ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 31
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
هَاأَنْتُمْ أُوْلَاءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلَا يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهِ وَإِذَا لَقُوكُمْ قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا
عَضُّوا عَلَيْكُمْ الْأَنَامِلَ مِنْ الغَيْظِ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ(119)
إِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَا وَإِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا
لَا يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ(120)
هَاأَنْتُمْ (HAv EaNTuM) “İşte siz.”
Tembih harfidir. “Za” bu demektir. “Haza” işte bu demektir. Başkası değil de bu. İşte aradığın bulundu dediğimiz gibi; “Haza” da işte bu, işte siz işaretini vermektedir.
Şimdi siz onları seviyorsunuz, durumunuz budur. Oysa onlar sizi sevmiyorlar diyor.
Bundan önceki âyette “Sizin dışınızda olanları bıtane ittihaz etmeyin.” demiştir. Kâfir olanları demiyor, sizin dışınızda olan Müslimleri ifade ediyor. Yani Yahudileri, Hıristiyanları, Budistleri, Brahmanistleri demektedir. Onlara güvenmeyin. Onlarla dostluk kurun, anlaşın, iş yapın ama bıtane yapmayın. Diğerlerine karşı birilerini tutmayın, tarafsız kalın.
أُوْلَاءِ (EuLAEı) “Sınız”
Türkçedeki “dır”, “sın” yerine haber zamiri kullanılır. Mübtedadan sonra “dır” ve “sın” manâsında haber zamiri kullanılır. “Ente huve alimün/ Sen alimsin” demektir. “Ente ente alimün” denmez, “Ente hüve alimin” denir. Buradaki “Eulai/Ûlâi” de “onlar” anlamındadır. Türkçede “siz” olarak tercüme edilir.
İşte siz osunuz ki onları seversiniz, onlar sizi sevmez. Fiil cümlesini isim cümlesi yapmıştır. Tahsis için kullanılır. “Ente alimün” dersen, sen alimsin olur. “Ente huve alimün” demek, alim olan sensin başkası değildir demek olur. Burada da seven sizsiniz.
تُحِبُّونَهُمْ (TuXıbBUvNaHuM) “Onları seversiniz.”
“Onları seversiniz.” Bu bir haberdir. Emir değildir. Sevmek kalbî bir fiildir, iradî değildir. Senin elinden gelmez, içinden kendiliğinden oluşur. Kuracağınız dostluk ilişkileri zamanla size muhabbeti getirir. Genel olarak siz severseniz, o da sizi sever. Ancak bazen tek taraflı sevgi doğar. İşte mü’minlerin vasfı budur. Müslimleri yani barışçıları sevmektir. Bıtane edinme yasağı onları sevmeyi ortadan kaldırmaz.
Müslimlerle yani Hıristiyan, Yahudi ve Budistlerle her zaman dostluk ve barış ilişkilerini kuracağız. Onlarla iyi geçineceğiz. Ancak bileceğiz ki onlar bizi sevmeyebilirler.
Buradaki “Hum/Onlar” zamiri, bizden olmayan, bizimle sadece barış ilişkileri içinde olan kimselerdir. Acaba savaşta olanları da sevecek miyiz? Evet, savaşta olanlara ğılza yapacağız, güç göstereceğiz, korkutacağız ama babanın oğlunu korkuttuğu gibi korkutacağız. Bizim onlarla savaşımız onları yok etme değil, onları yola getirme ve uslandırmadır. Bizim onlara düşmanlığımız olmayacaktır. Bu miyar çok önemli bir miyardır. Kangren olan kolunuzu kesersiniz; bu kesip atma kola düşman olduğunuzdan değil, diğer kolu kurtarmak içindir.
وَلَا يُحِبُّونَكُمْ (Va LAv YuXıbBUvNaKuM) “Oysa onlar sizi sevmezler.”
Onlar sizi sevmediği halde siz onları seversiniz. Bu özellik mü’minlerin en büyük ayracıdır.
Kur’an; “Biz mü’miniz demeyin, müslimiz deyin; daha kalbinize iman girmemiştir.” diyor.
Acaba bizim kalbimize imanın girdiğini nasıl bileceğiz?
Eğer bizi sevmeyenleri de seviyorsak, işte o zaman kalbimize imanın girdiğini bilmiş olacağız. Herkes kendisini bununla test etsin. Biz kötülerle mücadele etmeyiz, kötülükle mücadele ederiz. Biz düşmanı yenmek için mücadele etmeyiz, düşmanı dost yapmak için mücadele ederiz. Saldırmazsa saldırmayız. Zulmüne sabrederiz. Çünkü bu sayede onlar içinde mü’min olanlar ortaya çıkar.
Kıbrıs’ta 24 Nisan’da yapılan referandumda Rumların “hayır”, Türklerin “evet” demesi bunun bir örneğidir. Avrupa onları tüm Kıbrıs için birliğine alınca işte onların zulmü ortaya çıktı. Bunu yapmaları doğrudur, ama Denktaş’ın söylediklerinin hepsi doğru değildir.
Mü’minin vasıflarını sayarken Kur’an şöyle diyordu:
- Mü’minler her söze kulak verirler, söyleyene değil söylenene bakarlar.
- İyilikte yardımlaşırlar, kötülerle yardımlaşmazlar; iyilerle değil, iyilikte yardımlaşırlar.
- Mü’minler onları sever, onlar ise mü’minleri sevmezler. Eğer iki insan mü’min ise karşılıklı olarak severler demektir.
- Sözleşmelerin tamamına uyarsınız. Yani, sözleşmelerin kiminle yapıldığına bakmazsınız, birbirinden ayırmazsınız. Oysa onlardan Yahudiler, Yahudi olmayanla yapılan sözleşmenin geçerli olmadığı iddiasındadır, Hıristiyanlar da Müslümanlarla yapılan sözleşmeleri tutma zorunluluğu yoktur derler.
