çok açık bir şekilde tesbit edilmiştir. Şimdi insanlar aynı eksikliği ve yanlışlığı sosyal kanunlarında, O’nun şeriatında buluyorlar. III. bin yılda bunların saçma düşünceler olduğu anlaşılacak ve insanlar O’nun sosyal kanunlarında mükemmellik bulunduğunu göreceklerdir. Savaşların mükemmellik olduğunu, çok evliliğin mükemmellik olduğunu, giyinmenin mükemmellik olduğunu göreceklerdir. Köleliğin mükemmellik olduğunu göreceklerdir. Kimse Allah’ın kanunlarını değiştiremez.

فَقِنَا عَذَابَ النَّار (Fa QıyNAv GaÜAvBa eLnNARı)  “Bizi nâr azabından vikaye et.”

Meyve ağacını dikersiniz, meyvesini versin diye; boş olarak büyüsün demezsiniz. İnsan da Kâinatın meyvesidir, canlının meyvesidir. Kâinat onun için var edilmiştir. Tohum nasıl tekrar canlanmak içinse, insan da tekrar dirilmesi içindir. Bu dünyaya getirip, birtakım sıkıntıları çektirip, sonra da öldürüp yok etmek bâtıl bir yaradılış olur, abes olur. Diğer canlılar insan için varolmuşlar, görevlerini yapıp giderler.

İnsanlar kim için varolmuşlardır? Gelecek nesil için diyelim. Eğer Kâinat ebedi olsaydı, sonu gelmez olsaydı, bugünkü insanlar yarınkiler için vardır diyebilirdik; ama Kâinatta entropi büyüyor, Kâinatın sonu olduğu kesin olarak biliniyor. İnsanın da sonu var demektir. O halde yine abeslik içinde olacağız. İşte bu düşüncelerden hareket ederek şu sonuca varırlar; biz görevli isek sorumluyuz da. Nitekim görevini yapmayan canlı ortadan kaldırılmaktadır. Biz de görevli olduğumuza göre hesab vereceğiz.

İşte bundan dolayı insanlar “Bizi ateş azabından koru” diyerek dua ederler. Akıl yoluyla da âhiret azabına ulaşılacağına hükmederler. Soğuk azab olmaz. Çünkü soğukta durgunluk vardır, hareket yoktur. Hayat kalmaz ki azab olsun. Soğuğun canlıları yoktur. Oysa sıcakta cinler yaşıyor, molekül yapıdan atom yapısına geçilmektedir. Cinlerle beraber orada eğitilmektedir. Cinler molekül yapıya geçebiliyorlar. Cehennemdekiler de atom yapılardan tekrar molekül yapılara geçebilecektir.

Sorumsuzluk içinde olduğumuzu düşünmek ve sübhanı reddetmek demek, Kâinatı bozabileceğimizi sanmak demektir. İyilerle kötüleri bir tutmak demektir. İnsanlar arasında bu dünyada adalet olmadığı için sübhan olabilmesi için âhirette hesapların görülmesi gerekir. Herkes yaptığının hesabını vermezse sübhanlık olmaz.

رَبَّنَا (RabBaNAv) “Rabbimiz!”

Kur’an’da 110 yerde “Rabbena” olarak geçer. Bunun onda biri Bakara’da geçer. Dördü Bakara’nın son dua âyetlerinde geçmektedir. 11 adedi de bu sûrede (Âl-i İmrân) geçer. Böylece beşte biri bu sûrelerde geçmektedir. Bu son dua âyetlerinde ise 5 defa geçmektedir. 10,11,12,13,14. âyetlerinde eşit aralıklarla geçmektedir. Satırların son yarılarının başında yer almaktadır. Dua kısmını beşe bölmektedir.

