ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 47
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
إِنَّمَا ذَلِكُمْ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءَهُ فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِي إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ(175)
وَلَا يَحْزُنْكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا
يُرِيدُ اللَّهُ أَلَّا يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الْآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ(176)
إِنَّ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(177)
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ خَيْرٌ لِأَنْفُسِهِمْ إِنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ لِيَزْدَادُوا إِثْمًا
وَلَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ(178)
إِنَّمَا (EnNaMAv) “Yalnız.”
“İnne” isim cümlesinin başına gelir. İsmini nasb, haberini ref eder; Yani ismini üstünlü kılar, haberini ötreli yapar. “İnne zeyden kaimün” dersin, Zeyd ayaktadır. Bunu, karşı taraf aksini biliyorsa söylersin. Yani, onun oturduğunu biliyorsa, sen yanlış biliyorsun, o oturmuyor, ayaktadır denir. Burada düzeltilen bilgi cümlenin tamamıdır. Tahsis yoktur. Yani, Zeyd ayaktadır. Oturmuyordan çok, Zeyd’in ayakta olması anlatılmaktadır. Yatmıyor manâsında da olabilir. Sonra Zeyd ayaktadır, Amr da ayaktadır anlamı çıkmaz. İsim veya haberde hasr yoktur. Sadece tahsis vardır.
“Ma” ilave edilince “İnneMa” olur. O zaman fiil üzerine de gelebilir. Artık ismi de merfu olur, yani ötreli olur. “İnnema zeydun kaimun” dediğimizde sadece Zeyd ayaktadır, başkası ayakta değildir anlamından çok, sadece Zeyd ayaktadır, oturmuyor anlamı çıkar. Hasr cümlededir. İsim veya haberde değildir.
“Şeytan sizi sadece korkutmaktadır.” şeklinde midir?
Yoksa “Sizi sadece şeytan korkutmaktadır.” şeklinde midir?
Daha çok birinci anlam çıkmaktadır.
ذَلِكُمْ الشَّيْطَانُ (ÜavLıKuMu elŞaYOANu) “Bu şeytan.”
Buradaki “Küm/Siz” muhatabın çokluğundandır, yoksa şeytanın çokluğundan değildir.
“Za/Bu”, “Zake/Şu”, “Zalike/O” anlamında işarettir. Yani “Za” yakına, “Zake” ortada olana, “Zalike” uzağa işaret eder. Buradaki “Ka” muhataba göre “Ke, Ki, Kuma, Küm ve Künne” olarak tasrif olunur. Görünmeyen birisine işaret edecek olursanız o zaman “Zalike” dersiniz.
Burada işaret edilen, bundan önce mü’minleri korkutan kimselerdir “Kale lehumu’n-nâsu”deki “Nâs/insanlar”dır. Kur’an bunları “şeytan” olarak adlandırmaktadır.
Bir şeytan ortaya çıkıyor, müslimlerin arasında dolaşıyor ve müslimlerin içlerine korku salıyor; “Akevler seminerlerine katılmayın, yoksa, işte sonra mimlenirsiniz, kamu görevini alamazsınız!” diyor. İnsanların ağzından buna benzer sözler sokaklarda dolaşıyor.
Bu âyet bize açıkça gösteriyor ki, şeytan bizimle insanların ağzıyla konuşur.
Nasıl benim ruhum benim ağzımla konuşursa, aynı şekilde şeytan da fırsat bulursa beynime girer, oturup benim ağzıma oradan hükmederek konuşur. Eğer şeytan çoğul olsaydı, konuşanlar şeytan olurdu. Müfret yani tekil olduğunda şeytan tektir. Ama ağızlardan çıkan sözler aynıdır.
“Derin devlet” yahut “derin güç” dediğimiz zaman, biz zannederiz ki insanlardan oluşmuş bir yer var ve orası gizli talimat vermektedir. Oysa öyle değildir. “Derin devlet” veya “derin güç” dediğin şey şeytanın kendisidir. O beyinden beyine dolaşır, yahut kabilesini dolaştırır ve aynı fitne dedikodusunu yayar.
Muhakkak ki bu şeytan, insanlara nâs size karşı cem oldu diyen, insanların ağzı ile konuşan ve bu işleri organize eder şeytandır. Şeytanların ağzı olan insanlar vardır. Toplulukta önce onlar konuşurlar. Sonra halk onların iğvalarına uyar. Bu şeytanların ağızlarını, basında ve yayında yani medyada da görürsünüz. Haberleri ve yorumları onlar yapar, diğerleri onlara uyarak korku hâlinde onların dediklerini yayarlar.
يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءَهُ (YuPavVıFu EaVLıYAEaHu) “Kendi velilerini tahvif eder.”
Bu şeytan yani nâs sizin aleyhinize toplandı diyen şeytan, sadece kendi yandaşlarını korkutabilir. Mü’minlerin ise bu tür dedikodularla ve bu tür tehditlerle bir korkuları yoktur. Onlar ölmekten değil, öldürmekten korkarlar. Onlar cezalanmaktan değil, suç işlemekten korkarlar. Onlar için şehit olmak en yüce mertebedir. Sıkıntı ise mertebelerinin artmasına vesiledir. Kazançtır, kârdır. Onlar korkmazlar.
Bu korkutmanın mü’minlere ne faydası vardır?
Faydası vardır. Böyle korkaklar yani şeytanın yandaşları mü’minlerin cemaatlerine girmez ve mü’minleri ifsat etmezler. Bu çok önemlidir. İslâm’ın kapısı herkese açıktır. Kimseden vize, pasaport, izin belgesi sorulmaz. Bu kapıdan herkes girer. İsteyen de çıkar. Burada olan hiç kimse buranın sahibi değildir. Buranın sahibi Allah’tır. Ama kapıda Allah şeytanları diker ve onlar yandaşlarını geri çevirirler.
Mason localarına yabancıları almazlar. Mü’minlerin locaları ise yani mescitler herkese açıktır. Oralarda olan şeytan bekçiler kendi adamları dışında oraya kimseyi sokmazlar.
فَلَا تَخَافُوهُمْ (Fa LAv TaPAvFUvHuM) “Onlardan havf etmeyin. Onlardan korkmayın.”
Şeytan tekil olduğu halde, “ondan korkmayın” denmiyor, “onlardan kokmayın” deniyor. Şeytanın yandaşlarından korkmayınız; yahut şeytanın onlarla sizi korkuttuğu kimselerden korkmayınız. Kimlerdir onlar?
Onlar kimlerdir? Ordudur, polistir, jandarmadır, savcıdır, hakimdir!.. Sanki onların hepsi bir olmuşlar ve size karşı cephe almışlardır! Şeytan onları da korkutmaktadır. Öyle görünmek zorunda kalmaktadır.
Siz işte onlardan korkmayınız. Çünkü onların içinde şeytanın dostu olanlar olabilir. Şeytandan korktukları için size eziyet yapmak isteyebilirler. Ancak “devlet” şeytanın halifesi değil, Allah’ın halifesidir.
“Derin devlet” diye bir şey yoktur, sadece “devlet” vardır. Devlet, devlet olmak zorundadır. Öyle şeytanın korkuttukları ile devlet yönetilemez. Onlardan korkmayınız. Onlar size bir şey yapamazlar. Ordu, polis, jandarma, savcı, hakim, rektör, dekan… vs. her kim varsa; ya şeytanın emrinin dışına çıkarlar, ya da helâk olup giderler. Allah kendi düzenini zulüm üzerine oturtmaz.
Mü’minler cesur olursa, şeytanın korkuttuklarından korkmazlarsa, göreceksiniz ki ordu da, polis de, savcı da, hakim de, rektör de, ….. de hep sizin yanınızda yer alır. Derin devlet, derin güç yani şeytan çekilip gider. Ama siz korkak olursanız, Allah derin devlet diye şeytanı, gizli localar diye şeytanı ortaya çıkarır ve size musallat eder.
وَخَافُونِي (Va PavFUvNIy) “Benden havf edin. Benden korkun.”
İşte görülüyor ki, iki yol vardır; Allah’tan korkmak veya şeytandan korkmak.
Allah’tan korkanlar kendilerini Allah’la güven altına alırlar, o ne diyorsa onu yaparlar. Onun için de devamlı Kur’an okurlar, Kur’an okumada birleşirler. Kur’an ne söylüyorsa onu yaparlar.
Hiçbir zaman zalim de olsa, şeytanın emirlerine girmiş de olsa; ordusuna, polisine, hakimine, savcısına, valisine, rektörüne, vs. isyan etmezler. Zulme sabreder, Allah’ın yardımını beklerler. Onları uyarırlar. Onları doğru yola çağırırlar, ama kendileri asla karşı çıkmazlar. Dayanamıyorlarsa, oradan hicret ederler.
Önce ortaklıklar kurup ekonomilerini düzeltirler. Yalnız kendilerini değil, komşularını da doyurmaya çalışırlar. Yalnız mü’minleri değil, bütün komşularını doyurmaya çalışırlar.
Sonra partilerini kurarlar. Diğer partilerle işbirliği yaparak anayasalarını “Adil Düzen”e göre tanzim ederler. Eğer o ülkede demokrasi varsa, demokrasiden başka herhangi bir yol denemezler. Bunu korktukları için değil, Allah emrettiği için öyle yaparlar. Eğer o ülkede demokrasi yoksa, barış yoluyla demokrasiyi getirmeye çalışırlar. Bu da mümkün olmuyorsa, hicret eder ve başka yurtlarda Allah’tan korkmaya devam ederler.
إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (EıN KuNTuM MuEMıNIYNa) “Mü’min iseniz.”
Müslim değil de, “mü’min iseniz”, bu böyledir. Müslimler için bekleme zamanı verilmiştir. Onlar mü’minler gelip de şeytanı kovuncaya kadar şeytanın şerrinden korunurlar.
Şimdi burada bir sorunu daha çözmüş oluyoruz. İslâmiyet’te takiyye var mıdır sorusuna geliniyor.
İslâmiyet’te müslimler için takiyye vardır. Hazreti Ömer iman etmeden önce mü’minler takiyye yaptılar. Ama mü’minler için takiyye yoktur.
Müslimler, İslâm düzeni içinde olmayı kabul eden kimselerdir.
Mü’minler ise İslâm düzenini tesis edecek veya etmiş kimselerdir.
“Onlardan korkmayın” ifadesi müslimlere de söylenmiştir. Korkmayın, mü’minler gelecek ve sizi derin devletten kurtaracaktır diyor. Mü’minlere de benden korkun diyor. Cihadınızı tam yapın, yoksa size en büyük azabı yaparım diyor. Biz iman yoluna girdik, bizim için artık geri dönmek yoktur.
Mü’minler artık şeytanın yandaşlarından korkmazlar, takiyye de yapmazlar.
“İn küntüm mü’minîn/ mü’min iseniz” sonunda gelince, yalnız son cümlenin şartı olur. “Âtini gaden ükrimüke in radiye zevcuk./ Yarın bana gel, zevcin razı olmuşsa ben sana ikram ederim.” Cümlesinde zevcin rıza şartı ikramadır, gelmeye değildir. Dolayısıyla burada da onlardan korkmayın dendiğinde, bütün müslimlere hitab olabilir. “Benden korkun” hitabı ise sadece cihat yapan mü’minleredir. Çünkü onlar artık geri dönemezler.
وَلَا يَحْزُنْكَ (Va LAv YaPZuNKa) “Seni mahzun etmesin.”
“Hazan” sonbahar demektir. Sonbahar olunca yapraklar sararır ve dökülür. İnsana ölüm hissini yaşatır. İnsan sonbahar mevsiminde kendisini yalnız ve hüzünlü hissetmeye başlar. İşte bundan dolayı bu duyguya “hüzün” denmektedir. Ümitsiz hâle gelen insanın duyduğu hislerdir.