Böylece herkes bu kriterlere dayanarak kendisinin mü’min olup olmadığını kontrol edebilir.
وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهِ (Va TuEMıNUvNa BiLKıTAvBı KulLıHı) “Kitabın küllisine inanırsınız.”
Kitab’ın küllisi ile kendinizi veya herkesi güven altına alırsınız. Buradaki kitaptan maksat gökten gelen kitap ise; biz bize indirilene de, bizden önce indirilene de iman ediyoruz. Onlardan yararlanıyoruz. Çünkü biz her söze kulak veririz. Onlar ise bizim Kitabımıza inanmıyorlar. Makul olan bizim onları sevmememiz, onların bizi sevmeleridir, böyle olması gerekir. Ama gerçek ise tersidir. Çünkü onlar kendi kitaplarına da inanmıyorlar.
Bütün bunları söylerken “Onlar bir değildir.” âyetini hiçbir zaman unutmamalıyız.
İşte Kur’an yorumlanırken başka âyetlerle yorumlamak bunun için gerekmektedir. Yoksa hatalı anlarız.
“Kitabın küllisine inanmak” demek, ilahi olsun olmasın, yapılan bütün sözleşmelere inanırlar, onlara saygılıdırlar, uyulması gerektiği görüşündedirler. Herkesi kendi kanunlarına ve kendi içtihatlarına bırakırlar. Onları bizim kanunlarımıza veya bizim içtihatlarımıza uymaya zorlamazlar.
İşte barışın yani İslâmiyet’in temeli budur, özgürlük budur, demokrasi budur. Yoksa “sen benim kanunlarıma tâbi ol” derseniz, işte zulüm budur. Kıbrıs’ta olduğu gibi; dokuz bin sayfalık plan yazıp ondan sonra da karar merkezlerini çalıştırmamak adalet değildir, zulümdür.
Bunun başka bir manâsı da, sözleşmeyi kiminle yaparsanız yapınız, ayırt etmeksizin siz sözleşmeye uyarsınız. Onlar ise insanları gruplara ayırt ederek kimileri ile yaptıkları sözleşmeleri nazarı itibara almazlar, çifte standart uygularlar. Demek ki mü’minin dördüncü tutamağı da budur.
وَإِذَا لَقُوكُمْ قَالُوا آمَنَّا (Va EıÜAv LaQUvKuM QavLUv EavManNAv)
“Size lıka ettiklerinde iman ettik derler.”
Sizinle beraber oldukları zaman lâik olduklarını, bütün dinlere dolayısıyla bütün kitaplara saygılı olduklarını söyler ve sizi kendileriyle bir tutarlar. Oysa onlar daima nifak içindedirler. Aralarında farklı düşünürler, sizinle oldukları zaman ise farklı muamele yaparlar.
Kıbrıs’ta Rum ve Türklere uygulanan farklı muamele bunu açıkça gösterir. AB’nin Yunanlılara ve Türklere uyguladıkları farklı muamele bunları gösterir. Görünürde Türklerle Yunanlıları bir tutuyorlar, görünüşte Kıbrıs Türkleri ile Kıbrıs Rumlarını bir tutuyorlar. Ama birçok defalar buğuzlarını ağızlarından kaçırıyorlar. Bu âyet sanki 21. yüzyılda Kıbrıs Türkleri ile Kıbrıs Rumları için inmiş gibidir.
Birbirlerine düştükleri zaman sizinle ittifak edip kendilerini korurlar. Sonra bir bakarsınız ki birleşmişler ve birlikte sizi ezmekle meşguller. Oysa mü’minler adildirler. Yakınları da olsa onları kayırmazlar. Haklıya haklı, haksıza haksız derler.
وَإِذَا خَلَوْا (Va EıÜAv PaLAv) “Halv ettiklerinde, başbaşa kaldıklarında.”
Mü’minlerin bütün toplantıları açıktır. Dost düşman herkes onların görüşlerini, isteklerini takip eder. Çünkü içleri ne ise dışları da odur. Oysa onların bütün işleri fitne fesat olduğu için toplantılarını hep gizli ve kapalı yaparlar. Orada kendilerine göre planlar hazırlarlar.
İzmir’e ilk geldiğimde (1960’lı yıllar) İslâmiyet’e yakın olanlarla hep beraber idik. Baktım, bazı kimseler benimle konuştuklarını diğer kardeşlerimizle konuşmuyor, hep ayrı ayrı ilişki kuruyor, herkesle ayrı ayrı buluşuyorlardı. Biz üç kişi çok samimi olmuştuk. Bunlardan biri tarikatçı idi. Ben o zaman tarikata karşı idim. Büyüğümüz olan üçüncü kişi ikimizi idare ediyordu. Bir gün onunla ikimiz beraberdik. Bana tarikatlar aleyhinde sözler söyledi. Benim gibi düşündüğünü söyledi. Ama ben bunu onun yanında söylemem dedi. Ben de, “Şimdi senin ona da bana söylediğin gibi söylemeyeceğini nereden bileyim?” dedim.
İşte kardeşlerime hep bunları söylüyor ve uyarıyorum: Herkesin yanında söyleyemeyeceğinizi kimsenin yanında söylemeyiniz. Sonra yalan söylemek zorunda kalmayınız. Yalan söylemiyorsan kötülük yapamazsın. Kapalı toplantıları yapmayınız. Her türlü toplantılarınız açık olsun. Bu sizleri herkese sevdirir. Siz onlara güven sağlarsınız.
عَضُّوا عَلَيْكُمْ (GawWUv GaLaYKuM) “Size addederler.”
“Gadud” bilek demektir. Bilek güç anlamına gelir. Üzerinizi bileklerler, yani güç gösterirler.
Yani, kendi başlarına kaldıkları zaman güçlerini sizin aleyhinizde birleştirirler demektir.
Onlar aslında kendi aralarında da bir değildirler. Sadece size saldırıda bir olurlar.
