ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
2842 Okunma
ALİİMRAN 164-168

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 43

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ(164)

أَوَلَمَّا أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ قَدْ أَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَا قُلْتُمْ أَنَّى هَذَا قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(165)

 

لَقَدْ (La QaD)  

Burada “Va” harfi getirilmeden yeni âyet başlamaktadır.

Bundan önceki âyetlerde istişareden ve yöneticinin halkın mallarını gasp edemeyeceğinden, sosyalizmden ve kapitalizmden bahsedilmiştir. Orada o hususlardan bahsederken, burada “resul”den söz etmektedir; “resulün ba’sedilmesinden” bahsetmektedir.

Risalet ile nübüvvet arasında fark olduğu için kemal-i infisal vardır, dolayısıyla “Va” harfi getirilmemiştir. Nübüvvet ilme dayalı içtihatlar ve icmalarla olmaktadır. Risalet ise yapılan içtihat ve icmaların uygulanmasıdır. Nübüvvetle savaşsız iman başlar; yani, Mekke devri başlar. Medine devri gelince risalet dönemi başlar. “Lakad” ile ise olay te’kit edilmektedir.

 

مَنَّ اللَّهُ (ManNa elLAHu)  “Allah memnun etmiştir.”

Menne” kelimesi, kurulan çardakların, yapılan binaların arasındaki ortak alandır. Burası güvenlik yeridir. Buraya konan eşya ve insan güven altında olur. Buradan “EMN” kelimesi oluşmuştur. Güven anlamındadır. “Menne” kelimesi de buradan oluşmuştur. Kişiyi buraya yerleştirmek demek, onu memnun etmek anlamına gelir. Yani, endişesini gidermek demektir. Zıt bir manâ olarak, kişiyi buraya alıp hapsetmek anlamına da gelir. Bu da kişiye döve döve yemek yedirmek anlamındadır.

Minnet etmek, kakmak demektir. Kur’an’da her iki manâsıyla geçmektedir. Türkçede “minnet” kakmak, “memnun” ise sevindirmek anlamlarında kullanılmaktadır. Burada “menaya alma” şeklinde yorumladığımızda, Allah resul göndermekle onları güven altına aldı anlamına gelmiş olur.

 

عَلَى الْمُؤْمِنِينَ (GaLAv eLMuEMıNIYNa)  

“Mü’minlerin üzerine mena koymuştur.”

Yani, mü’minlere resul göndererek onları iktidar yapmıştır anlamına gelir. Mü’minler Mekke’de olduğu gibi önce savaşmadan cihad hâlindedirler. Sonra Medine’de onlara iktidar verilmiştir.

Burada çok önemli bir hususu öğrenmiş bulunuyoruz. O da şudur. Önce nebi geliyor, halk iman ediyor, mü’min cemaat oluyor. Sonra onların içinden resul ba’sediyor.

Mekkeliler için bu nebi ve resul aynı kişidir. İbraniler için de aynı kişidir. Ama bunun aynı kişi olması gerekmez. Çağımızda Bediüzzaman nebilik hizmetini yapmıştır.

Sonra Erbakan resullük hizmetini yapmıştır. Erbakan Risale-i Nur şakirtleri arasından olmamıştır. Şimdi siz de “Adil Düzen” üzerinde çalışıp dârı ve imanı hazırlıyorsunuz. Resul sizden olabilir; veya olmayabilir.

 

إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا (EıÜ BaGaÇa FıyHıM RaSUvLaN)  

“Hani içlerinden bir resul ba’setmiştik.”

Burada “Minhum” denmemiş, “Fîhim” denmiştir. Dolayısıyla bu resul kendilerinden de olabilir, kendilerinden olmayabilir de. Bundan önceki âyetlerde nebilerden bahsedilmişti. Orada onların nezdinde olanı tasdik edici nebi sözkonusu olmuştu. Burada resul nekire (belirsiz) gelmiştir. Yukarıda adı geçen galletmeyen nebi olması şartı yoktur. Eğer bu resulden maksat nebi olsaydı, o zaman bunun marife gelmesi gerekirdi.

Bu âyette Hazreti Muhammed (s.a.v.) bir örnektir. İfadeler genel olsun diye nekire gelmiştir.

Ba’setmek” görevlendirmek demektir. Atama yapmak demektir. “Bahs” kelimse ile akrabalığı vardır. “Bahs” araştırmak, eşmek demektir. Burada “Resulen” kelimesinin nekire olması, adet olarak da bir topluluğa bir resul irsal ettiğini ifade eder. Bir topluluğa birkaç nebi gelebilir, ama resul bir tanedir. İktidar tecezzi etmez, bir topluluğun iki başkanı olmaz. Burada bu kurala işaret emektedir.        

 

مِنْ أَنْفُسِهِمْ (MiN EaNFuSiHiM)  “Kendi içlerinden.”

Risale-i Nur şakirtleri tam olarak “Adil Düzen”i benimseyip hareket etselerdi kendi içlerinden resul gelecekti. Onlar öyle yapmadılar. “Adil Düzen”i öğrenip uygulama yapacaklarına, “Adil Düzen”e cephe alıp mevcut düzende kalmayı tercih ettiler. Birden eski içtihatlar içinde İslâmiyet’i getireceklerini sandılar. Dolayısıyla resul içlerinden gelmedi.

O devre hazırlık devresi idi. Onların yaptıkları onlara aitti. Şimdi sıra sizdedir. Siz lâyıkıyla ve gerektiği şekilde “Adil Düzen”i öğrenir ve onu önce aranızda uygularsanız, o zaman Allah sizin içinizden yani “Akevler Adil Düzencileri” arasında bir resul ba’sedecektir. Yok, siz de olgunlaşmadan başarmak isterseniz, o zaman Allah içinizden değil de, dışarıdan bir resul ba’seder. Siz de onlara destek verirsiniz.

 

يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ (YaTLUv GaLaYHıM EAvYAvTıHı)  

“Onlar Allah’ın âyetlerini tilâvet ediyor.”

Tilavet etmek” demek, aktarmak demektir. Mü’minlerin ilk işi Allah’ın kitabını öğrenmektir. Bunun için oluşmuş ilimler vardır. Onları öğrenmek gerekir. Burada kıraatten değil de, tilavetten bahsetmektedir.

Kıraat” sözleri içerir, zikir manâsını içerir. “Tilavet” söz ve manâyı içerir.

 

KUR’AN’I ANLAMAK VE UYGULAMAK İÇİN ŞU İLİMLERİ BİLMEK GEREKİR:

Tecvit, Lugat, Sarf, Nahiv, Maani, Beyan, Bedi, Mantık. Bunlar lisan ilimleridir.

Bunların yanında Kâinatı, yeryüzünü, canlıları, insanları ve tarihi bilmek gerekir.

Yani, vaz’î ve fıtrî ilimleri bilmek gerekir. Beşikten mezara kadar bunları öğrenmemiz gerekir.  

Her gün beş vakit namaz kılınacak ve namazdan önce veya sonra Kur’an tilavet edilecektir. Mü’minler bunu cemaatleşerek yapacaklardır. Bu ilimler değişik mezheplerde okunacaktır. İçtihatlar oralarda tedris edilecektir. Ama bir de icmalarla sabit olanlar olacaktır. Bunu “resul” yapacaktır.

Bucaklarda, illerde, ülkelerde ve insanlıkta oluşan icmalar da okunacaktır. İnsanlık icmalarını içeren kitaplar olacak, ülkelerin icmalarını içeren ülkelerin kitapları olacak, illerin kitapları olacak, bucakların kitapları olacaktır. İçtihatlar onlara dayanılarak yapılacaktır. Bu kitaplar her yıl güncelleştirilecektir…

Roma’da yöneticiler atanırdı. Bunlar asker değildi. Birer kadı durumunda idiler. Bir yıl uygulanacak kanunları yaparlardı. Her yıl başında bunları değiştirirlerdi…

Bizde de icma ve içtihatlar Ramazan bayramında ilân edilecek, Kurban bayramında kesinleşip yürürlüğe girecek, ertesi Kurban bayramına kadar yürürlükte kalacaktır...

İşte başkanlara bu görevler verilmiştir. Teşri yetkileri yoktur. Ama içtihat ve icmaları aktarmak görevi başkanlara aittir. Bugün de kanun ve kararnameler resmi gazetede yayınlandığında yürürlüğe girer. Yayınlama görevi yönetime aittir. Yayınlanmazsa günah işler ama o yayınlamadıkça da yürürlüğe girmez.

 

وَيُزَكِّيهِمْ (VaYuZakKIyHıM)  “Ve onları tezkiye ediyor.”

