ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – XIX
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَقَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ آمِنُوا بِالَّذِي أُنْزِلَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُوا آخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ(72) وَلَا تُؤْمِنُوا إِلَّا لِمَنْ تَبِعَ دِينَكُمْ قُلْ إِنَّ الْهُدَى هُدَى اللَّهِ أَنْ يُؤْتَى أَحَدٌ مِثْلَ مَا أُوتِيتُمْ أَوْ يُحَاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُمْ قُلْ إِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(73) يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ(74)
وَ (Va) “Ve”
Buradaki “Va” harfi, “Kâlet/ Kavletti. Söyledi” kelimesini, bundan üç âyet önce geçen “Veddet/ Meveddet etmişlerdir.” kelimesine bağlamaktadır. Kitab Ehli olanlar içinde değişik şekilde iman etmiş olanlara karşı gelmektedirler. İman Ehli olanların Hak nizamını tesis etmelerine karşıdırlar. Kendi hevalarına uydurdukları kuvveti haklı kılan düzeni sürdürmek istemektedirler. Bunlar da iki grupta toplanırlar. Gruplardan biri doğrudan şaşırtmak istemektedir. Mü’minlerin onların dinine girmelerini istemekten çok, mü’minlerin hata yaparak kötü duruma düşmelerini istemektedirler. Mü’minler herkesin mü’min olmasını isterler. Oysa, bilhassa Yahudiler, başkalarının mü’min olmasını istemezler, insanların sadece dalâlette olmasını isterler.
İşte; daha önceki âyetler onları anlatıyordu. Burada anlatılanlar daha çok Hıristiyanlardır. Onlar da İslâmiyet’i bırakarak Hıristiyan olmamızı isterler. Bunların hedefleri birdir; Kur’an düzenini çökertmek. Onun için “Va” harfi ile birbirine bağlamaktadır. Ayrı ayrı taifeler oldukları için burada “Va” harfi gelmiştir.
قَالَتْ (QAvLaT) “Kavletti. Söyledi.”
Kendi kendilerine söylediler. Bir taife diğerlerine söyledi. Yahut, birbirlerine söylediler.
Daha önce “Veddet” kelimesi geçmişti. “Meveddet” istemek, şiddetle arzu duymak anlamındadır. Fiilen yapılacak hareketleri içerir.
Öyle uygulamalar yaparlar ki, sizleri şaşırtmak isterler. Sizin lehinizedir diye size kanunlar yaptırırlar. Oysa, o kanunlar sizin aleyhinizedir. Avrupa Birliği daha kendi düzenini kuramamıştır, kendi “Anayasa”sını yapamamıştır. Büyümek suretiyle güçlü olunacağını sanmaktadır. Oysa, büyüklüğün getireceği sorunlar vardır. O sorunları çözmeden büyümek sonunda kısa zamanda parçalanma demektir. Tarihte birden büyümüş olan imparatorluklar kısa zamanda çöküp gitmişlerdir. Roma İmparatorluğu ise önce yavaş yavaş büyümüş, sonunda da varlığını ancak Hıristiyanlığı kabul etmek suretiyle sürdürmüştür. Cengiz İmparatorluğu da birden dünyayı kaplamış, sonra kısa zamanda parçalanmış, ancak İslâmlaşmak suretiyle ömrünü uzatmıştır. Timur, Osmanlıları yenmiştir, ama Osmanlıların vârisleri hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler.
İşte, Batı dünyası, “Avrupa Birliği’ne alacağız” aldatmacası içinde fiilen idlâl etmektedirler. Bir taife de İslâmî değerleri, lâikliği, demokrasiyi, sosyalizmi, liberalizmi kabul ettiklerini ilân ederek aldatmaktadırlar. Demokrasi deyip saltanatı kaldıracaklar, sonra saltanat yerine diktatörlüğü getirecekler, sonra da onu çok partili sistemle ortadan kaldıracaklar, daha sonra da işler yürümüyor diye “genel vali” atayacaklar, sonra da yutacaklar.
İşte, bu da ikinci siyasettir.
Hâsılı; şunu bilmeliyiz ki, Batı dünyasının içinde iki kötü grup vardır. Kimi Türkiye’yi Avrupa içinde asimile etmek, yok etmek, ama halkını yaşatmak ister. Diğer grup ise Türk halkını da yok etmek ister.
Hıristiyanlar Türkiye’yi Hıristiyan yaparak yaşatmak istiyorlar; Avrupa Birliği budur.
Amerikalılar ise Türk halkını soykırımına uğratmak istiyorlar; aynen Kızılderililere yaptıkları gibi.
طَائِفَةٌ (OAvEıFaTun) “Bir Taife. Bir takım.”
Bundan önce de “Taife” kelimesi nekire olarak geçmişti, şimdi de nekire olarak geçmektedir. Bu iki taife birbirinden farklıdır. İkisi de nekire olduğu için bu iki taifeden ayrı kimseler de vardır. Ayrıca taife kelimesi onda birler, yüzde birler civarındadır. Yani, iki taife de azdır. Bu taifeler dinî kisve ile ortaya çıkarlar. Oysa, bunlar dine hizmet etmiyorlar, dini istismar ediyorlar. Durmadan sermayesini artırıp neye kullanacağını bilmeyen zenginler olduğu gibi; durmadan siyasi olarak büyümeye çalışıp onu ne yapacağını bilmeyen gruplar vardır. Onlar bunlardandır.
Kur’an nâzil olduğu zaman bu anlayış Medine içinde cereyan ediyordu. Aradan bir yarım bin yıl geçti. İslâmiyet artık sadece kendi içinde değil, dünya içinde de etkin olmaya başladı. Bugün Müslümanlar göç ederek dünyanın her yerine yayılıyorlar. Gittikleri yerlerde anavatanlarından daha fazla İslâmiyet’i yaşıyorlar. Güney Afrika ve Avustralya kıtasında İslamiyet henüz yeteri kadar kendisini duyuramamıştır. Başka her yerde varlığını göstermiştir. İşte, İslâmiyet’in üstün düzen olduğunu herkes gördüğü içindir ki, şimdi herkes ona karşıdır. Kimi Müslümanları imha etmek istiyor, kimi de Müslümanları dinlerinden döndürmek istiyor.
Dünyadaki bu istek Türkiye içinde de geçerlidir. Türkiye’de Müslümanları soykırıma uğratmak isteyen bir azınlık vardır. İrtidat etmiş gruplar vardır. Türkiye’de Müslümanları dinsizleştirmek isteyen grup vardır.
Türkiye’de Kur’an’a inanan gruplar içindeki bunlar Ehli Kitaptır. Adil Düzencileri “Adil Düzen”den vazgeçirmek isteyenler vardır. Adil Düzencileri imha etmek isteyen, Kur’an’a sözde inanmış olanlar vardır. Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıp da ondan sonra başka dünyalarda kurtuluş arayanlardan daha şaşkın kimse var mıdır?
مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (MıN EaHLı ELKıTAvBı) “Kitab Ehli olanlar.”
Devlet aşamasına gelmiş her topluluk “Ehli Kitap”tır. Kur’an nâzil olduğu zaman devlet aşamasına gelmemiş topluluklar vardı. Ancak, bugün yeryüzünde devlet aşamasına gelmemiş topluluk kalmamıştır. Kur’an bu aşamaya gelmemiş topluluk kalmayacağını bildirmiştir. Bu ancak 20. asırda gerçekleşmiştir. Bugünkü ulaştırma ve haberleşme araçları bunu sağlamıştır. Bunların içinde ateist Ehli Kitap olanlar vardır. Bunlar Tanrı’nın olmadığı ilkesine dayanmaktadırlar. Bundan başka dinsiz Ehli Kitaplar vardır. Bunlar Tanrı’ya ne inanır ne de inkâr ederler. Kişi olarak inancı serbest bırakırlar.
a) Türkiye’deki Batıcı elit tabaka ateisttir. b) Batıcı olmayan elit tabaka dinsizdir. Halk ise dindardır. c) Üçüncü bir grup vardır ki; bunlar inançta dindardırlar, Allah’a ve kitaplarına inanırlar, ama emellerini lâik düşünce içinde yaparlar. d) Dördüncü grup Ehli Kitap olanlar ise kitapları kendilerine uydurarak inanırlar.
İşte bütün bunlar “Ehli Kitap”tırlar. Türkiye’de Adil Düzencilerden başkası “Ehli Kitap”tır. Bunlar Kur’an’ı kendi heva ve hevesleri içinde yorumlayarak dindar olmaya çalışmaktadırlar.
Peki; Kur’an’ın, “Ey Ehli Kitap!” diye hitap ettiği kimseler kimlerdir? Kur’an’ı kendi heva ve hevesleri ile değil de; “Fıkıh Usûlü Kuralları” içinde, çağımızda insanlığın ulaştığı tabiî ve sosyal ilimlerin verileri içinde içtihat yapıp Allah’ın bizim için muradı ne ise, işte onu anlamaya gayret eden kimselerdir. Bunlar Adil Düzenci olan kimselerdir. Bugün sayıları azdır, ama yarın hâkim olacaklardır. Allah’ın nûru tamamlanacaktır.
آمِنُوا (EAvMıNUv) “Îmân ediniz. İnanınız.”
“Emine” kendisini güvene almaktır. “İman” birini güven altına alma demektir. “İmanun Bi” ise, başkası ile kendini güven altına almak demektir. Burada “Bi” harfi taaddi için değil, âlet için gelmiştir.