Ahşap evleri seri şekilde üretemedik… Poşet imalâtı teşebbüsümüzü yapamadık… Marketi açamadık… Dergiyi çıkaramadık… Konferans(lar)ı organize edemedik… Bir araya toplanamadık…
Bütün bunlar beni hüzünlendirmiştir.
Kur’an bunlardan dolayı mahzun olmamamızı tavsiye ediyor.
Burada “Sen mahzun olma” deniyor; “Siz mahzun olmayın” denmiyor. Çünkü hüzün insanın kendisini yalnız hissetme duygusudur. “Küm/Siz” olsa mahzun olmaz zaten.
Savaşa girişmişsen mahzun olmazsın. Çünkü savaşıyorsun. Galip gelirsen zaten galip gelirsin. Ölürsen de zaten artık senin dünyadaki görevin biter. Ama insan savaşamıyorsa, mücadele edemiyorsa, işte bu durum insanı mahzun eder. Bu sebepledir ki Mekke imanı Medine imanından daha zordur ve daha mübarektir.
Ümitsizlik içinde cihattasın. Hiçbir çıkış yolu görünmediği halde sen yolunda ısrar ediyorsun…
1960’larda siyaset yapmaya başladığımız zaman, en küçük bir ümit içinde bile değildik. Oylarımızı içkicilere ve sarhoşlara vereceğimize, bari kendimize oy verelim dedik. Bağımsız adaylıklarımızı bu amaçla koyduk. Sadece oyumuzu gönlümüzün istediğine verelim dedik. İşte o zaman bağımsızlara oy verenler, ümitsizlik içinde verdiler. O günlerden bugünlere geldik ve bugün anayasa ekseriyetine ulaştık.
Buna rağmen hâlâ “Adil Düzen Partisi”ni kurma cesaretini bile gösteren yok!..
İktidarda olanlar, -hem de tek başlarına iktidarda olanlar- faiz içinde, anti demokratik yasaklar içinde halkı ümitsizlikler içinde bırakıyorlar. Ülkemizde hâlâ inkılâp kanunları vardır. Anayasamızda inkılâp kanunları sayılmış, bunların iptali için “Anayasa Mahkemesi’ne gidilemez” denmiştir; ama bunlar kaldırılamaz, bunlar değiştirilemez denmemiştir. Bunlar değişmez maddelerden sayılmamıştır. Bunlar basit ekseriyetle her zaman kaldırılabilir, her zaman değiştirilebilir.
Ama mevcut hükümet maalesef kısa zamanda artık çoktan fonksiyonunu doldurmuş ve o kanunlar hâlâ yürürlükte!.. Bu neye benzer? Yirmi yaşındaki delikanlıya bez bağlamaya benzer. Bez çocuklara sarılır. Ama iki veya üç yaşına geldi mi artık çözülür.
İşte şimdi bu durumda bu Millî Görüş kaynaklı partilerden ümit eksilmiş, ama yeni parti de kurulmuyor. Bugün “Adil Düzen”in geleceğine inanmak, Mekke’de İslâm devletinin kurulmasına inanmak gibi yücedir.
الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْر (EalLaÜIyNa YuSARıGUvNa Fıy elKuFRı)
“Küfürde müsaraat eden kimseler. Küfürde birbirleriyle yarışan kimseler.”
Kimler küfürde yarışıyorlar? Adil Düzencileri susturmak için elbirliği olup yarışıyorlar. Siyasiler, din adamları, iş adamları, üniversiteler, … vs. elbirliği yapıp “Adil Düzen”i duyurmamak için yarışıyorlar.
Bu hususta İslâmiyet’i benimseyenlerle İslâmiyet’e karşı olanlar elbirliği içindedirler.
Bu yarışta kâfir olmayanlar, küfürde onlarla birlikte yarışıyorlar. Onun için “kâfirler” denmiyor da, “küfürde müsaraat edenler” diyor; yani küfürde müsaraat eden kâfir ve müslimler kastediliyor.
Bunlar neler yapıyorlar? 8 yıllık eğitim hokkabazlığı ile İmam-Hatip Okulları ve Kur’an kurslarını kapatıyorlar… Okullarda ve televizyonlarda kadınları çırılçıplak yapmaya çalışıyor, böylece aile müessesesini yıkma yarışındadır… Sokakta cinsi ilişkide bulunmak serbest ama imam nikahı yapmak yasak; yani evlenmek yasaklanıyor!.. Belediye nikahı ile evlenmeyenler boşanmıştır deniyor. Dolayısıyla kimse kolayca evlenmeyecek. İmam nikahı da yasak olacak! Zina suç olmaktan çıkarılmıştır! İmam nikahı ise hâlâ yasak! Bunların hepsi küfürde müsaraattır.
Faiz serbestliği içinde ülke 200-300 milyar dolar borca sokulmuş. Bu serbesttir de, vakıf kurup halka yardım etmek suç olmuştur. Kamu görevlileri vakıf kuranlara veya kurup yönetenlere kan kusturuyorlar. Gelecekte bu zulümler piyeslere, tiyatrolara, romanlara, filmlere konu olacaktır.
Küfürde yarışanların müsaraatı bununla da bitmiyor.
Kâinatı Allah var etti demek müsbet ilme aykırı oluyor da, Yunanlıların tanrılara tapma şekilleri uygarlık sporları hâline getiriliyor. Ne tarafa bakarsanız bakınız, kâfirler olsun müslimler olsun küfürde müsaraat hâlindedirler. Herkes modada yarışıyor, herkes israfta yarışıyor, herkes gösterişte yarışıyor, herkes tekâsürde yarışıyor. Bütün bunlara bakıldığı zaman insanlar ne diyor? Dünyanın işi bitmiştir. Artık düzelmesi mümkün değildir. Bir kısmı ‘Allah yoktur’ deyip dinsizleşiyor, bir kısmı da ‘kıyamet yakındır’ deyip teslim oluyor.
Allah Kur’an’da bunların hepsine cevap veriyor.
إِنَّهُمْ لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا (EınNaHuM LaN YaWuRu elLAHa ŞaYeEan)
“Allah’a hiçbir zarar vermezler.”
Oh! Artık rahat bir nefes alabiliriz. Kâfirlerin ve müslimlerin elbirliği yapıp “Adil Düzen”e karşı onu yok etmeleri için birleşmeleri Allah’a, O’nun düzenine, “Adil Düzen”e zarar vermez.
Biz “Adil Düzen” dediğimiz zaman elbette kendi düzenimizden bahsetmiyoruz. Allah’ın düzeni ne ise ondan bahsediyoruz. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni Allah’ın düzenidir, “Adil Düzen”dir.
Bizim söylediklerimiz bizim anladıklarımızdır. Başkaları da başka türlü anlayabilir. Ama esasta benimsenmesi gerekir. Birbirimize dayatmamamız gerekir. Kendi düzenimizi Allah’ın düzeni, milletin düzeni diye yutturmamalıyız. Milletin iktidarına başka iktidarı koyanlar şirk içindedirler. Onlar ilâhî iktidara bir zarar veremezler. Bizim bu hususta endişelenmemize, üzülmemize gerek yoktur. Bizim görevimiz kendi Adil Düzenimizi öğrenip uygulamamızdır. Ondan sonrası bize değil, Allah’a aittir.
يُرِيدُ اللَّهُ (YuRIyDu eLLAHu) “Allah irade ediyor.”
Allah bu Kâinatı insanlar için yarattı; cinler için yarattı, melekler için yarattı, ruhlar için yarattı.
Allah’ın kendisinin bunlara bir ihtiyacı yoktur. Bu Kâinatı öyle yarattı ki bu şuurlu varlıklar onlardan yararlanarak yaşasınlar. Onun için Kâinat kurallar içinde yaratılmıştır. Değişmez, tabii ve sosyal kanunları vardır. Allah kendi iradesini de bu kanunları içinde kullanır, yani o kurallara uygun olarak yapar.
Bu dünya imtihan dünyasıdır. Okullarda da bilmek veya bilmemek imtihanı yapılmaktadır. Oysa dünyada iyi veya kötü insan olma imtihanı yapılmaktadır. Kötülerin kötülüklerini yapmalarına izin verilmezse o zaman imtihan olmaz. Dolayısıyla onlara kötülük yaptırmaktadır ki âhirette azab edilirken hak etmiş olsunlar.
Mü’minler de imtihan edilmektedirler. Acaba kâfirlerin bu üstünlükleri karşısında Allah’tan ümitlerini kesecekler midir? Bundan sonra ne olacak diye sorulduğunda cevap hazır olmalıdır. Kâfirler mağlup olacaklar ve cehennemde haşr olacaklardır. Mağlup olacaklardır sözüne inanmayanlar iman etmiş olmaz.
O halde bu durum, Allah’ın onları ve bizi başka başka yönlerden imtihan etmesidir.
أَلَّا يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الْآخِرَةِ (EaN LAv YaCGaLa LaHuM Fıy elEaPıRatı)
“Onlara âhirette bir haz bırakmasın diye böyle yapmaktadır.”
Çünkü Allah her iyilik yapana karşılığını verecektir. Kötülükle iyilik dengelenecektir. İyilik yaparlarsa cennete, kötülük yaparlarsa cehenneme gideceklerdir.
Gerek kâfirlerin gerekse müslimlerin yaptıkları iyilikler vardır. Ama “Adil Düzen”e karşı elbirliği edip müsaraat ediyorlar. Allah da onlara o kadar izin veriyor ki, bu sayede dünyadaki sevapları tükensin, bu suretle müsaraat edenler cehenneme gitsin.
Bilhassa müslimlere tavsiye ederiz, “Adil Düzen”e karşı küfürde müsaraat etmesinler, Adil Düzencilere saldırmasınlar. Mü’minlerin cephesine geçsinler, onları desteklesinler, onların aleyhinde gıybet etmesinler, iftiralarda bulunmasınlar. Söyleyecekleri varsa mü’minlerin yüzlerine söylesinler. Hakka dâvet etsinler. Yoksa yarın yaptıkları sevaplar tükenmiş ve işbirliği içinde oldukları kâfirlerle birlikte cehenneme girmiş olurlar.
وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (Va LaHuM GaÜABun GajIyMun) “Ve onlar için azim azap vardır.”
Bu “azap” dünyadaki mağlubiyetleri olabilir. Dünyada kendi başlarına gelecek felaketler olabilir.
28 Şubat olayı tamamen “Adil Düzen”in terk edilmesinden dolayı olmuştur.
Kâfirler “Adil Düzen” aleyhinde müsaraat ettiler. Bu müsaraatta tarikatları yanlarına aldılar, diyanet teşkilâtını yanlarına aldılar; bu yetmedi, Refah Partisi mensuplarını bile yanlarına aldılar!..
İşte ondan sonra olan oldu… 28 Şubat oldu… Beş sene Türkiye kan kustu...
Beş sene sonra nefes alındı, ama hâlâ “Adil Düzen” aleyhindeki müsaraat devam etmektedir…
Bunları “azim azap” beklemektedir.
“Azim azap” nekire gelmiştir. Her durumda değişik olabilir. Âhirette onların büyük azapları vardır anlamına gelir. Âhiret azabı da suça göredir. Herkes aynı cehenneme tıkılıp eziyet edilmeyecek, herkesin cezası ayrı ayrı olacak. Gerek kalınan zaman, gerekse oradaki sıkıntılar fazla veya eksik olacaktır.
إِنَّ الَّذِينَ اشْتَرَوْا الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ (EinNa elLaÜIyNa iŞTaRaVu elKuFRe Bi eLEIyMaNı)
“İman ile küfrü iştira ettiler.”