Tezkiye” demek, pastan ve kirden arındırmak demektir. Bir varlığa baktığınız zaman onun canlı olup olmadığını anlarsınız. Bir kuş çamura bulansa biraz sonra kendi kendisini temizlemiş olur. İşte buna “zekât” denmektedir. “Tezkiye etmek” demek, onu şaibeden arındırmak demektir. Tezkiye etmek demek, onun gelişmesini sağlamak demektir. Koyunu suda yıkarsanız onu tezkiye etmiş olursunuz.

Başkanın bir görevi de cemaatini tezkiye etmektir.

Tilavet” kişilerin zihnî melekelerini geliştirmekle olur.

Tezkiye” ise mâlî melekeleri geliştirmekle olur. Biri kişisel eğitmedir, diğeri sosyal eğitmedir; biri “namaz”dır, diğeri “zekât”tır.

Başkan kişilerin mallarını ellerinden alamaz, galledemez. Ama karz-ı hasen müessesesini kurar, zekât müessesesini kurar ve onlarla topluluğu tezkiye etmiş olur. Yani, kendi kendilerine gelişmelerine imkan verir. Devlet düzenini kredi ve vergi yoluyla sağlar.

Herkesin durumuna göre şer’an belirlenmiş kredi hakkı vardır. Yine herkesin şer’an belirlenmiş kamu ortaklığı payı vardır. Bunları düzenlemek de başkanlara aittir. Eğitim birliği, düzen birliği. İşte başkan bunları sağlar. Çoklu sistem ama bölücü olmayan, dağıtıcı olmayan bir çokluk.

Onun içindir ki, önerdiğimiz TC Anayasasında “Ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bütün olan Türkiye Cumhuriyeti insanlık içinde yerinden yönetime saygılı bir devlettir.” diye tanımladık.

İşte bu bölünmez bütünlüğü sağlayan başkandır. Çokluğu sağlayan da içtihat ve icmalardır.

 

وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ (Va YuGalLıMuHuMu eLKıTaBa)  “Onlara kitabı talim etmektedir.”

Âyetlerini tilavet ediyor, kitabı ise talim ediyor.

Va” harfi ile atfettiği için âyetleri tilavet başka, kitabı talim etmek başkadır.

Âyetler, Kâinatta mevcut olan Allah’ın kanunlarıdır. Kur’an da bu âyetlerden biridir. Biz âyetleri yani Kur’an’ı öğrenirken, aynı zamanda Kâinatı da öğrenmiş oluyoruz. Sünnetullahı öğrenmiş oluyoruz.

Kitab” ise sosyal kanunlardır. Aramızda oluşturduğumuz sözleşmelerdir. Kur’an da bir sözleşmedir. Onu kabul edenler arasında yürürlüktedir. Kur’an’ın hükümleri onlara inanmayanlara uygulanmaz.

Demek ki, Kur’an’ın iki tarafı vardır:

1) Biri, o gerçekleri anlatır. Biz onu kabul etsek de etmesek de o bize gerçekleri anlatır. Tüm insanlığa hitap eder. Onun söyledikleri değişmez gerçeklerdir.

2) Kur’an’ın ikinci tarafı ise onu Allah’ın Kitabı kabul edip ona inandıktan sonra, yani onu Allah’la mü’minler arasında sözleşme kabul ettikten sonra, artık onun hükümlerine uyma zorunda olunan bir kitap.

Demek ki, Kur’an müminler için sözleşmedir, insanlar için âyetlerdir.

Burada Kitab mü’minlere talim edilmektedir. Kanunları ve sözleşmeleri öğretmek işi de yine başkana aittir. Resmi gazetede yayınlanmayan kanun bunun için yürürlüğe girmez. İslâmiyet’te ise her bucağın yazılı yasaları içinde yer alması gerekir. Ayrıca, başkanın bunu Cuma günü minberde okuyup izah etmesi gerekir.

Böyle yapılmayan hiçbir yasa yürürlüğe girmez.

Birleşmiş Milletler karar alsa, bu Türkiye Cumhuriyeti’nde yürürlüğe girmez; tâ ki Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı bunu bayram hutbesinde irad etmedikçe.

Bunun gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan kanunlar illerde geçerli olmaz; tâ ki il başkanı hutbede bu kanunu madde madde irad etsin.

Nihayet bucakta yürürlüğe girecek tüm kurallar bucak resmî dergisinde yayınlanmalıdır. Bucak başkanı Cuma günü halka hutbede sözlü olarak tebliğ etmelidir.

Böylece bir hafta içinde ancak en çok Bakara Sûresi büyüklüğünde bir metin yürürlüğe konabilir. Bu uygulama da kanun enflasyonunu önler.

İşte Allah’ın âyetlerini talim etmek budur.

 

وَالْحِكْمَةَ (Va eLXıKMaTa)  “Hikmeti de.”

“Kitabı ve hikmeti talim eder.” deniyor. Bir tek talimde toplamıyor.

O halde Kitap illetleriyle öğretildiği gibi, hikmetleri ile de öğretilir. Yani, naklî ve aklî delilleri ile öğretilmektedir. Kanunlar akılla anlaşılacaktır. Bu akla da hikmet denmektedir.

Kitabı biz hikmetlerle yorumlayıp anlayacağız. Ondan dolayıdır ki, sadece lisan ilimlerini bilmek Kur’an’ı uygulamak için yani içtihat yapmak için yeterli değildir. Onunla ilgili bütün ilimleri bilmek gerekir. Bu da tek başına yapılamayacağı için “ilmî dayanışma ortaklıkları” oluşturulacaktır. Mezhepler meydana gelecektir. Dayanışma ve yardımlaşma içinde öğrenilecektir. Bu sebepledir ki “Hum/Onlara” denmektedir, “Hu/Ona” denmemektedir.

Kitap” bilinen delilleri bir araya getirmektir.

Hikmet” ise bizi hedefe götürecek proje üretmektir.

Kitap ve hikmet öğrenimi peş peşe gelir. Kitaptan hikmete varırsın, uygularsın. Kitabı doğru anlayıp anlamadığını kontrol edersin. Buna “müsbet ilim” denir.

 

وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ (Va EıN KavNUv MıN QaBLu)  “Min kabl idiler.”

Bu aradaki “Va” vav-ı hâliyedir. Yani, oysa onlar daha önce dalâlet içinde idiler.

Dalâletin hidayet gibi iki manâsı vardır. Biri bilgisizlikten doğan delalettir. Diğeri ise uygulamadan doğan delâlettir.

Mü’minler Mekke devrinde ilmen değil, amelen dalâlet içinde idiler.

Medine’ye geçince amelen de hidayete erdiler.

Bugün biz de “Adil Düzen”i kabul etmekle ilmen hidayet içindeyiz. Çünkü ancak böylece mü’min olabiliriz. Ama henüz “Adil Düzen”i kendi aramızda da kuramadığımız için amelen dalâlet içindeyiz. İçimizde resul hizmetini görecek bir kimse çıkar da “Adil Düzen”i uygularsak, o zaman da amelen hidayet içinde oluruz..

Burada “İn” “İnne”den dönüşmüştür. “İn”in şart “İn”i olması için kendisinden sonra gelen iki cümle olmalıdır. Bir mahsub olsa da şart ve ceza cümleleri olması gerekir. Eğer iki cümle yoksa, o “İn” “İnne”den dönüşmüştür. Sonra “İn” fiil-i mazi üzerinde olsa da istikbal manâsını taşır.

Buradaki “Min Kablu” kelimesi geçmişe delâlet ettiği için şart “İn”i olamaz. Bu sebeple bu “İn” “İnne”den dönüşmüştür. Fiilden önce gelirse o da “İnne” olarak söylenmez.

Burada “İnnehum” şeklinde olup “Hum” sâkıt olmuştur diyenler vardır. Böyle “İn”lerde de isim mensub olur diyenler vardır. Kur’an’da bunu açıklayacak misal yoktur.  

Demek ki, burada “Gerçekten onlar daha önce dalâlet içinde idiler.” demek olur.

Daha önce demek, resul ba’sedilmeden önce demek olur. Yoksa resulden önce demek olmaz.

Biz de bugün daha aramızda bir başkan çıkmadığı için amelen dalâlet içindeyiz.   

 

لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (La Fıy WaLAvLın MuBIyNın)  “Mübîn bir dalâlet içinde idiler.”

Kur’an, üzerinde duruldukça, gittikçe daha çok anlaşılır bir hâl alır.

Açık dalâlet” nedir?

Dalâlet” şaşırmak, kaybolmak demektir. Bunun açığı nasıl olur?

Bu âyet bize bunu çok açık olarak açıklıyor. İlmen hidayet üzerinde olup, amelen dalâlet üzerinde olmak açık dalâlettir. Cahiliye dönemindeki dalâlet baid dalâlettir. Oysa Mekke dönemindeki dalâlet mübîn yani açık dalâlettir. Çünkü artık mü’minler biliyordu ki yanlış yoldayız.