“Kur’an’ı kabul etmiş gibi olunuz” diyorlar. “Sonra da bırakınız, belki onlar da bırakır.” diyorlar.
İşte aynen bu şekilde, Adil Düzen münafıkları olmuştur. Necmettin Erbakan’ın baskısı ile “Adil Düzen”i kabul eder olmuşlar, sonra da ondan vazgeçerek kitleleri de vazgeçirmiş göstertmektedirler.
Bu memlekette “Adil Düzen”e inanmış kimseler vardır. Bunların her biri imanlarını ayrı ayrı korumaktadırlar. Sadece Necmettin Erbakan orada olduğu için Saadet Partisi’nden ayrılmaktadırlar. Onların içinde bir taife vardır ki, böyle yapmaya devam etmektedir. Gün beklenmektedir. Bir gün “Adil Düzen Partisi” kurulacak veya bir parti “Adil Düzen”i benimseyecek ve şimdi dağınık şekilde bekleyen Adil Düzenciler ortaya çıkacaklardır. “III Bin Yıl Uygarlığı”nı da işte bunlar kuracaklardır.
بِالَّذِي أُنْزِلَ (Bi elLaÜIy EuNÜıLa) “İnzâl edilmiş olana.”
Burada “inzal olunmuş olan; Kur’an’dır.” Çünkü “Mâ” ile değil de “Ellezî” ile gelmiştir. Bu da Kur’an’dır, Kitap’tır, Zikir’dir ve Furkan’dır. Zikir, Arap dilinin anlattıklarıdır. Furkan ise, fıkıh usûlüne göre Kur’an’ı ilimle tafsildir. Bunlar bir bütündür. Tek başına Kur’an, tek başına Kitap, tek başına Zikir, tek başına Furkan inzâl olunan değildir. Kur’an’ı kabul etmek demek; onun kıraatini, hattını, dilini ve hükümlerini bir bütün olarak kabul etmek demektir. Muska yazıp boynunda asmak, veya üfürükçülük yapıp şifa aramak, manâlarını yorumlayıp felsefe yapmak yetmez; onun hükümlerini uygulamak gerekir. İşte onun hükümlerini uygulamayanlar Ehli Kitaptır, mü’min değildir. Ehli Kitap da cennete gider, ama dünyada başarı şansları yoktur.
عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا (GaLay elLaÜIyNa EaAvMaNUv)
“İman etmiş olanlara inzâl edilmiş olana.”
İman etmiş olan kimselere inzâl edilmiş olana iman ediniz. İnanmış görününüz.
İman etmiş olan kimseler Kur’an’a kıraatiyle, kitabetiyle, zikriyle, furkanıyla inanmış kimselerdir.
“İnandık” dedikleri halde fiilen Avrupa kapılarında sürünenler Kitab Ehlidirler. Allah’a dua edeceklerine Avrupalılara dua ediyorlar. Şirk içindedirler. “Zekât”la Türk ekonomisini düzelteceklerine, “faiz” ile ülkeyi düzlüğe çıkarmak istemektedirler! Küfür içindedirler. Emeği değerlendirip sa’y ile borçlarını ödeme yerine, IMF talimatı ile emeği eve hapsedip ülkeyi borçlandırarak yaşatmak istiyorlar. İşte onlar Ehli Kitaptırlar. İktidar olmadan önce Allah’a, iktidar olduktan sonra ise kuvvete inanan kimselerdendirler. Onlar, inanmadıkları halde Allah’ı ve iman etmiş olan kimseleri kandıracaklarını sanan zavallılardır.
وَجْهَ النَّهَارِ (VaCHa elnNaHaRı) “Nehârın vechinde. Gündüzün başında.”
Biz “baş” ve “son” olarak kullanıyoruz. Kur’an “yüz” ve “son” olarak kullanıyor. Her iki hal de mecazi olmuş olur. Makul hakikat olur.
“Nehar” gündüz demektir. “Leyl” gece demektir. “Nehir” akarsudur. Derede dibe çökene “leyl”, çökmeyip akana ise “nehar” denmektedir. Burada kastedilen; kısa zamanda inanmış görünün, sonra vazgeçin.
Bir toplantı yaparsınız. Böyle görevli kimseler vardır. Salona girip bir yerde otururlar. Halk gelip dinlemeye başladıklarında, en heyecanlı yerinde salonu birden terk edip giderler; bu arada, salondakileri de peşlerinde sürüklemek isterler. Benim toplantılarımda kimseyi salondan alıp götüremediler, çoğu zaman onlardan da kalanlar oldu. O sebepledir ki, bunlar gelip yüz yüze görüşmezler. Sadece uzaktan gıybet ederler. Çünkü gönderdikleri insanlar dinledikten sonra imana gelme durumuna düşüyorlar.
Bizim toplantılarımıza gelip sonra gelmeyenler veya gelmek istedikleri halde gelemeyenler, işte bunlardır. “Adil Düzen”e inanmış görünüp sonra ayrılanlar, işte bunlardır. “Adil Düzen”i “Millî Görüş”e karşı gösterenler de, işte bunlardır.
وَاكْفُرُوا آخِرَهُ (VaKFuRUv EaPiRaHUv) “Âhirine küfredin.”
“Ahur” kazığa bağlanan ipin açıktaki ucudur. Hayvan bir ucuyla kazığa bağlanır, diğer ucuna hayvan bağlanır. Sabahleyin neharın vechi başı kabul edilmiş, akşam da âhiri kabul edilmiş.
Bir kimseye itiraz edeceksen önce onu dinleyeceksin. O sana fikirlerini anlatacaktır. Sonunda yanlışları varsa itiraz edeceksin. Onu dinlemeden peşin fikirli olmayacaksın. Ne kadar haklı olduğundan emin olsan da ona söyleteceksin. Bir öneri ile gelen kimseyi önce olur ile bakacaksın, eğer mümkünse yapacaksın.
İşte mü’minin takip edeceği yol budur. Önce dinlemek, sonra eğer doğru söylüyorsa tasdik etmek. Önce mümkünse istediğini yapmak, değilse mazereti anlatmak. Kâfirler ise baştan dinlemezler, önerileri düşünmeden reddederler. Ancak onların içinde akıllı olanlar vardır. Önce dinler görünüp sonra doğru da söylesen kabul etmezler. Öneriyi de birtakım bahanelerle reddederler. İşte Kur’an bunları anlatmaktadır.
Avrupa sokaklarında sürünenler, dinlemeden kâfir olanlardır. Çünkü karşı düşünceleri dinlemiyorlar.
لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ “Rücu ederler diye.”
Bu taife helâklerini değil, rücu etmelerini isterler. Kendileri gibi olmanızı isterler. İnsanların yarışıp başkalarının seviyelerine çıkmalarını, onları geçmelerini istemek, hayırda yarıştır, müsabakadır, iyidir. Ama başkalarının geri kalarak bizim geçmemizi istemek ise hasettir ve şerdir.
İşte, Ehli Kitaptan bir taife kendileri yükselemeyince sizin de geri kalmanızı isterler. Bu hususta Hıristiyanlar şeriata sahip olmayınca, Müslümanların da şeriat dışı olmalarını isterler. Kur’an’ı çağın ilmiyle yorumlayamayan Kur’an’a inananlar, Adil Düzencilerin de bu işi yapmamalarını isterler. “Adil Düzen”den vazgeçmelerini isterler. Görülüyor ki, tutuculukta Ehli Kitap mü’minlere karşı ittifak etmişçesine faaliyettedirler.
وَلَا تُؤْمِنُوا (Va LAv TuEMıNUv) “Ve iman etmeyiniz.”
İman etmek “Bi” harfi ile gelirse, kendisini onunla güven altına almadır. “Li” ile gelirse, ona güvenmek, emniyet etmek demektir. Burada “Li” ile gelmiştir. İnsanlar sözleri dinlerken kendileri karar vermezler, çevrelerine bakarlar. Topluluğun birtakım görüşleri ortaya çıkar. Onlar doğru kabul edilir. Onun yanlış veya doğruluğu araştırılmaz, kendilerinin olan hepsidir, doğrudur. Kendilerinden olmayan hepsi kötüdür, yanlıştır.
Bu tür topluluklar gelişmeden yaşarlar. Birlik için son derece yararlı ve doğru olan bu durum, gelişmeye de o derece engeldir. Bizim ülkemizdeki particiler ve tarikatlar böyle tutuculuk içindedirler. Bu onları her türlü sıkıntılı günlerinde yaşatmaktadır.
Kapatılan tarikatlar ve siyasi partiler bugün bu tutuculuk sayesinde varlıklarını korumaktadırlar.
إِلَّا لِمَنْ تَبِعَ دِينَكُمْ (EilLAv Lı MaN TaBiGa DİyNaKuM) “Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın, güvenmeyin. Düzeninize tâbi olandan başkasına kulak vermeyin.”
Yerinden yönetimde her bucağın kendi düzeni vardır. Ancak bir bucakta yaşayanların ortak düzeninin olması gerekir. Yoksa topluluk olmaz. O halde bir bucakta yaşayanların birbirine baskı yapmaları meşru değildir. Her mezhebin kendi görüşü olacak, halk kendi inançları içinde yaşayacaktır. Ancak ortak kurallar olacak, bucak onunla yönetilecek. Yani, lâik ve demokratik yönetim olacaktır. Birbirimize değil, ortak gerçeklere ve icmalara tâbi olacağız. Biz birbirimize güveneceğiz. Yoksa bir toplulukta birbirine güvenmeyen gruplar olursa, orası barış düzeni olmaz. Ehli Kitap böyle yapıyor. Firavun gibi halkı fırkalara ayırıyor, sonra sözünü dinletebiliyor.