  1. “Rabbimiz, Sen bunu boş yere yaratmadın.” Böylece görevli olduklarını beyan ediyorlar.
  2. “Rabbimiz, Sen kimi nâra idhal edersen ihza edersin.” Tefekkür yoluyla insanların âhireti de idrak edebileceğine işaret etmektedir.
  3. “Rabbimiz, münadinin nidasıyla da imana dâvet edildiklerini işittik.” diyerek, aklın yanında nakli de tasdik ettiklerini arz etmektedirler.
  4. “Rabbimiz, mağfiret et, affet ve ebrar ile vefat ettir.” diyerek, kendileri için âhirette yer talep ediyorlar. Önce âhireti düşünüyorlar.
  5. “Rabbimiz, resullerine vaat ettiğini ver.” diyorlar. Yani, bu dünyanın zaferini de talep ediyorlar.

Böylece mü’minlerin nasıl davranacaklarını tekmil alarak Allah öğretmektedir.

Komutan bir emir verdiği zaman emir alana tekrar ettirir. Emri anladığını imtihan eder.

Allah da bize bu duaları söyletmekle emri tekrar ettirmektedir.

إِنَّكَ مَنْ تُدْخِلْ النَّارَ (EınNaKa MaN TuDPıLı elNAvRa)  “Sen kimi nâra idhal edersen.”

Bundan önceki ifadede “Bizi ateş azabından koru” diye dua edilmişti. Burada da ateşin ne olduğu tarif edilmektedir. “Nâr” ve “nûr” vardır. Melekler nûrdan, cinler de nârdan var edilmişlerdir. İnsan ikisi arasındadır. Topraktandır. Aslında “nâr” da “nûr” da aynı köktendir ve aynı şeyleri ifade eder. Ateş sıcaklıktır, yüksek enerjidir. Daha çok hareketlilik ve canlılık vardır. Soğukluk ise düşük enerjidir. Ölüm demektir. Dondurma demektir. Âhiretteki azabın soğuklukla değil de sıcaklıkla tanımlanması bundan dolayıdır. Çünkü soğuklukta yeni bir hayat olmaz. Oysa sıcaklıkta atom çekirdekleri arası ilişkilerle hayat olur. Yoksa Arabistan’da sıcaklık sıkıntı veriyordu, onun için ateşten bahsediliyor iddiası tamamen yanlıştır. İnsan sözü olsaydı böyle çevre şartlarına göre konulurdu. Mamafih Allah Arapça’yı Kur’an için geliştirdi. Sıcak yeri de onun için seçti ki ifadeler doğru olsun. Biz eğer ateşe atılsak yanıp kül oluruz. Oysa cehennemde ölüm yoktur. Deriler kavrulduğu zaman yenileri çıkar. O halede ateşe dayanmak için iki yol vardır. Ya ateş mecazdır. Nitekim yakıtı taş ve insandır deniyor. Oysa taş yanmaz. İnsan da yanıp kül olmayacak. O halde bu bizim bildiğimiz ateş değildir. Ya da bizim bildiğimiz ateştir, ancak orada insan cinleşecektir. Çekirdek yapısına dönüşecektir. Aynı genlere sahip olacaktır. Orada olgunlaştıktan sonra tekrar molekül yapısına dönüştürülecektir. Akıl yoluyla bulunan ateş mecaz anlamdaki ayeştir. Burada “ateş” hakiki anlamda değil, mecazi anlamda gelmiştir.

فَقَدْ أَخْزَيْتَهُ (FaQaD EaPZaYTaHuv)  “Onu ıhaza edersin.”

Hızy” seviye düşüklüğü demektir. Hizanın alt tarafıdır. Bu kelimenin “hazine” kelimesi ile akrabalığı vardır. “Hazine” depo demek, gömü demektir. Çukurda yapılan ambar demektir. “Hüzün” yani üzüntü de buraya düşen kimselerin duyduğu duygulardır.

