ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
2532 Okunma
ALİİMRAN 156-163

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 41

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُوا فِي الْأَرْضِ أَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ يُحْيِ وَيُمِيتُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(156)

وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِنْ اللَّهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ(157)

وَلَئِنْ مُتُّمْ أَوْ قُتِلْتُمْ لَإِلَى اللَّهِ تُحْشَرُونَ(158)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHAv elLaÜNa EaMeNUv) “Ey iman etmiş olan kimseler.”

Bu sûrede bu hitap 7 defa geçmektedir. (3/100, 102, 118, 130, 149, 156, 200) 200. âyet son âyettir.

Bundan sonra gelen başlangıçta sûrenin yarısı içtihat bölümünü anlatmıştır. Son yarısında ise diğer cemaatlerle ilişkiler üzeride durmaktadır. Son yarısının ilk dörtte birinde bu hitap yoğunlaşmıştır.

Bundan sonra son âyete kadar bu hitap tekrar etmeyecektir.

Bu sûrede “Ey nâs” hitabı hiç yoktur. Bundan sonraki Nisâ Sûresi’nde her iki hitap vardır.

Sûrenin yarısında içtihat sisteminden bahsedilmiş ve “Ey iman edenler” hitabı yapılmamıştır. Çünkü içtihat hem müslimlere hem mü’minlere farzdır. Sûrenin ikinci yarısı ise müminlere hitap etmektedir.

Mü’minler de iki gruba ayrılmaktadır. Birinci grup öldürme yetkisi olmayan Mekke mü’minleri, ikinci grup ise savaşma yetkisi olan Medine mü’minleridir. Buraya kadar daha çok Mekke mü’minlerinden söz etmiştir. Bundan sonra Medine mü’minleri ele alınmış oluyor.

“Ğuzzen” kelimesi Kur’an’da bir defa geçmekte, o da bu sûrede bulunmaktadır. “Ğaza” savunma savaşı değildir. Fitnenin kalkması ve dinin Allah için olması için yani lâiklik için savaştır.

لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا (LAv TaKUvNUv Ka elLaÜIyNa KaFaRUv)  

“Küfretmiş olanlar gibi olmayınız.”

Bu dünyaya gelmişiz, yaşıyoruz ve hayatın hakikatını kavramaya çalışıyoruz.

Bu dünyaya gelirken bize “Bu dünyaya gelmek istiyor musunuz?” diye sormadılar.

Biraz sonra gideceğiz. Kimse bize “Bu dünyadan gitmek istiyor musunuz?” diye sormuyor.

Tıp ilmi çok gelişmiş bulunmaktadır. Değişik tıp alanlarında bu kadar uğraşılmaktadır. İlgili tıp bilginleri yeni canlı var edelim diye çabalar sarf ediliyor. Klonlama yapıyorlar.

Tıp ilmi bu kadar ilerledi de acaba neden yaşlanmayalım diye bir adım atamıyorlar? Hastalıksız bir vücudu neden yapamıyorlar? Yaratan’a kafa tutanlar biraz ömürlerini uzatsalar ya.

Nasıl yaşlanmayı ve ölmeyi önleyemiyorsak, o halde bizi var edenin tabiî ve sosyal kanunlarına teslim olmalıyız. Zaten istesek de istemesek de teslim olmak zorunda kalıyoruz. Çünkü bunun dışında herhangi başka bir alternatifimiz yoktur.

Madem ki iman ettik, madem ki Allah’ın ordusunda asker olduk; o halde ölmeye de rıza göstermeliyiz. O’na teslim olup O ne derse onu yapmalıyız. Ölümü göze alan ve buna baştan rıza gösteren kimse için artık dünyada tasa kalmaz.

Türklerin daima zafer kazanmalarının sebebi budur. Türkler savaşa girmekten çok korkarlar ve kaçınırlar. Ama bir gün savaşa karar verdiler mi, artık yenilmeyi düşünmezler. Çünkü temel şiarları “Ya istiklâl ya ölüm”dür. Artık onlar için ölmek var, dönmek yoktur. Savaşa giderken zaten kendilerini ölmüş kabul ederler. Bu anlayış da onları hep zafere götürür.

Mü’min için mü’min olmak budur. Ben beni var edene teslim oldum. Bana ne görev verirse onu yaparım. Bu görevimi yerine getirirken ölmem gerekirse seve seve ölürüm. Çünkü ben âhirete inanıyorum. Buradan yani bu dünyadan sonunda nasılsa gideceğim.

İman ettikten sonra böyle düşünmeyenler küfretmiş olurlar.

وَقَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ (Va QavLUv Lı EıPVANıHıM) “Ve kardeşlerine dediler.”

Ben mü’minim diyor, kapalı seçim sandığına gidiyor, o anda korkuyor ve ona göre oy kullanıyor. Bizim bu seminerlerimize gelmekten korkup derslere gelemiyor. Çevresi onu değişik maddî ve manevî gerekçelerle korkutuyor. O da sonunda onlara uyup ilmî çalışamaya bile gelemiyor.

Oysa biz şimdiye kadar suç işlemiş ve mahkum olmamışızdır. Aslında bugüne kadar suç işlemeden de, yani haksız yere de mahkum olmadık. Bizim neyimizden korkuyorlar?!. Hâlâ tam olarak anlayabilmiş değiliz. Ama şeytanları onları işte böylece “Adil Düzen”den uzak tutuyor.

Buradaki “kardeşleri” demek çevreleri demektir. Kendileri gibi korkaklardır.

Mü’min olan kimse suç işlemekten korkar, cezadan kokmaz. Mü’min olan öldürmekten korkar, ölmekten korkmaz. Çünkü o malını ve canını Allah’a cennet karşılığı satmıştır.

إِذَا ضَرَبُوا فِي الْأَرْضِ (EıÜAv WaRaBUv Fıy elEaRWı)  “Arzı darb ettiklerinde.”

Burada “İn” değil de “İza”yı getirmiştir. Yani, insanlar için arzı darb etmek asıldır.

Arzı darb etmek” demek; iş için olsun, tebliğ için olsun, tanışmak için olsun, öğrenmek için olsun yola çıkmak demek, yahut fabrikalarda iş yapmak demektir.

İnsanlar kaza olur korkusu ile evde oturmak, iş yapmamak isterler.

Bugün tehlikesiz bir iş yoktur. Aslında bu her zaman böyledir.

Kazadan korkup iş yapmamak, burada yerilmiştir. Yalnız fizikî kazalarda değil, sosyal işlerde de cesur olmak gerekir. Kanunları ve yönetmelikleri adalet içinde yorumlamak, içtihat yapıp doğru ne ise onu uygulamak gerekmektedir. Zulmetmekten korkmak gerekir, zulmedilmekten değil. Bundan dolayı da zalimlerden korkmamalıdır. Kanunlar insanlara zulmetmek için yapılmamıştır. Onun içindir ki kanunların sadece lafzıyla değil, ruhuyla da yorumlanması asıldır.

Kur’an için de bu böyledir. Müteşabih olanlar muhkemlere göre tevil edilir.

Hâsılı, korkaklık sebebiyle iş yapmamak, yahut doğru iş yapmamak küfürdür.

Burada küfrün başka yönüyle tanımı yapılmaktadır. Haksızlığa uğrayacağından veya kaza yapacağından korkup iş yapmamak veya doğru iş yapmamak küfürdür. Allah’a ve Allah’ın kaderine inananlar korkmadan yaşarlar. Ölmekten korkmadıkları için de her gün ölmezler.

أَوْ كَانُوا غُزًّى (EaV KavNUv ĞuzZan)  “Ya da ğazada olduklarında.”

Yani, arzda diğer işler sebebiyle çıkmayı veya gazada olmayı tanımlamaktadır.

Medine Devleti kurulduktan sonra müfrezeler silahlanıp çıkar, kasabalara uğrar, oralardaki insanları dine davet ederlerdi. Kimseyi İslâmiyet’e yani İslâm düzenine girmeye zorlamazlardı. Sadece Müslümanlarla anlaşma yapmalarını, isteyenlerin Müslüman olmalarına müsaade etmelerini isterlerdi. Böyle bir anlaşma yapıldıktan sonra orası Dâr-ı İslâm sayılırdı. İşte buna “gaza” denmektedir.

Bu hizmetler yapılırken saldırıya uğrayıp ölenler olurdu. Kur’an bunu ayrı olarak zikretmektedir.

Güvenlik sağlanacak ve o beldede veya ülkede herkes güven içinde dolaşacaktır. Mü’minler ise güvenliği sağlamakla görevli kimselerdir. Bunu gerçekleştirmekte olan mü’minler eşkıyalar için özel hedef teşkil ederler. Mü’minler işte bu görevleri yapacaklardır.

“Kıtal” cephe savaşı ise, “gaza” eşkıya takibi olarak da anlaşılabilir. O zaman yukarıdaki “arzı darb etmek” demek, cephe savaşı yapmak demek olur. Her iki manâ da doğrudur.

Savaşın kuralları ile gazanın kuralları farklıdır.

Savaşta karşı tarafta olanlar suçlu olsun olmasın, kim varsa öldürülür, esir edilir.

Oysa gazada yalnız saldıranlar öldürülür. Esirlik de yoktur. Ganimet almak da yoktur.

Ganimet askerler arasında bölüşülür. Eşkıyaların malı müsadere edilir, ancak müsadere edilen bu mallar devlete kalır. Öldürene yani katil fiilini işleyenlere karşı yakalanmaları için kamu bütçesinden ödül konabilir.

Hazırlamış bulunduğumuz anayasamızda (İnsanlık Anayasası’nda) bu husus yer almamıştır. Üzerinde çalışılarak eklenmesi gerekir.

لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا (LaV KavNUv GıNDaNAv)  “İndimizde olsalardı.”

Yani, mü’min değil de müslim kalsalardı. Siyasetle uğraşmasalardı, cihat yapmasalardı.

Siyaset yaptığımız zaman arkadaşlarımıza hep bu siyaset yaptırmama baskıları yapılmıştır.

1969’da Aydın’da bağımsız adaylığımızı koyduk. İzmir’deki esnaf toplandı ve bizi desteklemek amacıyla seçim masraflarımızı karşılamak üzere para taahhüdünde bulundular. Ben de bu taahhüde güvenerek gittim ve Aydın’da otel tuttum. Benim ve Erbakan’ın dostu olan Yaşar Tunagür’ü Süleyman Demirel göndermiş ve esnafa demiş ki; “Ne yapıyorsunuz? Yarın maliyeden memur gelir ve sizi mahveder!” Onlar da bu söz üzerine beni desteklemekten vazgeçtiler. Toplanmış olan meblağı da vermediler. Başka amaçla kullandılar. Ben borçlanarak sözümü yerine getirdim. Babamdan kalan bir yerin satışından çok sonra o borcu ödeyebildim.