İmanı verdiler, karşılığında küfrü satın aldılar. Bu nasıl olacaktır? Kim küfrü verip karşılığında imanı satın alır ki, bunlar imanı verip küfrü satın aldılar? Küfür ile iman nasıl mübadele edilir?
“Küfür” ile “iman” birbirine zıt olan şeylerdir. Biri varken diğeri olmaz. O halde küfür ile iman böylece değişmiş oluyor. Şöyle ki, küfür sahibi olanların avantajları vardır, dezavantajları vardır. İmanı olanların da avantajları vardır, dezavantajları vardır. İman, aceleden acilde zararlı, ecelden acilde yararlıdır. İman bu dünyada sıkıntılı, âhirette ferahlıktır. Oysa küfür bunun aksidir.
Birini bıraktığınız zaman diğerini almış olursunuz.
Dünyayı tercih edenler, yakın harcamaları tercih edenler, imanı verip küfrü satın almışlardır.
İnsanların dünya saadetini istemeleri günah değildir. Ama bu âhiret saadetini vererek olmamalıdır.
Günlük nafakalarını temin etmek onlar için meşrudur. Ama bu geleceklerini karartmamalıdır.
Herkes bir işyerine girip maaş almış olabilir, bu maaş ile geçinebilir. Bu geçinmede şartlar değişmediği için aslında meşru olmayanlar zaruret içinde yapılabilir. Ama bu işten artırdıkları zamanlar ve artırdıkları imkânlar meşru kazancın temini için, faiziz düzen için, şeriatı öğrenmek için harcanmalıdır. Böyle yapılmaz da gayrimeşru davranışlar meşru sayılırsa, işte o zaman küfrü iman ile satın almış olurlar.
AK Partililer şimdi “Adil Düzen”i uygulayamazlar, ama “Adil Düzen”i uygulamak için zemin hazırlamalıdırlar. Bunun için Adil Düzencilere yapılan zulmü durdurmalıdırlar.
Mesela, İzmir Akevler’in dört bin dönümlük gasp edilmiş yeri vardır. Kırk milyon dolar değerindedir. Devlet değişik bahanelerle bunu gasp etmiştir. Zalimane gasp etmiştir. Bunun böyle olduğu dosyaların tetkikinden çok kolay anlaşılır. Bizden arazinin %50’sini rüşvet olarak istediler!.. Vermedik... Duruyor... %20 de verecektik, ama vermedik... %50’si devlete kalsın, devlet yarısını bize versin yeter.
Ama Adalet Bakanlığı’nda oturup bizim hakkımızı korumamak ve bakanlık koltuğu için bize yapılan zulme devam etmek, küfrü imanla satın almaktır.
“Bu zalim düzeni değiştirelim.” diyoruz; “Olmaz!” deniyor.
“Peki, o zaman bu düzende hakkımızı verin.” diyoruz; yine “Olmaz!” deniyor.
“Peki, sizin biricik işiniz AB’nin Türkiye’yi yıkacak olan hile kanunlarını geçirmek midir?!.”
لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا (LaN YaQurRU elLAHa ŞaYEan) “Allah’a bir şey zarar vermezler.”
İslâmiyet’e, “Adil Düzen”e asla zarar olmayacaktır. Adil Düzenciler asla endişelenmesinler.
Türkiye borçlandırılıyor… Ülkemiz yıkılmak isteniyor... Yöneticilerimiz bu oyuna âlet oluyor!..
Bunların hepsi IMF üzerinden bize borç veriyor. Gelin, diyeceğiz. Siz bize 200 milyar dolar borç verdiniz. Biz de ülkemizi koyduk, emeğimizi koyduk. Sizin para sermayeniz yanında, bizim de arazi ve emek sermayelerimiz vardı. Ne arttı, hesaplayalım. Ne eksildi, hesaplayalım. Artandan eksileni çıkaralım. Emek payımızı çıkaralım. Arazimizin kirasını çıkaralım. Kalan sermaye payı sizin olsun.
Kabul etmezler.
O zaman kendi şeriatımızı uygularız. Borcun anasını öderiz, faizi ödemeyiz. Bizimle savaşırlar mı?
O zaman da bizde varolan bir atasözünü onlara hatırlatırız: “Pilavdan kaçanın kaşığı kırılsın.”
Savaşırız ve ülkelerini ganimet yaparız…
Onların yaptıkları işler bizi hiç endişelendirmesin. Onlar bizi borçlandırmıyorlar, kendilerini yağlı ipe bağlıyorlar. Uluslararası savaşta haklı-haksız yerine, galip-mağlup vardır. Bizi yenerlerse, biz ne kadar haklı olsak da zaten her şeyimizi alacaklardır. Galip gelirsek her şey bizim olacaktır.
Biz borçlanmak istemiyoruz, çünkü bunun sonu aramızda savaştır. Ama onlar bizim müsriflere borç veriyor, onların rakı parası için bizi borçlandırıyorlar. Öyle yağma yok! Ciddi olmayan hiçbir borcu ödemeyeceğiz, faizi ödemeyeceğiz. Bizimle savaşırsanız, sizi yenip cehenneme göndereceğiz.
Sizin iyiliğiniz için diyoruz ki; bu müsriflere, bu mirasyedilere borç vermeyin. Sonra alamazsınız.
Türkiye Osmanlıların borçlarına sahip çıktı. Çünkü Yahudileri darıltmak istemedi. Ama isteseydi bu borçlara sahip çıkmayabilirdi. Biz kendilerinin yıkacağı bir devletin borçlarına sahip çıkmayacağız.
Biz diyoruz ki;
Gelin, “Adil Düzen”i barış içinde Türkiye’de kuralım. Sizin alacaklarınızı da tasfiye edelim:
- Dış borcu iç borca çevirelim. Türkiye zenginleri alacaklarınızı size ödesinler.
- Nakit borcunu mal borcuna çevirelim. Selem farkı koyun, bizden mal isteyin, ödeyelim.
- Borcu iştirake çevirelim, üretimden pay alın. Hisse senetleri satarak borcu tasfiye edin.
- Faizli borcu faizsiz borca, karz-ı hasene çevirelim. Biz sizin paranızı altın cinsinden ödeyelim, sonra biz de size altın cinsinden bizim paramızı borç verelim.
Yok, bunları kabul etmez de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmış olursunuz; biz II. Cumhuriyetimizi kurarız. Şimdiden söylüyoruz. O zaman I. Cumhuriyetimizin bir kuruş borcunu bile ödemeyiz. Haberiniz olsun!
Bu devleti yıkmakla biz değil siz zarar edersiniz.
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (VaLaHuM GaÜABun EaLIyMun) “Ve onlar için elim azap vardır.”
Yukarıda “onlar için büyük azap vardır” denmiştir; burada “onlar için elim azap vardır” denmiştir.
Yukarıda “küfürde müsarat”tan bahsedilmişti; burada “küfrü imanla satın alanlar”dan bahsedilmiştir.
Bu âyet yukarıdaki âyetlere “Va/Ve” harfi ile bağlanmıştır. Dolayısıyla bu âyet yukarıdaki âyetlerin açıklamasıdır. Küfürde müsaraat etmekle, küfrü imanla satın almak aynı şeydir. “Büyük azap” aynı zamanda “elim azap”tır. Yine bu azap bu dünyada da olabilir, âhirette de olabilir.
AK Parti’nin iktidarda olması onları ne kadar sıkmıştır, ne kadar üzmüştür. Bu azap onlara yeter.
Milli Görüş belediyeleri elde ederken kahroldular. Belediyeler başarılı olunca daha fazla kahroldular.
Darbelerle Millî Görüş partilerini iktidardan uzaklaştırdılar ama yine kahroldular. Çünkü onların iktidarları her zaman sefalet iktidarı oldu. Cumhuriyet döneminin en başarılı hükümeti, Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Refahyol Hükümeti olmuştur. En başarısız hükümeti de 28 Şubat hükümetleri olmuştur. Birincisi maaşlara zam yaparak enflasyonu düşürmüştür. Diğeri zam değil, yatırım bile yapmadı ve enflasyon kabarıp gitti. Bu onlara elemli azap olmuştur. Rezil oldular, kepaze oldular. Amerika’dan atanan valilerle de Türkiye’yi yıkamadılar.
وَلَا يَحْسَبَنَّ (VaLAv YaXSaBanNa) “Hesab etmesinler. Sanmasınlar. Öyle düşünmesinler.”
“Hesab” “hisbe”den gelmektedir. “Hisbe” huzme, demet demektir. “Hizb” ise bir parça demektir. “Demet” yığının parçası olduğu gibi; “Hizb” bir bütünde grup demektir. “Hisbe” yeterli grup demektir.
“Hesab etmek” demek, yeterini bulmak demektir. Nişan alırken yeter derecede kaldırmak demektir. Ne fazla, ne eksik etmek demektir. Hesab, sayılar üzerinde yapılmaktadır. Saymak insana has bir şeydir. Bir hayvan çok beyaz olarak görür. İnsan da baktığı zaman ona göre görür.
Dışardan görünmeyen yere bal koyalım. Ayı balı tatlılıkla yemektedir. Silahlı insan içeri girince ayı girmiyor. Ama içeride kimse olmayınca giriyor. İki kişi giriyor, sonra teker teker çıkıyorlar. Ayı iki kişinin girdiğini biliyor. Üç kişinin girdiğini biliyor. Ama dört kişi girince, kaçının çıktığını bilemiyor ve hiç girmiyor veya bir kişi içeride iken de girebiliyor. Demek ki ayı ancak üç veya dört sayıyı kavrayabiliyor.
Halbuki insan milyonlara varan sayıları kavrıyor. Bu insanın diğer canlılardan farklı oluşudur.
Hattâ Kâinatta sonsuz yoktur ama insanın zihninde vardır. Sonsuzun tersi olan sıfır da yoktur ama insan zihninde vardır. İnsan Kâinattan kurtulup zaman ve mekân dışında olan Allah’a ancak sonsuz küçük ve sonsuz büyük kavramları ile ulaşabilmektedir. Madem ki Kâinatta olmayan bir şey insan beyninde vardır, öyleyse Kâinatın dışında insan beyninin irtibat kurduğu bir varlık vardır. Sosyal kavramlar Kâinatta yoktur, insanın zihninde vardır. Küfredenler hesab etmesinler, sanmasınlar, öyle düşünmesinler deniyor.
الَّذِينَ كَفَرُوا (elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olanlar.”
Hangi küfretmiş olanlar? “Adil Düzen”e karşı müsaraat edenler, Müslimleri de yanlarına alarak Allah’ın nûrunu söndüreceklerini zannedenler; onlar zannetmesinler.
Müslimler bir kötülük yaparlarsa Allah onlara mühlet verir, belki bu arada tevbe ederler de kurtulurlar diye. “Adil Düzen”e karşı olanlara, Allah’tan başkasından korkanlara, faizli ve fuhuşlu düzene devam edenlere Allah mühlet veriyor. Onlara zaman veriyor, onlara destek veriyor; onlar tevbe etsinler de cehennem azabından ve dünya âfetinden kurtulsunlar diye.
Diğer taraftan kâfirlere de mühlet veriyor, daha çok günah işlesinler de daha fazla azab çeksinler diye.
Burada önemli bir şeye daha işaret edilmektedir. Allah imanlarından dolayı azab etmeyecektir, günahlarından dolayı azab edecektir. Eğer küfretmek sonsuz olarak cehennemde kalmak için yeterli ise, daha fazla günah işlemek için niçin onlara mühlet vermiş olsun? Niyetli ameller önemlidir. Küfür insanlara kötülükler yaptırdığı için cehenneme götürür. İman da insana iyilikler yaptırdığı için cennete götürür. Kuru iman insanı cennete götürmeye yetmez. Küfür de günah işlenmezse insanı cehenneme götürmez.
أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ (EanNaMAv NuMLı LaHuM) “Onlara imla ediyoruz.”