Bir toplulukta insanın bir değeri vardır. O değer sayesindedir ki insan toplulukta yaşar. Topluluk eğer bir kimseyi alçak görürse o kişi o toplulukta yaşayamaz. Burada görülüyor ki, nârdan maksat aşağılanan ateştir. Düşkün olmadır. İnsanlar ancak akıl yoluyla böyle bir ateşi keşfedebilirler. Öldükten sonraki cennet ve cehenneme gelinirse, onları ancak gelen vahiylerin bildirmesinden öğrenebiliriz.

وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنْصَارٍ (Va MAv Lı lJAvLıMIyNa MıN EaNWAvRın)

“Zalimlere bir ensar bulunmaz.”

Burada “kafirlere” demiyor, “zalimlere” diyor. Zulmedenlere bir ensar bulunmaz, yardımcı bulunmaz. Bunu biliyoruz. O halde ‘biz zulmetmeyeceğiz’ diye taahhütte bulunurlar. Şimdi bir adam eline bombayı almış, binayı uçuracak. Taksi tutmuş, taksi de bunu bile bile götürüyor. O bombayı götüren zalim olduğu gibi, birkaç kuruşuna ona şoförlük yapan taksici de zalimdir. O halde biz de madem bu zulüm yapan devlete vergi veriyoruz, askere gidiyoruz, o halde biz de zalimiz. Ne yapabiliriz?

Görevimiz, bombalı adamı oraya gitmekten caydırmaktır. Gemideyiz. Gemiden inemeyiz. Çünkü boğuluruz. Devletimizi yaşatmak zorundayız. Zalim yöneticiler varsa onları yola getirmeliyiz. Baş edemiyorsak, bir kayık bulup gemiyi terk etmeliyiz; ama asla gemiyi batırmamalıyız. Çünkü biz de boğuluruz.

AK Parti iktidar oldu. Görevi zulme mani olmak. Bir örnek olarak anlatalım: Akevler’in İzmir’de dört bin (4000) dönümlük bin (1000) ortaklı bir arazisi vardı. Şehrin kenarında çağın gereklerini karşılayacak bir site kıracaktık. 150 senelik tapusu vardı. İçinde belki on tane ağaççık vardı. Bu arazimiz “Orman!” diye gasp edildi.

Şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin vazifesi nedir? Bize bu arazimizi iade etmek. Ülkenin her tarafı böyle zulümlerle dolmuştur. Ya ormandır, ya meradır, ya sit, ya doğa sit alanıdır, ya tarihi sit alanıdır bahaneleriyle on milyonlarca vatandaş mağdurdur. İstanbul bunun için bir gecekondu şehridir. İnsanlık içinde Türklerin bir ayıbıdır. Bu güzelim yerleri bu halde çirkinleştirmeye ne hakkımız vardır?!.

İşte biz de bu kervana katılmak zorundayız. Bu ülkede yaşıyorsak, askerlik de yapacağız, vergi de vereceğiz; ama aynı zamanda bu zulme son vermek için de çalışacağız. İşte “Adil Düzen” bunun adıdır. “Adil Düzen” için çalışmayan zalimdir. Onun ensarı yoktur. Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye okumadan zulüm kanunlarını Meclis’ten geçirtmenin anlamı nedir? Biz işte dua ederken zalimlerin ensarı olmayacağımızı Allah’a ikrar ediyoruz ve “Adil Düzen” için çalışmaya söz veriyoruz. Mevcut “Adil Düzen”e inanmayan ve zalim düzende de işlerin yürüyeceğini sananlar kâfir değil zalimdirler ve onların ensarı olmayacaktır.

رَبَّنَا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلْإِيمَانِ  (RabBaNAv SaMıGNAv MuNADiYan YuNAvDIy LıLEIyMANı)  

“Rabbimiz, iman için nida eden münadiyi sem’ ettik.”