Millî Selâmet Partisi iktidar olunca bu anlayıştaki insanların hepsi Erbakan’ın sadıkları, etrafından bir an bile ayrılmayan dostları oldular! Ama Erbakan iktidardan düşünce tekrar uzaklaştılar.

Akevler kurucularını çok uzun süreceği için burada anlatamayacağım nice baskılar altına aldılar!

İndimizde olsalardı ölmezlerdi.

Ortaklarımızdan kimi vali olmak için bizimle ne kavgalar yaptılar!..

Engel olarak hep “Adil Düzen” gösterilmiştir. Bunlar kendilerini böylece kurtaracaklarını sanmışlardır.

Bizimle görüşmekten bile korkanların hâli burada tasvir edilmiştir.  

مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا (MAv MaTUv Va MAv QuTILUv)  “Mevt etmezler ve katl olunmazlardı.”

Burada “mevt ve katl” birlikte zikredilmiştir.

Mevt” eceliyle ölmek anlamındadır.

Katl” ise başka insan tarafından öldürülmek, yahut kaza ile ölmektir.

Burada her ikisi birlikte zikredilmiş, ama araya “Ve” harfi getirilmiş, “Ev” harfi getirilmemiştir. Çünkü kastettikleri tek kavramdır. Onlara göre eceli gelmeden ölmektir. Evde otursalar kaza olmayacak, yahut birileri onları öldürmeyecektir.  

Daha önce de anlattığımız gibi, kendimizi teoriler içine gömmeliyiz. “Ölür müyüm, ölmez miyim?!.” Bunları düşünmemeliyiz. Yaptığımız işlerde kendimizi tehlikeye atmadan cesaretle doğru bildiğimiz işleri yapmalıyız. Ölürsek şehit, kalırsak gazi olacağımızı bilerek korkmadan davranmalıyız.

Hz. Peygamber (s.a.v), helal rızık elde etmek için çalışırken kaza geçiren şehittir der.

Dört delile dayanarak içtihat yapıp ona göre amel etmeliyiz. Ölmemiz veya öldürülmemiz ise bizim kaygımız olmamalıdır. İşte iman budur. Bu mertebeye ulaşanlara “mü’min” denir. Allah herkesin bu mertebeye çıkmasını da istemiyor. Diğerlerine “müslim” deniyor. Geri dönüş yoktur. Geri dönüş şeytan işi olur.

لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ (LıYaCGaLa elLAvHu ÜaLıKa XaSRaTan Fıy QuLUvBıHıM)  

“Allah bunu kalblerinde hasret yapsın diye ca’letti.”

Allah insanlara böyle sıkıntılar verir, eziyetlere koyar ve onları cezalandırır.

Eğer birine kin beslerseniz, ona değil kendinize eziyet etmiş olursunuz. Bir şeyi elde edemedim diye sıkılırsanız, kendinizi cezalandırırsınız. ‘Kaybettim’ deyip ‘ah vah’ ederseniz de aynen öyledir.

Mü’minler kendilerine göre doğru ne ise onu yaparlar. Ondan sonra sabırla olacakları beklerler. Ne olursa olsun onu hayır sayarlar. Hepsinin Allah’ın takdiri ile olduğunu bilirler.

Kendileri ellerinden geldiği halde yapmaları gerekeni yapmazlarsa, işte asıl ona üzülmelidirler. Hattâ bu durumda da üzülme fayda vermez. Tevbe edip nasıl o yanlışı düzeltecekleri üzerinde dururlar. Olan olmuştur, kimse onu yani olmuş olanı geri çeviremez. Biz yaptıklarımızdan değil, yapacaklarımızdaki çabamızdan sorumluyuz. Cehennemde bile oradan çıkış yollarını arayacağız.

وَاللَّهُ يُحْيِ وَيُمِيتُ (Va elLAvHu YuXYı Va YuvMIyTu)  

“Oysa Allah ihya ve imate eder. Allah yaşatır ve öldürür.”

İhya” hem diriltmektir, hem de yaşatmaktır. Burada yaşatan ve öldüren anlamındadır.

Nemrut Hz. İbrahim’e bu anlamda “ihya ederim ve imate ederim” demiştir.

İsim cümlesi yapılarak başka ihya eden ve imate eden yoktur denmiş olur.

Her şey Allah’ın takdiri ile olmaktadır. Her şey kader çizgisine göre gitmektedir.

250 seneden fazladır Osmanlı İmparatorluğu gerilemiş durmuştur. Viyana bozgunundan sonra tedbir olarak ne yapılırsa yapılsın gerileme durdurulamamıştır. Nihayet İstiklâl Savaşı günlerinde gerileme Sakarya’da durdu. O sıkıntılı günlerden sonra aradan seksen yıl geçti. Batılılar ne yapsalar Türkiye’yi parçalayamıyorlar.

28 Şubat Müdahalesi bu Türkiye düşmanlarının son denemeleri oldu.

2004 NATO İstanbul Zirvesi, Avrupa’nın Türkiye’yi yıkma programının askıya alındığı bir dönemin başlangıcı olmalıdır. Yapılan darbeler, müdahaleler, kapatmalar ve hapsetmeler Türkiye’yi hedefinden saptırmamıştır. Türkiye her şeye rağmen yoluna devam etmektedir.

O kaderin içinde şehit olanlar olur. Hepimiz er veya geç öleceğiz. Asıl sorun bu kaderin oluşmasında bizim katkımız ne kadar olmuştur. Genç yaşta ölebilirsiniz, ama etkiniz hepsinden fazla olur. İstiklal Savaşı şehitleri her halde Cumhuriyete hepimizden fazla katkıda bulundular.

وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (Va ellAHu BI MAv TaGMaLUNa BaÖIyRun)

“Allah bütün amel ettiklerinizi basirdir. Allah bütün yaptıklarınızı gözetlemektedir.

Yani, arzı darb etseniz de, gazada bulunsanız da, yaptıklarınızı Allah gözetlemektedir. Her şey O’nun kontrolündedir. Kaderden sapma olursa derhal müdahale eder.  

Çanakkale’de düşmanın attığı kurşun gelmiş, Mustafa Kemal’in saatine çarpmıştır. Ya kendisine çarpsaydı, bugün Türkiye bu durumda olmayacaktı. İşte bu kadere göre Allah’ın müdahalesidir.

Turgut Özal’a kurşun atılmış ve atılan kurşun mikrofona çarpmıştı. Çarpmasaydı, Türkiye hazırlıksız yakalanmış olacak ve bambaşka bir istikamette ilerleme olacaktı. Sivil cumhurbaşkanları olmayacaktı. Ne Demirel, ne de Sezer cumhurbaşkanı olamayacaklardı. Erbakan’ı da iktidardan indiremeyeceklerdi.

Demek ki kader öyle çizilmiştir.

Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı iken, Kıbrıs’ta kendisine yapılan suikast teşebbüsünde dürbününü kurmay subayına vermiş ve kendisi de o anda eğilmişti. Bunun üzerine kendisine atılan kurşun albaya isabet etmiştir. Kıvrıkoğlu o anda eğilmeseydi, onun yerine albay öldürülmeseydi, ondan sonra gelecek komutanlar tam karşı kadroya ait olacaklardı. Orduda bambaşka bir yapılanma olacaktı. Bugün AK Parti iktidarda olmayacaktı.

Görülüyor ki, Allah gözetlemekte ve her olayı takip etmektedir.

AK Parti bunun idrakinde değildir. Hâlâ Allah’tan değil de, sermayeden korkuyor. Takiyyeler yapıyor. Kıl payı Irak’a askeri göndermeyen kimdir? Bunu böyle kim ayarladı?

Herkes kendi hayatında böyle kıl payı kurtuluşları yaşamıştır, hep yaşayacaktır.

Herkes Allah’ı gözleri ile görmüştür, daha doğrusu Allah’ın onları gördüğünü bilmektedirler.

Adil Düzenciler Allah’ı her an yanlarında bilerek amel etmelidirler.

وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ مُتُّمْ (VaLaEın QuTıLTuM Fıy SaBiLi elLAHı EaV MütTüM)  

“Allah yolunda katl olunur veya mevt ederseniz.”

Yukarıda kâfirler önce “mevt”, sonra “katl”i ifade etmişlerdi. Onlar arasında kaza ile ölüm daha sık olmaktadır. Yani, onlar arasında savaşta ölmenin dışında, kazada ölüm daha çoktur ve mü’minleri onunla korkutmaktadır.

Burada ise Allah yolunda tehlike savaşta daha çoktur. Dolayısıyla katilden bahsedilmektedir. Orada “Mâ mâtû ve mâ kutilû” denmektedir. Burada “Ev” denmektedir. Onlar için mevt ile katl aynı şeydir. Oysa Allah’a göre mevt ile katl arasında fark vardır. Biri “şehadet mertebesi”dir.

Şehadet mertebesinin önemi, âhiret geldiği zaman bu mertebeye erişen kimse hesap vermeden cennete gidecektir. Mukarabunların cennetine gidecektir. Onun hesabını vekilleri verecektir. Hattâ bunlar kıyameti beklemeyecekler, şimdiden cennette olacaklardır. Peygamberler ise ümmetleri ile hesaplaşacakları için daha sonra cennete gideceklerdir. Allah onların canlarını cennet karşılığı satın almıştır.

Kur’an’da şehit edilen kimseden bahsederken; kavmim bir bilseydi nerelerdeyim diye geçmektedir.

Başka yerde de; şehit olanları ölü sanırsınız, oysa onlar cennette in’am olunmaktadırlar deniyor.  

Hem Mekke şehitleri, hem Medine şehitlerii ölür ölmez hesaba çekilmeden cennete gideceklerdir.

Allah Hz. Ömer’e, Hz. Osman’a, Hz. Ali’ye ve Ebu Hanife’ye bu büyük mertebeyi nasip etmiştir.

لَمَغْفِرَةٌ مِنْ اللَّهِ وَرَحْمَةٌ (La MaĞFıRaTün MiNa elLAHI Va RaXMaTun)  

Burada “mağfiret ve “rahmet”ten bahsedilmektedir.

Mağfiret” günahları örtmek, kötülükleri ortadan kaldırmaktır.  

Rahmet” ise iyi hayat içine koymaktır. Bu mağfiret ve rahmet, âhiretteki mağfiret ve âhiretteki rahmettir. Çünkü bunlar ölüler için söylenen mağfiret ve rahmettir.

Bazı kimseler Kur’an’daki müjdeleri ve uyarmaları yalnız dünyevi olarak kabul eder, âhiretteki mükâfat ve mücazatı kabul etmezler. Oysa bu âyet kesin olarak âhiret mağfiretini ve rahmetini kastetmektedir.

Bazı kimseler de Kur’an’daki bütün müjde ve uyarıları âhiret için kabul edip bu dünyaya karışmadığını sanırlar. Oysa Allah âhirette son hesabı alacaktır. Ama bu dünyada da kendi kanunları içinde insanları cezalandırmakta veya mükâfatlandırmaktadır. Kanser olan kimse sigaradan çekmiş olmaz mı?