الْأَنَامِلَ
“Enamil” karıncalar demektir, daha doğrusu karınca kümesi demektir. “Nemle” ise bir karınca demektir. “Neml”in çoğulu “Enamil” kelimesini parmakların yanları olarak yorumlamak zordur.
“Neml” işaret parmağı olabilir ve işaret parmaklarını size uzatırlar, hedef olarak sizi gösterirler demektir. Bu uzatmanın gayzdan ileri geldiği de bundan sonra ifade edilmiştir.
“Neml” karınca olduğu gibi karınca yuvası anlamına da gelir. Karınca yuvasına benzetilerek “namlu” kelimesi kendisinden ok veya mermi atılan boru veya oluk olabilir. Türkçede kullandığımız “namlu” kelimesi de buradan gelmektedir. O halde kendileri başbaşa kalınca namlularını size çevirirler demek olur. Böylece siperde yerleştirilen topların namluları sizin üzerinize çevrilmiştir. Bu namlu ne zamandan beri çevrilmiştir?
Müslümanlar Suriye ve Mısır’ı daha halifeler zamanında Bizans devletinden aldılar. O günkü Katolikler bundan hoşlanmışlardır. Bizans yıkılacak ve Ortodokslar bize dönecekler diye işte o günden bugüne kadar namlular Müslümanlara çevrilmiştir. 731 yılında Tarık b. Ziyad Endülüs’e ayak bastıktan sonra oluşturulan Haçlı ordusu sonunda Müslümanları oradan kovmuştur. Diğer taraftan 1071 yılında yapılan Malazgirt Muharebesinden beri namlular Türkiye’ye çevrilmiştir. Nitekim geçen yüzyılın başında Sakarya’ya kadar geldiler.
Batı bu büyük projesinden vazgeçmemiştir. Ne var ki başka dengeler ortaya çıkmıştır. Batı dünyası Avrupa ve Amerika diye ikiye bölündü. Sovyetler dağılmakla beraber Ortodoks güç olarak devam etmektedir. Çin ise gittikçe güçlenmektedir. Güney Amerika ile Kuzey Amerika arasında da ayrılık devam etmektedir. Ama kendi aralarında halvette olunca namlular İslâmiyet’e yönelir.
مِنْ الغَيْظِ (MiNa elĞaYJ) “Ğayzdan.”
“Ğayz” kelimesi ile “ğılz” kelimesi arasında benzerlik vardır. “Ğılz” sert çıkıntı demektir. Başkaları seni azimli görecek, sert bulacak ve sana saldırmaktan vazgeçecektir. Savaşta ğılz göstermek emredilmiştir. Düşmanlar seni yumuşak bulmamalıdırlar. Biz buna istediğimizi yaptırabiliriz dememelidirler.
“Ğayz” ise görünür sertlik değil de, bir balonun sıkıştığı zaman basıncını artırması benzeri bir sertliktir. Batı dillerindeki “gaz” kelimesi ile akrabalık kurulabilir. Görünmezler ama serttirler.
Düşmanı yok etmek isterseniz “gayz” ile hareket etmek akla daha yakındır. Ama düşmanı sindirmek veya yola getirmek isterseniz o zaman da “ğılz” kelimesi daha uygundur. Gayzdan oluşan namluları size yöneltirler demektir. Bu ifadeler “Tuhibbunehum velâ yuhıbbuneküm/ Siz onları seversiniz onlar sizi sevmez” âyetinin bir açıklamasıdır.
قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ (Qul MUvTUv Bi ĞayJıKuM) “ ‘Gayzınızla mevt ediniz.’ diye kavlet.”
“Gayzınız sebebiyle ölün.” demektir. Yani, gayz sonunda onları helâk eder. “Öleceksiniz” denmiyor da “ölünüz” deniyor. Biz barışta onlarla dostluk içinde, savaşta gılze içinde oluruz. Onlar ise barışta nifak içinde savaşta gayz içinde olurlar. Arada sırada izhar ettikleri gayzlarına vereceğimiz cevap bunları hatırlatmaktır.
Biz Anadolu’yu aldığımızda Rum ve Ermenilere dokunmadık, onları sekiz dokuz asır huzur içinde yaşattık. Onlar ise ilk fırsatta bize Sevr’i dayattılar ve arkasından soykırım yapmaya başladılar. Böylece bin senelik gayzlarını kustular. Sonuç ne oldu? Kendi gayzları içinde öldüler. Anadolu’dan göç edip gittiler. Şimdi de utanmadan bize diyorlar ki; “Siz soykırımı yaptınız!” Nitekim Kıbrıs’ta da durum aynen böyle oldu. Soykırımına giriştiler ve kendileri Kuzey Kıbrıs’ı kaybettiler. Şimdi de yine gayzları devam ediyor. Yeni Sevr peşindeler, Kıbrıs’ta yeni soykırımı peşindeler. Bu onların ölmelerine sebep olacaktır.
Biz “ölme” ile “geberme” kelimelerini kullanırız. Araplar “vefat” ile “mevt” kelimelerini kullanır. “Ölme” ile “mevt” iki dilde ortaktır. Arapçada şerefli ölüme “vefat”, Türkçede şerefsiz ölüme “geberme” denir. Türkçede şerefli ölümün karşılığı yoktur, Ruhunu teslim etti derler. Arapçada da şerefsiz ölüm karşılığı yoldur. “Kahr” kelimesi ile ifade edebilirler. “Geberin” şeklindeki tercüme uygun değildir.
إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ (EınNa elLAHa GaLIyMun) “Allah bilmektedir.”
“Alîm” kelimesi marife gelmiştir. Allah bilir, başkaları da bilebilir demektir.
“Sadır” baş demektir. Baş içinde bilgisayarlarda olduğu gibi devreler vardır. Bütün zihinsel olaylar orada cereyan eder. Ruh buradaki yazılanları okuma kabiliyetine sahiptir. O halde insanlar bildiği gibi Allah da bilir demektir. Yani, daha söz hâline gelmeden önce bilir demektir. Melekler de bunları okuyabilirler. Allah bunların arasında bilir. “Sadırlar” marife geldiği için hepsini bilir anlamına gelir.