Tefekkür yoluyla, akıl yoluyla gerçeklere ulaşan mü’minler, ayrıca nakil yoluyla da akıllarını tasdik edeni duydular. Bizim aklımız var, biz zaten aklımızla doğru yolun ne olacağını bulabiliriz. Buluyoruz da. Sonra görüyoruz. Karşımıza Kur’an çıkıyor. Okuyoruz. O doğrularımızı tasdik ediyor, yanlışlarımızı düzeltiyor. Elbette ona kulak vereceğiz. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı okuduğumuzda, hepsi mâkul şeylerdir. Hepsinin müsbet ilimle ispatı mümkün olan şeylerdir. Kur’an’ı okuduğumuzda onun mâkul olan şeyleri söylediği görülür. Oysa insanlar dalâlet içindedirler.

“Köleliği kaldırdık!” diyorlar. “Tek eşliliği getirdik!” diyorlar. Ekseriyet sistemini ikame ediyorlar, merkezi yönetimde birlik buluyorlar. Bunların hepsi ilmen bâtıldır. Tabiî ve sosyal kanunlara aykırıdır.

Kur’an ise ütopik düşünceleri değil, gerçek hayatı bize veriyor.

İşte Kur’an’ın gösterdiği yoldan gitmez ve kendi aklımızı kullanmazsak hidâyete erişemeyiz.

أَنْ آمِنُوا بِرَبِّكُمْ (EaN EavMıNUv Bı RabBıKuM)  

“Rabbiniz ile iman edin. Sizi yetiştireninizle kendinizi güvene alın.”

Allah bizi yarattı ve yetiştirdi. Şimdi de yetiştirmektedir. Ölüme kadar yetişeceğiz. Cennete gideceğiz. Cehennem dahi cennete giden bir yoldur. Rabbin bir nimetidir. Biz davranışlarımızı ve düşüncelerimizi hep Allah’ın “rab” sıfatı içinde geliştireceğiz. Muasır medeniyetin seviyesi üstüne çıkma bu demektir.

Allah madem “rab”dır, devamlı gelişme içinde olmalıyız. “Bugünü düne eşit olan mağbundur.” hadisi budur. On seneye o büyük inkılâbı nasıl sığdırdılar? İşte böyle her gün imtihana girdiler. Yeni sorunlarla karşılaştılar ve çözdüler de öyle o büyük uygarlığı kurdular. Adil Düzenciler için de Mekke dönemi bitecek. Medine dönemine geldiklerinde her gün bir inkılâp yapacaklar ve on sene içinde “Adil Düzen”i getirecekler.

فَآمَنَّا (Fa EavManNAv)  “Biz de iman ettik.”

Çağıranın çağrısına uyduk ve biz de iman ettik.

Burada münadiyi tek kelime olarak kullanıyor, çünkü her topluluğun bir başkanı olacaktır, bir dâvetçisi olacaktır. Burada yapılan dâvet iman çağrısıdır, güven çağrısıdır. Siyasi parti başkanının çağrısıdır.

Böyle bir nida henüz Adil Düzencilere gelemedi. Ama yakında gelecektir. Bir ‘Adil Düzen Partisi’ kurulacaktır. Siz de ona kulak vereceksiniz. O size; “Rabbinize iman edin. ‘Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası’nı artık hayatınıza geçirin.” diyecek. Siz de ona; “İman ettik.” diyecek ve katılacaksınız.

İşte ondan sonra “Adil Düzen” gelecek ve ülkede zulüm bitecektir.

Bugün insanlar zalimdir, ama onları zulme götüren kendi kötülükleri değil, düzenin kötü olmasıdır. Bu düzen değiştiği zaman herkes ‘zalim Ömer’ iken ‘adil Ömer’ olacaktır.

رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا (RabBaNAv FaĞFıR LaNAv ÜuNUvBaNAv)  

“Rabbimiz, zenblerimizi mağfiret et.”

Biz iman etmekle iş bitmez. “İman ettik” dedikten sonra bu zulüm düzeninde işlediklerimiz vardır, zenblerimiz vardır. Onların örtülmesini isteyeceğiz. Yaptığımız seyyielerimiz vardır, onların afv edilmesini isteyeceğiz.

Zunüb” nedir, “Seyyie” nedir?