Şehitler için mağfiret vardır. Şehitlerin bütün günahları silinecektir. Onların amelleriyle ilgili sol sayfaları bembeyaz olacaktır. Şehitler için rahmet vardır, çünkü cennetin en yüksek makamına ulaşacaklardır. Dolayısıyla mutlak mağfiret ve mutlak rahmet sözkonusudur. Çünkü bunlar Allah’tan gelmiştir.

Şehadetin bu mertebesine ulaşmak için bazı şartlar vardır. Bir defa isteyerek savaşa katılmak gerekir. Haklı olan bir savaşa katılmak gerekir. Savaştan maksat ganimet olmamalıdır. Ganimet heladır ama ganimet için savaşmak haramdır. Ayrıca, ölümden ve öldürülmekten korunmak gerekir. Şehit olacağım diye davranmak da yanlıştır. Hâsılı, mü’min olup şehit olarak ölmek vardır.  

Buradaki bir hususu daha belirtelim. Biz şimdi Türkiye’de yaşıyoruz. Türkiye devleti savunma savaşına girse, bizi askere çağırsa, lâik olan bu ülkede ölsek şehit olur muyuz?

Önce, ülke lâik ise yani demokratiklik ve lâiklik ilkesi uğruna savaş yapılıyorsa gayede birleştiğimiz için elbette şehit olacağız. Ama ülke lâik ve demokratik değilse, o zaman onların savaşlarına katılacak mıyız ve ölürsek şehit olacak mıyız?

Eğer tebliğimizi yapabiliyorsak, ileride burasının İslâm ülkesi olması için savaşacağımızdan yine şehit olmuş oluruz. Ama tebliğ imkânı da bulamıyorsak, o zaman o ülkeyi terk etmeli yani başka bir ülkeye hicret etmeliyiz. Hicret etmezsek savaştan kaçınamayız. Savaşta ölürsek de şehit de olmayız. Ayrıca, iyi bilinmelidir ki mü’min de olmayız. Müslim olarak kalıp kalamayacağımız da duruma bağlı olur.

خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ (PaYRun MımMAv YaCMaGUvNa)  

“Cem etmekte olduklarınızdan daha hayırlıdır.”

Yukarıda ölmek veya öldürülmekten bahsedildiği halde, burada cem ettiklerinizden bahsedilmektedir.

Buradan anlıyoruz ki, kardeşlerimizi korkutan kâfirler sadece ölüm dolayısıyla korkutmazlar; “Makamınızı kaybedeceksiniz! Servetinizi kaybedeceksiniz!” diye korkuturlar.

Yakın ve birlikte çalıştığımız kabiliyetli ve birikimli bir arkadaşım vardı. Emekli oldu. Artık eskisi gibi tekrar faaliyet göstermeye dâvet ettim. “Oğlum askerdir, subaydır... Kurmay olacaktır... Ben şimdi ortaya çıkarsam ona zarar vermiş olurum!..” demişti. İşte ülkemizi bu hâle getiren durum budur. Nice değerli insanlar uyduruk sebeplerle hizmet ve çalışmadan uzak kalıyorlar.

Takiyye ede ede orgeneral olacak da sanki bir işe yarayacaktır.

İslâmiyet böyle takiyye ile değil, açıkça hareket olur. Yetişmiş orgenerallere gerçekleri anlatacaksınız. Yoksa takiyye ile bir yere varamazsınız. Takiyye eden bir gün onlardan olur. Oysa herkes gerçeği kabule eder. Bir kurmay subay herhalde söylenenleri en iyi şekilde anlar.

Asıl mesele, iktidar olduğunuz zaman onlara doğruları doğru yollarla emr edebilmedir. 28 Şubat’ta bu başarılamamıştır. 28 Şubat’ın ana kaynağı Susurluk’tu. Hükümet Susurluk sorununu hukuki yoldan çözememişti.

Basın, Milli Güvenlik Kurulu kararlarını, gizliliğine bakmaksızın siyasi amaç için kullanıyordu. Şevket Kazan Bey Adalet Bakanı bulunuyordu, ama Adil Düzencilere muhalif idi. Onun o dönemdeki beceriksizliği bugün AK Parti’yi getirdi. Şimdiki Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in becerikli olacağını sanmıştım. Ankara’ya gittim, ziyaret ettim, görüştüm ve öneriler sundum... Hiç ümit yok!.. Maalesef o da aynı yolun yolcusu…

AK Parti ve Adalet Bakanlığı, yargıyı bağımsız, yansız, saygın ve etkin hâle getireceğine; Avrupa’nın ihanet kanunlarını Meclis’ten geçirerek bir iş yapacağını sanıyor!..

وَلَئِنْ مُتُّمْ أَوْ قُتِلْتُمْ  (Va LaEıN MütTüM EaV QuTiLTuM.)  “Mevt eder veya katl olursanız.”

Yukarıda, Allah yolunda öldürülmek ve ölmekten bahsediliyordu.

Burada ise genel ölüm ve öldürülmekten bahsediliyor.

Orada katledilme öldürülmeden önce idi. Çünkü Allah yolunda cihadda ölme var.

Burada ölme öncedir. Çünkü hayatta ölme öldürülmeden daha çoktur ve asıldır.

Burada da “Ev” harfi getirilmiştir.

Görülüyor ki aynı ifadeler, “Ev” veya “Ve” ile söylenmesi, birinin diğerinden önce söylenmesi ile değişik manâlar ifade etmiş olmaktadır. Hep tekrar var ama hepsinde farklar vardır ve bu basit farklar sebebiyle birçok farklı manâlar içermektedir.

لَإِلَى اللَّهِ تُحْشَرُونَ (La EıLAy EalLAHı TuXŞaRUvNa)  Allah’a haşr olunacaksınız.”

Yani, ölmek veya öldürülmüş olmak arasında âhirette fark yoktur. Sonunda Allah’a haşr olunacaksınız. Önemli olan nasıl öldüğün ve ne amaçla öldüğündür.

Gerçekten Kur’an okumak ve Kur’an’a inanmak insanı tamamen değiştirmektedir.

Biz son dönemlerdeki seminer çalışmalarımızda, ortalama yarım sahife Kur’an’ı 8 sahife olarak tefsir yapıyoruz. Böylece 1 Kur’an sahifesi 16 sahife etmektedir. 600 sahife 10 000 sahife etmektedir. Bunu 5 vakte bölersek 2000 sahife eder. 360’a bölersek 5-6 sahife eder. Bir yılda veya iki yılda bir bitmiş olacaktır. Bu tefsirlere genç yaşta başlayamadığım için tamamlamam mümkün olmayacaktır.  

Her tarikat veya mezhep 10 yılda veya 23 yılda bir yeniden 10 000 sahifelik tefsiri güncel olarak yapmalıdır. Aşiretler beş vakit namazlarda 2’şer sahife okusalar, günde 10 sahife okunur. 3 yılda bir, bu tefsir baştan sonuna kadar okunmuş olur. Ömürde 10-15 defa hatmedilmiş olur.  

Bugün herkes âhirete inanıyor. Aynen bunun gibi burada anlatılanlara da inanır. Bu seviyeye gelen insanlar artık Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Korku duymadan huzur içinde yaşarlar. Olan bütün olayları takdiri ilâhi sayıp rıza gösterirler. “Onlara musibet isabet ederse, ‘Biz Allah’ınız, Allah’a rücu edeceğiz’ derler.” (Bakara, 2/156) Burada da “Allah’a haşr olacağız.” derler.

Haşr olmak” demek, toplanmak demektir.

Rücu emek” demek, O’na varmak demektir.

Burada mü’minlerden değil de, herkesten bahsettiği için “Allah’a haşr olunacaksınız.” denmektedir.

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 42

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنْ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ(159) إِنْ يَنْصُرْكُمْ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ(160) وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ(161) أَفَمَنْ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللَّهِ كَمَنْ بَاءَ بِسَخَطٍ مِنْ اللَّهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ(162) هُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ اللَّهِ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ(163)

 

فَ “Fa

Bundan önceki âyetlerde “Ey iman edenler” diye başlamış, savaşa katılmayanların ölüm korkusunu duymamaları gerektiğini ifade etmiştir. “Fa” harf-i atfı (atıf harfi) ile bundan sonra nebiye hitap ederek “katı yürekli olursan etrafından dağılırlar” diyor. Kur’an mü’minlere “ölümden korkmayın” diyor; başkana da “katı yürekli olma” diyor; yani, “siz böylesiniz deme, yoksa dağılırlar” diyor. Böylece bir başkanın topluluğunu nasıl yöneteceğini bu âyet öğretmektedir.

Fa” harfi burada sebebiyedir. Madem ki mü’minler ölümü düşünmeden yani ölümden korkmadan davranıyorlar, o halde onlara ona göre saygılı ol. Mü’min değilseler zaten onlara hitab edemezsin, onlara dayanarak savaşamazsın, mü’min iseler onlar zaten ölümü düşünmeyen kimselerdir. O zaman da senin onlara sert olman gerekmez. İslâm ordusunda komutandan korkarak savaşma yoktur, inanca dayanarak savaşma vardır.

İşte buradaki “Fa” harfi bir küfür ordusu ile iman ordusu arasındaki farkı ve tam zıtlığı ortaya koyar. Biz bundan dolayı anayasamızda (İnsanlık Anayasası) kişinin komutanını seçme ilkesini getiriyoruz. Bedenen asker olmayı gönüllü yapıyoruz. Bu “Fa” harfi ordunun teşkilatlanması ile ilgili bütün ilkeleri bize vermektedir. Buna kıyasla öğrenciyi kendi öğretmenin imtihan etmesini de yanlış buluyoruz. İmtihanda öğrenci ile öğretmen karşı karşıya gelmemelidir. Öğretmenle öğrenci birlikte imtihana girmelidir. Biri kazandığı zaman diğeri de kazanmalıdır. Komutanla er ilişkisi de böyledir. Üretimde de işçi ile işveren arasında ortaklık sistemi ile bu sağlanmaktadır.

بِمَا رَحْمَةٍ (BıMAv RaXMaTin)  “Allah’ın rahmeti ile”

Burada “Ma” “Bi” ile mecrurdur. Rahmeti ile olan sebebiyle demektir. “Rahmet” ise “Ma”ya muzaftır. O da tamlayan olması sebebiyle esrelidir. “Bi Rahmetin”den farkı “Ma”nın tamamlığı sebebiyle Allah’tan gelen rahmet ile değil de, Allah’tan gelen rahmet ile olan sebebiyle denmiştir. Rahmetin kendisiyle değil, rahmetin doğurduğu sebeplerle denmektedir.

Rahmet” Allah’ın herkese yaptığı iyiliktir. Bu iyiliklerin sonucu olan olaylar vardır. “Bi fi’lin” derseniz, yapılan iş sebebiyle demiş olursunuz. “BiMa Fa’lin” dediğimiz zaman da, fiilin sonuçları sebebiyle demek olur. Yani, Allah rahmetini öyle kurmuş ki siz mü’minlere karşı şiddet geçmez.