Adil Düzen”i ortaya koymadan önce baid dalâlet içinde idik. “Adil Düzen” ortaya konduktan sonra mübîn dalâlet içinde olduk. Biz bunları okumaya ve anlamaya çalışmadan baid dalâlet içinde idik. Şimdi ise doğrusunu biliyoruz ama yapamıyoruz. Çünkü Allah henüz aramıza bizden olan veya bizden olmayan bir resul ba’setmedi. Bekliyoruz… Allah bize içimizden olsun veya olmasın bir resul ba’sedecektir. Bu resulün içimizden olması için çaba sarf etmeliyiz. Hepimiz bu görevi yerine getirmeye hazır olmalıyız.

Önce “Adil Düzen”e göre bir iş kurmalıyız…

Sonra “Adil Düzen”e göre parti kurmalıyız…

Bunları başaracak şekilde kendimizi yetiştirmeye çalışmalıyız.

 

أَوَ (EV)  “Veya”

Ev” atıf ve soru edatıdır. Aslında önce gelmesi gerekir. Ama soru cümlesini içerdiği için “Ev, Fa Sümme” önce gelir. “Hel” ise sonra gelir. “FaHal” dersin.

Bundan sonra gelen cümle kötülemek için gelmiştir.

Sen birisine “E kulte haza? / Bunu dedin mi?” dersen; “Hayır, demedin.” anlamına geldiği gibi; “Bunu niye dedin? Kötü söz söyledin!” anlamına gelir.

Buradaki manâsı budur. Siz hep böyle yaptınız. Hep kötü yaptınız demek olur.

 

لَمَّا  (LamMa)  

La EnNa Ma” dan dönüşmüştür. “Enne” tahkik içindir. “Le” te’kit içindir. “Ma” ise tamim içindir.

“Külle Ma” da bundandır.  

Kur’an’da bu ifade yoktur. “Küllü şe’yin” ve “Küllü nefsin” vardır.

Her ne zaman kendilerine bir musibet isabet ederse, “Şimdi bu nereden geldi?” derler deniyor. Yani, mü’minler dahil, insanlara bir şey isabet ettiğinde hemen şaşırır ve bunu beklemezler.

 

أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ (EÖABaTKuM MuÖIyBaTun)  “Bir musibet isabet ederse.”

Burada “Size bir musibet isabet ederse” deniyor. Yani, mü’minlere bir musibet isabet ederse.

Böylece mü’minlere de musibetlerin isabet edeceğini bildiriyor.

Zaten eğer musibet mü’minlere isabet etmemiş olsa imtihan olunmazdı. Bu dünyadan geçmemize gerek kalmazdı. İnsan kendi iradesi ile bir şey yapmamış olurdu. Mahlukatın ekremi olmazdı.

Kendi iradesi ile harekettir ki insan Allah’ın halifesi mertebesine yükseltmiştir.

İnsan Tanrı değildir, ama Tanrı’nın yeryüzündeki halifesidir.

Dinlerin insana önem vermediği gibi gülünç sözler söylemektedirler. Evet, bir vali devlet değildir, ama vali devletin temsilcisidir. Vali o yörede devletin en şerefli görevlisidir. Devletin bütün yetkilerini o kullanır.

İnsan Tanrı değildir, ama insan Tanrı’nın yeryüzündeki halifesidir. Kendisi ile ilgili yetkilerini kendisi içtihadı ile kullanır. İşte bu mertebeye ulaşmak ancak irade-i cüz’iyyesini kullanmakla olur. Bu da bazı musibetlerle karşılaşmayı zorunlu kılar.

 

قَدْ أَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَا (QaD EaÖaBTuM MiSLaYHAv)  

“Oysa siz iki mislini isabet etmiştiniz.”

“Va” harfi kullanılmadan “Lemma”nın haberidir. Size bir musibet isabet etti. Sizden de onlara iki misli isabet etti. Size bir musibet gelmişse, onlara iki musibet gelmiştir.

Birinci cümle “Ma” ile birlikte isim cümlesidir. “La” “Enne”nin ismidir.

Qad”li cümle de “İnne”nin haberidir.   

Buradan mü’minlerin galip gelecekleri, iki defa galip gelecekleri ifade edilmiştir.  

 

I. KUR’AN UYGARLIĞI’NDA MÜ’MİNLER NELER YAPTILAR?

  1. Önce Arap Yarımadası’ndaki müşrikleri bir daha dirilmemek üzere yendiler.
  2. Sonra İran’ı fethedip ilk çağ uygarlığına son verdiler.
  3. Kuzey Afrika ülkelerini fethedip kendi istekleri ile İslâmlaştırdılar. Çünkü zorla Hıristiyan yapılmışlardı.
  4. Çin’i yendiler ve orada da zorla Çinlileştirilen Türklerin -kendi istekleriyle- İslâmiyet’e gelmelerini sağladılar.
  5. Hindistan’ı fethettiler ve isteyen Hinduları Müslüman yaptılar.
  6. Endülüs’ü (İspanya) alıp orada büyük bir İslâm uygarlığını kurdular.
  7. Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak Viyana’lara kadar gittiler. Moskova kapılarına dayandılar.

Sonra ne oldu? Gün onların oldu.

Türkiye’de Sakarya’ya kadar geldiler…

Hemen dünya Müslümanları yarım (veya bir) asırda diyelim, yeniden toparlanmaya başladılar…

Şimdi Avrupa devletleri artık Müslüman ülkeleri hakimiyetleri altında tutamıyor. Sadece ABD uzaktan, yer altından fesatlık çıkarmaya devam ediyor. Tarihteki zaferlere bakın, onların bir asırlık zaferine bakın!..

İşte, buna rağmen Türk gazetelerinde Müslümanların jenoside, soykırımına uğrayacakları yazıldı.

I. Cihan Savaşı’nı düşünelim. Biz yenildik. Ama hiçbir İslâm ülkesini boşaltmadık. Ama sonra Anadolu’daki bütün Rum ve Ermeniler buraları boşaltıp gitti. Sonra da Avrupa’da İslâmiyet yeniden filizlenmeye başladı. I. Cihan Savaşı’nın gerçekte galibi biz olduk. Hele II. Cihan Savaşı’ndan sonra bütün İslâm devletleri istiklâllerini kazandıktan sonra artık zafer bizim olmuştur.

Son bir asırda Türkiye’de Müslümanlara zulüm yapılmış ama sonunda anayasa ekseriyetini biz almışız. Lâik okullar başarısızlığın simgesi, İmama-Hatip Okulları başarının simgesi olmuştur. İlimde bizimle yarışamayınca, orduyu kullanarak silahla okullarımızı kapatma hareketine gittiler. Biz daha da güçlendik.

 

قُلْتُمْ أَنَّى هَذَا (QuLTuM EanNAv HaÜAv)  “Bu nereden dediniz.”

“Başımıza neden bunlar oluyor?” dediniz.

İslâm âlemi iki asırdan fazladır mağlubiyet içindedir. Elbette kendi galibiyetini gölgede bırakacak bir mağlubiyet değildir. Ama mağlubiyet içindedir. İslâm âlemi o günden bugüne kadar bu nereden diye soruyor.

Bir kısmı, biz İslâmiyet’i bıraktık, ondan başımıza bu geliyor dedi.

Bir kısmı, İslâmiyet’in modası geçti, Müslüman olduğumuz için başımıza bunlar geliyor dedi.

Bazıları da, kıyamet yaklaştı, ondan bu oluyor dedi.

Kimi kurtuluşu gericilikte aradı. Kimi kurtuluşu dinsizlikte aradı. Kimi kurtuluşu Hıristiyanlarda aradı.

Bu son grubun sesi fazla çıkmıyordu. Çünkü Güney Amerika Hıristiyanları da geri idi. Çünkü Avrupa’nın nesli kuruyordu, nüfusu gittikçe azalıyordu.

Hâlâ Avrupa kapılarında koşan zavallılar, Amerika sokaklarında sürünen korkaklar, Moskova ümitsizliği içinde ateizm yapan şaşkınlar vardır. Bir türlü durumumuzun sebebini bulamıyorlar.

 

قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِكُمْ “O nefislerinizin indindendir diye kavlet.”