Ğufretmek” demek, hufreyi yani çukuru kapatmak demektir. “Zenb” ise gizli yapılan fiillerdir. Kuyruk anlamındadır. Saklanarak yapılan işler demektir. Orada istenen; “Suçlarımızdan tevbe ettik, bizim eski ayıplarımızı ortaya çıkarma.” demektir. “Âhirete vardığımızda da onları fâş etme. Dünyada da öyle yap.”

Mesela, siz bir hırsızlık yaptınız. Sonra tevbe ettiniz. Malı bir yolla iade edersiniz, ama ‘ben hırsızlık yaptım’ diye fâş etmezsiniz. Zina da böyledir. Eğer evlenmeniz mümkünse evlenirsiniz. Değilse, yaptıklarınızı gizli tutar, kimseye duyurmazsınız. Allah da sizi afvedebilir. Bunlar için “mağfiret” ifadesini getirmektedir.

وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا (Ve KafFıR GaNAv SayYıEaTıNAv)  “Seyyielerimizi bizden tekfir et.”

Hufr, Kabr, Gufr ve Küfr. İkisi çukur, ikisi de kapatmadır. “Küfr” tohumu toprağa kapatma demektir. “Seyyie” ise kötülük demektir. “Zenb” bir kişiye karşı işlenir ve fiil o anda sonuçlarını verir. “Seyyie”de ise fiili işlersiniz, o anda kötülüğü görülmez ama sonra kötülüğü ortaya çıkar. İçki içme böyledir. Gıybet etme böyledir. Bunların tekfir edilmesi istenmektedir. Yani, kötülüğe karşı iyilik yapmak, kötülüğü iyiliğe çevirmek.

“Seyyielerimizi de tekfir et, ört.” Yani, kötülükler ortaya çıkmasın. Yani, bize öyle hareketler yaptır ki, zenblerimiz mağfiret olsun, seyyielerimiz tekfir olunsun.

“Hasenatlar seyyiatları götürür.” âyetinin de teyit ettiği gibi; şimdi bizim elimizden zulmü önlemek gelmiyorsa, zulmün mağdurlarına yardım edebiliriz. İşte “Adil Düzen”i şimdi kendi aramızda kurar, mağduriyetleri giderebiliriz. İşsizlere iş bulabiliriz. Mala-Mal Marketi kurmakla bunu sağlamış olacağız. Herkes ürettiği malı getirip bize satabilecektir. Böylece kimse işsiz kalmayacaktır.

Buradan yapılan kazançlarla açlara yardım imkanını bulacağız. Hasta olanları parasız tedavi edeceğiz. Mahkemelere düşenlerin avukatını tutacağız. Ortakların muhasebesini biz parasız tutacağız. Tam 25 (yirmibeş) hizmeti yapacağız. Böylece seyyiatlar tekfir edilecektir.

Enflasyona karşı mücadelede borçlanmayı altınla, ödemeyi Türk Lirası ile yapmakla sağlayacağız. Faizsiz kredileşme ile ekonomilerimizi düzelteceğiz. İşte “Bizim seyyielerimizi tekfir et” diye dua ederken, aynı zamanda bu işlerimizi yapacağımıza da söz veriyoruz demektir.  

وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ (Va TavVafFaNAv MaGa elEaBRARı)  “Bizi ebrârla vefat ettir.”

Her birimiz ayrı ayrı vefat ettiğimize göre biz nasıl ebrarlarla vefat edeceğiz?

Burada “Mea” kelimesi “Fi’l-Ebrar” anlamındadır. Yani bizi ebrar arasında, birrler arasında vefat ettir, demek olur. “Birr” iyilik demektir. “Berr” de iyi demektir. “Berr” aslında kara demektir. Deniz karşılığı karadır.