Onlar yani mü’minler ölümü göze alan kimselerdir. Savaşa öyle giderler. Sen onlara sert davransan nasıl korkutacaksın? Öyle yaparsan sen de düşmanın safına geçmiş olursun. Ama sen fedakâr olursan, onlara karşı yumuşak davranırsan, işte o zaman onlar seni korumak ve emirlerini yerine getirmek için canlarını verirler.

Hiçbir silahı olmayan tarikat kitleleri yahut siyasi partililer, nice silahlı güçleri dize getirmişlerdir. Bunun en açık tarihî öreği Hıristiyanlıktır. Hangi güç Roma imparatorunu asırlarca zulmettiği kimselerin dinine sokmuştur? Hangi güç Cermenler Roma’yı mağlup ettikleri halde kendilerini silahsız papaya asker yapmıştır? Türkler de galip geldikleri halde Müslüman oldular. Moğollar da Müslümanlara karşı galip gelmişler ama sonra kendileri Müslüman olmuşlardır. Kilise sosyalizm karşısında dimdik ayaktadır. Eski Sovyet ülkelerinde kiliseler ve camiler harıl harıl yeniden yapılanmaktadır. Çağımızda Avrupa’yı fethedenler, daha önce Viyana’ya kadar giden askerler değil, Avrupa’ya işçi olarak giden Müslüman halk olmaktadır. İşte bütün bunlar Allah’ın rahmeti ile olanlar sebebiyledir.

مِنْ اللَّهِ (MiNa elLAGHı)  “Allah’tan”

“Rahmet” kelimesi nekiredir. “Allah” kelimesi ise marifedir. “Allah’ın rahmeti ile” derseniz, rahmet de marife olur. Bu sebeple tamlamalar harf-i cerle yapılmaktadır. Bu da ya “Li” ile yapılır ya da “Min” ile yapılır.

“Kavli Reculin” derseniz, bir recüle ait bir söz olur. “Kavli er-Racüli” derseniz, bilinen bir kimsenin bilinen kavli olur. “Elkavlu li-Racülin” derseniz, herhangi bir kimseye ait bilinen söz olur. “Kavlun li’r-Racüli” derseniz, bilinen kimseye ait herhangi bir söz olur. “Li Racülin” dendiği gibi “Min Racülin” de denir. “Lam” daha çok amacı, “Min” ise sebebiyeti bildirir. “Allah’ın rahmetini elde etmek sebebiyle yumuşadın” denseydi, o zaman “Rahmeten lillahi” denirdi. Ama “Allah rahmet ettiği için yumuşadın” dendiği için “Min” kullanmıştır. Yani, Allah’ın rahmetiyle koyduğu kanunlar seni yumuşattı denmiş olur.

Biz mü’min bir cemaatin meşru başkanı isek o zaman meşru başkanlık yaparız. Bu sebepledir ki başkan temsilcilerin ittifakı ile seçilir. Bu da kademeli biat sistemi ile olur. Herkes biat edeceği bir kimseyi seçer. Çünkü herkese başkan seçmek farzdır. Bu sefer seçilenler ikili biatları oluştururlar. Böylece sayıları dörtte bire iner. Onlar arasında ikili biat olur ve sayılar daha azalır. Son 5 ile 20 arasındaki kişiler şûra üyeleri olur. Diğerleri onları temsil etmiş olur. Başkan sıralama usûlü ile seçilir. Ona biat etmeyen ayrılmış olur. O topluluğu terk eder, hicret eder. Ekseriyet sistemi de bu mantığa dayanır. Ekseriyetin reyini kabul etmeyen gider diyorlar. Öyle demiyorlar da, “Ekseriyette olanlar kuvvetlidir, onları yok ederler!” diyorlar; yahut “Onların emrine girerler!” diyorlar. İşte o sistem de küfür ordusunu oluşturur, eşkıyaları oluşturur.

لِنْتَ لَهُمْ (LiNTa LaHuM) “Onlara yumuşamasaydın”

Leyyin” yumuşak demektir. Eğilebilen dal demektir. Yumuşadın, onlara doğru eğildin ama kırılmadın. İşte yönetme sanatı budur. Eğilmek ama kırılmamak. Başkan halkın arzularına ve isteklerine göre eğilecek ve onların dediğini yapacaktır, ama asla taviz vermeyecektir. Onlara itaat etmeyecektir. Bunun açık uygulamaları Erbakan ve Tayyip’in askerlerle olan ilişkileridir. Erbakan eğilememiş ve kırılmıştır. Tayyip eğilmiş ve bir daha doğrulamaz olmuştur. Sivil yönetim askere karşı cephe almamalı, sert olmamalıdır. Onları korkutmaya, emekli etmeye kalkışmamalıdır. Ama kendi duruşunu da korumalıdır. Yani, kendisinde eğrilik oluşmamalıdır.

Bir çeliği eğerseniz, sonra serbest kalınca tekrar eski yerini alır. Bir demiri eğerseniz eğdiğiniz yerde kalır. Başkan veya sivil yönetim eğilmelidir, ama çelik gibi eğilmelidir. İlk fırsatta tekrar dimdik olmalıdır. Türk milleti bunu hep yapıyor, ordu sertlik gösterince eğiliyor. Ama aradan seneler geçse de fırsatını bulunca doğruluyor, çelikliğini kaybetmiyor. Türkçede iki türlü yumuşaklığa bir ad verilir. Ağaç çeliğin eğilebilmesine de “yumuşaklık”, balın bozulmasına da “yumuşaklık” denmektedir.

Arapçada “Leyyin”in manâsı çeliğin yumuşaklığı ile ilgili yumuşaklıktır. Ona “rahvet” denir.

Türk ordusu mü’min ordu değilse onu yönetmeye hakkın yoktur. O zaman iktidar olmayacaksın. Onu yıkmakla mü’min ordu oluşmuş olmaz. Yapılacak iş nedir? Ya ülkeyi terk edeceğiz ve gittiğimiz yerde mü’min orduyu oluşturacağız, ya da bekleyeceğiz, I. Cihan Savaşı’nda olduğu gibi bu ordu yıkılacak, sonra biz mü’minler ordusunu yetiştireceğiz. Orduya karşı gelinerek yeni devlet kurulamaz. İktidar oluyorsak Türk Ordusu mü’min ordu kabul edilecektir. O zaman da ona karşı sert davranmayacak, leyyin olacak, yumuşak edecektir.

Türkiye’de yapılacak pek çok inkılap vardır. Bu inkılapların hiçbirisinden vazgeçilemez, ama hiçbirisi de orduya rağmen yapılamaz. O halde tek yol vardır, inkılapları orduyu ikna ederek yapmaktır. Mümkün olamayacağı kanaatine ulaşıldığı zaman da iktidardan çekilmek ve orduyu kendi kaderi ile bırakmak gerekir.

Millî Görüşçülerin partileri defalarca kapatıldığı halde vazgeçmediler. Ordunun ikna olacağına inandılar; hâlâ da inanıyorlar. Bunun için savaş veriyorlar.

Çok açık olarak ifade ediyorum. Bu ikna ümidi biterse Cumhuriyet’ten de ümit biter. Hicret yolu görünür. Sonrasını Kur’an haber veriyor. Çok az otururlar.

“Bima Rahmetin” sözü sonra gelmesi gerekirken başa alınmıştır. Bunun sadece rahmetin sebebi olduğunu ifade etmektedir.

Eğer Türkiye’de çökmeler veya kırılmalar olmuşsa, bizim yaptıklarımız sebebiyle Allah’ın Rahmetinin alanı dışına çıkmış olmamız sebebiyledir. Yahut bizi ıslah etmek için başka tür rahmet alanına girmiş olmamız sebebiyledir. Çünkü cehennem bile Allah’ın rahmetidir. Çünkü O’nun rahmeti her şeyi kaplamıştır.

 

وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا (Va LaV KuNTa FajJan)  “Faz olsaydın”

Fazara” delik deşik demektir. İğneli söz söyleyen ve dinleyen, kızdırıp kaçıran kimse demektir.

Başkan için en zor olay budur. Hem gerçekleri söyleyeceksin, hem de karşı tarafı kızdırmayacaksın, incitmeyeceksin, kaçırmayacaksın. Bu sanat yani yönetme sanatı zor sanattır. Bu sanatın temeli iyiliksever olmaktır. Karşı taraf senin onun için iyiliğini istediğini bilirse sözüne sabreder. Ama kendi çıkarınız için basit bir kelime söylerseniz, birden karşınızdaki insan üzerinde nefret hisleri uyandırır.

Bu âyet orduya komuta etme ile ilgili âyet olduğu için günümüzde daha çok askerleri ilgilendirir.

Kenan Evren’le Marmaris’teki evinde sohbet ederken dedi ki: “Meclis’e gittim. Selametçiler çok büyük saygı gösterdiler. Kurnaz adamlar!..” O anda bir şey söylemedim. Biraz sonra kendisine ordunun önemini anlatırken; “Biz ordusuz devlet olmayacağını bildiğimiz için askerlere saygı gösteririz. Erbakan da sizin kadar vatanseverdir.” dedim. “Öyledir.” dedi. “İşte Selametçiler size onun için saygı gösterdiler.” dedim.

Bakınız, doğru söyledim ama onu iğneleyerek değil, takiyye yaparak değil.

Yine aynı sohbette başörtüsü üzerinde duruldu. “Başörtüsü yasak değil, sokakta serbest, resmi yerlerde yasak!” dedi. Yine hemen cevap vermedim. Biraz sonra dedim ki; “Farzediniz ki biz ekseriyeti aldık. Herkes başörtülü gelecek diye kanun çıkardık. Hakkımız olur mu? Olmaz. Sizin yaptığınız da bundan başkası değildir.”

İşte Allah’ın Rahmeti sebebiyle hem gerçeği söyledik, hem de karşı tarafın infialine neden olmadık. Bu işi başarabilmek bilgili olmak ve iyi niyetli olmakla mümkündür. Kişileri değil de görüşleri tartıştırmak gerekir. Sohbeti kesecek şekilde cepheleşmemek gerekir.

غَلِيظَ الْقَلْبِ (ĞaLIyZu eLQaLBı)  “Galız kalbli olsaydın.”

“Fazz” cümlelerle ilgilidir. “Sert yürekli olmak” ise içten kötülüğü ve kabalığı düşünmedir. Bazı kimseler vardır ki konuşurken takiyye yaparlar, çok iyi sözler söylerler ama içleri çıfıtlık ve kötülükle doludur. Bu yolla kandıracaklarını sanırlar. Karşı taraf hemen bunun kandırmaca olduğunu bilir ve o zaman kendisine olan saygısızlık sebebiyle aynı uzaklaşma sözkonusu olurdu.