Evet, İslâm âlemi gerilemeye başladı. Niçin? Sebepleri çok açıktır:

  1. İslâmiyet’in temeli içtihat ve icmalar olduğu halde, bin senedir içtihat kapısının kapandığını söylüyorlar. Bunu söylemek şirktir, küfürdür demiyorum. Türk hakanlarını Tanrı yapmak demektir. Allah’ın Kur’an’da teşri ettiği, Hz. Peygamber’in Sünnetinde talim ettiği, sahabelerin icma ile onunla amel ettiği bütün mezheplerin ve fukahanın tek dayanakları olan “içtihat müessesesi”nin kapandığını söylemek kadar büyük günah olur mu? “Allah’ın oğlu var!” demekten daha korkunç bir günahtır. Bu büyük günah’ın cezasını şimdiye kadar çekmemiş olmamız, sadece Allah’ın takdir ve rahmeti gereğidir.
  2. İçtihat kapılarını kapatıp da Kur’an’a sırtını çeviren İslâm âlemi, icmayı anlayıp uygulamayan İslâm âlemi arasında birlik sağlanamamış ve Müslümanlar kendi aralarında savaşmaya başlamışlardır. Viyana Bozgunu, Kırım Hanlığı’nın Avrupa tarafına geçmesi ile sağlandı. Şimdiki Kırımlıların durumu o günkü ihanetin sonucudur. Bize bir şey olmadı. Ama onlar için hâlâ kurtuluş ümidi görülmüyor. Orta Asyalılar kurtuldu ama onlar kurtulamadı.
  3. Kur’an’da “Her söze kulak verirler.” dendiği hâlde, kendilerini üstün görerek Avrupa uygarlığına kulak tıkadılar. Avrupa’yı cahil sokak adamları taklit etmeye başladı. Oysa Allah Müslümanlara en çok bilen olmaları gerektiğini teşri ediyordu. Cahil topluluk bilen topluluğa mutlaka mağlup olur. Bundan 250 yıl önce kitap yazan Erzurumlu İbrahim Hakkı, o zamana ait Müslümanların oluşturduğu ilimleri tamamen telif ettiği halde; Avrupa’daki gelişmelerden tamamen habersizdir. Bu gaflettir. Avrupa da bugün İslâmiyet’e karşı aynı gaflet içindedir.
  4. Uygarlık gelişince yeni sorunlar ortaya çıktı. Bunları içtihat ve icmalarla, dört delille çözeceklerine; önce Orta Asya, Çin, Hint, İran ve Bizans gelenekleri ile çözdüler. Sonrasında ve şimdi de Avrupa’daki ateist metotlarıyla çözüyorlar. Böylece mü’minler amelen İslâmiyet’ten tamamen uzaklaştılar.

Bunların sonucu olarak Müslümanlar gerilediler. Musibetlere uğradılar.

En basit olarak “Adil Düzen”i ele alalım.:

  1. Bediüzzaman’ın başlattığı yeniden iman hareketi, Mehmet Akif’in desteklediği Kur’an’ı asrın idrakine söyletme anlayışı terk edilmiştir. Günün iktidarını kurtarmak için keyfine tarifler yapılmıştır.
  2. Akevler”in başlattığı ve Erbakan’ın benimsediği “Adil Düzen” çabalarına karşı adeta bütün mezhep ve tarikatlar ittifak ederek boykot yapıp cephe aldılar. “Akevler”e dayanarak oradan aldıkları derslerle iktidar oldular, Anayasa ekseriyetine ulaştılar; ama hâlâ hasımlıkları devam ediyor. Şahsımızla bir alıp verecekleri olsa, biz kendimizde kusur arayacağız. Ancak onlar bize karşı değil, “Adil Düzen”e karşı cephe aldılar.
  3. Faizli sistemde, genelevli sistemde başörtüsü mücadelesini vererek başaracaklarını sanıyorlar. Kötü düzende iyi şekilde yaşanamaz. Önce düzen değişmelidir. Bunun cihadını vermeliyiz.
  4. Her türlü imkanları ellerinde olduğu halde; ne kendi servetlerinden, ne de iktidarın imkanlarından “Adil Düzen”e destek vermek, “Adil Düzen” araştırmalarına katılma gibi bir emelleri yoktur! Eski ilgilerini bile kestiler! Artık selâm sabah bile kalmadı! Biz şahsımız için bir şey istemiyoruz.  

İşte iç ve dış mağlubiyetlerimizin sebepleri bunlardır.

Türkiye’de bilene düşmanlık yapılmaktadır. Bir doktor kansere ilaç buldu diye Türkiye ona karşı saldırıya geçti ve kâşif doktor canını kendisini dışarıya, ülke dışına atarak kurtard! Bu ilkel ve zavallı zihniyetle nereye varacağız?!. Tarikatlar da Kur’an’dan yaptığımız bir aktarma ve açıklama karşısında bize karşı kılıçlarını hazırlama peşindedir!.. Ama Allah vardır ve olanları görmektedir ve O ne güzel hesap görücüdür…

İşte musibetler bunlardan dolayı isabet etmektedir.

Ama bütün bunlar olmazsa Kur’an doğruyu haber vermemiş olur.

Bundan dolayıdır ki Adil Düzenciler bütün bunları son derece normal karşılıyor, bunların takdir-i ilâhi olduğunu biliyor ve dolayısıyla kimseye karşı cephe almıyor. Herkes niyetinden sorumludur. Onu da yalnız Allah bilir. Biz sadece Adil Düzenci kardeşlerimize, Kur’an’ın dediklerine dikkat çekmek için bunları söylüyoruz. Bize isabet edenlerin hiç birisinin sebebini dışarıda aramayalım . Her şey kendi nefsimizdendir. “Adil Düzen” başaramamışsa, “Akevler” başaramamışsa, bunun müsebbibi yine kendileridir, yine biziz. Bunu teyit için Allah her şeye kadirdir diyerek, bütün bunları kader ile açıklamaktadır.

 

إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (EınNa elLAHu GaLAy KulLı ŞaYEın QaDIyRun)  

“Allah her şeye kadirdir.”

Bu cümle “Kul/Söyle” emrinin içinde olabilir. Yahut Allah kendisi resule demiş olur.

Âyetlere dikkat edelim. Önce mü’minlere resul göndermekle onlara iyilik ettiğini bildirmiştir. Ondan sonra size ne isabet ederse diyerek hitab etmeye başlamıştır. “Siz” dediği kimseler mü’minlerdir. Böylece mü’minlere içlerinden bir resul gönderdi dediğinde yine onlara hitab ediyor. “Siz” denseydi, muhatabın kim olduğu anlaşılmazdı. Hep gaib sigası ile denseydi muhatabın biz olduğumuz anlaşılmazdı.

Şimdi de burada “Kul/Söyle” diyerek başkana hitap etmiştir. Böylece başkan, mü’minler ve sizler birlikte muhatap yapılmıştır. Her mü’min Allah’ın halifesidir. İçtihat yapar ve amel eder. Cemaat olarak hareket edildiği zaman başkan Allah’ın resulüdür. Bu arada bu hususa çok açık bir şekilde hitap edilmiştir. Siz mü’minler ve sen başkan bir arada yer almıştır.

“Allah her şeye kadirdir.”

Burada “kadir” nekire olarak gelmiştir. Mü’minlerin oluşturduğu iktidara sahip topluluk da Allah’ın halifesidir. Dolayısıyla o da kadirdir. Her şeye kadir olmasa bile, halife olarak kendisine verilen yetkilere kadirdir. Bundan dolayı nekire gelmiştir.

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 44

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ(166) وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُوا وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ ادْفَعُوا قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْإِيمَانِ يَقُولُونَ بِأَفْواهِهِمْ مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ(167) الَّذِينَ قَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُوا لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا قُلْ فَادْرَءُوا عَنْ أَنْفُسِكُمْ الْمَوْتَ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ(168)

 

وَمَا أَصَابَكُمْ (Va MAv EWAvBaKuM)  “Size ne isabet etmişse.”

Geçmişte cereyan eden her şey Allah’ın takdiri ve izni ile olmuştur. Allah öyle istemiştir ve öyle olmuştur. Oturup “Niçin böyle oldu? Niçin böyle yaptın?” gibi tartışmalar yersizdir.

Bundan sonra ne yapılmalıdır? O tartışılmalıdır. Kimse zamanı geri çeviremez, olanı değiştiremez. Olanın hepsi hayırdır. Allah şerri işlemez.

Gelecekte yapacaklarımız ise bizim irademize bağlıdır. Biz onlardan sorumluyuz. Çünkü orada ne yapmamız gerektiğine biz karar verecek ve biz yapacağız. Burada da kadere teslim olmak demek, cüz’î iradeyi inkârdır. Kendini sorumlu tutmamadır. Onun hesabını vermek durumundayız.

Buradaki “Va” harfi istinaf vavıdır. “Bize isabet edeni biz mi yapıyoruz?” Sualine cevaptır.