Canlılar sularda yaratılmıştır. Uzun evrimden sonra karaya çıktılar. Böylece kara hayatı başladı. Bunlardan bir kısmı tekrar deniz hayatına döndüler. Balinalar böyledir, ciğerleri vardır. Karadaki hayat daha işbirlikçi bir hayattır. Çiçeklerle arılar arasında büyük bir dayanışma vardır. Biri bitki, biri de hayvan. Birbirinden genetik bakımdan çok uzak oldukları halde, ikisi birbirine uygun işler yaparlar. Çiçekler bal özü üretirler. Kendilerine bir işe yaramaz, ama onunla gelen arılara ziyafet verirler. Rengarenk halleri ile arılara güzel görünür ve kendilerine çekerler. Koku salarak onlara nerelerde olduklarını bildirirler. Çiçeklerin bunlardan hiçbir faydası yoktur. Arının da ayaklarında tüyler vardır. Oralara çiçek tozları yapışır. Bunda da arıların bir yararı yoktur. Bal özü karşılığı çiçek tozunu çiçeğe götürürler. İşte bu uyum, bu iyilik “berr”de vardır.

Bur” arpa demek, tahıl demektir. Ziraat yapılan ilk bitkidir. Tohumları insanları doyurur, ama insanlar da onları hazırlarlar. Böylece onlara yaşama ve gelişme imkânını sağlarlar.

İnsanlar mü’minler arasında yaşamayı, mü’minler arasında ölmeyi, mü’minler mezarlığında gömülmeyi isterler. Böylece âhirete vardıkları zaman cemaatçe Allah onların zenblerini affedecek, günahlarını tekfir edecektir. İşte bu âyet bize mü’minlerin bir mahalleye taşınmaları, kendileri için bir site kurmaları, sonunda bir il, bir ülke oluşturmaları gerektiğini ifade ediyor. Bu da savaşla değil, muhaceretle sağlanacaktır. İyiler birbirine hicret edeceklerdir. Böyle olanlar “ebrarlarla beraber vefat etmiş” olurlar.

Savaşa gidip şehit olanlar için de durum aynıdır.

Adil Düzen”i kurmalıyız ve “ebrar” ile birlikte yaşamalıyız. O zaman içimizde günah işleyenlerimiz de affedilecek ve mağfiret edileceklerdir. Biz insanların kötülük işlemelerini önleyeceğiz.

İyi toplulukta kötülük işlemek zordur. Türkiye’de müslümanların cemaatleşme hareketleri başlamıştır. Ama siteleşme hareketleri başlamamıştır. Bir apartmana sahip olduğumuzu düşünelim. Bunun için yapılacak iş herkesin evini satması, ama iki yıl içinde kiracı olarak oturmasını şart koşmasıdır. Sonra bunlar birleşir, bir arsada kooperatif olarak inşaat yapabilirler. Yarı fiyatla mâl ederler. Hepsi oraya taşınır. İşte böylece ebrarla beraber olurlar. Tapular kooperatifte durur. Eğer apartmanın veya sitenin kurallarına uymayan olursa, hakemler kararı ile çıkarılır. Çıkarılan ortağın parasını eksiksiz olarak apartmanda kalanlar öder, sonra birisine satar ve paralarını geri alırlar. Daha sonra ne yaparız? Böyle apartman sahipleri eğer 1000 (bin) aile olmuşlarsa, 1000 (bin) dönümlük yer alır. Orada 100 (yüz) apartmanlı bir site kurarlar, yahut 1000 (bin) villalı site kurabiliriz. O zaman kendi bucağımızı kurmuş oluruz. Ekonomi hayatımızı da düzenlemiş oluruz.

Bunları yapmak asla zor değildir. Biz İzmir “Akevler”de bunları yaptık.

Ancak o zamanki acemliğimizden dolayı hatalar yaptık, “Adil Düzen”i tesis edemedik.

Önce insanlara inandırmak gerekmektedir. İşte o siteye taşınmakla “Mea’l-Ebrâr” olacağız.