“Meliy” kelimesi uzak demektir, mil demektir. Ama belli uzaklıktaki uzaklık demektir.
“Metre” “mezree”den alınmış Arapça kelimedir. “Mil” de “meliyye”den alınmış Arapça kelimedir.
“Mola vermek” demek, biraz durup dinlenmek demektir. Gecelemek için konaklanacak yere “menzil” denir. 40-50 kilometrelik mesafedir. “Mil” ise yolculuk esnasında dinlenecek yerlerdir. Bir-iki saat yürüdükten sonra oturulup dinlenir, sonra yola devan edilir.
“Mola” kelimesi de Arapça imiş. “İmla etmek” demek, mola vermek demektir. Yani, bunlar helâke doğru yol alıyorlar. Onlara mola veriliyor. Biraz bu yolculukta dinlensinler diye mola veriliyor.
Allah bunu niçin yaptığını açıklamaktadır.
İslâmiyet’in Batı dünyasına ne derece etki ettiğini anlamak için Batı dillerine geçmiş olan kelimeleri tahlil etmemiz gerekir. Sadece Kur’an’ın kelimelerini tahlil etmek yeterlidir. Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının etkisi altında gelişen Arapça’daki bazı kelimeler de vardır ki, Yunanca ve Latince’de bulunur. Çünkü o uygarlıklar da Tevrat aracılığı ile Yunan ve Roma’ya geçmiştir.
“Lehum/Kendilerine” mola veriyoruz.
Adil Düzencilere mola vermiyor, onları kendi yerlerinde olgunlaştırıyor.
Demek ki kâfirlerin zaferleri bir mola kadardır.
خَيْرٌ لِأَنْفُسِهِمْ (PaYRuN LaHuM) “Kendileri için hayırdır.”
“Hayrun Lahum” denmemiş de, “Hayrun Lienfusihim/ Kendileri için hayırdır” denmiştir. “Onlara hayırdır” denmemiş de, “kendilerine hayırdır” denmiştir. “Lehum” ile “Lienfusihim” arasında ne fark vardır?
“Lehum” dediğimizde topluluğu kastetmiş oluruz. “Lienfusihim” dersek, kendi kişiliklerini kastetmiş oluruz. Onlar topluluklarını değil de, sadece kendi nefislerini düşündükleri için bu ifade kullanılmıştır.
Onlar şöyle düşünmektedirler. “Bu bizim yaptığımız topluluğumuz için doğru değildir, belki partimiz için doğru değildir; ama kendimiz için doğrudur! Bakan kalabilmem için böyle yapmam gerekir! Eğer ben böyle yapmazsam bakan olamam! Kimse olamaz! Başkaları yararlanacağına ben yararlanayım!..”
Benzer düşünceler aynen iş hayatında da görülmektedir. “Ben rüşvet vermezsem bir iş yapamam! Ben çalmazsam, hile yapmazsam iş yapamam! Ben vergi kaçırmazsam iş yapamam!..”
Böylece kendilerine uydurulan mazeretleri hayır sananlar vardır.
Oysa öyle yapanlar da sonra helâk olup giderler. Malları mülkleri kalmaz.
Müslimler de böyle düşünebilirler, ama “Adil Düzen”in gelmesi için çalışmalıdırlar. Küfürde müsaraat edenlere katılmamalıdırlar. Bugün faizli işlem yapanlar, eğer kazançlarını faizli sistemi kaldırmak için harcarlarsa, o zaman o onlara helal olur. Bugün rüşvet verenlerin gayesi eğer rüşveti yok etmek için ise, o zaman o da onlara helal olabilir. Kâfir ile müslim arasındaki fark budur. Kâfir, başka çare yok, bu böyle devam etsin der. Müslim bunun düzeleceğine inanır. Mü’min ise düzelmesi için harekete geçer.
إِنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ (EınNaMAv NuMLi LaHuM) “Biz mola veriyoruz.”
“Mola” kelimesi “mehil” kelimesi ile de akrabadır.
Mehil verme, alacağı ertelemedir. Mola verme ise, faaliyetlerine izin verme demektir.
Bugün kâfirlerin yaptıkları zulümlere Allah izin vermektedir de öyle yapabilmektedirler. Kimse sanmasın ki Allah’a karşı herhangi bir iş yapmaya güçleri yetecektir. İlâhi kanunlarla yürümektedir her şey.
“Adil Düzen”in doğru olarak tam anlaşılması için “Adil Düzen” alternatiflerinin denenmesi gerekmektedir. Aksi halde insanlar o alternatiflerin de işe yaradığını sanmaktadırlar.
Cehennem olmadan cennetin manâsı bilinmez. Onun için herkes cehenneme bir uğrayacaktır.
Bu kötü denemeler insanları akıllandıracaktır.
D-8’lerin İslâm âlemini kurtaracağı sanılmıştır.
Oysa İslâm âlemini de, dünyayı da yalnız ve yalnız “Adil Düzen” kurtaracaktır.
“III. Bin Yıl Uygarlığı” başlamıştır. O gelmeden kurtuluş yoktur.
Günü geldiği halde erginleşemeyen insan hastadır. Kimse çocuk kalabilme şansına sahip değildir.
لِيَزْدَادُوا إِثْمًا (Lı YaZDADUv İsMen) “İsm izdiyad etsin diye.”
Buradaki birinci “Dal” harfi “T”den dönüşmüştür. İftial bâbındandır. İsim burada müfret gelmiştir. Çünkü günah kollektif işlenmektedir. Günah içinde tam yaşasınlar, böylelikle faizli düzenin, fuhuşlu düzenin ne kadar kötü olduğu görülsün diye mola veriyoruz. Kötülükleri artsın diye mola verilmektedir.
Komünistliğin dünyayı yetmiş senede sarmış olması, dünyaya onun ne kadar kötü olduğunu göstermektedir. Kapitalizmin kötülükleri de bütün çehresiyle ortaya çıkmaktadır.
Bu arada sosyalizmin veya kapitalizmin değil de, sosyalistlerin ve kapitalistlerin kötü olduğunu ileri sürenler vardır. Bir de bu kötü düzenler iyi insanlar eliyle denensin istenmiştir. Bugünkü AK Parti iktidarı budur.
Kâfirler sanmasınlar ki kendi düzenleri iyi insanların eline geçtiği zaman başarılı olacaktır.
Bu sebepledir ki hiçbir zaman Refahyol iktidarına şans tanımadığımız gibi, aynı şekilde AK Parti iktidarlarına da bir şans tanımıyoruz. Her mü’min iyi bilsin ve anlasın ki, bunlar gideceklerdir; hem de çok kötü gideceklerdir. Bunlar kendileri kötü oldukları için gitmeyecekler, düzenleri bozuk olduğu için gideceklerdir.
Bu âyetler çok açık ifadelerle bunu beyan etmiş oluyor.
وَلَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ (Va LaHuM GaZAvBun MuHIyNun)
“Onlar için mihan eden bir azap vardır.”
Bundan önce “azim azab”, “elim azab” geçti; şimdi de “mühin azab” geçmektedir.
“Azab” kelimesi Kur’an’da ceza karşılığı olarak kullanılmaktadır. Ceza, verilen karşılık demektir. “Azab” ise çektirilen acıdır, sıkıntıdır. Ceza hukuku bakımından bu kelime alınıp tasnif edilmelidir.
“Havn” sıkıntı demektir. Aynı zamanda gevşeten demektir. Yani, onlara öyle azap gelecektir ki, sıkıntı çekecekler ve çökeceklerdir. Artık kendilerinde dayanma ve direnme gücünü bulamayacaklardır.
Sosyalistlerin durumu bu olmuştur. Sömürü sermayesi şiddetli şekilde zulüm yaptırarak onların yaşamasına imkan veriyordu. Gayesi diğer ülkeleri korkutmak, kapitalizme karşı daha kötü bir alternatif olarak bulundurmaktı. Sermayenin keyfi için kırk milyon insan öldürüldü. Çünkü Allah öyle istedi.
O zulüm düzenleri gelip geçmeseydi “Adil Düzen”e zemin hazırlanamazdı.
Sonra ne oldu? Sovyetler birden gevşedi ve çöküp gitti. Ama Sovyet ülkeleri refaha ermediler. Yine aynı sıkıntılı hayatı yaşamaktadırlar. Zulümler devam etmektedir. Halk huzur ve saadete kavuşamamıştır.
28 Şubat’ın sıkıntıları 3 Kasım’da resmen bitti ama, aynı sıkıntıları iki yıla yakın oluyor yaşamaya devam etmekteyiz. Daha da sıkıntılı günler yaşanacaktır. Tâ ki “Adil Düzen” gelsin.
Avrupa Birliği’nin onları kurtaracağını sanıyorlar. Oysa Avrupa Birliği de hiçbir zaman refaha eremez. Şeriat düzeni gelmeden, “Adil Düzen” gelmeden sorunlar çözülmeyecektir. Avrupa’ya da insanların beklediği huzur ve saadeti kilise getirecektir.
“Adil Düzen”i destekleyen mezhepler gelişecek, diğerleri ise sönüp gidecektir.
Avrupa’da bin tarihlerinde kilise ikiye ayrılmıştı. Kimi Müslümanlardan alınan üniversiteleri destekledi, kimi ise karşı çıktı. Karşı çıkanlar tarih oldu. Destekleyenler ise şimdi “III. Bin Yıl Uygarlığı”na katkıda bulunmak üzere hazırlanıyorlar.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 48
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
مَا كَانَ اللَّهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتَّى يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنْ الطَّيِّبِ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَجْتَبِي مِنْ رُسُلِهِ مَنْ يَشَاءُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ(179)
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ(180)
مَا كَانَ اللَّهُ (MAv KAvNa elLAHu) “Allah değildir.”
Biz hiçbir şeyin kendisini bilemeyiz. Biz ancak bize göründüğü kadarıyla onu biliriz.
Bir insan karşısındaki insanın kendisini bilemez. Onun görüntüsünü, davranışını, sesini, sözünü bilir. Bilgilerine dayanarak görünmediği hakkında bilgi sahibidir. Deveyi gördüğü zaman onun işkembesi olduğunu bilir. Çünkü daha önce başka develerin karnını yarmış ve işkembesi olduğunu görmüştür veya biri ona anlatmıştır. Bu sebeple insanın ilmi daima eksiktir. Bildiklerimiz ihtimalîdir, takribîdir, nisbîdir ve izafîdir.
İhtimalîdir demek, gördüklerimizin doğruluğu yüzde yüz değildir demektir. Bir ihtimal dahilindedir. Mesela, % 99 doğrudur. Takribîdir demek, hiçbir şeyin tam ölçüsünü almayız, daima yaklaşık olarak öyledir.
İzafîdir demek, bizim bakış tarafımızdan göründüğü kadardır demektir.
Nisbîdir demek, bizim bildiklerimizle karşılaştırırız, ona göre onu bilmiş oluruz.
Deveyi ne kadar tanıyorsak, gördüğümüz deve hakkındaki bilgimiz de o kadardır. İşte aynen bu şekilde, biz Allah’ı da ancak bu eksik bilgilerimiz içinde tanırız ve biliriz. Allah’ın kendisini bilmemiz mümkün değildir.
Zaten biz hiçbir şeyin kendisini bilemiyoruz. Mesela, bizim beynimiz sonsuzu ve sıfırı kavramaktadır. Ama görünürde Kâinatta ne sıfır vardır, ne de sonsuz vardır. Allah mekândan münezzehtir. O halde sıfır mekânı vardır. Kendisi sonsuz büyüktür. Bu şekilde bizim beynimizde Allah için birtakım sıfatlar koyarız.