Hayır, olanın hepsi Allah’ın izniyledir. Ancak sizin indinizde yani niyetinizde olanlara Allah izin vermiştir. Hâlik olan Allah’tır. Ama bizim irade-i cüz’iyemizin olanın olmasında etkisi vardır.

يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ (YaVMa ıLTaQa eLCaMGAyNı)  “İki cemaat iltika ettiğinde.”

Yevme” kelimesi marifedir. Bir kelime özel isimse marife olur, tenvin düşer, esre kabul etmez, gayri munsarif olur. İzafette yarı marifelik olduğu için tenvin düşmektedir. “Yevmen” dediğiniz zaman, herhangi bir günden bahsetmiş olursunuz. “El-Yevm” derseniz, söz söylediğiniz günü kastetmiş olursunuz. “Yevme” derseniz, maruf yani bilinen bir günden söz etmiş olursunuz. O maruf gün Uhud günüdür.

Bununla beraber, her savaşın sonrasında okunan bu âyet o savaşı belirtir.

Viyana’da, 93 Harbi’nde, Balkan Savaşı’nda, I. Cihan Savaşı’nda bize isabet edenler Allah’ın izni ile olmuştur. Sadece savaş da değildir. 1920’lerde yapılan inkılâplar, 1930’larda yapılan Müslümanların devlet kadrosundan tasfiyesi, 1940’larda Köy Enstitüsü ile ateizm saldırısı, 1950’lerde Mustafa Kemal’e taptırma, 1960’larda halkın ayaklandırılması, 1970’lerde bürokratların bölünmesi, 1980’lerde başörtüsü belâsının getirilmesi, 1990’larda 28 Şubat âfeti, hep Allah’ın izniyle olmuştur. Buradaki günden kasıt o günlerden biridir.

El-Cem’ân” herhangi iki topluluktur. İki topluluğun karşılaşmasıdır. Mutlaka savaş orduları olması gerekmez. Siyasi partilerin hezimeti de böyledir. AK Parti-Saadet Parti karşılaşması da böyle değerlendirilir.

Kur’an’daki marifeler, tarihî marifeler değildir. Kur’an her an yeniden nâzil olmaktadır. Ben Kur’an’ı okuduğum zaman o sözler o zaman bana gelmektedir. Bana doğrudan hitap etmektedir. Allah o anda o sözleri bana söylemektedir. Dolayısıyla benim için maruf olan ile başkası için maruf olan aynı değildir.

Mesela, “ben” kelimesini ele alalım. Bu kelime marifedir. Ama her söylendiğinde orada kastedilen başka kişidir. Buradaki marife de böyledir. Bizim başımıza birşeyler geliyorsa, Allah’ın izniyle olmaktadır. Mesela, eğer ahşap evleri yapamadıksa, eğer poşet imalâtını başaramadıksa, marketi çalıştırmadıksa, dergiyi çıkaramadıksa, konferansı yapamadıksa; bunların hepsi hep Allah’ın izni ile olmuştur.  

فَبِإِذْنِ اللَّهِ (Fa Bı EıÜNı elLAHı)  “Allah’ın izniyle olmuştur.”

Üzün” kulak demektir. “Kulak” kelimesi Türkçede “kolak”dan gelir. Bohçanın kola takılan kısmındaki bezin köşesine denmektedir. Bizim kulağımız da ona benzetilerek onunla adlanmıştır.

Kulaktan türetilen bir fiil yoktur. Arapçada “üzün” ise kök kelimedir. Doğrudan kulağın adıdır. “Ezan” kulağa hitap eden sestir. Duyurudur. Kulağın adı “duyak” olabilirdi.

İzin” ise istenileni duyma demektir. Kişinin istediğini yapmasına müsade etme demektir. Cüz’î irade böyle açıklanmaktadır. Kişi cüz’î iradesini kullanmak ister, Allah da kullanmasına izin verir. Ama her zaman vermez. Onun kaderini değiştirecek şeye izin vermez.

Mustafa Kemal’e kurşun isabet etmiş ama saat onu korumuş. Turgut Özal’a silah atılmış ama mikrofon onu korumuş. Hüseyin Kıvrıkoğlu kurşunlanmış ama eğilme onu korumuş. Allah izin vermemiştir.  

Allah yeryüzünü yaratmış, suları akıtmış, insanoğluna barajları kurmayı ilham etmiş, elektrik ürettirmiş ve elektrik hatları odamıza kadar tel olarak çekilmiş, anahtar konmuş. Anahtarı çevirdiğimizde odamız aydınlanır. Aydınlatan biz değiliz. Aydınlatan Allah’ın akan suları ve Allah’ın tüm insanlığa yaptırdığı tesislerdir. Ama şimdi ben emrimdeki lamba ile istersem yakıyorum, istersem söndürüyorum. Parmaklarıma kuvvet veren de Allah; ben sadece beynimden elektrikî sinyal gönderiyorum. O tesisi kurmada Allah ruhuma sadece onun idrak noktasına etki ediyor.

Bana düşünme imkanı veren de O’dur. O düşündürmezse ben düşünemem.

İşte Allah’ın izni orada çıkmaktadır. Kıvrıkoğlu’na karşı tetiği çek emrini veren, Kıvrıkoğlu’na eğil emrini veren kimsedir. Kaderi değiştirmiştir. Bugünkü AK Parti iktidarı işte o eğilmenin sonucudur. Yoksa şimdi başka bir düzen olabilirdi. O halde biz bize emredilenleri yapmaya çalışacağız, ondan sonrasına karışmayacağız.

وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ (Va Lı YaGLaMa eLMuEMıNUvNa)  “Mü’minleri bilsin diye.”

Yani, mü’minler bilsin diye, kimin mü’min olduğunu bilsin diye.

Allah böyle bir deneme yapmadan kimlerin mü’min olduğunu bilmiyor mu? Allah gelecekten veya gizli olanlardan haberdar değil midir? Bu imtihanlara ne gerek vardır?..

Buradaki “Va” harfi sadece bu bilmenin gerçekleşmesi için değildir. İnsanları imtihan etmek ve kendi elleriyle yaptıklarının karşılığını vermek içindir. Bunun yanında bu yararı da vardır. Bu sebepledir ki “Valiya’leme” denmiş de, “Liya’leme” denmemiştir

Allah Kâinatta insanı kendisine halife yapmıştır. Kendisi denemeden de bilir, ama halifesi olan topluluk bilmez, ancak olaylardaki davranışlardan kimin ne olduğu anlaşılır. İşte kimlerin mü’min olduklarının bilinmesi için musibetler isabet etmektedir.

Saadet Partisi’nin başına gelen budur. Kimler gemiyi terk ediyor, kimler etmiyor, bu anlaşılsın diye böyledir. Yarın AK Parti için de aynı şey sözkonusu olacaktır. Günü gelince musibetlere uğrayacaklardır. O zaman kimlerin inanarak o partiye katıldığı ortaya çıkacaktır. Adapazarı’ndaki tren kazası bunun bir işaretidir. Beyanatlarla herkes içindeki pisliği dökmüştür. AK Parti bununla dostunu-düşmanını öğrenmelidir.

“Ya’leme”deki zamir “İznillah”ta Allah sözüne gitmektedir. Topluluk da anlaşılabilir.

وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُوا (Va LıYaGLaMa elLaÜIyNa NaFaQUv)

“Nifak etmiş olanları bilsin diye. Mü’minleri bilsin, nifaklık yapanları bilsin diye.”

Burada “İlim” kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü mü’minler başka yolla bilinecek, nifaklık yapanlar başka türlü bilinecektir. “Ellezîne âmenû” dendiği zaman, Medine mü’minleri anlaşılır. “Mü’minler” dendiği zaman da, savaşa izin verilen veya verilmeyen mü’minler anlaşılır.  

Mü’minler her zaman imtihandadır. Münafıklar ise mü’minlerin iktidarda olduğu zaman ortaya çıkarlar. Onun için “Ellezîne Nâfekû” denmiştir. İsabet edenin hepsi, iktidarda olunsun-olunmasın Allah’tandır. Allah gerçek mü’minleri ortaya çıkarır.

“Adil Düzen” çok sıkıntılı günler geçirmektedir. Gelip-gidenler ile dolup taşmıştır. İsabetler olmuştur... Daha olacaktır da... Peygambersiz bir “Hak uygarlığı” doğacaktır...

Zorluk şuradadır. Mü’min olmayanlar arasında “Hak uygarlığı” doğamaz. Çünkü bu hususta bilgileri yoktur. Mü’minlerin değişiklik yapıp yeni uygarlık doğurmaları da son derece zordur. İşte bu sebepledir ki bu “Adil Düzen”in kaderi gidip-gelmelerle doludur. Bu gidip-gelmeler böyle devam edip gidecektir. Onların içinde “Adil Düzen”de sabredenler, sebat edenler kalacak ve onlar “II. Kur’an Uygarlığı”nı getireceklerdir.