“Teveffenâ Mea’l-Ebrâr” demek, mea’l-ebrarda iken vefat ettir demek olmaktadır. Yani hâldir. Yani, beni o cemaatten ayrı iken vefat ettirme demektir. Bu ebrârlar müslimler olurlar, mü’minler olurlar.

Biz müslimlerle beraber olduk; ama mü’minlerle beraber olamadık. Sizler olacaksınız, inşaallah…

رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدْتَنَا (RabBaNAv Va EaTıNAv MAv VaGadTaNAv)  

“Rabbimiz vâdettiğini de bize ita et.”

Burada “Va” harfi gelmiştir. Bundan önce yapılan dua âhiretle ilgilidir. Dünyadaki zafer değildir. Müminler önce âhireti isterler.Şimdi ise dünyada da zafer istiyorlar. Onun için “Va” harfi gelmiştir. Yani, biz hem dünyayı hem de âhireti istiyoruz. Kişi olarak biz cennet karşılığı malımızı ve canımızı sattık; ama cemaat olarak zafer istiyoruz. Açık olarak “Adil Düzen”i istiyoruz. Zalim düzenden bizleri kurtarmanı istiyoruz.

İşte böylece “Adil Düzen” için çalışacağımızı da taahhüt ediyoruz.

عَلَى رُسُلِكَ (GaLAy RuSuLiKa)  “Resullerine vaat ettiğini bize ita et.

Bakalım resullere neler vaat etmiş?

“Sonra resulleri ve iman etmiş olanları inca ettik (kurtardık). Böylece mü’minleri inca etmek üzerimize haktır (borçtur).” (Yûnus;10/103)

“Biz resullerimize ve iman etmiş olanlara dünya hayatında nusret edeceğiz.” (Mü’min;40/51)

İşte Allah kendi resullerine bunları vâdetmiştir. Allah bize diyor ki; resullerime vâdettiğimi isteyin.

Yalnız şunu unutmamalıyız ki, Allah bu vâdi “mü’minlere” yapmıştır; “müslimlere” değil!

Mü’min cemaat oluşursa, o zaman hem necâta erdirecek, hem de nusret edecektir. Bu O’na borçtur. Farzdır. O öyle diyor. “Hakkan aleyna” diyor.

Bilmem, biz daha ne bekliyoruz?! Allah borcunu ödemekten aciz mi kalacak?

Demek ki bizde eksik olan bir şey var; o da bizim “mü’min” olamayışımızdır.

Biz de şimdi dua ediyoruz:

Mü’min olmak için uğraşıyoruz, çabalıyoruz, ama olamıyoruz. Sen yardım etmezsen, Sen takdir etmezsen biz mü’min olamayız. Olamayınca da Sen’den resullere vâdettiğini isteyemeyiz.

Rabbimiz! Şimdi Sen’den şu duada bulunuyoruz. Bizi amelen destekleyecek Ebu Bekirleri gönder. Bizi siyaseten destekleyecek Ömerleri gönder. Bunları gönder ki imanımız ziyadeleşsin, tamamlansın ve artık “Adil Düzen”i kuracak bir mü’minler grubu oluşsun.

Biz Sen’den Karunları istemiyoruz, biz Sen’den Firavunları ve Ebu Cehilleri istemiyoruz. Biz Sen’den Ebu Bekirleri ve Ömerleri istiyoruz. Sen’in malını Sen’in uğrunda harcayacak olanları istiyoruz. Sen’in iktidarını Sen’in yoluna koyacakları istiyoruz.

Ya bize nusret et, mü’min cemaat olalım; ya da varsa bize mü’min cemaati göster, onlara tâbi olalım.

Rabbimiz! Artık fetret devri bitsin. Resullerine vâdettiğini bize ver, borcunu öde! Bizim alacağımız yok, ama Sen öde! Çünkü mü’min bir cemaat olamadık ama önce lütfünle borçlan, sonra da öde!..

وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ (Va LAv TuPZıNAv YaVMa elQıYAvMaTı)  

“Âhiret yevminde de bizi ihza etme.”