Bu anlayış içinde “Allah” bize dört çeşit özellikleri ile görülür:
- Allah’ın zorunlu sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı sübutiyyeleri vardır. Yani Allah’ın o sıfatları taşıması zorunludur. Vacibü’l-vücuttur. O hiçbir zaman yok değildi, hiçbir zaman da yok olmayacaktır. Ehaddır. Sameddir. Bunlar O’nun sıfat-ı zâtiyye ve sıfat-ı sübutiyyeleridir.
- Allah tagayyur etmez. Yani kendisinde herhangi bir değişiklik olmaz. O’nda zaman cereyan etmez. O bir mekânda bulunmaz. O her yerde vardır, hiçbir yerde yoktur.
- O’nun sünnetleri değişmez. Allah başka türlü yapmaya muktedirdir ama onu yapmaz. Kendi kurallarını değiştirmez. “Mâ kânellahu” demek, Allah bunu yapamaz anlamında değildir, yapmaz anlamındadır.
- Bir de, Allah iradesini her an kullanır ve o anda ne yapmak isterse onu yapar; bunlar da gaybidir. Yani Allah’ın kural dışı iradesi ile yaptıklarıdır. Kuralları da iradesi ile kendisi koyar ve biz onu biliriz. Kuralsız yaptıkları ise gaybidir.
“Allah yapacak değildir” demek, O’nun sünneti, kuralı böyledir, bu kuralını değiştirmez demektir.
لِيَذَرَ (Lı YaÜaRa) “Allah vezr edecek değildir.”
“Zerv” etkilenmek demektir. Gölgeye almak demektir. Zirasına sokmak demektir. “Zira” ağaçların gölgelendirdikleri yerdir. Güneş hiçbir zaman o gölgenin içine varamaz. “Ezera” ise gölgesi dışına atmak, koruması dışına çıkarmak demektir. Onu korumaz hâle getirmek, ilgilenmemek demektir.
“Allah terk eder değildir.”
Burada “Lı” harfi getirilmiştir. Demek ki bu “En Yezera” demektir. Fiil cümlesini isim cümlesine çevirmektedir. “Kânellahu nasara” demek, Allah yardım ederdi demekdir. “Kânellahu en nasara” demek, Allah yardım etmek olarak vardır. “Kânellahu Li nasara” demek, Allah yardım etmek içindir demektir.
“Allah mü’minleri terk etmek için değildir.”
Adeta Allah mü’minleri terk etmemek için vardır demektir.
Allah eğer yaratmasaydı hâlık olmazdı. İnsanı yaratmasaydı Kâinatı abes olarak yaratmış olurdu. İnsanlar içinde mü’minler olmasaydı onların yani insanların yaratılmasından ne yarar olurdu?
Demek ki, Allah adeta mü’minleri korumak için vardır. Allah mü’minleri bu mertebelere yükseltmiştir. Buradaki “Lı” harfi bunu ifade etmektedir. Allah mü’minleri terk etsin diye var değildir. Muhalif mefhumla onları korumak için vardır denmektedir. Devlet askerlik yapmış olan kimseleri terk etmemelidir. Adeta devlet ordu için vardır. Ordunun, askerlik yapan kimselerin mertebeleri o derecede yüksektir.
الْمُؤْمِنِينَ (elMuEMıNIyNa)
“Mü’minleri vezr edecek, koruması dışına çıkaracak değildir.”
-Burada “mü’minler” kimlerdir?
Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmış olan kimselerdir. Ölmeyi göze alan kimselerdir.
Allah için canlarını vermeye hazır olan kimseleri Allah terk mi edecektir? O zaman O’nun Allah’lık vasfı nerede kalacaktır. Bundan dolayı Allah mü’minleri koruması altına almıştır.
-O halde sorunumuz nedir?
Sorunumuz “mü’min” olup olmayışımızdır. Ondan sonraki merhalede artık Allah’ın korumasına alındık demektir. Allah’ı mağlup edecek kim vardır?
Burada “mü’miniyne” kurallı çoğul olarak alınmıştır. Teker teker mü’minleri değil de, “mü’min cemaati” vezr edecek değildir deniyor. Bu cemaatin içinde şehit olanlar elbette olacaktır. Zaten imanın bir işareti de şehitliği göze almaktır. Ama “mü’min cemaat” mutlaka muvaffak olacaktır.
Mekke’deki önceleri sayıları sadece kırktan az olan ilk mü’minleri düşünün. Onlar muzaffer oldular. Sonra ikinci dönem Mekke mü’minlerini düşünün. Onlar güçlendikçe düşnmanları da büyüdü. Medine’yi düşünün; dört halife dönemini, Emeviler dönemini, Abbasiler dönemini; sonra Moğolların istilasını düşünün…
Mü’minler İstiklâl Savaşı’na kadar hep korundular. Mü’minlerin içinde münafıklar da vardır. Ama onlar da cemaate katkıda bulunuyorlar. Çünkü karşı taraf onları da bizden sayıyor ve ona göre korkuyor.
Türkiye 70 milyondur. Belki yarısından çoğu İslâm düşmanıdır. İktidar da onlarındır. Ama yine de “%98’i Müslümandır” diyor ve hesabını yaparken 70 milyona göre yapıyor. Münafıklıkları kendilerine zararlıdır ama bize zararları yoktur. Dolayısıyla burada bırakılmayan, koruma altına alınan kişiler değil, “topluluk”tur.
عَلَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ (GaLAv MAv ENTuM GaLaYHı)
“Ne üzerinde iseniz orada bırakılacak mısınız sanıyorsunuz.”
“Mü’minler olarak biz mallarımızı ve canlarımızı vererek cenneti satın aldık” deyip “cemaat” olanların başarılarını ve birleştiklerini görenler, mal ve canlarından fedakârlık etmemek üzere bunlara katılırlar. Böylece aynı yerde toplananlar içinde “mü’min” olanlarla olmayanlar birlikte olurlar. Biz kimseye ‘sen mümin değilsin’ diyemeyiz. Hangi maksatla olursa olsun, bize gelen kimseye Allah’ın kapısı açıktır. O bizi imana girmek isteyenler için kapıcı yapmadı. Bu sebepledir ki bir kimsenin “mü’min” olması için herhangi bir merasime gerek yoktur. ‘Ben iman ettim’ deyip başkanın başkanlığını kabul eden kimse iman etmiş olur.
Akevler topluluğumuzun henüz “başkan”ı yoktur, yani resulü yoktur. İçlerinden veya dışarıdan yarın biri gelecek ve ‘Ben başkanlığınızı kabul ettim’ diyecek ve Akevler’dekileri biata çağıracaktır. Akevler topluluğu da ona biat edecektir. Ancak, bizim de başkandan istediklerimiz vardır:
- Artık cemaatin bütün mensuplarını kendi çocuklarından ve ailesinden tefrik etmeyecektir. Cemaatin en fakiri ne yiyor, ne içiyor ve ne giyiyorsa, o ve çocukları da onu yiyecek ve giyecektir.
- Başkan olduktan önceki mallar karz-ı hasen olarak beytülmale verilecek, artık o mallar ortak mallar ile işletilecektir. Öldüğü zaman verdiği malları geri alacak ama başkanlık sırasında mallarında hiçbir artırım olmayacaktır. Artan ve eksilen mallar beytülmalin olacaktır.
- Akevler cemaatinin oluşturduğu içtihat ve icmalara uyacak, kendisi şari’ olmayacaktır. Yani, o kuralları koymayacak, konan kurallara uyacaktır. Bu kurallar da sözleşmelerle konacaktır.
- İstişare sonunda vekil olmak üzere kararlar alacaktır. Uygulamaları kendi içtihadıyla yapacaktır. Ancak bütün kararları yargı denetiminde olacaktır. Mağdur olanlar hakemlere gidebilecektir. Hakem kararlarına başkan da uyacaktır.
İşte Akevler topluluğuna böyle bir “başkan” gelirse ve o başkana biz ittiba edersek, işte o zaman “mü’min bir cemaat” olmuş oluruz. Şimdi bizim bu çalışmalarımızla yaptığımız budur. Böyle bir cemaatin oluşması için hazırlığımızı yapıyoruz. Böyle bir cemaat ancak Medine’de oluşmuştur.
حَتَّى (HatTAy) “Hattâ”
“Hattâ” ne demektir? Başka şeyler yapıldıktan sonra o da yapılır demektir.
Allah mü’minleri bırakmayacak, onları koruması altına alacaktır. Ancak bu korumasını yalnız düşmanlarına karşı yapmayacaktır. Müminleri mü’min olmayanlardan ayıracaktır. Gerçek mü’minlerle gerçek olmayan mü’minleri de birbirinden ayıracaktır. Mü’minleri arındıracaktır.
Saadet Partisi’nin başına gelenler işte bu sebepledir. Partiye münafıkları doldurdular. Şimdi de oy oranı olarak %5’lerin altına düştüler. Ne var ki, hâlâ gerekli olan ayıklanma olmadı. Partide mü’minler kaldı, AK Parti’ye de mü’minler gitti. Onun içindir ki Saadet Partisi’nin başına gelenler AK Parti’nin de başına gelecektir. Ta ki gerçek mü’minlerle münafıklar belli olsun ve ayıklanma, arınma, temizlenme tam olarak vaki olsun.
Partilerin başkanları önemlidir. Onların iman etmiş olması gerekir. Onların şeriatı bilmiş olması gerekir. Bu partilerin başkanları yukarıda saydığım vasıflara sahip olabildiler mi? İşte bu ayıklanmanın olmayış, olamayış sebebi budur. Bunlar da tabiidir. Geçiş dönemi böyle olur. Artık şartlar tamamlanmıştır.
Gerçek başkanı bekleyiniz… Allah onu size gönderecektir.... Kimin gerçek olduğunu yukarıda saydık.
Bunun başka bir temel ayıracı da; “başkan” sizinle beraber beş vakit namazı kılacaktır. Aranızda oturacak ve aranızda yaşayacaktır. O size “başkanlık” yapacak, siz de “eshab-ı yemin”e hizmet edeceksiniz. Eshab-ı yemin de “müellefe-i kulûb” aracılığı ile tüm insanlıkla ilişkide olacaktır. “Başkan” kendisini sizden ayırmayacak; siz eshab-ı yeminden ayırmayacaksınız; onlar müellefe-i kulûbdan ayırmayacak; onlar da tüm insanlardan kendilerini ayırmayacaktır. İnsanlığa “hâkim” değil “hâdim” olacaksınız.
يَمِيزَ (YaMİyZa) “Meyz edinceye kadar.”
“Mazi” beyaz yapraklı veya beyaz çiçekli bir ağacın adıdır. Beyaz kelimesinden “meyd” olmuş, sonra da “meyz” olmuştur. “Temyiz etmek” demek, ağartmak demektir. Yani, bir şeyi pisliklerden ve kirlerden ayıklamak demektir. Bulup çıkarmak demektir. Seçmek demektir.
Allah bu temizlemeyi yaparken de yine mü’minlerin yanında olduğu ve onları koruduğu için bunu yapmaktadır. Maksat münafıkları cezalandırmak değil, maksat mü’minlerin arasında münafıkları bırakmamaktır.
Münafıkların en tehlikeli oldukları zaman iktidara geçme zamanıdır. İktidardan önce münafıklar zaten çok az olurlar. İktidardan sonra eğer iktidar mü’minlerin eline geçerse etkileri olmaz. Münafıklıkları tesir etmez. Ama iktidar olurken münafıklar mü’min görünerek iktidara gelmeyi sağlarlar, sonra mü’minleri iktidardan tasfiye ederler ve kendileri yönetirler. Asıl tehlike ve olmaması gereken budur.
İşte Saadet Partisi’nde bu olmuştur, AK Parti’de bu olmuştur.