Bunu başarmanın bir tek yolu vardır. Bu yol, müsbet ilmin ışığında Kur’an’ı anlayarak onun gösterdiği yolda devam etmektir. Bu III. bin yılın başında, hattâ bu yüzyılın ilk yıllarında, böyle bir cemaatin oluşacağı beklenmektedir. Tarihî gelişme öyle kaydedilmektedir. Her 33 yılda bir adım atılmaktadır.

Bu 33 yılda beklediğimiz adım da, “Adil Düzen işletmeleri”nin kurulmasıdır.

Adil Düzen” bir ülkede kurulduktan sonra, dünya ona karşı birleşip saldırıya geçecektir. O zaman savunma zamanı yani savaş zamanı olacaktır.

Dünyanın korktuğu bir şey vardır; Türkler yeniden Viyana kapılarına gelmesinler! Onlar saldırmazlarsa Türkler bir yere gitmeyeceklerdir. Saldırırlarsa, Türkler Washington’a da giderler!..

وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا (Va QıYLa LaHuM TaGAvLaV)  “Onlara tealû diye kavl edilince.”

“İza” ile geldiğine göre, bizim onlara bunu söylememiz gerekir. Yoksa “İn” ile gelirdi.

Hem mü’min olduklarını iddia edecekler, hem de savaşa katılmayacaklardır!..

Cizye vermedikçe onlarla savaşırız. “Mü’minim” diyenlere de; “Gelin savaşa” deriz.

Yani, mü’minler için savaşa katılmak zorunludur.

Buradaki “Hum” zamiri nifaklık yapanlara gitmektedir.

قَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ (QAvTiLUv FIy SaBiLi elLAHı)  “Allah sebilinde kıtal ediniz.”

“Ganimet için değil, hükmetmek için değil; Allah yolunda, topluluk yolunda, devlet uğrunda kıtal yapınız, savaş yapınız.” denmektedir. Yeryüzünün düzeni mü’minlere emanet edilmiştir.

Mü’min” deyince, sadece Kur’an’a inanan kimseler değildir. Dört çeşit müslim vardır:

Ehl-i Hak, akıl yoluyla gerçekleri bulandır.

Ehl-i Kitap, herhangi bir peygamberin mucizesini göstererek Allah’ın kelâmı olduğunu ispatladığı kitap ile gerçekleri bulanlardır.

Ehl-i Kur’an, kendi mucizesi ile Allah’ın sözünü ispatlayan kitaba inanarak hak yolu bulmaktır.

Ehl-i İcma ise, müsbet ilim yoluyla Kur’an’ın hak kitap olduğunu bulan kimselerin yoludur. Bunlara “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denmektedir.  

İşte bu yollardan hangisi ile olursa olsun, barış yolunu tutup “müslim” olanlar, eğer bu “İslâm düzeni”ni korumak için bedenen katılmayı kabul ederlerse mü’min” olurlar. Budistler de mü’min olabilir. Yeter ki hakem kararlarına uymayanlara karşı bedenen cihat yapmayı kabul etsinler.

Hakem kararlarına uyanlar müslim, uymayanlar kâfirdir. Hakem kararlarını dayanışma içinde teyit edenler mü’minlerdir. Müslimler cizye vererek buraya katılmazlar.

Allah’ın sebili” demek; demokrasi, lâiklik, liberal ve sosyal hukuk düzeni demektir. İslâm düzeni, hak düzeni, şeriat düzeni, adil düzen demektir. Bir gün gelecek, “Adil Düzen” hukuk yolları ile iktidar olacaktır. Kıtalle değil, hukuk yoluyla iktidar olacaktır.

Önce ekonomik işletmelerle “Adil Düzen” kurulacaktır... Sonra siyasi partiler anlaştırılarak millî mutabakat ile anayasa yapılacak, sonra o anayasaya göre “Adil Düzen” iktidar olacaktır... Ama ona karşı, Mustafa Kemal’in dediği gibi; dâhilî ve hâricî bedhahların saldırıları olacaktır. İşte o zaman savunma yapmak üzere Adil Düzencilere kıtal farz olacaktır.

Bugün de bu devletin korunması için bile savaş sözkonusu ise; yöneticileri Adil Düzenci olmasalar da, savaşa katılmamız gerekmektedir. Çünkü biz “Adil Düzen”i bu devlet içinde kuracağız. Devletimiz yıkılırsa “Adil Düzen”i nasıl kuracağız? Bu ülkeden hicret etmedikçe, bu ülke kanunlarına göre yüklendiğimiz bütün vecibeleri münafıklık yapmadan yerine getirmekle yükümlüyüz. Kırgızistan denememiz gösterdi ki, tebliğ için en elverişli ülke Türkiye’dir. Kırgızistan denemesi Habeşistan denemesidir.

أَوْ ادْفَعُوا (EaV iDFaGUv)  “Yahut def ediniz.”

Buradaki “Ev/Veya” ile ortaya konan alternatif, cizye vermektir. Ya savaşa katılın ve askerlik yapın, ya da cizye verin. Mü’min iseniz kıtale katılın, değilseniz cizye verin.

Buradan yine şunu öğreniyoruz ki, cizye veren müslimlerin de savunma görevleri ve hakları vardır. Dolayısıyla eğer “il” iseler, kendi jandarmalarını kendileri kurarlar ve kendi illerinde silahlanırlar. Kendilerine gelen saldırıları def ederler.

Yine müslimler kendi bucaklarında silahlanırlar, korumalarını oluştururlar. Saldırılara karşı koyma hakları vardır. Kendi ocaklarında silahlanabilirler. Hattâ herkes kendi evinde silah bulundurabilir.

Ülke zimmileri, devlet ve bölge bucakları ile bunları birbirine bağlıyan yol ve çevrelerinde silah taşıyamazlar. Bucak zimmileri de kendi bucakları dışında silah taşıyamazlar. Ocak zimmileri de kendi ocakları dışında silah taşıyamazlar. Kişiler de kendi evleri ve işyerleri dışında silah taşıyamazlar.

قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ (QAvLUv Lav NaGLaMu QıTAvLan La itTaBaGNAvKuM)  

“Kıtali bilseydik size tâbi olurduk diye kavl ederler.”

Bu âyetleri anlayabilmemiz için o günlere gelmemiz gerekir. Böyle dediklerini görmemiz gerekir.

Kıtali bilseydik” ifadesiyle iki manâ çıkar.

1) “Savaş olacağını bilseydik size tâbi olurduk. Savaş olacağını bilmiyorduk!” diyeceklerdir.

Düşman barışçı görünür. Savaşmayacağını telkin eder. İçine girer ve seni öğrenir. Seni yeneceğini anladığı zaman saldırır. Perişan eder. Türkler bunun için demişler ki; “Su uyur, düşman uyumaz.”

Her devlet savaşa hazır olmalıdır.

Türkiye her taraftan saldırıya uğrayacağını hesaba katmalıdır. En yakın komşulardan başlayalım.

Güneyde Araplar vardır. Bir gün diğer düşmanlarımızla anlaşıp aniden bize saldırabilirler. Nitekim, kimi Araplar Osmanlıların son döneminde İngilizlerle ve diğer düşmanlarımızla bir olup bize saldırmadılar mı? Bundan dolayı böyle bir saldırıya karşı hazırlıklı olmalıyız.

Batıda Balkan ülkeleri vardır. Bir gün bu Balkan ülkelerinin, yakın geçmişimizdeki tarihimizde olduğu gibi düşmanlarımızla anlaşıp bize saldırabilme ihtimali vardır. Hazırlıklı olmalıyız.

Kuzeyde Kafkas ülkeleri vardır. Bir gün düşmanlarımızla anlaşıp bize saldırabilirler.

Aynı şeyi hiç olmayacak bir yerden, doğudaki istikrarlı komşumuz İran’dan da beklemeliyiz.

Eski Sovyet devletleri de, hiç beklenmedik bir anda anlaşıp Karadeniz’den çıkarma yapabilirler.

Akdeniz ülkeleri başta Yunanistan ile anlaşıp beklemediğimiz bir anda Ege çıkarmasını yapabilirler.

Dünya, Çin Rusya, Hindistan, Amerika, Avrupa işbirliği yaparak Türkiye’ye saldırabilirler. Türkiye’ye saldıran devletleri destekleyebilirler.

Adil Düzenciler bütün bunlara karşı duracaklarını şimdiden kabul edip hazırlıklı olmalıdırlar.