بِذَاتِ الصُّدُورِ (Bı ZavTı elÖuDUvRı) “Sadırların zatını bilir.”
Buradaki “Bi” kelimesi, sadırların zatı ile bilir demektir. Nasıl kitapta yazılanları kitap sayesinde bilebilirsek, beyinde yazılanları da O bilir. Yani, Allah insanların beynini tam olarak okur demektir.
Allah okumadan bilmez mi ki böyle ifade etmektedir. Allah’ın iki yanı vardır. Biri kendi zati yanıdır. Onu bizim bilmemiz ve anlamamız mümkün değildir. Orada “La mevcude illa HU”dan başkası ile bir açıklama yapamayız. “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” dendiği zaman orasına işaret etmektedir.
“O dilemedikçe” sözü ona aittir. Bizim dilememiz bize aittir. Nasıl oluyor da onun dilemesi bizim dilememizdir. O dilediyse bize dileme kalır mı? O dilemiştir. Kalır, çünkü o dilememizi dilemiştir. Allah’ın okuması bizim bilgimiz dahilinde bir dilemedir. Yani, Allah öyle işler yapar ki o sadırda olanı okuyan kimsenin yapması gibi yapar demektir. Yoksa zaten o şeyleri kendisi yazmıştır veya yazdırmıştır. Burada insanlığın da bunu bileceği ifade edilmiş oluyor. Gerçekten gayzları bir gün sırıtır ve insanlık gerçekleri öğrenir.
Nitekim 24-25 Nisan 2004 tarihlerinde yapılan referandum vesilesiyle Kıbrıs’ta öğrenilenler bunlardır.
إِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ (EıN TaMSaSKuM XaSaNaTun) “Eğer size hasene messederse.”
“Hasene” iyilik demektir. “Hayr” daha çok maddî iyiliktir, “şer” maddî kötülüktür. Oysa “hasen” sosyal iyiliktir, “süe” de sosyal kötülüktür. Ekonomik iyiliğe “hayr”, sosyal iyiliğe “hasen” denmektedir. “İhsan” sosyal iyiliği yapmak demektir. İhsandan sonra “ita” emredilmiştir. Hayrı vermek ita ile ifade edilmiştir. Sosyal ihsan, barış içinde olmak, huzurlu ve sükunlu bir hayat sürmektir, sevgi dolu bir topluluk olmak demektir.
Savaşı kazanmak hasen ile ifade edilmektedir. Siyasi zafer de hasenedir. AK Parti Kıbrıs’ta rizikoya girdi ve zafer elde etti. Kıbrıslı Rumlar da kabul edip “evet” deselerdi, Kıbrıslı Türkler birkaç yıl sonra olmayacaklardı. Bu durum Batılıları üzmüştür. Oysa Türkler “hayır”, güneyliler “evet” deseydiler Türkleri daha çok ezme imkanını bulacaklardı. Ancak Allah korudu. “Sevr” dayatmasında da Rum ve Ermeniler rahat dursalardı Sevr kabul edilecek, zamanla Türkler Endülüs’te olduğu gibi yok olacaklardı. Onlar Türklere “hayır” dedirtmek için göstermelik kampanya yaptılar ama sonunda kampanya ciddi oldu ve onları zor duruma düşürdü.
تَسُؤْهُمْ (TaSUEHuM) “Onlara sevet eder. Onların hoşuna gitmez.”
Mü’minler kendileri iyi olmak isterler, karşı tarafın da iyi olmalarını isterler, iyilikte birlikte yaşamlarını isterler. Diğerleri ise karşı tarafın kötü duruma düşmesini, o durumdan yararlanarak onları hakimiyetleri altına almalarını veya yok etmelerini isterler. Bunları mü’minlerin bilmesi gerekir, ona tedbir alması gerekir. Yoksa mü’minler imanlarından vazgeçecek değildirler. Onlar karşı taraf için iyilik istemeye devam edeceklerdir.
وَإِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ (Va EıN TuÖıBKUM SayYıEaTün) “Size bir seyyie isabet ederse.”
Burada ve yukarıda “hasene isabet ederse”, “seyyie isabet ederse” kelimeleri kullanılmıştır. “Esa’tüm” ve “Ahsentüm” kelimeleri kullanılmamıştır.
“İsabet” beklenmeyen bir şey demektir. Beklemezsiniz ama o birden olur, buna “isabet” denmektedir. Bu kelime hayır için de şer için de kullanılır. Mesela, Türk milleti İstiklâl Savaşı’ndan sonra birden dinine ve inançlarına karşı saldırıya uğrayacağını hiç hesap etmemişti. Saltanat gidebilirdi. Halifelik gidebilirdi. Bunu hissedenler olurdu. Ama tarikatların yasaklanacağını, medreselerin kapatılacağını, zorla başka kıyafetler giydirileceğini, Arap harflerinin terk edileceğini hiç aklına getirmemişti.
Mü’minlere isabet eden bu durum karşı tarafı sevindirmişti. Oysa bu mü’minlerin daha güçlü ve bilgili olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur. “Misak-ı millî” bekleniyordu ama “Sevr” beklenmiyordu. Bunlar isabet olmuştur. Rumlar Anadolu’dan sürüleceklerini hiç düşünmüyorlardı.
يَفْرَحُوا بِهَا (YafRaXu BıHAv) “Ferahlanırlar.”
“Ferah” bir kimsenin kendisini güvende hissettiği zaman duyduğu sevinçtir. “Falah” çiftçilik demektir. Tarlası, bahçesi, çiftliği olan kimse felahtadır, yani güvendedir. Ekonomik güvendedir. Ekini ekip de başaklar sarınca artık beklediği ekonomik güven kendisine gelmiştir. Ekinini kuraklıktan, hastalıktan, doludan ve hayvanlardan korumuştur. Hep endişeli günler ve geceler geçirmiştir.