İktidara hevesli olan başkanlar onlara (münafıklara) dayanarak iktidar olurlar. Sonra samimi olanları elerler, uzaklaştırırlar. Başkan menfaatçiler tarafından abluka edilir. Böylece mü’minlerin iktidarının yerini münafıklar alır. Bunun böyle olmaması için “gerçekten mü’min cemaat” oluşmalıdır. Başkan da mü’minlerle beraber olmalıdır. Bunun gerçekleşmesi için; beş vakit namazın beraber kılınması, her gün birlikte olup istişarede bulunması, devamlı olarak Kur’an’ın okunması gerekir.
Bunu yapmayan topluluklar münafıkların iktidarına hizmet etmenin ötesinde bir şey yapmazlar.
İki asırdır Türkiye’de hep bu olmaktadır. Bu dönem hazırlık dönemi idi. Şimdi “gerçek mü’min cemaat” oluşacaktır; “gerçek mü’min başkan” gelecektir. Bunlar iktidara talip olmayacaklardır. İktidar heveslisi olup münafıklara taviz vermeyeceklerdir. Ama Allah iktidarı bunlara verecektir.
الْخَبِيثَ مِنْ الطَّيِّبِ (elPaBıYÇa MiNa elOayYıBı) “Habisi temizden ayıklayacaktır.”
Yani burada temyiz edilecek olan yalnız mü’min ve münafık değildir, habis işlerle tayyib işlerdir.
Habis işler nelerdir, tayyib işler nelerdir? Faiz habistir, zekât tayyibdir. Fuhuş habistir, nikâh tayyibdir. İçtihat sistemi tayyibdir, dayatma sistemi habistir… Hâsılı, demokrasi tayyibdir, krallık habistir. Liberallik tayyibdir, tekel habistir. Sosyallik tayyibdir, boğuşma habistir. Hukuk düzeni tayyibdir, kuvvet düzeni habistir. Merkezi sistem habistir, yerinden yönetim sistemi tayyibdir. Hakemlik tayyibdir, kadılık habistir…
İşte Allah yalnız iyiler ile kötüleri değil, iyilik ile kötülüğü de temyiz edecektir. Karz-ı hasen bankaları hayat bulacak, faizli bankalar silinip gidecektir. Genel evler kalkacak, yerine muta evleri gelecektir. Serbest cinsi ilişki kalkacak, çok evlilik gelecektir. Bunların hepsi gerçekleştiğinde “Adil Düzen” gelecektir.
Burada “tayyibi habisten ayıracak” dememiş “habisi tayyibden ayıracak” demiştir. Çünkü asıl olan tayyibliktir. Habis olan kirdir. Kiri alıp götürecek, tayyib ise yerinde kalacaktır. Tarih hep tayyiblikle ilerlemiştir. Zaman zaman habislik ârız olmuş, onu da Allah temyiz etmektedir.
Kurulacak sistemde, “Adil Düzen”de, habisi alıp götürecek mekanizmalar olmalıdır. İnsanların takdiri ile değil, kendi kendine ortaya çıkmalıdır. Allah çıkarmalıdır. Allah’ın şeriatı çıkarmalıdır.
وَمَا كَانَ اللَّهُ (Va MAv KANa eLLAHu) “Allah değildir.”
Bundan önceki âyetlerde kâfirlerden bahsetmiştir. Bu âyetlerde mü’minlerden bahsetmektedir.
“VaMaKane”yi tekrar etmektedir. Ona atfettiğini teyit için yapmaktadır. Gayb konusunu, risalet konusunu beyan etmektedir. Gaybe itla’ etmiş olmasının sebebi, mü’minlerle münafıkları ayırmak içindir.
Eğer gaybı bilebilseydik, onlar asla bizden ayrılmazlardı. Çünkü muvaffak olduğumuzu ve cennete gittiğimizi görürlerdi. Ama şimdi ölenin nereye gittiğini bilmiyoruz. Nerede başarıya ulaşacağımızı bilmiyoruz. Kimin ne zaman resullük hizmetini yükleneceğini bilmiyoruz. Ama biz inanıyoruz ki bunlar olacaktır. Onun için sabredip okumaya, derslere, seminerlere devam ediyoruz. Ama münafıklar buna dayanamıyorlar. Buraya gelip derslere devam edemiyorlar. Zamanla kopuyorlar. Öğrenme ihtiyacını duymuyorlar. Ya “Biz gelmiyoruz işte!” diyorlar, ya da “Biz biliyoruz, öğrenmemize gerek yok!”diyorlar. Biz de ancak haftada bir gelebiliyoruz; “münafık” değiliz ama henüz “mü’min” de olamadık; iman mektebinde okuyoruz…
İnşaallah mezun olursunuz…
Hz. Musa Hz. Yeşu’u çağırır, kavmi toplar ve şöyle der:
“Arz-ı mev’ud budur, ama sizi oraya ben değil Yeşu götürecektir.”
Ben de size diyorum ki: “Adil Düzen gelecektir. Daha kimin başkanlık edeceği hususunu Allah bildirmedi. Yarın iman mertebesine ulaşır da o başkanın emrinde ‘Adil Düzen’i iktidara getirecek olursanız, dikkat edeceğiniz en önemli nokta budur. Münafıklara dayanarak iktidar olma gafletine düşmeyiniz.”
لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ (Lı YuOLıGaKuM GaLay elĞaYBı) “Size gaybı itla’ edecek değildir.”
Dağları, dereleri, toprağı, suyu, hattâ canlıları yaratmak kolay iştir. Biz bile bunları yapabilecek durumdayız. Ama zor olan “taraf irade sahibi varlığı” var etmektir. Çünkü “irade” Allah için bile izahı zor bir olaydır. Kendisinde tagayyur yoktur, yani Allah değişmez. Ama irade değişme anlamında değil midir?
Bu sebepledir ki Yunan filozofları Kâinatın sonradan yaratıldığını kabul etmiyorlar. O zaman Allah önce hâlık değildir, sonra hâlık oldu anlamı çıkar ki, bu da tagayyuru gerektirir. Ama pegamberlerler hep Kâinatın sonra yaratıldığını iddia ettiler. Bugünkü ilimler bunu kesin olarak ispatlı olarak yaşını bile hesap etti. 13,6 milyar yıl önce büyük patlama ile Kâinat var edilmiştir. Ama Allah irade sahibidir ve insanı da irade sahibi olarak var etti. İşte insanın iradesini kullanabilmesi için insanı üç boyutlu uzay içinde hapsetti. Geçmişi göremiyor, geleceğini bilemiyor. Eğer Allah gayba itla’ etmiş olsaydı, ya cüz’i iradesi giderdi, ya da insan tanrı olurdu. O halde gayba itla’ etmemesi de sünnetullahtandır. Bu sünneti değişmeyecektir.
Böylece mü’minler, müslimler, münafıklar, kâfirler hep tefrik olunacaklardır.
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَجْتَبِي (Va LAvKınNa elLAHu YaCTaBIy) “Velâkin Allah ictiba eder.”
“Caby” olgunlaşmış meyvedir. Meyveler olgunlaştığında elle toplanır hal alır.
“Cıbayet” meyveleri toplamak anlamına gelir. Olgunlar seçilip alınır. Zekât toplamak da cibayettir. Gayba kimseyi itla’ etmez. Başkanın ne zaman ortaya çıkacağını bildirmez. Ancak O günü gelince, yeter derecede olgunlaşma olunca, resulleri seçip toplar, yani başkanları seçip toplar.
Allah burada “Adil Düzen”in nasıl oluşacağını da açıkça haber vermektedir.
Günü gelince İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi her yerde kıyam başlayacaktır.
“Adil Düzen” için kıyam, Kur’an okumadır. Türkiye’nin her tarafında gruplar hâlinde Kur’an okunacaktır. Bugünlerde bu okumalara başlanmıştır, Kur’an okunmaktadır...
Bunlar kendilerine göre şeriat yasalarını hazırlayacaklardır. Ellerinden geldiği kadar kendi çevrelerinde ve cemaatlerinde uygulayacaklardır. Onların başkanları ortaya çıkacaktır… Siteler kurulacaktır… Bir resul değil, değişik resuller ortaya çıkacaktır. Allah onları toplayacaktır. “Yectebî” kelimesi bunu ifade eder. Her biri kendi cemaatine başkanlık yaparken, bu arada ortak başkan oluşacaktır. İl başkanları olacaktır. Onlar da devlet başkanlarını oluşturacaktır. Devlet başkanları da bir araya gelerek birlikte dünyayı yönetecektir. Tek başkan ve tek halife olmayacaktır. Allah onlardan istediği başkanları seçerek güvenlik konseyini oluşturacaktır.
Burada Allah’ın seçmesi demek, insanlığın seçmesi demektir. Bizim hazırlamış bulunduğumuz “İnsanlık Anayasası”nda bunlar yüz kadar başkandır. Medine’de 10’a yakın siyasi dayanışma ortaklıklarının başkanları vardır. Bunları halk ortak olarak seçmiştir. Dolayısıyla bunlar Allah tarafından görevli kılınmışlardır.
Bunlar ne zaman olacak, nasıl olacaktır? Allah bunu kimseye bildirmedi.
Sadece şimdi bunların olacağını Kur’an’la bize bildiriyor. İnsanlık Kur’an’la kurtulacaktır.
فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ (Fa EaNMıNUv Bi elLAHı ve RuSUuLıHi)
“Allah ve resullerine iman edin.”
Burada ‘Allah ictiba etti’ demiyor. Dolayısıyla geçmiş resullerden değil, gelecek resullerden bahsediyor. Sonra “seçti” demiyor, “topladı” diyor. Sonra “Min Rusulihi” diyor; bütün resulleri ictiba etti değil, o çağa ait resullerden bir kısmını toplar diyor.
Dünyada yüz devlet oluşacaksa, bu yüz devletin yüzü de mü’min olmayacak, resul olmayacak. Onlardan mü’min olanlar birlik oluşturacaklardır. G7’ler veya D8’ler oluşacak, onlar birlik kuracak, dünyayı onlar yönetecektir. Buraya isteyen her devlet katılabilir. Ama katılma şartı yoktur. Onun için “Âminû billahi ve rusulihi/ Allah ve resullerine iman edin.” denmektedir. Bunlara iman edin denmektedir. Yani, bunların askeri olunuz denmektedir. Bunlarla kendinizi güven altına alın denmektedir.
Bunlar hakem kararlarına uyarlar.
-Bunların diğer devletlerden farkı nedir?
Diğer devletler kendileri karar verip savaş yaparlar. Bunlar hakem kararları olmadan kuvvet kullanmazlar. Devletin silahlı güçlerini hakemlerin kararlarına karşı gelenler için kullanırlar.
“Cahiliye devri”nin farkı budur. Güçlüler güvenlik konseyini oluştururlar, birleşmiş milletlerin ekseriyet kararlarını istedikleri zaman işlerine gelirse kullanırlar. Oysa Allah’ın resulleri haklıyı yani hakemlerin haklı çıkardıklarını kuvvetli kılmak için bir araya gelmişlerdir.
Kur’an’da böylece “Allah ve resulleri” terimiyle “beşeri güvenlik konseyi müessesesi”ni de tedvin etmiş oluyor. Kur’an’da “Allah ve resulleri” tabiri yedi defa geçmektedir. Onlara ona iman edilmesi emredilmektedir. İleride belki de bunlar yedi devletin başkanı olacaktır. Belki de yedi kıta temsil olunacaktır.
وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا (Va EıN TuEMıNUv Va TatTaQUv) “İman eder de ittika ederseniz.”
Yukarıda “Allah ve resullerine iman ediniz” deniyor, burada “iman eder ve ittika ederseniz” deniyor.
İman, güven altına almak demektir. Muttaki olmak demek, amel-i salihi işlemek demektir. Yani, güvenlik konseyini oluşturacaksınız ama onu adalet için kullanacaksınız. Yoksa zulmetmek ve kendi çıkarlarınız için kullanırsanız, o zaman iman etmemiş ve ittika etmemiş olursunuz.