“Ya istiklâl, ya ölüm!” diyemeyen ulusların devlet olma hakları yoktur. Biz kimseye saldırmayız, kimseyi yeneceğiz demeyiz. “Yurtta sulh, cihanda sulh.” ilkesi budur. Ama bize saldıranlara karşı, Türkiye’nin her karış toprağı kanla sulanmadıkça terk edilemez. Türkiye’de bir tek kişi kalsa bile, o ölmedikçe düşman ülkemize kesinlikle giremez.

İşte bunlar tarihimizde söylenen İslâmî sözlerdir.

Şimdi yaşadığımız bu günlerde varolan bazı gafiller vardır. Avrupa Birliği’ne girecekler ve savaştan kurtulacaklar! Orduya gerek kalmayacak!.

Öyle gafiller vardır ki; askerlerden kurtulmak için Avrupa Birliği’ne gidiyor! İşte bu gafiller maalesef yarın “Adil Düzen” savaşına katılmayacaklardır. Mazeret olarak da, “Böyle bir savaşın olacağını sanmıyorduk!” diyeceklerdir!..

2) Buradaki “kıtal”in ikinci anlamı ise; “Biz savaşmayı bilmiyoruz. Buna göre eğitilmedik. Ona göre yetişmedik. Onun için savaşa katılmadık!” diyecekler.

Askerlik yapmaktan kaçanlar gafillerdir. Askere gitmek demek, savaş tekniğinin öğrenilmesi demektir. Bu bir bilgidir. Yarın ülkenin korunması zorunluluğu ortaya çıktığında, o zaman seni savaşa zorla götürecekler. Savaşmayı bilmediğin için ilk ölecek kimse sen olacaksın. Yarın “Adil Düzen” iktidar olunca, dâhilî ve hâricî bedhahlar saldıracaklar. Savaşma tekniğini bilmeyince nasıl savunacaksın?!.

İşte bu âyet münafıkların alâmetlerinden biri olarak da, onlar askerlik yapmaktan kaçınanlardır diyor.

Kısa devre askerlik yapmak zorunluluğunda bırakılanlar, yargıya baş vurup tam askerlik yapmalıdırlar. Yarın ‘keşke kıtali bilseydik’ dememelidirler.

هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْإِيمَانِ (HuM LıLKuFRı YaVMaEıÜıN EQRaBu MıNHuM LıLIyMANı)

“O gün onlar küfre, onların imana yakın olmalarından daha yakın idiler.”

Birinci “Hum” münafıkları, ikinci “Hum” ise mü’minleri ifade etmektedir. O gün münafıklar küfre, mü’minlerin imana yakın olmalarından daha yakın idiler. Yani, münafıkların küfürleri mü’minlerin imanlarından daha şiddetli idi.

O gün” diyerek genel kural olarak koymaktadır. Bazı zamanlarda münafıkların küfürde gösterdikleri gayretleri mü’minler imanda gösterememektedir.

Onlardan bir baro başkanı “İmam-Hatip Okulu mezunu birinin başbakan olmasını içime sindiremiyorum!” diyebiliyor, ama bir meclis başkanı “Ateist birinin şu görevde olmasını içime sindiremiyorum!” diyemiyor.

Bazı zamanlarda münafıkların küfürde gösterdikleri gayreti, mü’minler iman için gösteremiyorlar. Onlar seçimlerde canla başla uğraşıp kendilerine zorla veya hile ile oy istedikleri ve aradıkları halde; ‘inandım’ diyen kimseler kapalı hücrede ve kimsenin görmediği yerde bile korkular içinde istediği kimseye oy atamamaktadır.

Cumhurbaşkanı seçimlerinde tüm Meclis üyeleri A. Necdet Sezer’e korkuları sebebiyle oy verdiler. “Hakimler birbirlerini tutar. Anayasa hakimlerini darıltmayalım!” diye düşündüler. İşte böyle zamanlarda münafıklar küfre, mü’minlerin imana yakın olmalarından daha çok yakındırlar.

Cumhurbaşkanı seçilirken kendi çıkarını düşünerek değil, devleti en iyi şekilde kim idare eder diye düşünülerek oy verilmelidir. Kim lâyıksa ona oy verilmelidir. Önce devlet başkanlığını sözümde geçiririm diye peşkeş çekip sonra nankör diyerek ona saygısızlık yapmak, krizler çıkarmak, tarihin affetmeyeceği bir harekettir.

يَقُولُونَ بِأَفْواهِهِمْ (YaQUvLUvNa Bı EaFVAHıHıM)  “Femleri ile söylüyorlar.”

Fem” ağız demektir. Aslı “Fahu”dur. Çok söylendiği için “Ahu” “M”ye dönüşmüştür. “MAE” de “eMaHa”dır.Cem ve tasgirde aslını korumaktadır.

“Ağızları ile söylüyorlar. Beyinleri ile söylemiyorlar.” denmektedir.

Biz konuşmamızı yaparken ya reflekslerle konuşuruz, mesela birisi adımızla çağırdığı zaman hemen ‘Efendim’ deriz, yahut ‘Alo’ dediği zaman biz de ‘Alo’ deriz. “Kimsiniz?” deyince, düşünmeden adımızı söyleriz. Bu konuşma mekanizması beynimizde oluşmaktadır. Ancak burada muhakemeye gitmeden, yeniden değerlendirme ve karşılaştırma yapmadan söylediklerimizdir.

Araba kullanmayı öğrenirken, her hareketi bilinçli yaparsınız. Sonra artık reflekslerle idare edersiniz. Olağanüstü hallerde bilinçli müdahale yaparsınız.

Toplulukta böyle düşünülmeden dolaşan sözler vardır. Kişi defalarca onu kullanır.

İnsanlar manâsını düşünerek değil, ağızları alışkın olduğu için kullanırlar birçok sözleri. Mesela, “Sizden iyi olmasın!” “Nasılsın?” gibi sözler böyle sözlerdendir.

“Adil Düzen” geldiğiniz zaman da, insanların çoğu onu anlamadan ve dinlemeden, genel olarak bütün fikirlere verdikleri karşılığı verirler.

مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ (MAv LaYSa FIy QuLUvBıHıM)  “Kalblerinde olmayan şeyi”

İnsanlar çoğu zaman duyduklarını beyinlerinin denetimine almazlar. Herkes öyle dediği için “Öyledir!” derler. Cümleleri tahkik etmeksizin kullanırlar.

Gazali ve Dekart (Descartes) gibi zatlar böyle bütün insanlar gibi yapmamış, önce sıfırlamaya gitmiş, sonra her şeyi kalpleri ile yani beyinleri ile anlamaya başlamışlardır. Söyledikleri her cümle için onların gerekçeleri ve ispatları vardır. İnsanların çoğunluğu ise birçok cümleye herkesin inandığı gibi inanırlar.

Kalb” merkez demektir. Batında olan kalb kanı pompalar, sadırda olan kalb düşünceleri pompalar. Refleksler beyinde değil, omurilikte yer alır. Alışkanlıklarla doğan reflekslerin merkezi hususunda daha fazla bilgimiz yoktur. Ancak bu âyetin delâletinde alışkanlık reflekslerinin beynin muhakeme merkezi dışında olduğu anlaşılmaktadır.

Bilgisayarda çalışıyorsunuz. Çalışmanız geçici hafızalara alınır. Sonunda o çalışmadan çıkarken sorar; “Kaydedeyim mi?” der. “Kaydet” dediğiniz zaman o ana hafızaya atılmış olur. Hafızadaki bilgileri çağırır, muhakemeden uğramadan görüntüleyebilirsiniz. Alışkanlık cümleleri de böyledir.

Bu âyet derin psikolojik bilgileri içermektedir.

Buradaki söyleyenler bazı mü’minlerle münafıklardır. İki tarafta da düşünülmeden, tahkik edilmeden olan kabuller vardır. Kur’an bunu yermektedir. İnsan düşünerek ve tahkik ederek onları hafızasına atmalıdır. Onları alışkanlık hâline getirmemeli, bu arada sık sık alışkanlıklarını kontrol edip yanlış alışkanlıkları terk etmelidir. Bu alışkanlıklar bedenî olduğu gibi fikrî de olabilir.

Bugün Müslümanların beyninde binlerce yıldır Kur’an’a uymayan, efvâh ile oluşmuş alışılmış cümleler söylenir durur! Bütün kelam kitaplarına bakınız, “Halifeler Kureyş’ten gelir!” der ve buna inanmayan kâfir addedilir! Ama ondan sonra Osmanlı halifesine sadece biat etmekle kalmaz, ona “Zillullah/Allah’ın gölgesi” der!

Bugün herkes Hanefidir, ama kimse Hanefi içtihatlarına göre amel etmez! Ebu Hanife’yi kendisine benzetir, istediğini Hanefi şemsiyesine sığınarak yapar!

Atatürkçüler de böyledir. Türkiye’yi satarlar; ama O’nun izinde olduklarını söylerler!  