İşte size bir kötülük dokunursa onlar da bundan ferahlanırlar. 1960 ve 1980 ihtilalleri, 1971 ve 1997 müdahaleleri onları sevindirmiştir. Ama Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın, Erbakan’ın ve Tayyib Erdoğan’ın zaferleri onları üzmüştür. Batılılar görünürde sevinmişler, ama baş başa kalınca gayzın namlularını partiye çevirmişlerdir. AK Parti bunun bilincinde midir, değil midir? Şimdilik bilinmiyor.
وَإِنْ تَصْبِرُوا (Va EıN TaÖBıRUv) “Sabrederseniz.”
İşte mü’min olmayanlar yani diğerlerinin bazıları böyle gayz içinde ve saldırı halinde iken ne yapacaksınız? Birinci olarak sabretme emredilmiştir. Neye sabredeceğiz? İmanda sabredeceğiz. Yani, onlardan korkup onlara teslim olmayacağız. Adil anlaşmalara, hakem kararlarına evet diyeceğiz. Hakemler haksızlık yapsa da Allah bizi korur. Hakem kararlarına uymalıyız. Demek ki sabretmek demek değişmemek demektir.
AK Parti çok büyük hata yapmıştır demiştim, kendisini suçlu göstermiştir. Oysa Kıbrıslılar baştan beri haksız değildir. Millî Görüşçüler de haksız değillerdi. O kadar belediyeleri ellerinde bulundurdular, kim onlardan şikayetçi oldu? Nerede başarısızlığa uğradılar? Hükümete ortak oldular, hükümet oldular, nerede zulüm yaptılar? Tam tersine, onlara hep zulmettiler. Değiştim diyorsa, teslim oldum diyor. Teslim olduysa niye hanımları başlarını açmıyor? Niye içki kadehleriyle sarhoş olmuyorlar? Niye balolara gidip dans etmiyorlar? Niye hâlâ namaz kılıyorlar? Ne değiştiler ki? Tayyip ne değişti? İstanbul Belediyesi’nde yaptıklarından neyi farklı yaptı?
İşte sabretmek bu nevi yalpalamayı yapmamak demektir. AK Parti’nin başarı veya başarısızlığının sebebi bu olacaktır. Kötü bir şey yapıyorsak elbette değişeceğiz. Ama iyi şeyleri bırakmamak sabretmektir. AK Parti değişti - değişmedi kavgası var. İki tarafta da çıkıp şunları değiştirdi diyen yok, yahut değiştirmedi diyen yok. Sayın Erbakan’a karşı saygısızlık demiyorum, saygı eksikliği dışında değiştikleri tek adım görmüyorum.
Avrupa Birliği saldırısı da Kıbrıs saldırısıdır. Karşı tarafı tongaya düşürme oyunudur.
Sabrın ikinci tarafı ise onları sevmekten vazgeçmemek, onlar için iyilik etmekten vazgeçmemek, barış elini uzattıklarında istemeden olsa da uzatmaktır. Denktaş hep doğru söylüyordu. Ama bizim yapacağımız onların uzatacağı barış eline karşı elimizi uzatmaktı.
وَتَتَّقُوا (VaTatTaQUv) “İttika ediniz.”
“İttika ederseniz” demek, korunursanız demektir. Şeriatın kararları dışına çıkmayacaksınız, sözleşmelerde duracaksınız, hükmettiğiniz zaman adil olacaksınız; bunlar “ittika”dır. Sabredilecek, hakta direnilecek, ondan sonra da gerekli tedbirler alınarak barışın gelmesi, iyiliğin gelmesi için çalışılacaktır.
Medine’de bu hükümlere uyulmuştur. Onlar bir zarar vermemişler ve İslâmiyet dünyaya yayılmıştır.
Şimdi “Adil Düzen”le de ikinci defa her yere ulaşacaktır. Herkes Kur’an’a inanmayacak ama her yer “Adil Düzen”i kabul edecektir. Çünkü kendi dinlerinin de düzenidir.
Siyaset yaparken, iş yaparken basit ve görünür güçlere değil, şeriata inanılacaktır.
“Faiz dünyanın gerçeğidir!” diyor, Tayyip. Ben o zaman hayatta olmayabilirim, o ise hayata olur; faizin dünyadan nasıl def edildiği o zaman görülecektir. Allah mı daha çok biliyormuş yoksa dünya mı, elbette görülecektir. Onun dünya dediği Amerika’daki ikiyüz kişilik sermayedir. Bu ikiyüz sermayedarın gücüne inanıp Allah’ın gücünü küçümsemek şirktir. Bizi AK Parti adına korkutan da budur.
لَا يَضُرُّكُمْ (Lan YaWurRuKuM) “Size zarar vermez.”
Onların keydleri size zarar vermez. Sabredeceğiz.
Türk milleti sabretti. İstiklâl Savaşı’nı yaptı. Onlar bize ne zarar verebildi? İnkılâplar yaptık. İnkılâplar bize güç kattı. Onlar bizi İslâm âleminden koparacak, Batıdan da uzak tutacak, böylece yok edeceklerdi. Batıdan uzak tutacaklardı, çünkü bize Hıristiyanlığı değil de din düşmanlığını önerdiler. Biz ne yaptık? Hem Türkiye’yi İslâmlaştırdık, hem de İslâmiyet’i bırakmadık; ama Batıyı da öğrendik. Şimdi biz Osmanlılardan çok daha ileri, hattâ daha güçlü durumdayız. Yöneticilerin gafletiyle bizi yıksalar bile, II. Cumhuriyeti kurma gücüne ermişizdir. Tarihin bir deneyimini ifade eden “Gençlik Hitabesi” bizim için ibret olmaya devam ediyor.