İşte burada Yenibosna’da veya Üsküdar’da veya Ankara’da veya İzmir Akevler’de veya Selâmet Konağı’nda başlamış bulunan Kur’an çalışmaları gittikçe genişlemektedir. Artık Türkiye’de bulunan her İslâmî cemaat Kur’an ile meşguldür. Kendilerine göre mealleri vardır. Artık kuvva-yı İslâmiye oluşmaktadır.
Dünyada da dine dönüş vardır. Diğer ülkelerin Müslümanları da Kur’an’ın tek kurtarıcı olduğuna inanmaktadır. Diğer dinler de artık Allah’ın kitaplarını okumaya başlayacaklardır… Başlamışlardır bile...
Kırgızistan’da 2000 cami inşa edilmiş, 2000 de kilise yapılmıştır. Burası sosyalist ülkedir. 4 milyona yakın nüfusu vardır. Demek ki bin kişiye bir mabet düşmektedir. Bu da 200 haneli köy eder.
İnsanlık bugünkü tekel sermayenin zulmünden feryâdü figan etmektedir. Bunlardan en çok zulüm gören İsrail’deki Yahudilerdir; hattâ dünya Yahudileridir. Çünkü her yerde onlara düşman olunmaktadır. Amerikadaki bin kişi yüzünden tüm İsrailoğulları ateş içindedir. Bunlardan en çok zulüm gören ABD halkıdır. Bir avuç insan için dünyayı ateşe atmaktadırlar, ülkelerinde her akşam huzursuzluk içinde gecelenmektedir.
İşte sizler, Kur’an okuyanlar, İncil okuyanlar, Tevrat okuyanlar, Vedaları okuyanlar, Budistlerin kitaplarını okuyanlar; sizler insanlığı bu zulümden kurtaracaksınız.
فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ (Fa LaKum EaCRun GaJIyMun) “Sizin için azim ecir vardır.”
Yani, bugün buralarda Kur’an okuyup seminer yapanlar, yarının “Adil Düzen”ini kurma yolunda gayret sarf edenler, sizlere müjdeler olsun. Yarın sizler hayatta olacaksınız ve bir kısmınız göreceksiniz -inşaallah- o “Adil Düzen Güvenlik Konseyi”nin kurulduğunu. Bir kısmınız dünyadan ayrılmış olacaksınız, ama siz onlardan daha büyük ecir içinde olacaksınız.
Burada “ecr” kelimesi müfred ve nekiredir. Yani, bunu tesis edenler büyük bir ücrete ulaşacaklardır. Başkalarının ulaşamadığı ücrete ulaşacaklardır.
Nasıl geçmiş resullere iman varsa, gelecek resullere de iman vardır. Biz şimdiden o gelecek resullere iman ettik, onların oluşması için çaba sarf ediyoruz. Allah bizleri de o ecri azimden olanlara ortak edecektir.
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ (Va Lav YaXSaBanNa elLaÜIyNa YaBPaLUNa)
“Buhl eden kimseler hesab etmesinler.”
Kâfirlerden bahseden, âyetlerin sonunda küfretmiş olanlar hesab etmesinler diye onlara verilen molalardan bahsetmişti. Burada da mü’minlerle ilgili âyetlerde de aynı “hesab etmesinler” tabirini getirmiştir. Mü’minler, buhl edenler hesab etmesinler demiştir. Burada mü’minlerin günah işleyenlerinden bahsedilmektedir. Onlar küfr etmiyorlar, ama buhl ediyorlar.
Bu âyette gelecekte “Adil Düzen”in nasıl kurulacağına işaret edilmektedir. Başka bir âyette “Harcayın, kendi ellerinizle canlarını tehlikeye sokmayın” denmektedir. Bizden, önce malla cihad yapmamız istenmektedir. Mallarla cihad yapacağız. Sonra gerekirse canlarımızla cihad yapacağız.
Müslümanlar geçmişte bunları hep denediler ve başardılar. 1960’lara geldiğimizde Müslümanlar sinmiş bir şekilde ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İstanbul’da İlim Yayma Cemiyeti vardı. İzmir’de Kestane Pazarı Derneği vardı. Buralarda faaliyet devam ediyordu. Bunun dışında Müslümanların teşkilatı yoktu. Bundan sonradır ki Müslümanlar her sahada teşkilat kurdular. Dernekler, vakıflar, partiler, şirketler ortaya çıktı. Buralara hep Müslümanlar katkıda bulundular. O sayededir ki bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. O sayededir ki uygulanan en yıkıcı IMF formüllerine rağmen devletimiz ayaktadır. İzmir’de Nur cemaati vardı. Zavallı, sinmiş, hiçbir ekonomik gücü olmayan bir cemaatti. Halktan bir şey istemeye cesaretleri yoktu. Fethullah Gülen İzmir’e geldi. Birlikte çalıştık… Halka açılınca da bugün dünya çapında teşkilat kurulmuştur.
Şimdi Akevler de aynı şekilde içine kapanık, korku içinde, açılamıyor. Göreceksiniz, yarın açıldığınız, mala-mal ortaklıklarını kurduğunuz zaman insanlar sizlerin yanınızda olacaklar. Size ortak olacaklar. Helal olarak kazandıkları mallardan cihat için pay ayıracaklardır.
“Buhl edenler”e gelince, onlar için kurtuluş yoktur. “Ellezine Yebhalune” demektedir.
Ortak ekonomik bütçe oluşturmayanlar hiçbir zaman başarıya ulaşamazlar. Bir taraftan toplanarak Kur’an okumak durumundasınız, diğer taraftan market açıp “Adil Düzen”e göre çalıştırmak durumundasınız. Buraya katılanlar sadece desteklemek için katılacaklardır. Ama market kâr edecek ve başarısını gösterecektir.
“Akevler İstanbul Kooperatifleri”ne ortak olunmuştur. 70 000 dolar kadar katkıda bulunulmuştur.
Ne var ki işletmeleri faaliyete geçiremedik… Ahşap evler yerindedir… Poşet imalâtı yerindedir... Market çalışması yerindedir... Kaynarca teşebbüsü yerindedir... Bu başarısızlığın kaynağı nedir?
Maddî katkıda bulunanlar derslere devam etmediler. Derslere devam edenler maddî katkıda bulunmadılar. Bundan sonra camiaya şunun yapılması gerektiğini söylüyorum: Maddî katkıda bulunanlar derslere de devam etmeye başlasınlar... Derslere devam edenler çalışmalara maddî katkıda bulunsunlar... Damlaya damlaya göl olacaktır. Ancak kendi katkılarınızı kendiniz yönetin.
Akevler cemaati şunu yapmaktadır; gerektiği zaman tasadduk etmektedir. Ancak, sadece bu “Adil Düzen”i getirmez. “Adil Düzen”i ancak “ortaklık” şeklinde katkılar getirir. Ortaklıkta zarar da olacaktır. Zararla da imtihan olunacağız... Başarısızlıkla da imtihan olunacağız... İçimizden biri kendisi zengin olup da bizim paralarımıza zarar ettirirse ona; “Sen kazandın, bizimki nerede?” diyelim. Ama kendisi kazanamamış, o da zarar etmiş, ayrıca o zamanını da vermiş, siz ise zamanınızı vermemiş iseniz; ondan yine bir şey beklemeniz elbette haksızlık olur. Demek ki cemaatçe bahil olmayacağız.
İran’da humus müessesesi vardır. Herkes kazancının beşte birini ayetullahlardan birine vermek zorundadır. İran İslâm devrimi böyle gerçekleşti. İran İslâm devrimi silahla olmadı. Humeyni iktidara karşı asla silah kullanmadı. İktidar bombalar yağdırırken Humeyni sadece ‘sabredin’ diyordu. İran Şahı zulmün altında ezilerek kendisi ülkeyi terk edip gitti. Adil Düzenciler de asla silahla gelmeyeceklerdir. Ekonomik başarıları ile iktidar olacaklardır. Bu başarıları elde etmek için Akevler cemaati buhl içinde olmamalıdır.
بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ (BiMAv EaTAvHuMu ellAHu) “Allah’ın Onlara ita”
İnsan çalışır, geçinir… Ama bir de değişik şekillerde bir bakarsınız ki ömrünüzde aldığınız tüm maaştan fazlası elinize geçer. Bu para miras yoluyla geçer… Ticaret yoluyla geçer... Sistemin getirdiği imkanlarla doğar... İnsanın zaruret miktarı kadar geçinmesi için gerekli olan gelir elbette kendi hakkıdır. Oturduğu eve sahip olması normaldir. Ama ihtiyaçtan fazlası eğer ele geçmekte ise artık onun Allah’ın fazlından olduğunu kabul edeceksiniz. Çünkü çalışıp yaşamak için olan miktar en tabii hakkınızdır; ama fazlası, artanı Allah’ın fazlıdır.
İşte bu fazlayı harcamak için buhl etmeyeceksiniz.
Bu nasıl olacaktır?
Oturmadığınız evleri satınız, sermaye yapınız, yeni ev yaptırınız veya satın alınız.
Böylece ekonomiye katkınız olacaktır. Mü’minlerin bir araya gelmelerine vesile olacaksınız. Aranızda müteahhitler ortaya çıkacaktır. Onlar kazanacak ve onlar da cemaate katkıda bulunacaktır.
Bir mala-mal marketi kurunuz, oraya gelirlerinizle katkıda bulununuz. Market kurulsun.
-Mala-mal marketi ne yapacaktır? Herkes satamadığı malı burada satmış olacaktır. Herkes sermayesiz iş yapma imkânı bulacak, böylece işsizlik ortadan kalkacaktır. O marketten elde edilecek kârla “Adil Düzen” çalışmaları yapılacaktır. Yani, topluluğunuz herhangi bir şekilde mutlaka ekonomik birlik içinde olsun.
مِنْ فَضْلِهِ هُوَ (MıN FaWLıHı HUva) “O’nun fadlındandı o.”
Yukarıda “Hayrun Lehüm” denmiş, aşağıda da “Şerrun Lehüm” denmiştir. Burada “Min Fadlihi” denmiştir. Hayrı hasab etmeye talik etmiştir. Yani, onu kendilerine hayır sanmasınlar; buhl etmelerini kendilerine hayır zannetmesinler. Çünkü kendilerine verilenler O’nun fadlından verilmiştir; onu Allah vermiştir. O fadlı artık cemaat içinde değerlendirin.
Bunun için şu usûlü öneriyoruz:
Önce hepimiz kendi işimizde, cari düzende, faizli düzende çalışmaya devam edelim. Ancak gelirimizin bir kısmını ayırıp “Adil Düzen”e göre işletme kuralım... Sonra içimizden en az geliri olanı finanse edip bu tarafa yani faizsiz helal kazanç tarafına geçirelim... O başardığında başkasını geçirelim...
Böylece bir gün sıra bize de gelir. O gün geldiğinde biz de “Adil Düzen” işletmesine geçelim.
Hedefimizde bu yoksa biz “mü’min” olamayız; “müslim” olabiliriz ama “mü’min” olamayız. Mevcut faizli düzene rıza göstermek küfürdür. Birden değişmemiz de mümkün değildir. O halde işe küçükten ve bir kişiden başlayacağız. Onu destekleyeceğiz. Sonra o bize olan borçlarını ödeyecektir. Sonra başkasını “Adil Düzen” işletmesine geçireceğiz. Böylece tüm mü’minler “Adil Düzen” içinde yaşayacaklardır. Orada zekâtalrını vereceklerdir.
İzmir’de 1967’de kurduğumuz “Akevler Kooperatifi’nin Ana Sözleşme”sine 1972’de şunu yazdık: “Gayemiz, çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır.”