Erbakan’ın faizli düzeni açıkça değil de içten çökertmeye çalıştığını anlayan sermaye ona inanmadı. Galizu’l-kalpliliktir bu. Faizsiz sistemin sermaye sahiplerine de çok kâr getireceğini anlatmak gerekir. Ancak onlar yine ikna olmazlar. Çünkü onlar zengin olmayı değil, başkalarının fakir olmasını isterler. Dolayısıyla sen ne kadar anlatırsan anlat, onlar küfretmişlerdir. İnanmazlar. Ancak onlara anlatırken halk hakem olur ve ona göre oy kullanır. Ordu ikna olur ve ona göre hareket eder.

Bizim en önemli olayımız ordumuza karşı katı yürekli olmamamızdır. Asker bazen kendisini korumak için bizim istemediğimiz sözleri söyler. Çevik Bir “balans ayarı” beyanatını vermiştir. Herkes sanmıştır ki o bunun başıdır. Oysa bunu o günkü olayları çözmek için yapmışlardır. O beyanla ordudaki bölünmeyi önlemişlerdir. Olayı orada bırakmışlardır. O sebepledir ki askerlerin söylediğine değil, yaptığına bakacaksın.

Mustafa Kemal hep İslâmiyet aleyhinde konuşmuştur, ama sonunda İslâmiyet’i muzaffer kılmıştır. 1960, 1971 ve 1980 müdahalelerinde de hep böyle olmuştur. Sağı gösterip sola vurmuşlardır. Bugün eğer inanmışlar Anayasa ekseriyetine varmışlarsa, bu ancak 28 Şubat operasyonu sonucunda sol ile merkezi iktidar etmeleri ve beş yıl iktidar yapıp merkezi de solu da iflas ettirmeleri sayesinde olmuştur.

Bütün bunlar hep katı kalpli olmamamızdan ileri gelmektedir.

لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ (La iNFawWUv MıN XaVLıKa)  “Havlinden infıdad ederlerdi.”

“Fazza” ile “Fadda” akraba kelimedir. “Fazza” delik deşik olmak, parçalanıp dağılmak demek olur. “Fıdda” gümüş demektir. Küçük küçük parçalara ayrılır ve ülke içinde para olarak dağılır. “Zeheb” yani altın ise ülkelerarası gezer ve uluslararası paradır. “Hare” ayın etrafındaki beyaz çevredir. Bir merkezin etrafındaki çevreye “Havl” denir.

Burada Kur’an şunu ifade eder. Ordu eğer başkanın etrafında birleşmezse dağılır ve paramparça olur. Bu sebepledir ki askerler arasında başkana saygı kalmadığı zaman kendi aralarında birliğin dağılmaması için yeni başkan seçerler ve orduyu onun etrafında birleştirirler. Türkiye’deki 60, 71, 80, 97 müdahaleleri hep bu amaçla olmuştur. Böyle bir müdahalenin olmaması için asker cumhurbaşkanına ihtiyaç vardır. Başkan eğer hakim olamayacaksa askerlerin karşı gelmediği bir komutana görev devredilir. Yani başkan istifa etmelidir. Yeni başkanın seçilmesine imkan vermelidir. 28 Şubat’ta Demirel anayasanın kendisine verdiği görevi yerine getirmemiştir. Yapacağı iş görevden çekilip bu görevi yapacak kimseyi başa getirmektir. O mason taktiği ile kendi görevini terk etmiş ve çekilmemiştir. Benzer dengesizlik Cumhurbaşkanı Sezer zamanında da defalarca olmuştur. İstifa etmemektedir. Bu gidiş ya askeri müdahaleyi zorunlu kılar ya da ordu dağılır.

Padişahlar halkın istemediği sadrazamları hiç suçları hattâ başarısızlıkları olmadığı halde asmışlardır. Hattâ Viyana bozgununda olduğu gibi başarısızlığı sadrazama yükleyerek devletin durumunu kurtarmaya girişmişlerdir. Sadrazamlar bunu bildikleri için memleketlerinin selameti için başlarını seve seve vermiş ve şehit olmuşlardır. Şimdi kimseden başını istemiyoruz, sadece başkan olmaktan gitmesini istiyoruz. Bu onların kötülüklerinden, hattâ beceriksizliklerinden doğan bir olay değildir. Durumun gereğidir. Ya başbakan istifa etmeli, hükümet kurulmamalı, cumhurbaşkanı yeniden seçime gitmeli; ya da cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Çekişmeli başkanlık olamaz. Meclis bir askeri cumhurbaşkanı olarak seçmelidir.

Biz burada Kur’an’ın bildirdiklerini anlatıyoruz. Yanlışımız varsa, bizden daha iyi bilen okuyucular varsa, bizim yanlışlarımızı düzelteceklerdir. Ama doğru söylüyorsak tasdik edeceklerdir.

فَاعْفُ عَنْهُمْ  (FaGFu GaNHuM)  “Onlardan affet.”

Fa” harfi ile atıf yapılmıştır. Eğer çevrenden uzaklaşırlarsa, seni dinlemez ve itiraz ederlerse, müdahale ederlerse, kafa tutarlarsa, sakın ha onları cezalandırmaya kalkışma. Onların sana yaptıklarını affet. Böylece tekrar toplanmalarına ve itaat eden ordu haline gelmelerine götürmeye çalış.

Türkiye’de ihtilaller olmuş, ama sonra kısa zamanda sivil yönetime geçmişlerdir. Müdahale eden askerler hiçbir zaman suçlanmamış ve affedilmişlerdir. Bu bir taraftan bu tür müdahaleleri teşvik eder, diğer taraftan müdahaleden sonra demokratik düzene dönülmesini sağlar. Acaba hangisi tercih edilmelidir?

Af ciheti tercih edilmelidir. Nitekim Türkiye’de bu sayede hep tekrar demokrasiye dönülmüştür. Eğer 27 Mayısçılar cezalandırılsaydı o zaman 12 Marttan sonra artık yeniden anayasal düzen kurulamazdı. Türk milleti bunu bildiği içindir ki hiçbir zaman onların cezalanmalarını talep etmemektedir.  

وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ “Ve onlar için istiğfar et.”

Affetmek, yaptıkları fiili silmek, işlememiş saymak, onları cezalandırmamak, diğer taraftan da yapılan kötülükleri örtmek demektir. Bu ne demektir? Affetmek, kişinin yaptıklarını cezasız bırakmaktır. Mağfiret etmek demek, yaptıklarından dolayı mağdur olanlar varsa onları da kamuca gidermektir. Yani, askeri müdahalelerden dolayı kimse cezalandırılmayacaktır. Ama mağdur edilenlerin mağduriyeti de giderilecektir. Mesela, 1960’tan beri yapılan müdahalelerle milletvekilliklerinden uzaklaştırılanlar sağsa, kalan müddetlerini şimdi Meclis’e gelip doldurmalıdırlar. Milletvekili sayısı fazla olmuş olur. Ölmüş olanların varislerine kalan müddetlerinin maaşları eksiksiz ödenir. Hapse attıkları varsa, öldürdükleri varsa, onlara da tazminat verilir.

Örfi idarede de sistem budur. Örfi idare ilan edilir, asker sıkıyönetim döneminde ne isterse yapar. Asar, keser, kimse ona karışamaz. Örfi idare kalktıktan sonra komutanlar asla muhakeme edilemez. Ama örfi idare tarafından mağdur edilenler hakemlere giderek kamudan mağduriyetlerini giderebilirler. Böylece yöneticiler gelişigüzel sıkıyönetim ilan etmezler.

Bakınız, iki kelime ne büyük iki kural koyuyor. Ordunun yaptığını cezalandırmıyoruz, affediyoruz, ama verdikleri zararları kamu olarak biz tazmin ediyoruz. Türkiye’de bunun ikincisi yapılmıyor. Adil Düzene göre, 1960’tan beri yapılanlarda mağdur olanların mağduriyetleri devletçe tazmin edilmelidir.

وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ (Va ŞaViRHuM FıY eLEaMRı)  “Emirde onlarla müşavere et.”

Şavr” siyahlık demektir. Bir şeyin üzerine konan siyah işaretin adıdır. İşaret etmek demek, parmakla göstermek demektir. Görüşlerini almak demektir. Herkese sorulur, onlar da cevap verirler. Görüşlerini söylerler. Başkan fikir alışverişinde kendisi karar verir. Bunun için “Teşavür” kelimesini değil, “Müşavere”yi kullanmıştır. İkili istişaredir. Kur’an’da bir de “Teşavür” vardır. Orada herkes herkesle istişare eder, sonunda herkes kendi içtihadına göre karar verip hareket eder.

Müşaverede başkan müşavere eder, kararı başkan alır, herkes ona uyar. Askerlikte “müşavere”, sivil yönetimde “teşavür” asıldır. Müşavere kuralları hep aynıdır. Sadece karar sözkonusudur.

Buradaki “Hum” çoğuldur. Komutan bütün askerleri ile istişare etmek zorundadır. Yoksa “Şavirhum minhum” olurdu. Milyonlarca kimselerle başkan nasıl istişare edecektir? Askerlikte merkezi yönetim olduğu için en yakın astlarla, onlar da kendi astlarıyla istişare eder ve bu istişare erlere kadar iner. Karar verildikten sonra komutan astlara, astlar onların astlarına emreder, böylece erlere kadar varılır. Bu şekilde komutan bütün askerlerle istişare etmiş olur. İşte İslâm ordusu böyledir. Erlerle de istişare edilir. Oysa küfür ordusunda istişare sadece en yakın komutanlarla yapılır ve sonra alt kademelere sorulmadan intikal eder. Askerler bilinçsiz ve ikna edilmeden harekete zorlanır.

“Teşavür”de iş farklıdır. Kim bir konuyu istişare etmek isterse başkana bildirir. Başkan istişare edeceği konuları bir alt yöneticilere bildirir, o da alt yöneticilere bildirir. Böylece soru herkese ulaşır. Herkes kendi temsilcisine görüşünü bildirir. Başkana bildirmez. O da üst müşavire bildirir. Sonunda herkes istediği kanaldan başkana görüşünü bildirir.

Şûrada beyanlar yapılır. Her uygulayıcı istediği görüşü seçer ve onu uygular. Başkan görev verir veya alır. Uygulayıcı kendi içtihadına göre uygular. Bu askeri düzende de böyledir. Askerlikte sorumluluk üste karşıdır. Sivil yönetimde de sorumluluk hakemlere karşıdır, kurallara karşıdır.

فَإِذَا عَزَمْتَ (Fa EıÜAv GaZaMTa)  “Azmettiğinde”

Huzme” demet demektir. “Azmetmek” demek, bilgileri derleyip topladıktan sonra huzme hâline getirdiğinde demek olur. İçtihat etmek bu demektir. Değişik delilleri bir araya getiriyorsun. Bütün bunları yaptıktan sonra, sonunda ne yapman gerektiğini tesbit etmek demektir.