Bugün en çok ezilmiş olanlar Adil Düzencilerdir. Akevler mefluç bir vaziyette sessiz duruyor. Millî Görüşçüler “Adil Düzen”i terk etmiş ve iflas emiş durumdadırlar. AK Parti bu tarafa başını çevirip bakamıyor. Bizi görmek bile onu korkutuyor. Ama Adil Düzenciler sabrediyor; ittika da ederlerse onlara bir zarar gelmez.
كَيْدُهُمْ (KaYDuHuM) “Onların keydleri.”
Onların keydleri. Sermayenin keydi. Nedir bu keyd?
“Adil Düzen”i suç gibi gösterip çevreyi onlardan korkutmak… Basını ve yayını korkutup yokluğa mahkum etmek… Adil Düzencilerin görüş ve düşüncelerini duyurmamak... İnterneti tahrip etmek... Toplantılara Adil Düzencileri çağırmamak… Bu yolla “Adil Düzen”i yok etmek…
Behey gafiller! “Adil Düzen” bizim düzenimiz değildir ki. Bu Kâinatı var eden, insanlığı yeryüzüne halife kılan, peygamberleri gönderen ve Kur’an’ı indirenin nizamıdır. Hak nerede ve ne zaman mağlup oldu da şimdi mağlup olacaktır? En yakın tarihteki Sovyetler size ders olmuyor mu? Türkiye’deki CHP size ders olmuyor mu? Din düşmanlığını bırakan DSP birinci oldu, sonra başörtüsüne saldırdı ve sıfırlandı. CHP “Anadolu solu” dedi, Meclis’te ikinci tek parti oldu, sonra başörtüsü krizi yarattı, şimdi ne durumda!
Onlara değil de; Adil Düzencilere, Millî Görüşçülere şaşarım; mürtetlerine de şaşarım!
Burada “Onlar size zarar vermezler” denmiyor; “Keydleri zarar vermez” deniyor. Yani, bu tür keydler kendilerine döner. Sakın ha siz böyle keydlere girişmeyin.
Bizi demokrasi düşmanları olarak gösteriyorlar, sonra da demokrasi düşmanlarının demokrasiden yararlanma hakları yoktur diyorlar. İkinci cümle doğrudur. Birinci cümle tam tersinedir. Onlar demokrasi düşmanıdırlar. Ama böylece kuralı onlar koyuyor. Onların demokrasi düşmanı olduğu anlaşılınca kendi kendilerini idam etmiş olurlar. YÖK başkanı böyle idam fermanını ilan etti. İki türlü iktidar varmış; siyasi iktidar yani demokratik iktidar, bir de devlet iktidarı yani silahın iktidarı. O halde bu zatın demokratik düzende yaşama hakkı yoktur. Ama biz yine de başka suç işlemezse, sadece sözlerinden dolayı kimseyi rahatsız etmeyiz.
شَيْئًا (ŞaYEan) “Hiçbir şey.”
Yani, hilelerle yapılan tuzaklara karşı biz sabırlı ve ittika eder olursak bize zarar veremezler. Bize bir zarar geliyorsa, keydlerinden değil de, ya diğer hareketleri ile getiriyorlar, ya da biz sabırlı ve muttaki değiliz.
Onların keydleri bir de kanunlarda yapılmıştır. Din yasaklanmış, komünistlik de yasaklanmıştı. Komünizmi şöyle tarif ettiler. Komünizm, zorla iktidarı ele geçirmek veya geçirdikten sonra inmemektir. Öyleyse komünizmin demokrasiden yararlanma hakkı yoktur, yasaklanmalıdır. Bir de Müslümanlar böyle yapar; bunlar da iktidarı zorla değil din ile ele geçirir sonra inmezler! Bunlar da yasaklanmalıdır!
Peki ama niye aynı maddede yasaklanmadı da ayrı maddelerde yasaklandı. Çünkü hedefleri şimdilik bu bahane ile dini yasaklamaktı. Ama onu araç olarak kullanıyorlardı. Yarın o maddeyi kaldıracaklardır. Sonra Anayasalara yine ayrı ayrı madde olarak soktular. Sonra hile yaptılar. Komünizmi yasaklayan maddeyi mü’minlere onaylattılar, dinle ilgili olan maddede ihanet ettiler. Böylece hedeflerine ulaştılar.
Dini yasak devam etti, komünizm serbest oldu. Yani, bu memlekette fikren ihtilali savunabilirsiniz, bu serbesttir, ama dini savunamazsınız. 163. madde kalktı, başka kanunun 8’inci maddesine kılıf giydirdiler ve hâlâ zulümleri devam ediyor. Niçin? Çünkü biz sabretmiyoruz, biz ittika etmiyoruz.
Hâlâ faizli işletmelerimiz, vergi kaçırmaları, rüşvet ve Allah’tan başkasından korkma devam ediyor.
Türk milleti “Adil Düzen”i benimsemek zorundadır. Benimsemezse ne olur? “Yestebdil Kavmen gayraküm” olur; yani, Allah bizim yerimize başka kavmi getirir. Bu ne zaman olacak? Adil Düzenciler kalmadığı zaman olacak. AK Parti ve Türkiye bizim varlığımızla vardır. Allah’a hamd etmelidirler.
إِنَّ اللَّهَ (EınNa elLAHa) “Allah”
Keydleri size bir zarar vermez.
İnsanlar tarihi kendilerinin yazdıklarını sanırlar, oysa tarihi Allah yaratmaktadır. Kâinatı tetkik ettiğimiz zaman her şey kurallarla cereyan eder. Ama hiçbir şey birbirine benzemez. Dünyamız var, ayrıca sekiz gezegen daha var. Bunlardan hiçbiri dünyaya benzemez. Eğer bu gezgenler tesadüfen var olsalardı, bizim dünyamız da onlar gibi bomboş olurdu. Allah hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır.
Burada “EınNa/İnne” getirilerek Allah’ın her şeyi ihata etmiş olduğunu ifade etmektedir.
Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan da bilgisiyle gerek Kâinatı, gerekse tarihi genel olarak kavramaktadır. Allah’a inanmak istemeyenler de Kâinat’ın nasıl düzen içinde olduğunu, müsbet ilim ile bu Kâinat’ın nasıl kavrandığını bilmektedirler.
بِمَا يَعْمَلُونَ (BıMAv YaĞMaLUvNa) “Onların amel ettiklerini.”
Onlar neyi amel ederlerse onu bilmektedir. Yani, onların keydleri bir sonuç vermeyecektir. Size zarar vermeyecektir. O’nun takdiri ne ise o olacaktır.
Allah yeryüzüne Hıristiyan ve Müslümanların hakim olacağını irade etmiş ve öyle olmuştur. Osmanlılar Viyana’ya kadar gitmişler ama Viyana’dan geri dönmelerini irade etmiş, o sebeple Kırımlılar onların tarafı olmuşlar ve geri çekilmeye başlamışız. Eğer Kırımlılar onlar tarafı olmasalardı, şimdi belki Avrupa yoktu. Bugünkü uygarlık da doğmamış olacaktı. III. Bin Yıl Uygarlığı olmayacaktı. “Adil Düzen” ortaya çıkmayacaktı.
Benzer şekilde Sakarya’ya kadar gelen Rumlar geri dönmüşler, böylece yok olan imparatorluk Cumhuriyete dönüşmüştür. Aslında 1997’de kurulacak İsrail imparatorluğuna ateist bir Türkiye’yi yem yapmak için Yahudiler Türkiye’ye yardım ettiler. Ama sonuç ne oldu?
1997’de 28 Şubat darbesi başarılı olmadı. Refah Partisi gitti ama yerine AK Parti geldi.
İsrail Filistinlilerle olan sorununu çözemedi. İran-Irak Savaşı sonuç vermedi.
Irak Savaşı hedefine ulaşamadı. Fransa ve Almanya birleşti. Böylece Avrupa Birliği kuruldu. Rusya ve Çin onları destekledi. Sonuç olarak Irak’ta hedefe ulaşılamadı; ulaşılamayacaktır…
Onların planları çalışmayacaktır. Yeter ki biz Adil Düzenciler sabredip ittika edelim.
Tarih Avrupa ile İslâm’ın arasında, yani Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında akıp gidecektir.
Dolayısıyla Kur’an genel olarak bu akışı anlatmaktadır.
مُحِيطٌ (MuXıOun) “İhata etmiştir.”
“Hayt” çeper demektir.Allah onların amellerini kuşatmıştır. Yani, onların hareketleri sınırlıdır. Bir yere kadar keyd yaparlar, ama ondan sonra keydleri bir sonuç vermez. Onların başarıları sınırlıdır.
Uygarlıklar akıp gidecektir. Hak uygarlıkları insanlığa hep üstün olacaktır. Ancak nasıl mecliste iktidarın yanında muhalefet varsa, onun gibi Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında böyle iktidar-muhalefet düzeni oluşturulmuştur. Nasıl Amerika’da iki parti varsa, dünyada da iki uygarlık sözkonusudur. İktidarlar birinden diğerine geçmektedir.
Miladi bin yılların başlarında Kur’an ehli, ortalarında da İncil ehli hükümran olacaktır. Bugünkü onların durumu budur. Hukukta ve yönetimde Müslümanlar ileri adımlar atacaktır, teknikte ve ekonomide onlar ileri adımlar atacaklardır. İnsanlığın ömrü böylece tamamlanacaktır.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 32
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ غَدَوْتَ مِنْ أَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِنِينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(121)
إِذْ هَمَّتْ طَائِفَتَانِ مِنْكُمْ أَنْ تَفْشَلَا وَاللَّهُ وَلِيُّهُمَا وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ(122)
وَلَقَدْ نَصَرَكُمْ اللَّهُ بِبَدْرٍ وَأَنْتُمْ أَذِلَّةٌ فَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ(123)
إِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنِينَ أَلَنْ يَكْفِيَكُمْ أَنْ يُمِدَّكُمْ رَبُّكُمْ بِثَلَاثَةِ آلَافٍ مِنْ الْمَلَائِكَةِ مُنْزَلِينَ(124) بَلَى إِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هَذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ بِخَمْسَةِ آلَافٍ مِنْ الْمَلَائِكَةِ مُسَوِّمِينَ(125)
وَإِذْ غَدَوْتَ مِنْ أَهْلِكَ (Va EıÜ GaDaVTa MıN EaHLıKa) “Hani ehlinden gadvetmiş idin.”
وَإِذْ (Va EıÜ) Bundan önce en yakın geçen “İz” 102. âyettedir. Oradaki âyette “Hani siz aduv (düşman) idiniz.” denmektedir. Şimdi de “Hani sen mü’minleri kıtale hazırlamak için evinden erkence ayrılmıştın.” diyor. Allah o zaman da kalplerinizi telif etmişti. Allah’ın nimetiyle kardeş olmuştunuz…
Bir topluluk iki türlü parçalanır. Bunlardan biri; rahat oldukları zaman veya kıtlık içinde oldukları zaman birbirleriyle kavga etmeye başlarlar. Bu iç nedenlerden dolayı dağılmadır. Diğeri ise; dışarıdan tehlike gelmeye başladığı zaman herkes sıvışır ve insanlar birbirlerinden ayrıldıkları zaman dağılırlar. İşte Allah eğer isterse bir topluluğu böyle iç ve dış dağılmadan kurtarıp bir araya getirir. Allah’ın nimetiyle kardeş olurlar.
Mekke mü’minleri böyle kardeş olmuşlardır. Kur’an onları kardeş yapmıştı. Sonra Medineliler de onların kardeşliğini görerek kısa zamanda onlara katıldılar.
Adil Düzenciler olarak böyle kardeş olmamız için bu derslere devam etmemiz gerekmektedir. Bu dersleri günlük dersler hâline getirmemiz gerekir. Onlar işte o duruma geldiklerinde İslâm düzeni için savaşıp ölmeyi göze aldılar. Unutmayın, bu hicretten sonra olmuştur. Hicret savaşmadan çok daha büyük olaydır.