قُلْ (QuL) “Kavlet. Söyle.”
Ey Kur’an’a onunla amel etmek için inanmış olan mü’min “Söyle; hidayet Allah’ın hidayetidir.”
Yani, bizim sizin inançlarımız değil, Allah’ın gösterdiği yoldur. Bu da icma ve içtihatlarla sabit düzendir. Herkes kendi içtihadı ile amel edecek. İcmalara herkes uyacaktır.Yani, her din grubu diğer grupları tanıyacak. Onların kendi içtihatları amel etmelerine güvence verecektir.
İçtihatlara tâbi olunur. Herkes kendi mezhebinin içtihatlarına tâbi olur. İcmalara ise iman edilir. Halbuki onlar kendi mezheplerinden başkasına izin vermemeye çalışmaktadırlar.
إِنَّ الْهُدَى هُدَى اللَّهِ (EınNa eLHuDAy HuDay elLAHı) “Hidayet Allah’ın hidayetidir.”
“Hidayet” doğru yoldur. İçtihat ve icmalarla sabit olan yoldur. Herkesin kendi mezhebine göre amel etmesi, ittibak olunan yerlerde iman edilmesi gerekir. İnanılan şeyler için cihat yapılır, ama içtihatla yapılan şey için cihat yapılmaz. Tam tersine, orada aslolan herkesin kendi hürriyeti içinde davranmasıdır. Benim sana, senin bana tâbi olman yerine; ittifak ettiğimiz hususlarda icmaya uymak esastır, birbirimize uymak değil.
Hak olan bir şeyi nerede olursa olsun almamız ve uymamız gerekir. Hak olanların hepsi Allah’ındır. Bâtıl olanları insan katmıştır. Hakkı nerede görürsek orada onu alırız. Çünkü o onun değil Allah’ındır.
Partilerin kendi içlerinde ayrı yaşayacaklardır. Ama ortaya geldiklerinde icmalara uyacaklardır. İşte Allah’ın hidayeti odur. Çünkü, Kur’an’dan sonra artık kişilere değil, zümrelere değil de, icmalara uyulacaktır.
Bu sûre içtihat sûresidir. Herkes kendi içtihadı ile hareket edecek. Birbirine tâbi olmayacak, ama herkes birbirine güvenecektir. İçtihatları ile amel etmekte saygılı olacaktır.
أَنْ يُؤْتَى أَحَدٌ (EaN YuETAy EaXaDun) “Birine îtâ olunması.”
“Dinimize tâbi olanlardan başkasına güvenmeyin. Mü’minlerin düşmanı olan müşriklere de güvenmeyin. Sizden başka olan kimseye güvenmeyin.” demişler. Kur’an da; “Onlara söyle, hidayet sizde olan değil, Allah’ın yanında olandır. Topluluğun birlikte tuttuğu içtihat ve icma yoludur.” denmiştir.
Burada yeni bir cümle başlamaktadır, mastar ile başlamaktadır. Fail olabilir. Mef’ul olabilir. Müpteda olabilir. Haber olabilir. Fiili veya mübtedayı yahut haberi mahzuf olarak düşünebiliriz. Yani, “Hidayet Allah’ın hidayetidir” cümlesini ara cümle olarak düşünmeyebiliriz. Böyle düşündüğümüzde hazfı takdir etmemiz gerekir.
- Başta bir soru işareti takdir edilebilir. Böyle kıraat vardır. (Kesai) “Sizden birine size benzer verildi diye mi böyle tedbir alıyorsunuz? Hidayet Allah’ın hidayeti değil midir?” Bu en kolay anlaşılır manâdır.
- Ara cümle kabul etsek bile; güvenmeyin, inanmayın anlamında “Va La Tu’minu”yu takdir edebiliriz. Hidayet Allah’ın hidayetidir, cümleyi mu’terize yapma anlamına gelir. O takdirde bu söz “Kul/Söyle” içine girmemiş olur. “Sizden başka birine sizin benzerinin verildiğine inanmayın” demek olur. “Sabah inanmış görünün, akşam küfredin, sakın ha gerçekten inanmış olmayasınız!”
- “Size verilenin başka birine verilmesi hak değildir” şeklinde manâ verebiliriz. Leyse bihakkın en aminu.
- “En” ey, yani manâsına gelir. Bu takdirde “Hidayet Allah’ın hidayetidir. Yani, size verilenin misli başkasına da verildi” olur.
مِثْلَ مَا أُوتِيتُمْ (MiÇLu MAv EUvTİyTuM) “Size verilenin misli.”
Burada “size verilenin misli” şeklinde tercüme edebildiğimiz gibi; “bize verilenin misli” şeklinde de tercüme edebiliriz. Bize verilenin mislinin başka birisine verildiğine inanmayın demiş olurlar. Yahut, bizde söylenen size verilenin misli başka birine verildi diye mi böyle söylüyorsunuz?
أَوْ (EaV) “Yahut Rabbinizin indinde muhacce etsinler diye.”
Burada “Ev” nereye atıftır? “Lâ tu’minû velâ yuhaccukum inde rabbıkum./ İman etmeyiniz ve Rabbinizin yanında sizinle hüccetleşmesinler.” Bu “Ev” iman etmeyinize atıf yapmış olabilir. “Lâ” tekrar edilmemiştir. Nehy “Lâ”sına atıf caizdir. Eğer siz onlara inanırsanız, onlara tâbi olmanız gerekir. Olmazsanız, sonra Rabbinize nasıl cevap vereceksiniz? Onların indinde bir kimseye güvenmek ona tâbi olmayı da gerektirir. Oysa mü’minler birbirlerine güvenirler. İttifak ettikleri hususlarda birlikte iman ederler. Ama amelde birbirlerini serbest bırakırlar. Herkes kendi içtihadı ile amel eder.
يُحَاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُم (YuXacCUvKuM GıNDa RabBıKuM)
“Rabbinizin indinde sizinle hüccetleşmesinler.”
Onlara güvenip onlara katılmayınız, yoksa sonra Rabbinizin yanında size davacı olurlar; neden bize tâbi olmadınız diye? Kur’an’ın yaptığı en büyük inkılâp, değişik din ve mezhepte olanların birlikte yaşamaları, çoklu sistemi getirmesidir. İnsanlar çoklu sisteme göre barış içinde yaşayacaklardır. İttifak ettikleri hususlarda birlikte hareket edecekler, ihtilaf ettikleri hususlarda herkes kendi mezhebinde amel edecektir. Ama bu serbestliği birlikte koruyacaklardır. Onlara göre ise; biriyle beraber yaşadın mı, işbirliği yaptın mı, onun gibi olman gerekir. Buradaki “Sizinle hüccetleşmesinler” bunu ifade etmektedir. Bundan sonra gelen “Kul/Söyle” kelimesi bu sözlerin onlara ait olduğuna delâlet eder. “Yuhaccuneküm” denmemiş olması “En”den olabilir, “La”dan da olabilir. “En” sözünü birinci “Kul” içinde yorumladığımıza göre, bu “La” içinde yorumlanır.
ْ قُلْ إِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللَّهِ(QuL EınNA eLFQLa BiYaDı elLAHı)
“Fadl Allah’ın yedindedir diye kavlet.”
Allah insanları yarattı, kendisine yeryüzünde halife yaptı. Onları kavimlere, şa’blara, kabilelere ve aşiretlere ayırdı. Kişileri ayrı ayrı kendisine halife yaptı. Ancak onların birleşmelerini istedi. Kendi haklarını cemaatlere devretti.
En büyük cemaat insanlıktır. Dolayısıyla tüm insanlık birlikte Allah’ı insanlar içinde mutlak olarak temsil eder. Herkes ve her cemaat Allah’ın halifesidir. Ancak başka yönüyle her cemaat insanlığın abdidir. Allah bütün insanları birleştiren bir kitap gönderdi, o da “Kur’an”dır. Herkesin kendi dinî inançları olacaktır. Kendi mezhep ve toplulukları olacaktır. Ancak, insanlık “Adil Düzen” içinde birlikte yaşayacaklardır.
İşte “Fazl” buradadır. Dağ başına çıktığınız zaman arsa bedavadır. Köye geldiğinizde arsa değer kazanır. Kente geldiğinizde daha çok değerlenir. Şehirde daha pahalıdır. Şehrin merkezine yaklaştıkça arsa değeri yüzlerce, binlerce katlanır. Buna bu değeri veren nedir? Topluluk. İşte bundan dolayı fadl topluluğun elindedir.
Öyleyse, ayrı ayrı yaşayacağımıza birlikte yaşayalım ve fadl bulalım.
Avrupa Birliği niçin oluşturuluyor? Bu fadl için. Şimdi biz birleşsek ve tarla fiyatına bir yer satın alsak, orada kavaktan evler yapıp yerleşsek... Bizim arsalarımız birkaç sene sonra gerçek olarak en az 20 misli değer kazanır. Bu kazanç nereden geldi? Birleşmeden. Bu birleşme nasıl başlar? İçtihat ve icma sistemi ile başlar.
يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ (YuETIyHı MaN YaŞAvEu) “Onu meşieti olana verir.”
İnsanlar arasında birliğin sağlanması için Allah geçmişte peygamberleri göndermiştir. Kitaplar vermiştir. Bu kitapları insanlığa ulaştırması için kavimler seçmiştir, devletler görevlendirmiştir. Bundan sonra da bu görevlendirme devam edecektir. Böylece Kur’an daha iyi anlaşılacak, gelecek uygarlıklar böyle kurulacaktır. Bu uygarlığın götürücüsü Hıristiyanlar ve Müslümanlar olacaktır. İsteyen herkes bu kervana katılabilecektir.
Gelecekte İslâm ülkelerinde vize ve pasaport olmayacaktır. Herkes buralara hicret edebilecek ve uygarlığa katılabilecektir. Seçilmiş olan halk değil, yerdir. Amelde ayırımcılık olacak, düzende ise ayırımcılık olmayacak, herkes aynı kanunlara tâbi olacaktır.
Hazırladığımız “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bu formülü getiriyor. Kur’an’ın uygulamalarındaki eksiklikler giderilecektir. Uygarlık ilerledikçe Kur’an daha çok anlaşılacak ve daha çok insanlığı ileri götürecektir. İnsanlık istese de istemese de Kur’an’ın emrine girecektir. Silah zoru ile değil, başka çare bulamayacağı için böyle olacaktır.
وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (Va elLAHu VaSıGuN GaLIyMun) “Allah vasidir, alimdir.”
Burada “vus’at” ve “ilim” kelimeleri nekire olarak getirilmiştir. Allah vus’atını ve ilmini cemaatlere vermiştir demektir. İnsanlık ve topluluklar geniştir, varlıklıdır ve bilgilidir demektir. Bir toplulukta biri bir şey bilirse, o topluluktaki hepsi bilmiş sayılır. Çünkü onun ilminden gerektiğinde herkes yararlanır. Topluluk bir araya gelince zenginlikte çoğalır. İnsanlar bu imkânlardan ancak bir arada yaşayabilmeleri ile yararlanırlar. O halde herkes kendi inanç ve anlayışında serbest olacak, ama Allah’ın fadlından yararlanmak için birlikte olacaklardır. Ayrımcılık yapmayacaklardır.
İşte Kur’an bu düzeni getirerek insanlığa en büyük fadlını bahşetmiştir. Bugün yararlanmadığımız kara parçaları vardır, denizler vardır. Güneş sistemindeki imkânlar vardır. Uzay vardır. Allah’ın fadlı sonsuzdur. Birleşir, birlikte çalışırsak, bütün bunlardan yararlanma imkânımız vardır. Birbirimizle kavga edeceğimize, cehaletle kavga edelim.
يَخْتَصُّ (YaPTaöÖu) “İhtisas eder. Özelleştirir.”
Birlikte yaşamanın sırrı işbölümüdür. İhtisaslaşmadır. İnsan hücrelerini düşünelim. Hepsi ilk hücreden ayrılmışlardır. Genetik yapıları tamamen aynıdır. Ama her hücre başka yerde yer alır ve değişik görev görür. İnsanlık da böyle olacaktır. İnsanlar birbirine benzemeyecekler, ayrı ayrı biçimde çalışacak ve yaşayacaklar, ama onlar arasında bir birlik ve işbölümü olacaktır. Bunu sağlayan bir birleştirici olacaktır. Bunlar din kitaplarıdır. Din kitaplarını birleştiren de “Kur’an”dır. Allah herkese insanlık içinde bir görev vermiştir. Bizim görevimiz de bunları yazıp okumaktır.
بِرَحْمَتِهِ (Bi RaXMaTıHı) “Rahmetini.”
Bu âyette “rahmet” kelimesi ile “fadl” kelimesi birlikte geçmektedir. Birbirinin yerine kullanmaktadır.
“Fazilet Allah’ın yedindedir” derken, rahmeti ile onu dilediğine tahsis eder diyor.
“Fadl” demek, insanların çalışmadan ortaya çıkan artık değerdir. Marx’ın izahları bu artık değere dayanmaktadır.
“Rahmet” insanlara verilenlerdir. İnsana verilen göz ve kulak Allah’ın rahman sıfatı ile verilmiştir. Çalışana verilen ücret de Allah’ın rahmet sıfatıyladır. İnsanların bir araya gelmesiyle oluşan artık değer, Allah’ın rahmeti olarak insanlara bölüştürülür. Bölüştürme iki şekilde olur; biri çalışanlara karşılık olarak verilir, diğeri ise muhtaçlara ihtiyaçları nisbetinde dağıtılır. Demek ki, toplulukta artık değer böyle bölüştürülecektir. Bu karz-ı hasen ve zekât müesseseleri ile sağlanır.
Zekâtta Allah’ın rahman sıfatı, karz-ı hasende rahim sıfatı tecelli etmektedir.
مَنْ يَشَاءُ (MaN YaŞAEu) “Kime isterse.”
“Kime isterse” manâsı verilebildiği gibi; “kim isterse” manâsı da verilebilir. “Kime isterse” dediğimizde, rahman sıfatına göre manâ vermiş oluruz. “Kim isterse” dediğimizde, rahim sıfatı ile manâ vermiş oluruz. Yani, Allah insanlara değişik görevler verir. Onları öyle yaratmıştır. İnsanlar kendi iradeleri ile değişik mesleğe katılır ve iş yaparlar demektir.
Sanayileşmeden öce bunlar fazla sorun değildi. Şimdi ise artık bu âyetleri uygulama zorunluluğu doğmuştur.
“Adil Düzen Anayasası” herkese aş ve herkese iş düzeni getirmiştir. Topluluk kadrolar açacak. İmtihanlar yapacak. Yarışmada öne geçenler o kadrolarda faaliyette bulunacaklar. Bu kadrolara kredi verilecek. Böylece ücretlilik sistemi de olmayacaktır. Kimse başıboş da bırakılmayacaktır.
وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (Va elLAHu Üuv eLFaWLı eLGaJIyMı) “Allah azimdir, faziletlidir.”
Burada “Fadl” kelimesi marife olarak gelmiştir. Dolayısıyla büyük fazilet istiğrak içindedir, başka fazilet sahibi yoktur demektir. Bu doğrudan doğruya Allah’ın zatını ifade eder. Burada topluluğun hilafeti sözkonusu değildir. Cenabı Allah, Kur’an’ı indirmek ve İslâm düzenini teşri etmekler fadlını yeryüzüne rahmeti ile saçmıştır.
(و) عطفت الى ودت طائفة هم الذين هادوا يريدون الاضلال لا الارجاع وهنا طائفة هم النصارى يريدون الارجاع لا الاضلال (َقَالَتْ) قولا لا فعلا (طَائِفَةٌ) من طوف يسوى بهم حلقة (مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ) من بعضهم من اليهود والنصارى ومن الذين امنوا ومن الهند و الصين ومن الماليين ومن العمليين لانفسهم او بعضهم لبعض (آمِنُوا) ادخلوا الامن مكرا (بِالَّذِي أُنْزِلَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا) حقاهو القران والكتاب والذكر و الفرقان معا(وَجْهَ النَّهَارِ ) الصباح فى بداية التبليغ قبل ان يتم (وَاكْفُرُوا آخِرَهُ) حقا (لَعَلَّهُمْ) الموئمنون (يَرْجِعُونَ) الينا ديننا (وَلَا تُؤْمِنُوا) امنا (إِلَّا لِمَنْ تَبِعَ دِينَكُمْ) فى العمل فلا يكون عندنا دينين (قُلْ إِنَّ الْهُدَى) ان يتبع له (هُدَى اللَّهِ) الذى اجتهدوا لانفسهم فلا يتبع احد احدا لا يتخذ اربابا بعضهم بعضا و اجتمعوا فيه (أَنْ) يعنى (يُؤْتَى أَحَدٌ) غيركم على اجتهاده (مِثْلَ مَا أُوتِيتُمْ) على اجتهادكم او اجماعكم فهو الهدى (أَوْ) لا ناهيا (يُحَاجُّوكُمْ) الموئمنون (عِنْدَ رَبِّكُمْ)ان توئمنون لهم الايمان يمنع الحجج لانه انقياد بلا تفكر فيه (قُلْ) لهم (إِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللَّهِ) لا لاحد منكم (يُؤْتِيهِ) الفضل الرسوخ و الفقه (مَنْ يَشَاءُ) من الناس ليسخر بعضهم بعضا (وَاللَّهُ) الناس جميعا (وَاسِعٌ) قدير(عَلِيمٌ) تنكيرهما على الخلافة (يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ) وخلقه لذلك كما فضلكم على العالمين (وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ) لا ينفد واللام فى الفضل يدل ان لفظة الله دال على ذاته
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XX
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لَا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ إِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَائِمًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْأُمِّيِّينَ سَبِيلٌ وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ(75) بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ وَاتَّقَى فَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ(76) إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَأَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَلِيلًا أُوْلَئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْآخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمْ اللَّهُ وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(77)
وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (Va MıN EaHLı eLKiTABı) “Kitab Ehli olanlar.”
İnsanlar topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Toplulukta daima kutuplaşma olmaktadır. İyi insanlar bulunur, kötü insanlar bulunur. Dinleri ne olursa olsun, eğer o topluluk hakka inanıyorsa içinde mutlaka iyi insanlar olur. Kötüler de bulunur. Cahiliye döneminde olanlar ise kendi aralarında iyi olmakla yetinirler, kendi dışında olanlara yapılacak kötülükleri ise günah saymazlar.