Fa” harfi ile bağlanmıştır. İstişareden sonra karar meclis içinde verilecektir. Meclis dağıldıktan sonra karar verilemez. Meclis dağılırsa tekrar toplanıp mesele yeniden istişare edilecektir. Şura üyeleriyle ayrı ayrı görüşülemez. Orada herkesin söylediklerini herkes duyacaktır. Karar öyle verilecektir. Karar gizli alınamaz.

Şura üyeleri dışında, temsilciler dışında istişare edilmesi gereken ve ilgili olan herkes kararı dinleyecektir. Söz ve oy hakkı yalnız temsilcilere aittir. Ancak dinlemek, temsilcilere görüşlerini iletmek hepsinin hakkıdır. İstişarenin arkasında hemen karar verilecektir.

“İn” değil “İza” dediğinde istişare sonunda karar verilecektir. Kararsız istişare bırakılmayacaktır. İçtihat yapamadım, o sebeple karar veremiyorum demek caiz değildir. En kötü karar, kararsızlıktan iyidir.

Burada “Azamtüm” denmiyor, “Azamte” diyor, yani sen azmettiğin zaman deniyor. O halde ekseriyet kararı yoktur. Karar bir tek beyinden çıkacaktır. Kararda birlik olması, çelişkiler olmaması için kararları bir kişi alacaktır. Demokrasi yerinden yönetimi ve istişare sistemini sağlamalıdır.

Başkan kararı dahil bütün kararların denetimi hakemlerin denetimi ile sağlanacaktır. Hakemler kararları değiştirmeyecek, mağduriyetleri gidereceklerdir.

فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ (Fa TaVakKaL GaLaY elLAHı)  “Allah’a tevekkül et.”

“İza”dan sonra “Fa” gelmiştir. Her istişarenin arkasından bir karar alınacaktır. Artık Allah’a tevekkül olunacaktır. Yani, karar yerine getirilecektir. Kararda tereddüt edilmeyecektir. Başlayan bir iş sona erdirilecektir.

Canlıda hücre büyür. Çevre müsaitse bölünmeye karar verir. Çevre müsait değilse bölünmeye başlamaz. Bekler. Bölünmeye başladıktan sonra çevre şartları değişse de artık bölünmeyi yarım bırakmaz, onu tamamlar.

İstişareden sonra alınan karar da böyledir. Ondan sonra değişen şartlar göz önüne alınmaksızın uygulanır. Herkes bilir ki bu karar aldı, bir daha geri dönmez. Karar verildikten sonra, artık doğru veya yanlış olmasına bakılmaksızın karar yerine getirilmelidir. Yoksa karar alıp engeller çıktıktan sonra vazgeçmek, başkanları bir iş yapamaz ve sözlerini geçiremez duruma düşürür.   

Burada bir hususa işaret etmemiz gerekir. Deneme kararlarında deneme yapar, sonuca göre karar verirsiniz. Denemede yanılma ve yanlışı düzeltme karardan vazgeçme değildir. Bir denemeye giriştiniz mi onu sonuçlandırırsınız. O denemedir. Ondan sonra yeniden karar alırsınız. Allah’a tevekkül etme de bu demektir. Sen elinden geleni yaparsın. Sonrasını beklersin. Biz “İzmir Akevler”i kurduğumuzda böyle bir denemeye giriştik:

  1. Çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamak amacıyla kooperatifimizde iki site kurduk. Akevler sitesinden sonra Akkent ve Aksanayi sitelerini kurmak istedik. Ancak Aksanayi sitesi Akkent sitesi oldu, sanayi sitesi olmadı. Akkent için aldığımız 400 dönüm yeri elimizden aldılar. Akevler’e ne zulümler yapıldığını o dosya kaybolmazsa (Akkent Dosyası) gelecek insanlığa anlatacaktır. Biz her şeyden önce insanları bir araya getirmeyi hedefledik, bunda da başarılı olduk.
  2. Akevler olarak iki önemli müesseseyi iflastan kurtardık; Özdemir ve Akbesi. Bunların faal hâle geçmesi için çabamız sürmektedir…
  3. İlmî çalışmalar yaparak “Adil Düzen”i ortaya koyduk. Bugünkü çalışmalarımız da bunun devamıdır.
  4. Uygulamaya geçilmesi, bu ilmî deneme ve çalışmalarımızdan yararlanmaları için siyasî ve dinî kuruluşlara destek verdik. Bizim dışımızda ekonomide, siyasette ve dinî faaliyette dev kuruluşlar oldular. Hedefe ulaşmış değiliz. Bütün bunlar Adil Düzene göre olmalılar. Henüz olan yoktur.    

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ (EınNa elLAvHe YuXıbBu el MüTaVakKıLıyNa)  

“Allah tevekkül edenleri muhabbet eder.”

Tevekkül etmek” demek, ben bana düşenleri yaptım, ondan sonrası benim işim değildir, Allah’ın işidir, O ne takdir etmişse o olur demektir. Mü’minler, hatta müslimler içtihat yaparlar, ona göre amel ederler. Sonuçtan kendileri sorumlu değildirler. İçtihatlarına göre davranıp davranmadıklarından sorumludurlar.

“Belediyelere gittik, tebliğler yaptık, sonuç yok!” dememeliyiz.

Bütün bu fikirler ve düşünceler birer tohumdur. Tohum toprak içinde bekler, bekler ve mevsimi gelince çimlenir, büyür, ağaç olur, sonra da orman olur. Ama toprağa tohum atmazsanız hiçbir şey olmaz. Binlerce tohum ekersiniz. Ama bazen sadece bir iki tanesi filizlenir. Ancak binlerce tohumun filizlenmesi neyi yapıyorsa, tek çim de aynı işi yapar. Bu yıl fındıklarda meyve yok. Çiçeklenmeye başladıktan sonra kar yağmış. Sonra yaz olmuş ve yaprakları da kurutmuş. Bir fındıklıkta birkaç dal yere yakın olduğu için kar altında kalmış, o dallarda fındıklar mevcut. Fikirleri bazen esen sam yelleri kurutabilir. Ama baskın kalan görüşler sonra açılır ve yeniden yeşerir.

Adil Düzen çalışanları ne yapmalıdırlar? Kendileri çalışmalıdırlar. Biz ne yaptık demelidirler.

Yoksa sonuçlar ne oldu dememelidirler. İşte Allah’a tevekkül budur.

إِنْ يَنْصُرْكُمْ اللَّهُ (EıN YaNÖuRKuMu elLAvHu) “Allah size nusret ederse.”

“Allah’a tevekkül ediniz. Allah kendisine tevekkül edenleri sever.” diyor.

Harf-i atıf getirilmeden “İn yensurkümüllah/ Allah size yardım ederse” diyor. Yani, siz tevekkül edin. İşinizi yapın ve bekleyin. “Eğer Allah yardım ederse size galip gelecek yoktur.” diyor.

Burada “İza” getirilmiyor. Her zaman size nusret edecek, her zaman siz galip geleceksiniz demiyor. Zamanla siz, zamanla da onlar galip geleceklerdir. Sizin sevap veya günah almanız sizin amellerinizle olmaktadır. Oysa galibiyetiniz veya mağlubiyetiniz Allah’ın takdirine göre olmaktadır.

Avrupa’da Yahudi sermayesi hakim olmasaydı, faizli ekonomi kurarak sermaye birikimini sağlamasaydı bugünkü sanayi devrimi olmazdı. Faize karşı olanlar mağlup oldular ama cennete gittiler. Faizciler galip geldiler ama cehenneme gidebilirler.

Demek ki Allah yardım etmeyebilir. “İn” bunu ifade ediyor. Dünyada ve Türkiye’de olan her şey takdiri ilahi ile olmaktadır. Bu takdiri Kur’an’dan öğrenerek diyoruz.

Batı Uygarlığı zirvededir, çökmeye başlamıştır. İslâm en alttadır, gelişmeye başlamıştır.

Yine Kur’an’dan elde ettiğimiz istidlâller ile diyoruz ki, “Adil Düzen” yeryüzüne gelecektir. Türkiye’deki Adil Düzencilerin burada görevleri vardır. Sizin çalışmalarınızla gelecektir diyoruz… İnşaallah…

فَلَا غَالِبَ لَكُمْ (Fa Lav ĞavLıBa LaKuM)  “Size galip gelecek yoktur.”

“Allah size yardım ederse size galip gelecek yoktur.” Bu âyet bize bunu söylemektedir.

Allah bir şeyi yapmayı murat ettiğinde size yardım eder, dolayısıyla size galip gelecek yoktur.

Mü’minlerin sorunları galip gelmek veya mağlup olmak değildir. Sorun Allah’ın bize ne vazife verdiğini tesbit edip o vazifeyi layıkıyla yapmaktır. Bu cemaate katılan herkes kendi vazifesini içtihatla tesbit edip onu yapacaktır. Cemaatte istişare ile kendi vazifelerini tesbit edip onu yapacaktır. Sonra bekleyecektir.

Biz içtihadımızda veya istişaremizde hata etmiş olabiliriz. Hata yaptıran O’dur. Dolayısıyla biz o hatadan sorumlu değiliz. O’nun takdiri sebebiyle öyle olmuştur. Hatalı içtihadı O yaptırdı. O sebepledir ki biz hata etsek de kendi sevabımızı gene alırız. Başarırsak isabet etmiş oluruz, içtihadımız kesinleşir. Başaramazsak, hatalı içtihat yapmış oluruz. Bu da bize bir daha hata yapmamamızı sağlar.      

وَإِنْ يَخْذ ُلْكُمْ (Va EıN YaPÜulKuM)  “Sizi hazlederse.”

Burada “Size yardım etmezse” yerine “Sizi hazlederse” kullanmıştır. Allah için tarafsız kalma yoktur. Yarattıklarımı bırakayım istediklerini yapsınlar demek yoktur. Ya yardım edip mü’minleri galip getirecek, hazledecektir. Mağlup da etmeyecektir. Ama galip de etmeyecektir. Uhud Muharebesi’nde durum öyle olmuştur.

Aslında Osmanlı İmparatorluğu mağlup edilmemiştir. Hazledilmiştir. Çünkü mağlup olması demek o imparatorluğun ortadan kalkmasıdır. Bizanslılar mağlup olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ama İstanbul Müslümanlara kalmıştır. Anadolu da Müslümanlık olarak ondan sonra saflaşmıştır.

Hazletmek”, aşağı düşürmek, utandırmak anlamındadır. Kazurat kelimesi ile yakınlığı vardır.

Türkler İstiklâl Savaşı’nı kazandılar. Ama bugün mahzuldurlar. Bir asırdır Türkiye’de mü’minler mahzuldurlar, bir asırdır Türkiye de dünyada mahzuldur. Her sahada en geri durumdaydık. Savaşta ordumuz zafer kazanır, sonra masaya oturur ve kaybederdik! İlahi takdir böyle olmuştur.