“Adil Düzen” çalışmalarına bedenen katılacaksınız, malen de katılacaksınız. Bir an önce tüm çalışmalarınızı “Adil Düzen” içinde yapmak hedefiniz olacaktır. Bunun için buhl eden bir cemaat olmamanız gerekir. Böylece Kur’an’ı okurken onun söylediklerini yapmayı da hedeflemiş olacaksınız.
Yapılan en önemli yanlışlardan biri de şudur. Dernekler, partiler, vakıflar, vs. kurulur ve kendileri buhl içinde olurlar; dış yardımlarla yaşamaya çalışırlar!.. Ondan sonra da onların yani para verenlerin esiri olurlar!
Tapusu Akevler’de olan İzmir’deki Selâmet Konağı’na siyasiler hep böyle sahip olmak istemiştir. Kirasını dağıtmak, binayı her açıdan perişan etmek için selâmetçi olmayan biri; “Biz yardım edelim ama tapu sizde olmuş olsun!” demiştir. Biz onlarla boğuşmak zorunda kalmışızdır.
Yine İzmir’de parti teşkilâtında ortaklaşa aldığımız yepyeni bir minibüsümüz vardı. Ben tapunun Akevler’e alınmasını önerdim. Beni dinlemediler. Şeytanın vesvesesine uydular ve onu daha güvenli gördükleri bir arkadaşa verdiler... Sonra parti tapuyu kendi üzerine almak istedi... Aldı ve onu sattılar… Sonra onun yerine bir otomobil aldılar; ancak, kaçak olduğu için kaybolup gitti!.. Böylece Akevler’in kefaletinde toplanan paraları çarçur ettiler, heder ettiler!.. Şimdi de bugünlerde aynısını Selâmet Konağı için yapmak istiyorlar! Konağın tapusunu istiyorlar! Bakımını yapacaklarmış! Bakmıyorlar ki tapuyu verelim!..
Bunları ibret alın ve aynı hatalara düşmeyin diye anlatıyorum. İbret alınmazsa, aynısı tekerrür eder.
İşte bütün bunlar ve benzerleri buhldan doğan şeylerdir. İbret alınması gereken musibetlerdir.
Kesinlikle dış yardım almayacaksınız. Kendi inkanlarınızla iş yapacaksınız.
Tekrar ve tekrar söylüyorum: “Adil Düzen” çalışmalarına mallarınızla ve canlarınızla katılacaksınız. Ancak o zaman cemaat olursunuz. Yalnız bedenen katılmak, yalnız amelen katılmak size sevap getirir mi, onu bilemem; ama başarıya ulaşamayacağınız kesindir.
هُوَ خَيْرًا لَهُمْ (HuVa PaYRan LaHuM) “O sizin için hayırdır.”
Faizli düzende servet sahibi olmak demek, günah işlemek demektir.
Bir daireniz var diyelim. O daireyi alırken, satarken, kiraya verirken hep vergi ile karşı karşıyasınız ve hep yalan söylersiniz. Oysa kooperatifte tapunuz olursa; ne alışta, ne satışta, ne kirada hiçbir vergi ödemezsiniz. Çünkü kiraya vermez, sadece koopertifte tenzilat alırsınız. Gerçek kazançtan vergi verilir.
Akevler Kooperatifi mevzuata uygun olarak gerçek vergilerle vergilendirme yolunu bulmuştur.
Evleriniz kooperatiflerin tapusunda olsun. Bundan ne kazanırsınız?
- Alış ve satış vergilerinden kurtulursunuz. Yalan beyanda bulunmazsınız.
- Kooperatifteki tapulu yeriniz hacz edilemez, sadece gelirlerine el konabilir. Böylece ekonomik krizlerden kendinizi korumuş olursunuz.
- Kooperatifteki eviniz kadar krediniz olur, birbirinizle rahatlıkla alışveriş edersiniz, taşınmazınızı likiditeye çevirmiş olursunuz.
- Taşınmazınızı kısmen kooperatife devrederek borcunuzu ödemiş olursunuz.
İşte böylece sizin kurduğunuz kooperatife siz inanmıyorsanız, demek ki siz “mü’min” değilsiniz demektir. Kendinize güveniniz yok demektir. Bu güveni temin etmelisiniz.
Kendi mallarınızı kooperatiflere emanet etmelisiniz ki başkaları da yaptıklarınıza ve size inansın. O zaman kooperatifiniz güven merkezi olur.
Kooperatiflere ihtiyaç var ama herkes ihanet içinde. Dolayısıyla halk ne yapacağını şaşırmış durumda. Bu sayede siz güvenli bir kooperatif kurarsanız, o zaman herkes sizin yanınızda olur. Bunu başarmalısınız. Bunu başarmadıkça siz “mü’min” değilsiniz, güven içinde değilsiniz. O zaman da hiçbir şeyi beklemeyiniz. Cemaatin buhlünü böyle açıklamalarla değerlendirebiliriz.
بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ (BaL HUVa ŞarRun LaHuM) “Tam tersine onlar için şerdir.”
Evet, buhl etmeniz, “Adil Düzen”in tesisi için zekâtınızı vermemeniz, karz-ı hasen olarak Adil Düzen ortaklıklarına katılmamanız, işte bütün bunlar sizin için şerdir. Bu dünyada onun kötülüğünü göreceksiniz. İşsizlik, dış borç, bağımsız olmayan yargı, dışa bağımlı basın ve yayın sizi adım adım ölüme götürmüyor mu? Göz göre göre uçuruma yuvarlanıyorsunuz. Ama siz hâlâ mal biriktirme peşindesiniz.
Bu faizli sistemde servet edinip ona güvenmek kadar saçma bir şey olamaz.
Gelin, faizsiz sisteme doğru hicret edelim…
Göreceksiniz, yarın tufan olacak, dağlar yıkılacak; ama “Adil Düzen”in mala-mal marketi bütün tufanları ve krizleri aşarak yüzmeye devam edecektir... Bu gerçekleri artık anlamanız gerekmektedir. Yarın sabahtan itibaren artık “Adil Düzen”e göre bir şeyler yapmaya yönelin. Yarın çok geç olmadan, yaşamakta olduğumuz sosyal tufanlara karşı “Adil Düzen” gemimizi hazırlamaya başlayalım…
سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ (Sa YuOavVAQUNa MAv BaPıLUu BıHı)
“Buhlettikleri onlara tavk edilecektir.”
“Taka” halat ipi demektir. “Tatvik etmek” demek, halatla ona bağlanmak demektir.
Yani, yaptığınız eve, satın aldığınız eşyaya, aldığınız arsaya bağlanacaksınız ve hareketsiz hâle getirileceksiniz. Bizzat onlarla cezalandırılacaksınız.
Burada “yakında” denmektedir. Kıyamet günü yakın olarak ifade edilmektedir. Gerçekten kıyamet günü çok yakındır. İşte şimdi ben seksen yaşıma yaklaşıyorum. Ha bugün ha yarın ölümü bekliyorum. Sizler de çok zamanınızın var olduğunu sanmayın. Onun için “Se” harfini kullanmaktadır.
Bu mallarınız dünyada bir işe yaramadığı gibi âhirette de sizin için bir azap kaynağı olacaktır.
Burada şu önemli noktaya dikkat etmemiz gerekir ki; bu âyet kâfir veya münafıklar için gelmiş değildir. Bu âyet mü’minlerden buhl edenler için gelmiştir. Tamamen bize hitap etmektedir.
“Adil Düzen çalışanları” bu sorunlarını çözmek durumundadırlar.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ (YavMa el QıYAMeti) “Kıyamet yevminde.”
İnsanlar öldükten sonra, bir gün sûra üflenecektir.
Ve bütün insanlar, geçmişte ve gelecekte olan bütün insanlar bir araya gelerek hesap vereceklerdir. Ondan sonra da kimi cennete, kimi cehenneme gidecektir.
Mü’minlerin çoğu azabı kıyamet gününde çekeceklerdir. Hesap uzatılacak ve sonunda cezalarını orada çekmiş olacaklar, cehenneme gitmeye gerek kalmaycaktır. Zamanımızda göz altına alınanların hapishanede kaldığı günler cezadan mahsub edilmektedir. Allah âhirette kıyamet azabı ile, kıyamet gününde hesabı uzatması ile mü’minleri cehennemden koruyacaktır.
Burada mü’minlerin cimri olanlarına bir müjde var! Kıyamet gününde azaplarını çekecekler. Sevdikleri malları ile beraber bırakılacaklar, sonra cennete gönderilecekler demektir.
وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (VaLilLAHı MıYRaÇu elSaMaVaTi Vael ERWı)
“Semavat ve arzın mirası Allah’ındır.”
Yani, her şey Allah’ındır. Allah size vermektedir. O’nun emrettiği şekilde harcayın diye vermektedir. Sonunda hepsi, bütü o mallar, bütün dünya sadece ve sadece O’na kalacaktır.
Çocuklarımıza mal-mülk bırakma yerine, “Adil Düzen”i bırakalım. Çünkü “Adil Düzen” içinde çocuklarımız helal lokma ile güven içinde yaşayacaklardır.
Haram serveti çocuklarımıza bıraktığımızda ya onu elden çıkarırlar ve har vurup harman savururlar, yahut onlar da sizin işlediğiniz günahları işlemeye devam ederler.
Çok çetin imtihanların olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Ama aynı zamanda o nisbette de fırsatlar elimizdedir. Bu devrin “Adil Düzen”ini kuracak olanlar, şüpheniz olmasın ki Hazreti Peygamber zamanındaki “sahabeler” mertebesinde olacaklardır. Çünkü bunlar öyle bir peygambere sahip olmadan böyle bir hayatı yaşayabilmektedirler. Yoksa siz o sahabeler mertebesine ulaşmak istemiyor musunuz?!.
وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (Va elLAHu Bı MAv TaGMaLUvNa PaBIyRun)
“Allah amel ettiklerinizden haberdardır.”
Burada önemli bir hususa işaret edilmiştir. Kimin nasıl hareket ettiğini kişi kendisi bilir. Kimsenin gelirini, giderini, ihtiyacını, ne yaptığını bilemediğimiz için kimseye ‘sen bunu niçin yapmıyorsun’ deme hakkımız yoktur. Kimseyi suçlayamayız. Herkesi denetleyen yalnız Allah’tır. Ancak, şurası da çok iyi bilinmelidir ki, bütün ameller, zerresi bile atlanmadan tek tek kaydedilmektedir.
Burada “Habîrun” nekire gelmiştir. Kim ne vermiyorsa onu kaydetmeyiz. Ama kim ne veriyorsa onu kaydetmeniz gerekir. Bundan dolayıdır ki buradaki “buhl/cimrilik” kişi buhlu değildir.
Merkezi muhasebe sistemi ve programı kurmalıyız. O muhasebe yaptığımız bütün amellerimizi kaydetmelidir. Yani, “Adil Düzen” için yaptığımız bütün amelleri kaydetmelidir. Buna ihtiyacımız vardır. Yarın iktidar olduğumuzda kimin ne katkısı bulunduğunu bilmemiz gerekir. Şimdilik devam cetvelini bunun için tutuyoruz. İnşaallah mala-mal marketlerini kurmaya başladığımız zaman muhasebemiz de oluşacaktır. Ama şimdiden çalışmalarını herkes bari kendisi yazsın.
Benim çalışmalarım bellidir...
Reşat’ın çalışmaları bellidir...
Diğer arkadaşlar da yazılı hâle getirsinler, ne yaptıklarını deftere kaydetsinler…
Sonra bunları bilgisayara geçiririz. Bu âyet bize bunu yapmamızı emretmiş oluyor.
Artık Kur’an’ı okuma merhalesinden, onunla amel etme merhalesine geçelim.