Hıristiyanlar Osmanlılar için böyle fetva çıkarmışlardı. Yahudilerde de böyle inanç vardır.
Ancak hepsi böyle değildir. İçlerinde doğru olanlar da vardır. Sözleşmelerde duranlar vardır. Bilhassa günümüzün ekonomi şartlarında sözlerinde durmayan kimseler kredilerini kaybetmektedirler. Dolayısıyla kendi çıkarları için de olsa sözlerinde duranlar mevcuttur. Kendilerini haklı çıkarmak için Birleşmiş Milletler kararı alma çabası mevcuttur. Hakemlik sistemi içinde sorunlar çözülmelidir.
مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ (MaN EıN TaEMaNHu Bı QaNOARın) “Ona kantarcasını emanet etsen.”
“Kantar” Türkçede kullanılan kantar yani tonlarca anlamındadır. Elle kaldırılabilen şeyleri ölçenlere “mizan” demekteyiz. Ama elle kaldırılamayacak kadar ağır yüklerin ölçülmesi “kantar”la yapılmaktadır.
Arapça, Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri arasında gelişmiş bir dildir. Çöl halkı, Mısır ile Mezopotamya arasında ticaret yaparlardı. Dolayısıyla onların kavramlarını biliyorlardı. Pers ve Bizans uygarlıkları ile de ilişkileri vardı. Arapların dilleri buna göre oluşmuştur. Kantar kavramı bunlar zamanında gelmiştir. Arapça’daki 4 harfli kelimeler 3 harfin çoğaltılması ile oluşur. Ek harfler N,L,R harfleri olabilir. Burada kelime “Katr”dan veya “Kınt”dan gelmiş olabilir.
“Katr”, damla demektir. Yahut yuvarlak demektir. Yuvarlak bir boru üzerinde yüklenmiş olan yükü yuvarlatır, karşı tarafa ağırlık koyarsanız, bir yere gelinir ki yükü karşı taraf tartar. Tarttığı çizgi ağırlığı gösterir.
“Kınt” ise çengel demektir. Bu da bizim kollu kantarı gösterir.
Tarihte hangi çeşit kantarın kullanıldığını bilmiyoruz. Arap bedevilerin bu husustaki kültürünü bilmiyoruz. “Kanâtırıl mukantarati” âyetinde kantarı köprülerle izah etmekte iseler de, bu âyet o izahın doğru olmadığını gösteriyor. Taşınabilen değerlere “mukantara” denmektedir.
Burada ismi mevsuldür. Erkek kadın cem müfred için gelmektedir. “Hu” zamiri müfret olsa da cemi ifade eder. Yani onlar içinde kişi olarak iyi insanlar olduğu gibi topluluklar olarak da iyi kimseler vardır.
Mü’minlerin görevi iyi kimselerle birlikte olmaktır. Onların yanında olmaktır.
Bizim partimiz bir şey söylediği zaman herkes diyecek ki bunlar doğru söyler. Bizim gazetemiz bir şey yazdığı zaman bu doğrudur diyecek. Bizim televizyonu herkes doğru haberi almak için dinleyecek. Bizim aleyhimizde olsa da onu söylemekten kaçınmayacağız.
Böyle olmayanlar mü’min değil, Ehli Kitaptırlar.
Burada, “sen ona emanet edersen” diyor. Buradan mü’minlerin Ehli Kitap ile her türlü ekonomik ilişkilerde bulunacaklarını ifade eder. Mü’minler Ehli Kitapla yani insanlıkla ilişkilerini kesmeyecek, tam tersine onların içinde yaşayacak ve onlara örnek insan olacaktır.
Mü’min demek ne demektir?
- Mü’min, benim hakkım başkasına geçmesin değil, başkasının hakkı bana geçmesin diye düşünür ve ona göre hareket eder.
- Mü’min bir şey söylediği zaman yalan söylemez. Hakkı söyler. Hele yalandan yemin hiç etmez.
- Mü’min verdiği sözünde durur. Zarar etmiş olsa da sözü yerine getirir.
- Mü’min kendisine emanet edileni korur, ona ihanet etmez.
Emanet üzerinde emanet alanın tasarruf hakkı yoktur. Bu sebepledir ki emin olanın dahli olmadıkça doğan zararlar mal sahibinin olur. Emaneti muhafazadaki masraflar mal sahibine aittir. Bir artma olursa, inek dana doğurursa, mal sahibine ait olur. Borçta ise artıp eksilme borçluya aittir. Veren aynen iade ile mükelleftir.
Bu âyete göre, paranın para olabilmesi için ağırlığı olması ve ağırlığına göre değer taşıması gerekir. Kâğıt para, para değildir; paranın senedidir. Dolayısıyla parayı ağırlığı olan bir şey ile tarif etmekteyiz.
يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ (YuEadDIyHı EıLaYKa) “Sana eda eder.”
Borç için “kaza”, emanet için “eda” ifadesi kullanılmaktadır. Türkçe’de “ödeme” borç için kullanılmaktadır. Emanet için “vermek” kelimesi kullanılmaktadır. Atomlar arasında elektron borç alınır ve verilir. Borçlu ve alacaklı böylece birbirinden ayrılamazlar. Mesela, tuzda sodyum var, klor var. Bu bizim yediğimiz tuzdur. Sodyum bir elektrik parçacığını klora borç verir, yahut emanet eder. Artık ondan ayrılamaz. Bizim için çok yararlı madde olur. Oysa, klor zehirlidir. Tuz da parçalatıcıdır. Bunlar her zaman beraber dolaşmazlar. Suda birbirinden ayrılıp dolaşırlar. Ama sudan ayrılamazlar. Yani, suyu öyle iki bardağa dökemezsin ki bardağın birinde klor fazla olsun.
İnsan topluluklarında da böyle insanlar mallarını birbirine verir, borçlu ve alacaklı olurlar. Bu sayede topluluk oluşmaktadır. Bu borç-alacak sistemi yalnız insanlarda mevcuttur. Bu sebepledir ki parayı da insanlar kullanmaktadır.
وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ (Va MıNHuM MaN EıN TaEMaNHu Bı DIyNARın)
“Onlara bir dinar emanet etsen. Onu sana iade etmezler.”
“Dinar” “deyn” kelimesinden üretilen bir sözdür. Deyn, borç-alacak demektir. Para bir borçlanma aracıdır. Elinde parası bulunan kimse başkalarından ona tekabül eden değeri satın alma gücünü edinir. Dinar, altın para birimidir. Dirhem, gümüş para birimidir. Her şey çift yaratıldığı gibi para da çift yaratılmıştır. Altın ve gümüş. Bunların meskük kısmı dinar ve dirhemdir. Her iki para da Bizans parasıdır. Bunun mucitleri Lidyalılardır. Lidyalılar arasında Yahudilik yaygındı. Yani, dinar ve dirhem de aslında İbrani Uygarlığı’nın hediyesidir. Nasıl Miladı Takvim insanlık için esas olmuşsa; dinar ve dirhem de para birimi olarak esas olmalıdır. Uluslararası para standartları geliştirilmelidir. Bir atomun sahip olduğu altının onlu katı on gram civarında olan altın para olmalıdır. Gümüş için de benzer yöntem kullanılmalıdır.
Altının özellikleri: Atom numarası 79 atom ağırlığı 197,5 özgül ağırlığı 19,5 N= 6.0237 10^23 Atom gram/gram adet. 32.787157 10^(-23)= .32787151 10^(-20) gram.
Demek ki, 10^20 atom bir gramın üçte biri etmektedir. Cumhuriyet altını 6.5 grama yakın altın içerir. 20 10^20 atom altın bir cumhuriyet altını etmektedir. Yaklaşık 100 milyon TL civarında bir değer taşımaktadır. Bu miktar emanetlere ihanet halinde uygulanacak cezaların nisabını teşkil eder. Şöyle ki, bir kimseye bir şeyi emanet eder de o emanete ihanet ederse, ondan ceza olarak borçlanma ehliyetinin kaldırılması gerekir. İşte bu miktar 20 10^10 atom sayısı altın değerinde olmalıdır.
لَا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ (LA YuEaddiHi EiLaYKA) “Sana eda etmez.”
Bir dinarı bile ödemez. Borçların ödenmesi, ekonominin temelidir. İnsanlar borçlu ve alacaklı olmadan yaşayamazlar. Borçlu ve alacaklı olma insanın özelliğidir. İnsan gücü yettiği nisbette borçlanmalıdır. Borcunu ödeyebilmelidir. Emanetlerde ise iş daha önemlidir. Emanetlerde ödeyememe gücü sözkonusu değildir. Çünkü emanet zaten mevcuttur. Onu kullanma hakkın yoktur. Bundan dolayısıyladır ki, “borç versen” denmemiş de, “emanet etsen” denmiştir.
إِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَائِمًا (Mav DuMTa GaLaYHıM QavEıMan)
“Üzerinde kıyama devam etmezsen.”
Türkçe’de “üzerinde durmazsan” diyoruz. Kur’an’da “üzerinde durmayı sürdürmezsen” tabiri kullanılmaktadır. Borçlulardan alacağın tahsili için alacağı sürekli isteme düzeni geliştirilmiştir. Bir emanet talep edildiği zaman hemen verilmesi gerekir. Birçok kimseler, birçok defa talep edilmesi halinde emaneti yerine getirirler. Borçlarını öderler. Günümüzde hal böyledir. Büyük sıkıntı buradan doğmaktadır.