Sovyetler Marksist olmuş, ama Marksizm ile alâkalı olmayan şeyleri Marksizm diye yapmışlardır!

‘Demokratik Almanya’ derlerdi, ama orada ne hikmetse demokrasiden herhangi bir eser bulunmazdı!

Türkiye’de sorduğunuzda herkes “Elhamdülillah Müslüman”dır, ama kimse İslâm’ı yaşamamaktadır!

İşte bunların hepsi kalblerinde olmayanları ağızları ile söylemektedirler. Bunu inananlar da yapmakta, inanmayanlar da yapmaktadır. Buradaki zamir inananlara da gitmektedir, inanmayanlara da.

وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ (Va elLAHu EaGLaMu Bı MAv YaKTuMUVNa)  

“Allah ketm etmekte olduklarını a’lemdir.”

A’lem” ism-i tafdildir. Yani, ketm etmekte olduklarını ketm edenlerden daha iyi bilmektedir. Çünkü bunlar bu işleri yaparken çoğu zaman kendileri de ne yaptıklarını bilmez durumdadırlar. Bunu bilinçsiz bir şekilde yapmaktadırlar. Oysa Allah onların bilinçsizce yaptıklarını bilmektedir.

Bilmeden nasıl ketm edersiniz?

A’lem” bilmediklerini, ketm etmekte olduklarını bilmediklerini ifade eder. Bilinç altında bazı şeylerin olduğunu bilirler. Ama bilinç üstüne gelmesin diye o hususta konuşmaz, görüşmez, öğrenmek istemezler.

Bugün AK Partililer dahil, Türkiye’de yapılanlar budur. Deve kuşu gibi başlarını kuma gömmektedirler ve bu şekilde kurtulacaklarını sanmaktadırlar! “Adil Düzen”i duymak istemezler! Allah ise onların bu hâlini bilmektedir. Öğrenmek istemediklerini bilmektedir.

الَّذِينَ قَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ (elLaÜIyNa QAvLUv LiEıPVaNıHıM)

“Ehlerine söyleyen kimseler. Kardeşlerine söyleyen kimseler.”

Bunlar cihaddan kaçan kimselerdir. Bunlar münafıklardan da olmaktadır, mü’minlerden de olmaktadır.

Bütün “Adil Düzen” mücadelesinde bize hep şu telkin edildi:

“Akıllı olun! Şimdilik bunlarla uğraşmayın! Başınıza bir şeyler gelir! Genosite uğrarsınız!..”

Korku yaratırlar ve korku sebebiyle sindirmek isterler. Müslimler de bu korkulara girerler.

Baştan beri bize söylenen bu idi. ANAP’lı ve DYP’li olan kardeşlerimiz bizlere hep şunu söylediler:

“Siz kazansanız da sizi iktidar yapmazlar! Türkiye’de sizi iktidar yapsalar bile, dünya size müsaade etmez!..” Oysa biz her zaman iktidar olduk. Hem de yarım yamalak oylarla. Batı bizi onlardan daha iyi tanıdı.

Başarısızlığın kaynağı onların izin vermemeleri değil, iktidara gelenlerin ne yapacaklarını bilmemeleri; bilenleri de daima kendilerinden uzak tutmalarıdır…

Allah onların kalblerine böyle ilham etmiştir. Çünkü bazı şeylerin henüz olma günü gelmemiştir. Günü gelince olması gereken olacaktır.

وَقَعَدُوا (VaQaGAvDUv)  “Oturdular.”

Savaşa çıkmadılar… Siyaset yapmadılar.. Cihat yapmadılar… Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadılar!.. Böylece onlar kendilerini daha başarılı sanmışlardır.

Oysa takdir-i ilâhi ne ise o olmuştur. Sonunda zafer hep iman edenlerin ve cihat yapanların olmuştur.

Bu korkuyu duymayan Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan, giriştikleri faaliyetler sayesinde bugün büyük topluluklar ve cemaatler olarak ne seviyelere geldiler.

Bu korkuyu duymayan Refahlılar nerededir? AK Partililer de aynı şekilde anayasa ekseriyetini almışlardır. Bugün ise “Adil Düzen”i bilmedikleri için uygulayamıyorlar.

Siz de bugün iktidar olsanız aynı şekilde uygulayamazsınız.

Korkmadan tebliğ yapacaksınız. Ondan sonra da gününüzü bekleyeceksiniz.

لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا (LaV EaOAvGUvNAv MAv QuTiLUv)  

“Bize itaat etseydiler katl olunmazlardı.”

İtaat etmediler de onun için katl olundular.

Demirel Erbakan’a hep bu tavsiyelerde bulundu: “Arı kovanına çomak sokma!”

Sonunda ne oldu? Herkes yapacağını yaptı ve icraattaki ömrünü doldurdu.

Demirel tarihte 28 Şubat ile yâd edilecek. Erbakan da bin sene sonra “Adil Düzen” ile yâd edilecektir. Bugün dünyada Demirel unutuldu gitti. Ama Erbakan hâlâ dillerdedir…

İktidardan indirilmeye gelince; o da iktidardan indirildi. Biri arkasında anayasa ekseriyetini bıraktı. Diğeri ise arkasında sadece can çekişen iki parti kalıntısını bıraktı…

قُلْ فَادْرَءُوا عَنْ أَنْفُسِكُمْ الْمَوْتَ (QuL FaDRaEu eLMaVTa GaN EaNFuSiKuM)

“Nefsinizden mevti der’ edin de.”

Der’” zırh kelimesine akrabadır. Zırh, düşmandan korunmak için giyilen demir elbisedir.

Der’ etmek” demek, darbelerden korunmak, sadmelerden korunmak demektir.

“Kendinizden mevti savuşturun öyleyse de.” Dünyada er geç herkes ölecektir.

Adnan Menderes 61 yaşında öldü. Celal Bayar 100 kusur yaşında öldü. Biri Türkiye’yi değiştirdi, herkes ondan bahsediyor. Diğeri ise unutulup gitti. Yaşasan da yaşamasın da, sonun aynıdır, ölüm mukadderdir.

Mü’minler, kendilerine yüklenmiş olan görevleri yerine getirirler. Ölüm ise Allah’ın takdiridir. Günü gelince herkes ölür. Orada kimse “Niçin kısa yaşadın?” diye sormayacaktır. O gün herkes “Sana verilen zamanı nasıl kullandın?” diye soracaktır. Bu soruların cevabını en iyi şekilde verebilmek önemlidir.

Birçok zavallı; şimdilik korunayım, ileride daha büyük iş yaparım diye düşünmektedir. Sanki garantisi varmış gibi yaşayacağına, herkes yarın ölecekmiş gibi hesap içinde olmalıdır. Ben bu akşam ölsem, bugünün hesabını verebilecek miyim diye düşünmelidir.

“Ben ileride yapacaklarımı yapayım, şimdidli dursun!” diyenler gaflet içindedirler.

Kimi de; ben yapmayayım, oğlum yapsın diyor, onu yetiştireyim diyor! Sanki oğlunun kendisi gibi olacağında garantisi vardır.

Bugün diyeceklerimizi demeliyiz. Bugün yapacaklarımızı yapmalıyız.

Yarının sahibi biz değil, Allah’tır. Onu O düşünsün.  

إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (EıN KuNTuM ÖavDıQIyNa)  “Sadık iseniz.”

Yani, “Evde otursaydılar, ölmeyeceklerdi.” diyenler, haydi bakalım kendilerini ölümden korusunlar.

Onlar da çok iyi biliyorlar ki, kendileri de ölecektir. Ölüme çare yoktur. Eceli gelen herkes ölecektir.

Bu son yani ölüm yalnız kişiler için değil, topluluklar için de böyledir. Topluluklar da doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Herkes ve her şey sonunda ölümü tadacaktır.

Bazıları müsemma ömrünü tamamlamadan ölür.

Mü’minler yaşama derdinde değildirler. Onlar sadece dünyaya gelmekle kendilerine yüklenen görevleri yerine getirip getirmedikleri üzerinde dururlar. Başka bir endişeleri yoktur. Başka şey düşünmezler.

Bu hususta kâfirlerin önderleri de böyledirler. İnandıkları şeyler için canlarını verirler.

20. yüzyıl böyle yapanların asrıdır.

Mü’min olanlar için bu böyledir. Mü’min olanlar için ölmekten korkmamak temel vasıftır.

 

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2249 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2273 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2416 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2924 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3607 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2612 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2171 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
2053 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2357 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1930 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2440 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2411 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3359 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2407 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2762 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
2061 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2229 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3363 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
3003 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2313 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2627 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2842 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2943 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2514 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2438 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3746 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2586 Okunma

© 2024 - Akevler