Allah’tan yardım alıyorlar, iktidar oluyorlar; sonra “Bizim programımızda faizsizlik yok!” diyorlar ve Allah ile harbe devam ediyorlar! “IMF ile yapılan eski anlaşmadır!” deyip işsizliğin zalimi oluyorlar.

Gün geliyor, anlaşma sona eriyor; ama onlar IMF ile yeniden anlaşma yapıyorlar! Mü’minleri ve Allah’ı kandırıyorlar! Kandırdıklarını zannediyorlar. Aslında onlar sadece kendilerini kandırıyorlar…

Rabbimiz!

Bizi onlar gibi yapıp da âhiretimizi elimizden alma, dünyayı verme!

Öyle iktidardan, öyle zenginlikten bizi koru.

Öyle olacaksak; bizi daha da fakir, daha da yoksul bırak.

Bu dünyayı verip de âhiretimizi zelil etme.

Biz böyle dua etmeliyiz. Biz böyle dua ediyoruz.

Biz bizim için ne iktidar, ne de zenginlik istiyoruz.

Biz Sen’in “Adil Düzen”in için zenginlik istiyoruz, biz Sen’in “Adil Düzen”in için iktidar istiyoruz.

Kendimize de istemiyoruz. Sadece böyle olup destekleyecek kullarını cemaatimize istiyoruz.

Burada Allah hep “ihza”dan bahsetmektedir. “Sen kimi ateşe sokarsan onu ihza edersin” diyor. Burada da “kıyamet gününde bizi ihza etme” diye dua ettiriyor. Çünkü dünya çıkarı için zenginlik isteyenlere, dünya çıkarı için iktidar isteyenlere Allah bu dünyada verecektir. Ama âhirette de onların o çıkarlarını yok ederek cezalandıracaktır. Orada alçaltacak, orada yoksul bırakacaktır. Biz Allah’a dua ediyoruz;

Allah’ım! Böyle bir makamı, böyle bir serveti istemiyoruz.

Daha da yoksul hâle getir, daha da mazlum kıl bizi, ama orada, âhirette huzy etme.  

إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ (EnNaKa LAv TUPLıFu eLMıGADı)  “Sen vâdettiğin zamandan veya yerden hulfetmezsin. Günü gelince vâdini yerine getirirsin.”

Biz onu istiyoruz, sabırsızlıkla onu bekliyoruz. O yeri ve günü bekliyoruz. Bizim Sen’den bunu istemeye hakkımız yoktur, buna yüzümüz yoktur. Ancak böyle dua etmemizi Sen emrettin. Biz de Sen’in emrini yerine getirdik. Haddimiz olmadan artık vâdettiğin şartları Sen hazırla ve Sen bize vâdini yerine getir.

III. Bin Yıl Uygarlığı’nın ilk yıllarında “Adil Düzen” hiç olmazsa ülkemizde kurulmaya başlansın. Bir yerde başlansın. Onun için Ebu Bekirlere ihtiyacımız var, Ömerlere ihtiyacımız var. Kullarından uygun gördüklerine ilham et de bize katılsınlar. Vâdini böylece yerine getir. Yahut başka bir şey yap ama bizi bu cahiliye içinde yaşatma. Bizi ebterlerin içinde ölüme terk etme. Rabbimiz! Duayı Sen öğrettin, biz de yapıyoruz. Artık kapalı olan önümüzü aç. Kiralayacak ev bulamıyoruz. Bizi daha fazla imtihan etme. Çünkü sınıfta kalacağız. Yardım et de sınıfımızı geçelim. Kopya vermeyeceksen bize öğret, Rabbimiz!..

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2179 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2191 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2314 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2857 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3472 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2506 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2081 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
1963 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2268 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1863 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2355 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2327 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3294 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2327 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2668 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
1980 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2163 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3273 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2924 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2193 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2531 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2779 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2843 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2445 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2369 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3632 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2504 Okunma

© 2024 - Akevler