Borçlanıyorsunuz, alacağınızı alamadığınız için de borcunuzu ödeyemiyorsunuz. İnsanlığın bu sıkıntıdan kurtulması için “Adil Düzen”e ihtiyaç vardır. Bu nasıl olacak? Herkes topluluğa borçlanacak, topluluktan alacaklı olacaktır. Borcunu eda etmeyenlere ise bir daha borç verilmeyecektir.
“Emanet” deyince, yalnız maddi eşya anlaşılmamalıdır. Kamu görevi genel hizmet de böyledir. Kamu görevlileri ve genel hizmetlileri de hizmetlerini verirken ancak üzerinde durursan, defalarca baş vurur takip edersen yerine getirirler. Sen başında iken senin işini yapmaya çalışırlar. Uzaklaştın mı hemen bırakır ve unuturlar. Günümüzün meşgalesi içinde hemen herkes bu durumda olmaktadır.
Oysa, mü’min verdiği sözü yerine getirirken, yahut ahdi ifa ederken, bir daha ondan onu istememesi gerekir. Başkan geldiği zaman gelenler, başkan gelmediği zaman gelmeyenler; posta başı varsa çalışanlar, posta başı başta durmuyorsa çalışmayanlar. İşte bu âyetin ifade ettiği manâdır.
Mü’min az söz verir. Mü’min az emaneti yüklenir. Ama emaneti yüklendikten sonra ise bir daha onun üzerinde durmana gerek kalmaksızın yerine getirir.
Hicrete bu sebeple ihtiyaç vardır. Tamamen sözünde duran ve ahitleri yerine getiren bir topluluk oluşturmalısınız. Böyle yapmayan kimseleri belirleyip onları ikinci sınıf insan sayacaksınız. Onlara bir şey emanet etmeyeceksiniz, onlara borç vermeyeceksiniz. Böyle olan kimselerin kimlikleri kırmızı olmalıdır. Güvenilir kimselerin kimlikleri yeşil olmalıdır. Giydikleri elbiseler de farklı olmalıdır. Güvenilir kimselerin giydiği elbiseleri onlar giyememelidirler. Tevbe edip ıslah olanlar ise güvenilirler sınıfına geçmelidir. Eğer bu kurallara uymazlarsa sürülmelidirler. Bakınız, ceza yok ama, dışlama vardır.
Bu hususa ait düzen oluşmazsa, verilen sözler yerine getirilmezse, emanetlere riayet edilmezse, gelecekte sosyal düzen imkânsız hal alır. Bununla beraber bunlar mü’minler için ve mü’minlerin bucakları içindir. Kitap ehli olanlardan böyle olanlara aynı rütbeler tevcih edilecektir.
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا (ÜavLıKa BiEanNaHuM QavLUv)
“Bu onların birbirlerine demeleri nedeniyledir.”
İnsanların hemen hepsi bir üst güce inanır ve bu güce hesap vereceğini bilir. Buna göre kendi hayatını düzenler. Ne var ki, bu üst gücü kendisine yakın kabul eder. Kendisinden uzaklaştıkça ona karşı sorumlu olmadığı inancındadır. Bu yakınlık aileden başlayarak, aşiret, kabile, şa’b ve kavme kadar gittiği gibi, inançta kendisi gibi olanlara karşı da aynı duyguları besler.
Bir devlet görevlisi amirine karşı sorumluluğunun bilincindedir. Onun dediğini yapar. Bir bakarsınız, aynı meslekte olanlar birbirlerine farklı muameleler yaparlar. Onlara karşı davranışlardan sorumlu olduklarının idraki içindedirler. Her kesime karşı saygılıdır. Ama başka kimselere karşı da benzer sorumluluk içinde olmadığı hissindedir.
İnsan, insanlarla diğer canlıları aynı kategoride göremez. Allah’a inananlar ise Kâinat’ın Allah’a ait olduğunu, insanların da Allah’ın kulları olduğunu bilirler. Dolayısıyla haram ve helal anlayışı içinde hareket ederler. Değil başka insanlara verdikleri sözlere riayet mükellefiyeti, bunlar kendi kendine yaptıkları nezirlerden de kendilerini sorumlu tutarlar. Ehli Kitap içinde de böyle olanlar vardır.
Buradaki “Kâlû” kendi çevresine verdiği sözleri anlattığı gibi, kendi kendilerine söylenen sözlerini de içerir. Öyle kimseler vardır ki, ibadet etmekle kurtulduklarını sanır, verdiği sözleri yerine getirme ve emanetleri eda hususunda ise kendilerini yükümlü görmezler.
لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْأُمِّيِّينَ سَبِيلٌ (LaYSa GaLaYNAv Fıy elEumMıyYIyNa SaBIyLun)
“Üzerimizde ümmilerde bir sebil yoktur.”
“Ümmi” anadan doğma demektir. Türkçe’de anadan doğma, hiçbir şeyi olmayan anlamında kullanılır. Kur’an’da ise cahil, hiçbir şey bilmeyen, eğitim almamış kimse demektir. Ehli kitabın zıddı, topluluğun kuralları olacak, kitabı olacak. Halk bu kitabı okuyacak.
O halde bir topluluğun esas okuyacağı şey fıkıhtır, hukuktur. Fizik, kimya, matematik gibi ilimleri kişi kendi çıkarları için zaten öğrenir. Onda kamunun zorlamasına gerek olmayabilir. Ama kişi sosyal kuralları öğrenmezse o toplulukta yaşayamaz. Günlük ibadetler bunun için konmuştur. Beş vakitte toplanır, kitap okunur. Yani, o topluluğun anayasası okunur. Anlatılır. Kişiler böylece birlikte yaşamayı öğrenirler.
Tevrat ve İncil böyle okunmuş, Roma’da hukuk tahsil edilmiş. İslâmiyet’te medreselerde önce Kur’an, sonra hadis, sonra da fıkıh tedris edilmiştir. O günkü şartlar içinde Roma ve İslâm uygarlıkları böyle doğmuştur.
İşte Ehli Kitap yani medrese görmüş kimseler, böyle ders görmeyen ve kitap ehli olmayanları insan saymaz, onlara hayvan muamelesi yaparlardı. Onlarla yaptıkları anlaşmaları anlaşma saymazlardı.
Kur’an Hazreti Peygamber’e ümmilik sıfatı vererek, ümmileri de insan seviyesine çıkardı. Ehli Kitap olsun veya olmasın, insan olan herkes insanlık haklarından yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin dava açma hakkı vardır. Müşrik de olsa, onlar durursa, mü’minler de müşriklerle yapılan sözleşmelerde durur.
“Sebil” yol demektir. Sorumluluk anlamında kullanılır. Bizim üzerimizde bir sorumluluk yoktur denmiş olur. Kur’an’da sorumluluk için “mes’ul” sözü de kullanılmaktadır. Sorumluluk kişi tarafında olan yükümlülük, sebil ise soruşturan tarafından kullanılan yetkidir. Yetki yoktur anlamını taşır.
وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ (Va YaQuLUvNa GaLAy elLAHı KaÜıBa)
“Allah’a yalan kizb ediyorlar. Allah’a yalan söylüyorlar.”
Allah ümmilere karşı yaptıklarımızı bize sormayacak diyorlar. Oysa Allah bütün insanların Rabbidir. Yapılan her zulmü soracaktır. İsraf haramdır. İsraf eşyaya yapılan zulümdür. Allah onu da soracaktır. Hayvanı kesip yememiz sünnetullah içinde olmaktadır. Mikroplar da bizim vücudumuzu kemirmektedirler. Ama sünnetullah dışına çıkılıp da israf yapılırsa ondan insanlar sorumludur. Yeryüzünde olan her şey bizim için yani insan için var edilmiştir. İnsan olan harb esiri de olsa, küçük olsa, sakat olsa yine insan olarak hakları vardır. Hattâ ceninlerin bile annelerinden ayrı olarak hakları vardır.
وَهُمْ يَعْلَمُون (Va HuM YaGLaMUvNa) “Oysa onlar ilmetmektedirler.”
Topluluk bir yalanı kendisine şiar eder ve herkes onu söyler, onun yalan olduğunu bile bile söyler. Aksini kimse ağzına almaz. Alamaz.
İneğin tanrı kabul edilmesi böyledir. Mustafa Kemal’in dokunulmazlığı böyledir. Onun tanrı olmadığını herkes bilir, öldüğünü de herkes bilir, ama ona tanrı muamelesi yapılmasına bile bile devam edilir. Hazreti İsa’nın oğul olmadığını bütün Hıristiyanlar bilirler ama öyle olduğunda ısrar ederler. Şiilerin on ikinci imamlarının hayatta olmadığını bütün İranlılar bilir ama Humeyni bile böyle bir sözü söyleyememiştir. Çünkü Şiiliğin varlığı o yalana dayanmaktadır.
Hanefilerin de yalan olduğunu bildikleri birtakım inançları vardır. Bir türlü ondan vazgeçemezler.
“İçtihat kapısı kapandı!” derler. “Kim kapattı?” dersen; “Hükümdar!” derler.
“Hükümdarın Kur’an’ı nesh yetkisi var mıdır?!.” Susarlar.