I. Kur’an Uygarlığı yaşlanmış ve çökmüştür. Artık eski kurumlar ve kurallar işe yaramıyordu. Yeni uygarlığın gelmesi gerekiyordu. Yaşlanmış şeftali ağaçlarını sökmeden yenilerini dikemezsiniz. Harabeyi ortadan kaldırmadan yeni inşaat yapamazsınız. Ne var ki Allah mü’minlere enkazı kaldırma görevi vermemiştir. Yahut, eskimişi yıkmak mü’minlerin işi değildir. Allah onlar için yıkıcıları, enkazcıları görevlendirmiştir. Onlar da kâfirlerdir. Vücudu hasta etme görevi hücrelerin değil, mikropların işidir. İşte 20. asır enkaz kaldırma asrıdır.

Birileri enkazı kaldırdılar. Şimdi Adil Düzenciler yeni fideleri dikiyorlar, yeni projeyi tamamladılar. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı yaptılar. Temeli de onlar temizlediler. İnşaat yapacak müteahhit aranıyor. “Adil Düzen”i kabul edecek parti aranıyor. Allah’ın takdiri vardır. Günü gelince ortaya çıkacaktır.   

فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ (Fa MaN YaNÖuRKuM)  “Size nusret edecek olan kimdir?”

Buradaki “Men” soru zarfıdır. Kimdir anlamındadır.

Za” küçültme işaretidir. “Bu Ahmet de kim imiş?” dediğinizde, buradaki bu küçültme işaretidir. Bu size yardım edecek kimse de kimmiş! Yani, kimse size yardım edemez demektir.

Soru şeklinde sormaktadır. Amerika yardım eder!.. Avrupa yardım eder!.. Erbakan yardım eder!.. Tayyip yardım eder!.. Söyleyin bakalım, Allah’ın sizi aşağılamasına karşı kim sizi kurtaracaktır?..

Burada mü’minlere bildirilen şudur. Siz Allah’a inanacaksınız, O’nun dediklerini yapacaksınız. Yine mağlup olabilirsiniz, yine iktidardan düşebilirsiniz. Ama ne yapsanız o kaderde var olacaktır. Ecevit hükümetleri gelmeseydi bugün AK Parti iktidarda olmazdı. Doğru Yol gitmeseydi Ecevit Hükümeti gelmezdi. O halde Erbakan taviz versin vermesin, kader böyle çizilmişti, böyle olacaktı. Olanları ne falana ne filana yükleyelim. Olanlar O’nun takdiri ile olmuştur ve iyidir. Biz sadece eksikliklerimizi tesbit edip tamamlamakla mükellefiz.

مِنْ بَعْدِهِ (MiN BaGDıHı)  “O’ndan sonra”

Yani, O’nun hazletmesinden sonra size yardım edecek kim olacaktır?

İşte Türk hükümetlerinin ve ordunun hatası buradadır. Biz kimse ile kötü olmamaktayız. Barışçı topluluğuz. Gerçekten lâik ve demokratız. Ancak Avrupa’nın kanunlarını okumadan Meclis’ten geçirerek neyi kazanacaksınız?!. Bu kanunlara olan saygıyı ve onlara uyma zorunluluğu ilkesini yok etmektedir. Okunmayan ve uygulanmayan kanunlarla ülkeyi doldurmak Meclis’i abes hâline getirmiştir. Meclis saygınlığını kaybetmiştir.

Meclis maalesef milletin ihtiyacı olan kanunları çıkaramamakta, milletin bilmediği ve duymadığı kanunlar hızla geçmektedir. “Adil Düzen” iktidara gelince bu kanunları bir gecede iptal edecektir. İdam edilmez hükmünü kaldırmakla kalmayacak, eski idamlık suçları da yeniden muhakeme edip idam edecektir. Tabii ki sivil suçlarda mağdurların, askeri suçlarda komutanların af yetkisi vardır.

Bu âyet bize kaderi de öğretiyor. Allah yardım etmeyi takdir etmişse kimse onu geri çeviremez. Allah hazl etmeyi murat etmişse onu de kimse geri çeviremez. Bazı hallerde ise Allah kazaya bırakmıştır. İnsanlar yardım da edebilirler, etmeyebilirler de. Onun için “Min Ba’dihi” kelimesini kullanmıştır.

Bütün bunlarda içtihat ve icmalar ortaya konup ona göre amel edilecektir.  

وَعَلَى اللَّهِ (Va GaLAy elLAHı)  “Allah’a”

Buradaki “Va” harfi “Fe iza azamte fe tevekkel alallah”daki “Allah”a atıftır. “Val Yetevkkelü elmüminune alallahi” demektir. Bundan sonrası te’kiddir. Tekrardan kaçınmak için “yetevekkel elmüminun” kelimesi hazf edilmiştir.

Kur’an’da bu tarz hazıflar geçmektedir. “Doktor Ahmet’e baksın Ahmet’e.” dediğimiz zaman ikinci Ahmet’ten sonra baksın sözü hazf edilmiştir. Arapçada bu hazf birinci cümlede yapılır. Türk dil mantığının aksi bir mantıktır. Avrupa dillerinde ise karmalık vardır. Yani, diller iki mantık üzerinde kuruludur. Ya önemli olanlar önce, önemsiz olanlar sonra zikredilir. Bu Arap dil mantığıdır. Ya da önemsiz olanlar önce, önemli olanlar sonra bahsedilir. Bu da Türk mantığıdır. Batı dilleri ise karmadır.

Hazf önemlidir. Yani, hazfler dikkat çekmek için, önemini belirtmek için yapılır. Dolayısıyla Arapçada hazf cümlesi önceden, Türkçede ise sonradan gelir.  

فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ (Fa LYaTaVakKaLü eL MüMiNUvNa)

“Mü’minler de Allah’a tevekkül etsinler.”

Buradaki “Fa” harfi bundan önceki cümleye atıf yapmaktadır. Sen Allah’a tevekkül et, mü’minler de Allah’a tevekkül etsinler. Yani alınan kararda tereddütler olmasın. Onlar da kararı kabul etsinler. Başkan artık karar almıştır. O uygulansın. Başkan yanlış karar aldı veya bunun sonucunda hayır yoktur demesinler. Herkes kararın oluşmasına itiraz etmesin. Karara muhalif olsalar da karar karardır. Artık uygulanmalıdır.

Şimdi de kanuna muhalefet edenler ekseriyet kararına uyuyorlar. Kanunlar değişmedikçe herkes için geçerlidir. İstişareden sonra alınan başkan kararı da böyledir. Aksi reylere sahip olsalar da başkanın kararı herkesi bağlar. Yani, herkes karar almış olur. Karara uymak istemiyorlarsa o topluluktan ayrılmak zorundadırlar. Bu topluluk da ocak veya bucak olur. Ya da dayanışma ortaklığı olur. Askeri birlik de dayanışma ortaklığıdır.

Fa” harfinin gelmesiyle ikinci tevekkül emredilmiştir. Arkasından mü’minler hemen ikinci tevekkülü yapacaklardır. Bu da uygulamadaki tevekküldür. Başkan karar almış. Karar karardır. Artık ne başkan ne de cemaat onu değiştiremez. Başkan artık uygulamada yoktur. Uygulamada başkan gözetleyicidir. Uygulama mü’minler tarafından yapılacaktır. Dolayısıyla mü’minler ikinci defa uygulamada Allah’a tevekkül edeceklerdir. “Fa” işte bunu ifade eder.

Ne kadar veciz bir şekilde ne çok şeyler ifade edilmiştir.

Emirler yerine gelecektir. Sonrası Allah’a bırakılacaktır. O ne isterse onu yapacaktır. Olan hayırdır. Niçin böyle oldu denmeyecektir. Mü’minler için peş peşe iki tevekkül vardır. Biri başkanla birlikte yapacakları tevekküldür. Biri de başkandan ayrı uygulamadaki tevekküldür.  

وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ (Va MAv KavNa Lı NaBıyYın EaN YaĞulLa)  “Nebinin ğalletmesi olmaz.”

Ğalla” kelimesi galeyan, kazanın kaynaması, taşmasıdır. “Ğanna” genizden ses çıkarmadır. “Ğenye” zengin demektir. “Ganimet” ise savaşta elde edilen servettir. “Ğarra” yanılmadır.

Bunların yakınlığı ile ortaya çıkan anlamı şöyle açıkladılar: Meşru olmayan saldırıdır, yağmacılık yapmaktır. Yani, ganimet için savaş meşru değildir. Meşru savaş sonunda elde edilen enfal helaldir.

Bundan önceki âyetlerde mü’minlere cihat yapmanın meşruluğu, hattâ farzlığı sözkonusu iken, burada sadece kazanç amacıyla savaş gayrimeşrudur. Malını, canını, işini ve ırzını savunma insan için tabii haktır. Ama kimsenin malına, canına, ırzına ve işine müdahale de asla meşru değildir. Ğalletmek bunları yapmaktır.

وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ (Va MaN YaĞLuLYaETı YaETı BıMAv ĞalLa)  

“Kim ğallederse ğalletiği ile gelir.”

Hazreti Peygamber (s.a.v.) böyle bir şey yapmaz denmiştir. Yani yapmamıştır.

Ayrıca kim olursa olsun, kimsenin kimseye ğalletmesi meşru değildir. Kim başkasının servetine saldırırsa onunla suçüstü yakalanmış olarak gelecektir. İnsan için ana kazanç kaynağı emeği ile elde ettiğidir. Bu emek bedenî emek olduğu gibi aynı zamanda zihnî emektir. Onun için âyette  “İllâ Mâ Saa/ Çalıştığından başkası” denmektedir. Bunun yanında rızaya dayanan ticaret de meşru kılınmıştır. Faiz ve kumar ise haramdır. Zorla ve rızası olmadan başkasının malını almak ise büsbütün haramdır.

Savaş mal için değil, savunma amacıyla güven için yapılmaktadır.

يَوْمَ الْقِيَامَةِ  (YavMa elQıYAvMat)  “Kıyamet yevminde”

Kıyamet yevminde peygamberler dünyadaki cezaları düşünmezler. Her mü’min için de durum budur. Bu dünyanın en büyük cezası birkaç yıl erken ölmekten ibarettir. Nasılsa bir gün ölünecektir. Ama ahirette ise cezalar belli olacaktır. O halde asıl sorun o günü düşünmektir. Ahiret hayatı vardır. Kıyamet günü vardır.

Kıyam” ayağa kalkma günüdür, yahut adaletin ikame günüdür, duruşma günüdür. O gün herkes bu dünyada yaptığının hesabını verecektir. Alacağını alacak, borcunu da ödeyecektir. Ğal yapmış olanların durumu son derece ağır olacaktır.  

Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nın dayandığı temel ilke şudur: Yeryüzü bütün insanlığındır. İşgal ile bölüşmüşlerdir. İhya ile mâlik olunmaktadır. Devletler, ülkeler, bucaklar ve ocaklar ya göç kabul etmek, ya da toprak vermek zorundadırlar. “Burası benimdir, kimseye vermem!” demek; işte bu ğalldir. Mamur halde tutuyorsan senindir. Yani, oraları işletiyor ve kullanabiliyorsan senindir, yoksa bütün insanlığındır.

Bugün mevcut bölüşme şekli adil olmayabilir. Adil bölüşme şekline geçilmelidir. Daha adil bölüşme şekli bulunmadıkça mevcut olanı yıkmak zulümdür, ğaldir. Devletin halkın elinden şeriat dışı mallar alması da ğalldir. Sosyalistler bunu yaptılar. Devletin halkın ormanlarına el koyması da ğaldir. “Doğal sit alanı! Tarihî sit alanı!” diyerek insanların yararlanmalarını yasaklamak da ğaldir. Bir yerden yararlanmaya kimse mani olamaz. Ancak benim yararlanma hakkım çiğneniyorsa ona mani olunur. Çevre kirliliğinin önlenmesi, tabiî zenginliklerin tahrip edilmesi başkadır, ondan yararlanma başkadır. İşte bu ğal yapanlar, sosyalist mantığı ile yaşayanlar, sosyalist mantığını sürdürenler hep ğalletmektedirler.

“İnsanlık Anayasası” bu ğallı önleyen ama çevre tahribatına da tedbirler alan bir anayasadır.

ثُمَّ (ÇümMa)  “Sonra”

Türkçede “Ve, Fe, Sümme” harfleri yoktur. “Ahmet geldi, Hasan da.” olduğu gibi cümleleri bağlayan harf vardır. Günümüz Türkçesinde “ve” kullanılmaktadır.

Sümme”nin manâsı, aradan zaman geçtikten sonradır. Ahirette herkes haksız yere aldığı ile gelecektir. Sonra herkese yaptıkları tastamam ödenecektir. Önce kalkış yani kıyamet gününde hesaplar görülecek, sonra ödemeler yapılacaktır. Avans sistemi geçerli olmayacaktır. Onun için burada “Sümme” kullanılmıştır.

Cennete gidenin bedeninde değişiklik olacak, cennette yaşayacak şekilde olacaktır. Cehenneme gidenin bedeni değişecek ve cehenneme gidenin bedeni gibi olacaktır. Nasıl bir böcek krizalit devresine girdiğinde değişir ve kanatlı olarak uçarsa... Nasıl kurbağa balık gibi galsemeli iken sonra kertenkele gibi ciğerli oluyorsa… İşte orada da öyle değişmeler olacaktır. Artık geri dönüş olmayacaktır. O sebepledir ki hesap görüldükten sonra cennet veya cehenneme gidilecektir. Kıyamet günü bu dünya gibidir. Savunmalar, itiraflar, saklamalar hepsi sürüp gidecektir. Cennette ise gizleme yoktur.  

تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ (TuVafFAy KulLe NaFSın MAv KaSaBaT)  

“Her nefse kesbettiği tevfiye edilecektir. Herkese alacağı ödenecektir.”  

Vefa” kelimesi hakkını vermek demektir. Terazideki eşitlemek demektir.

İyi olsun, kötü olsun herkesin hakkı verilecektir. Bugün geçerli inanışa göre mü’minlerin kötülükleri çok hafif ceza ile atlatılacak, kâfirler ise cehennemden asla çıkmayacak ve onların hamleleri hiçbir işe yaramayacaktır. Oysa burada her nefse ifa olunacaktır deniyor. Kâfir olsun, müslim olsun, katil olsun, zani olsun, herkese yaptığı iyi şeyin karşılığı verilecektir. Kötülüklerine takas yapılacak, kalan ceza çektirilecektir.

Sonra burada “kesbettiği” denmektedir. “Kesb” kasıtlı amellerdir. Bir işi yaparak elde edilenler kesbdir. Küsbeden gelir.  

وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (Va HuM LAv YuJLaMUvNa)  “Ve onlara zulmedilmeyecektir.”

Asla haksızlık yapılmayacaktır. Zerre miskalınca olan bir kötülük de iyilik de görülecektir. Kitabımız bu kadar açık bir şekilde adil olanı söylemese, biz tevil ederek bu inançta olmalıyız. Oysa birçok kimse âyetin dediklerine değil, hocalarının dediklerine uymaktadır. Hocalar da cemaatleri kaçırmayalım diye Kur’an’ın dediğini değil, halkın dediğini savunur olmuşlardır. Şüphesiz onların da kesbettikleri ödenecektir. Her çeşmeden akan su bir yerden gelip bir yere gitmektedir.

أَفَمَنْ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللَّهِ (EaFaMaN ItTaBaGa RıWANNa elLAHı)  

“Allah’ın rızalarına tâbi olan kimse mi?”

Buradaki “Fa” harfi “tafsiliye Fesi”dir. Öyle ise yani herkesin kesbettiği kendisine ifa olunacaksa, Allah’ın rızasına tâbi olan Allah’ın gazabına uğrayan gibidir diyerek âhirette iki ayrılacak grubu soru şeklinde tevdi edilmiştir.

E” ile sorulduğunda, değildir anlamı çıkar. Bu iki grup bir değildir demektir. Burada Allah’ın rızasına tâbi olma tabiri getirilmektedir. Yani Allah neye razı olursa ona uyan kimse demektir.

Galletmek Allah’ın rızasına uygun değildir. Sosyalizmde gal olduğu gibi kapitalizmde de gal vardır.

Sosyalizmde halkın elinden serveti doğrudan doğruya gasbedilmektedir. Kapitalizmde ise faiz yoluyla halkın elindeki serveti gasbedilmektedir. Her iki rejim tabiî kaynaklara sahip olup sömürmek için savaşlar yapmaktadır. Irak Savaşı bunun için olduğu gibi; dünyayı besleyen Sibirya petrol ve gaz kaynaklarından da Sibiryalılara bir şey verilmemektedir.

İslâmiyet’teki savaş ne içindir? Yeryüzüne barış gelsin, güven gelsin diye savaş yapılır. Gümrükler yok, vizeler yok. Tabiî kaynakları bütün insanlar birlikte kullansın diye savaş vardır. Devlet beşte bir güvenlik hizmet payını alır, ondan sonra kaynaklar tüm insanlar tarafından işletilir. Bu Allah’ın rızasına tâbi olmadır.  

كَمَنْ بَاءَ بِسَخَطٍ مِنْ اللَّهِ (KaMaN BAEa Bi SAPaOın MıNa elLAHı)  

“Allah’tan sahatı be’veden kimse gibi midir?”

“Rıdvan”a karşı “Sahat” kelimesini kullanmıştır. “İttibae” yerine “Bae” kelimesini kullanmıştır. Orada doğrudan izafet yapılmıştır. Burada “Min” ile izafet yapılmıştır. Allah’tan sahat sebebiyle be’vet etmiştir.

Be’vet” etmek demek, çarpışmak demektir. “Biet” çerçeve demektir. Ablukaya almak, sıkıştırmak anlamlarına gelir. Yerleştirmek anlamına da gelir.

Sahteyan” hasıl edilmiş, kızarmış deridir. “Sahata” demek kızdı, öfkelendi demektir. Allah’tan gelen kızgınlık sebebiyle sıkıştırılan kimse gibidir. Nitekim kapitalizm, sosyalizm, faşizm, fanatizm gibi kelimeler yani rejimler kendi kabuklarına çekilip demir perdeler örer ve gelip geçişleri yasaklarlar. Böylece halk sıkışıp kalır. Oysa Allah’ın rıdvanında her türlü insanların gidip gelmeleri, malların gidip gelmesi, emeğin gidip gelmesi, sermayenin gidip gelmesi tamamen serbesttir. Devletler vardır, iller vardır, bucaklar vardır. Ne var ki bunlar yasaklar için değil, hizmetler için vardır.

Adil Düzen” dışındaki rejimler Allah’tan gelen kızgınlık sebebiyle sıkışık düzenlerdir.           

وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ (Va MaEVAyHu CaHanNaM)

Böyle yasakçı, sömürücü, gasbeden, bunun için savaş çıkaran kimsenin dünyada sıkışıklığı olduğu gibi âhirette de cehenneme iva edilecektir. Oradaki yuvası da cehennemdir.

Burada zamir müfret yani tekil kullanılmıştır. Âhiretteki sorumluluk şahsidir.

وَبِئْسَ الْمَصِيرُ  (Va BıESa elMaWIyRu)  “Dönüş ne kötüdür.”

Sare” demek, bir şekilden başka şekle dönüşme demektir. “Masıyr” de yeni şekil demektir. İnsanlar cehenneme girdikleri zaman oradaki hayata uyabilmeleri için molekül yapıdan atom yapısına dönüşeceklerdir. O dönüş kötü olacaktır. Buradaki dönüşü kötü dönüş yeri yerine kötü dönüş biçimi olarak anlamak mümkündür.  

هُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ اللَّهِ  (HuM DaRaCaTün GıNDa elLAHı)  

“Onların Allah’ın indinde dereceleri vardır.”

Buradaki zamir hem Allah’ın rıdvanına tâbi olanlara, hem de Allah’ın sahatına uğrayanlara racidir.

Bütün insanların dereceleri vardır. Sıfır nokta kıyamet sahasıdır. A’raf alanıdır. Bu dünyadır.

Bunlar hep birbirine benzerler. Cehennem mihverin menfi tarafını, cennet ise mihverin müsbet tarafını gösterir. Burada da dereceler vardır. Onun için “derecât” kelimesi kullanılmıştır. Kurallı dişi çoğul gelmesi bu derecelerin atlamalı yani dijital olduğunu gösterir. Cehennem ve cennet kat kattır. Bu dünyada yapılan amellere göre insanlar o katlara yerleştirilecektir. Orada yaptıkları amellere göre cehennemin üst katlarına çıkabilecekleri gibi cennette de daha üst katlara yükseleceklerdir. Yapı bakımından cennet ve cehennemdeki yükselmeler benzediği için her iki zümreyi cennet zümresi ile cehennem zümresini hep bir zamir içinde topladı.  

وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (Va elLAHU BaWIyRun BıMAv YaGMaLUvNa)  

“Allah onların bütün amel edeceklerini görecektir.”

Yani cennette ve cehennemde de amel olacak, Allah o amelleri de görecektir.

Burada “Basırun” sıfatı nekire gelmiştir. İsm-i fail ve mef’uller haber olarak nekire gelirlerse istikbal sigasını ifade eder. “Ene alimün” derseniz, ben öğreneceğim demek olur. “Ena alimülhesab” derseniz, ben hesabın alimiyim demek olur.

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2180 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2191 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2314 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2858 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3474 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2506 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2082 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
1963 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2268 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1864 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2355 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2327 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3294 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2331 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2668 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
1980 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2164 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3273 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2924 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2194 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2532 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2779 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2844 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2445 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2369 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3632 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2506 Okunma

© 2024 - Akevler