İnsanlar, zanların ötesinde yalanların peşinde koşmaktadırlar. Kur’an bunlara karşı cihat açmıştır.
بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ (BaLAy MaN EaVFAv Bı GaHdıHı) “Hayır, ahdini kim ifa ederse.”
“Belâ” hayır demektir. “Neam” evet demektir. Yani, onların söyledikleri doğru değildir.
Ümmilerde de onların üzerinde sebil vardır. Yani, bir insan diğer bütün insanlara karşı yaptıklarından sorumludur. Suçluya cezasından fazlasını uygulayamazsın. Savaş esirlerini eğer tehlike teşkil etmiyorlarsa öldüremezsin. İnsan şeriat içinde hareket edecektir. Kendisine yapılanın başkasına yapılmasını kabul edecektir.
“Vefa” verilen sözü yerine getirmek, taahhütlerini yapmak demektir.
“Ahit” verdiği sözdür. Burada çok önemli husus “Hu” zamirinin raci olduğu husustur. “Men”e raci olur. O halde herkes ahdini yani verdiği sözünü yerine getirmelidir. Kendi kendine nezr etse bile, onu da yerine getirmelidir. Karşı tarafa söz verdiği için değil, kendisi söz verdiği için yerine getirmelidir.
İçtihat müessesesi de buna dayanmaktadır. İçtihat yap ama yaptığın içtihadına uy, sözleşmeyi sen yap ama verdiğin sözü tut. Başkan yaptığın kimseyi dinle, hakem kararlarına saygı göster. Çünkü bunların hepsi senin ahdindir. Bu ahitleri karşındaki insanlara değil, seni uyarana yapıyorsun. Verdiğin her söz, kendi kendine verdiğin söz bile Allah’a verdiğin sözdür. Buradaki zamir Allah’a da gidebilir. Böylece kişilere verdiğin söz Allah’a verdiğin söz anlamında olur.
وَاتَّق (Va ıtTaQAv) “İttika ederse. Kendisini ahitler içinde korursa.”
İçtihatlarla hareket etmek demek, kurallarla hareket etmek demektir. Diğer insanlar senin ne yapacağını bilmelidirler, bu sayede onlar seninle ilişki kurarlar. Yoksa beşeri ilişki olmaz ve topluluk dağılır.
Topluluğu olmayan kişi intihar etmiş sayılır. Sözleşmelere uyulmazsa düzen kalmaz. Yetkililere itaat edilmezse anarşi olur. Hakem kararları olmazsa bir arada nasıl yaşayacağız.? Bunlar sayesinde bizim topluluğumuz, dolayısıyla varlığımız oluşur.
Ümmi de olsa, insana insanlık haklarını tanımazsak, o kimselerin bize saldırma hakları doğar, sonra biz kendimizi koruyamayız. Ahde vefa kendi çıkarımız için gereklidir. Bu sözünde durur derlerse, toplulukta kredimiz olur, her işimizi yapabiliriz. Yoksa kredimiz kesilir ve hiçbir şey yapamaz oluruz.
فَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (Fa EınNa elLAHa YuXıbBu eLMutTaQIyNa) “Allah muttakileri sever.”
Kurallar içinde yaşamak “ittika”dır. Kurallar insanları kötülüklerden korur. Herkes kurallar içinde hareket ederse o topluluk varlığını sürdürür. Kurallar kötü de olsa, kişiler ona göre tedbir alarak kendilerini korurlar. Kuralsızlık ise insanları karanlıklar içinde bırakmak demektir. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez olur. Şeriat yani kurallar kale gibidir. İçine girdiniz mi güvende olursunuz.
Kuralların konması kişilere verilmiş, herkes kendi kuralları içinde yaşamaya zorlanmıştır. Böylece hürriyet de sağlanmıştır. Kurallar içinde hürriyet, kural koyma hürriyeti getirilmiştir.
“Mahabbet etmek” demek, ilgilenmek demektir. Burada çoğul kurallı erkekler çoğuludur. Topluluk kurallara uymalıdır. Kurallara uymayanları halk dışlamalıdır. Yoksa silah zoruyla kurallara uydurma ittika değildir. Bu sebepledir ki kurallara uymayanlar cezalandırılmazlar, dışlanırlar, nefy edilirler.
إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ (EinNa elLaÜIyNa YaŞTaRUvNa) “İştira eden kimseler.”
“Şira” ve “bey’” satma anlamlarındadır.
“Bey’” kelimesi yalnız ticarette değil, bütün sözleşmelerde kullanılmaktadır. Başkan seçilirken yapılan anlaşma da “bey’” sözü ile ifade edilir. “Şereye” “sereya” kelimesi ile akraba olup akma anlamını taşır. “Şira”da kişi alır ve satar. Yani, satmak üzere almışsa ona “şira” denmektedir. Ama kendi kullanması için almışsa buna da “bey’” denir. “Şira”da bir taraf para, diğer taraf mal olabilir. “Para”da misli teslim anlamındadır. “Mebi’”de ise aynı teslim zorunluluğu vardır. “Şira”da kâr amacı güdülmektedir. “Bey’”de ise yararlanma amacı güdülmektedir. Alıcı ve satıcıların ikisinde kazanç amacı varsa semen semen ile satılmış olur. Peşin ahz şartı vardır. Bir tarafta bey’ varsa bu takdirde peşin ahz şartı yoktur. Tecil meşru değildir.
بِعَهْدِ اللَّهِ (Bı GaHDı elLAHı) “Allah’ın ahdi ile ucuz akçe kazanırlar.”
Burada “Allah’ın ahdi” para yerine kullanılmıştır. Semen ise mal olmuştur. Verilen Allah’ın ahdidir. Kazanılan ise kalil semendir. Bir çıkar sebebiyle Allah’ın ahdini bozman demek, Allah’ın ahdini vermek demek anlamına gelmektedir. Ahd, verilen sözdür. Alınan karardır. İnsanlar sözlerinde durmalıdırlar, alınan kararları yerine getirmelidirler. Düzen böyle çalışır.
Bu nasıl sağlanacaktır? Bu eğitimle sağlanacaktır.
Bir kimse eğer beş vakit namazlarını cemaatlerle kılarsa, vakti gelince ahdin nasıl ifa edileceğini bilir. Onun için ahdi yerine getirme alışkanlık halini alır. Cemaate gitme insanı saat gibi zamanında işleri yapmaya alıştırır. Zekât da insanı ahdini yerine getirmeye, borcu ödemeye alıştırır. Oruç ise tamamen insanın iradesini terbiye eder ve sözde durmayı öğretir. Hacca gitmek, ihrama girmek, hareketleri disipline etmek bir eğitimdir. Askeri eğitim de bu amaçla yapılmıyor mu?
“Allah’ın ahdi” demek suretiyle, kişilere verilen veya kendi kendine yapılan ahitler Allah’a karşı ahitlerdir. Çünkü kişi Allah’ın halifesidir.
وَأَيْمَانِهِمْ (Va EaYMANıHıM) “Yeminlerini de.”
Allah’ın ahdine yemini atfetmiştir. Ahitle yemin esasta birdir. İnsan söz vermek zorunda değildir. Yemin etmek zorunda değildir. Ama söz verirse veya yemin ederse yerine getirmelidir.
Ahit ile yemin arasında ne fark vardır? Söz veren kimse elinde olmayan sebeplerle sözünü yerine getirmezse sorumlu olmaz. Mesela, bir alacağı var. Onunla ödemeyi düşünerek birine borç vereceğini vaat etse, alacağını aldıktan sonra borç vermezse sorumlu olur, borç vermeyi vaat ettiği kimseyi zarara sokmuşsa tazmin eder. Vereceğine yemin eden kimse alacağını alamamış olsa da borç vermezse de doğacak zararı yine öder.
Bir kimse bile bile yalan söylerse sorumlu olur. Ama doğru sandığı şey yanlış olursa sorumlu olmaz. Oysa şahitlikte yanlış çıksa şahit sorumlu olur. Ahid ve semeni burada “Ve” harfi ile zikretmesi, birbirinden farklı olduğunu ifade etmek içindir.
ثَمَنًا قَلِيلًا (ÇaMaNan QaLıLan) “Kalil semene satın alanlar.”
Bir şeyi satmak için alırsanız bu “semen”dir. Burada semen mal durumundadır. Çünkü Allah’ın ahdini bozmak semen olarak kullanılmıştır. Çünkü ahdi bozman mal olarak verilemez.
“Kalil” denmiş olmasının sebebi, ahdi bozmanın kötülüğü o kadar büyüktür ki, karşılığında alınan hiçbir değer onunla denk olamaz. Hele yemini bozmak küfürdür. Hayat ile bile karşılanmaz. İşte böylece sözde durmanın ne kadar önemli olduğu böyle anlatılmış oluyor. Allah’a verilmiş söz olarak alınıyor. Bu zamanın günahını ölçüsüz yapmaktadır.
أُوْلَئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ (EuLAEıKa LAvPaLAQa LaHuM) “Onların halkları yoktur.”
“Halk etmek” kumaşı veya deriyi bir şeyi imal etmek için kesmek, ölçümlendirmek demektir. Yahut, toprağa şekil vermek demek olur. Ahlâk demek, kurallı hareket etmek demektir. Dünyada kurallara uymayan kimseler âhirette kuralsızlıklarla cezalandırılacaklardır. Mesela, tatlı biber sanacaklar, acı çıkacaktır. Su içeceğiz derken sirke içecekler. Basit biberdeki yanılgı bizi ne kadar rahatsız eder. Ya bütün yiyecekler öyle olsa, ya giydiğimiz pamuklu biraz sonra kaşıntı vermeye başlasa, biz nasıl yaşarız?
İşte âhirette onların hâli böyle olacaktır. İçtihatla hareket etmek demek, kurallı hareket etme demektir. Sözde durmak demek, kurallı hareket etmek demektir. Bu da ittikadır.
Sûrenin nasıl hep içtihat çevresinde yorumlanacağı burada açıkça anlaşılmaktadır. “Halâka” kelimesi mensuptur. Nefyi cinstir. Asla olmayacaktır demektir. Bu takdirde cennetten asla payları olmayacak demek olur.
فِي الْآخِرَةِ (Fı eLEAvPıRaTı) “Ahirette onların bir halâkı yoktur.”
“Ahir” son demektir. “Ahiret” ise sonraki hayat demektir, öte hayat demektir. Marife olarak geldiği için öldükten sonraki hayat kastedilmektedir. Son hayattır. Ebedî hayattır. Dünya hayatı yakın hayattır. Kıyamet ise geçiş dönemidir. Kâinat bundan 10 milyardan fazla zamandan önce patlamış ve büyümeye başlamıştır. Halen büyümektedir. Galaksiler oluşmuştur. Üç boyutlu uzayımızın yuvarlak olduğu Kur’an’da bildirilmiştir. Acaba dört boyutlu “kürsi” de yuvarlak mıdır? “Kürri” kelimesi ile akraba olarak yorumlanırsa o da yuvarlak olmalıdır.
Sonsuz yalnız Allah’tır. Arşın da yuvarlak olması gerekir. O zaman Kâinat’ın bu büyümesi bir küre yüzeyindeki çemberin büyümesi gibidir. Beş boyutlu uzayda dört boyutlu yüzey üzerinde üç boyutlu uzayımız büyümektedir. Ekvator’a gelince en büyük duruma gelecek, sonra küçülmeye başlayacaktır. Son durumu alacaktır. Doğruya bir noktada değen düzlemde yalnız iki daire çizilebilir. Uzayda ise çok daire çizilebilir.
Beş boyutlu uzayda bir noktada yani kıyamet gününde çok üç boyutlu uzay oluşturulabilir. İşte kıyamet günü iki üç uzay birbirine değmektedir. Uzayımız, cennet uzayı veya cehennem uzayı. Ancak Kur’an’ın bildirdiğine göre, cennet ile cehennem bir duvar ile ayrılacak. Buna göre dört boyutlu uzayın iç kısmı cehennem, dış kısmı cennet olmak üzere, yeniden âhiret uzayı patlayıp gelişecektir.
İşte orada Âhiretin iç yüzünde halâk olmayacak. Yani, iradeleri kısıtlanmış olacaktır. Kurallı hareket etmeyi öğrendikten sonra oradan çıkabilecekler.
وَلَا يُكَلِّمُهُمْ اللَّهُ (Va Lav YuKalLıMuHuMu elLAHu) “Allah onlarla konuşmaz.”
İnsan sosyal bir varlıktır. Başkaları ile konuşmak ihtiyacındadır. Düşmanı da olsa, kavga da etse, konuşmak ister. Sevdiği kimse ile konuşma ise onun en çok istediği şeydir. Saydığı kimse ile sohbet onun için zevk olur. Kişilerin tanınması ve muhatap alınması insan için bir onurdur. Allah âhirette ve dünyada onları muhatap almamaktadır.
Kur’an kâfirlere doğrudan hitap etmez. Mü’minler aracılığı ile söyler. De ki; ey kâfirler, der. Onların okudukları Kur’an, Kur’an sayılmaz. Dinleyenlere secde gerekmez. Âhirette de Allah onları muhatap almayacaktır. Oysa, mü’minlerle ise doğrudan doğruya konuşacaktır.
İnsan için en büyük zevk o görüşmelerde yaşanacaktır. Bu durum hem kıyamette hem de âhirette böyle olacaktır. Bundan dolayı araya almıştır. Yukarıya da atıf olabilir, aşağıya da atıf olabilir.
وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ (Va Lav YaNJuRu EiLaYHıM) “Onlara nazar da etmez.”
Konuşmadığı gibi nazar da etmez. Nazar etmek demek, ilgilenmek demektir.
Onlara ne yapılacağının kuralları konmuş, görevlilere gerekenin yapılması talimatı verilmiştir. Görevliler görünüşe göre hareket ederler.
Oysa her fiil özel şartlarla işlenmiştir. Eğer hükmeden doğrudan ilgilense mazeretleri nazarı itibara alıp uygulamada değişiklik yapar. Oysa görevli sadece konan kurala ruhuna inmeden uyar.
“Allah onlara nazar etmez” demek, onların özel durumlarını değerlendirmez demektir. Ahitleri yerlerine getirmeyenler için söylenen sözler bunlardır.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ (YaVMa eLQıYAvMaTı) “Kıyam yevminde.”
Kıyam yevmi ne zamandır? İkinci patlamadan sonraki zamandır.
Bu iki yoldan olabilecektir. Ya Kâinat’ın çapı küçülüp sıfırlanacak, ya da galaksimizdeki sürtünme sebebiyle bütün yıldızlar bir araya gelip toplanacak ve sıkı baskı sebebiyle yeniden patlayacaktır. O takdirde bizim galaksimiz ayrı Kâinat olacaktır. Onun mekânı büyümeye başlayacaktır. Büyük küre yüzeyi parçalanıp küçük küreler oluşacaktır demektir.
Bunun hangisinin olacağı Kur’an’ın diğer âyetleri okunup tefsir edilirse anlaşılır. Bizim gözlemlerimiz de sonuçlar verebilir. Kıyamet o patlamadan sonra oluşacak ve dünyada toplanmış olacağız. Hesaplarımız görüldükten sonra kimi dört boyutlu kürenin iç tarafına, kimi de dış tarafına gönderilecektir.
وَلَا يُزَكِّيهِمْ (Va Lav YuZakKIyHıM) “Onları tezkiye de etmez.”
“Zekât” temizlemek demektir. Pislikten arındırmak demektir. Beraat ettirmek demek, suçsuz olduğunu ortaya koymak demektir. Affetmek demek, cezasını silmek demektir. Mağfiret etmek demek, cezayı uygulamak demektir.
“Tezkiye” ise cezasını çektirip sonra temize çıkarmak demektir. Suç işlememiş hâle getirmek demektir.
Onlar böyle bir ceza ile cezalandırılıp arındırılmayacaklardır. Âhirette onların halâkları olmayacak. Kendilerine ne muamele yapılacağını bilemeyecekler. Her an bir kötü muamele ile karşılaşacakları endişesi içinde olacaklar. Durumlarını sorup öğrenmek, isteklerini bildirmek imkanını bulamayacaklar. Kıyamette de yani geçiş zamanında da onlarla ilgilenilmeyecek, özel durumları nazarı itibara alınmayacak. Ahitleri yerine getirmeyen kimseler cezaları çekip arındırılmayacaklardır.
Demek ki cezada dört müessese vardır: Biri, suçlu ne yapılacağını bilmelidir. İkincisi, suçlunun her zaman baş vurma ve savunma hakkı vardır, suçlunun özel durumu daima göz önünde bulundurulmalıdır. Hasta ise tedavi edilmeli, yiyecek ve içecek ihtiyacı normal olarak karşılanmalıdır. Suçlu cezasını çektikten sonra da tezkiye edilmelidir. Artık ona suçlu muamelesi yapılmamalıdır.
Bu ceza, hukuk düzenine uyan yani firar etmeyen ve hukuka teslim olan kimseye uygulanacak cezadır. Ama ahitlerini yerine getirmemekle beraber bunu bir de suç saymazsa, o zaman ona askeri uygulama yapılır. Ona yapılanlar hakkında onun dava hakkı olmaz.
Burada hukuk düzenine uymayanlara uygulanacak sistem anlatılmıştır. Bu müşriktir. Hukuk tanımamaktadır. Hukuktan yararlanma hakkı yoktur.
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (Va LaHuM GaÜAvBun EaLIyMun) “Onların elim azabı vardır.”
“Elim azap” demek, sıkıcı azap demektir. Sıkı ayakkabı giyersin, işte o nasıl sıkarsa, o tür azap vardır. Yani, bedene bir şey olmamakta ama insan sıkıntı çekmektedir.
Aslında hapishane böyle bir cezadır. Cehennem de böyle bir cezadır. Bedenî varlıkları korunacak ama sıkıntı duyacaklardır. Bütün bunlar eğitim amacıyla olacaktır.
Şeriat düzeni demek, demokrasi düzeni demektir. İçtihat yapacaksın, ama sonra içtihadına göre hareket edeceksin. Sözleşme yapacaksın, ama sonra sözleşmeye uyacaksın. İşte böyle sözde durma şartı vardır.
Bu âyetler de demokrasinin ikinci ayağını bize anlatmaktadır. Verdiğimiz sözlerde duracağız.
Sözde durmayanların âhiret cezaları anlatılmaktadır. Sözde durmayanlara dünyada verilecek ceza borçlanma ehliyetini kaybetmekleridir. İleri durumda sürgündür. Dünyada zararlar tazmin ettirilir ama ne bedenî ne de mâlî cezalar verilemez.