غَدَوْتَ مِنْ أَهْلِكَ (ĞaDavTa MıN EaHLıKa) “Ehlinden gadvetmiştin.”
Her dilde deyimler vardır. Bu deyimlerin ayrı ayrı lügat manâları farklılıklar gösterir.
“Ğadavta” tek başına kullanıldığı zaman beslendin, gıda aldın anlamındadır. Ancak harfi cerlerle gelen fiiller değişik manâlar alabilir. Şöyle ifade edelim.
“ĞaDAEa” Sabah yemeği demektir. Kuşluk vakti demektir. Kuşlar sabah erken horozların öttüğü zaman otlamaya çıkar. Sıcaklar bastırınca yuvalarına çekilirler. Bu arada yenen yeme “gıda” denmektedir. Sonra besin anlamına gelmiştir. Fiil olarak kullanıldığında aynı şekilde çekilir. Ondan sonra gelen masdarla manâları ayırt edilir. “Ğadaen” dersen, sabahladın demek oluyor; “Ğıdaen” dersen, beslendin olur.
“Min” kelimesi başlangıç ifade eder. Sınırdır yani fiilin içine dahil değildir. “İla” gibidir. Ehlinden ayrı olarak sabahladın demek olur. Yani sabah erkenden, gün ağarmadan, horozların ötümünde çıkıyor ve mü’minler mevzilerine yerleşiyor.
“Ehlike” ailen demektir. “Ehli beyt” ev halkı demektir. Evde yaşayan herkes ehli beyttir. Karı koca, çocuklar, anne baba, varsa başka akrabalar, köleler, hizmetçiler, hattâ gece kalmış olan misafirler de ehli beyttir.
İnsanlar evde sabahlar, vitir namazlarını evlerinde kılar, Güneş doğmadan önce mescide gelirler.
Ancak savaş zamanında kişi onlardan erkenden ayrılarak savaş alanına katılmalıdır. İnsanların en gafil oldukları zaman sabahın erken zamanıdır. Uyananlar için de en zinde oldukları zaman sabahın erken saatleridir. Onun için genel olarak taarruza sabaha doğru veya gün ağarınca girişilir. Düşmanı görmek için buna ihtiyaç vardır. Savaş hiçbir zaman elektrik ampullerinin aydınlattığı bir döneminde olamayacağına göre, savaşın başlaması için en uygun zaman her çağda sabah vakti olacaktır.
Buradaki “Min” ile bize öğretilen ev halkının savaş alanı dışına çıkarılmasıdır. Kentleri korurken ya askerleri ve silahları kentlerin dışına çıkarmalıyız, ya da ev halkını kentlerin dışına çıkarmalıyız. “Ahşap Evler” ile oluşturacağımız şehir dışındaki “Dinlenme Evleri” bunu hedeflemektedir. Bir gün bulunduğumuz yerleri terk etmek zorunda kalsak bile, bu demontabl evleri söküp götürebilmeliyiz.
تُبَوِّئُ الْمُؤْمِنِينَ (TuBavVıEu eLMuEMıNIyNa)
“Mü’minleri yerleştiriyordun, mü’minleri hazırlıyordun.”
“BaEa” düz saha demektir. Oba ve ova kelimesi ile akrabalığı vardır. “Bae Bı Ğadabın” demek, gadab içinde yerleştiler demektir. “Tebvie etmek” demek, yerleştirmek demektir. Yerleştirmek için hazırlama da tebvidir. Kendi kendilerine hazırlamak da tebevvudur. Mü’minleri yerleştiriyordun, yahut mü’minleri hazırlıyordun anlamıma gelir. Burada “mü’minler” kelimesi tamamen “muharipler” anlamında kullanılmıştır. Savaşçıları yerleştirmek, savaşçıları hazırlamak demek olur. Görülüyor ki “mü’minler” “müslimler”den farklıdır.
“Müslimler” barışçılardır. “Mü’minler” ise bu barışı koruyan savaşçılardır,
مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِ (MaQAGıDa Lı eLQıTAvLı) “Kıtal için makederler.”
“Kaade” oturdu demektir. Celsede ayakta iken oturmadır. Bir fiili ifade eder. “Kaadee” ise oturmuş hali ifade eder. Yani, ne şekilde oturmuş olursa olsun, fiilin değil durumun ifadesidir.. “Mak’ad” ism-i zaman, ism-i mekan ve masdarı mimidir. Savaş yeri, savaş zamanı, savaş işi anlamına gelir.
“Kaade” oturmak anlamında olduğuna göre, burada savaş yeri anlamına gelir. O zaman askerleri savaş yerlerine ve siperlerine yerleştirmek için denmiş olur.
Burada “Makaid” nekire çoğuldur, “Kıtal” ise marifedir. Onun için lamlı tamlama yapılmıştır. Aksi takdirde ya ikisi nekire veya ikisi marife olurdu. Demek ki siperler nekiredir. Her savaş için ayrı yerlere siper yapılır. Kâinat durdukça savaşta savunmanın en ileri aracı siperdir. Bugün atılan atom bombalarına karşı sadece sipere girmekle, sığınağa girmekle kendimizi savunabiliriz. “Dinlenme Evleri”ni birer dönüm arazilerde yayarsak, bunları da üç metrelik olarak toprağı kazıp gömersek, hele bu ağaçların içinde olursa, savunmanın en iyi çaresini bulmuş oluruz. Savaş alanlarında siperler kazılır, beton takviye ile hazırlık yapılır.
Demek ki savunma savaşı için Kur’an bize çok açık bilgiler vermektedir. Uyanık olmak, nöbette olmak, gafil avlanmamak. Bir günlük nöbet bunun için bir ömürlük ibadetten evladır. Buna barışta da alışmalıyız. Apartmanımızda nöbet tutmalıyız, marketimizde nöbet tutmalıyız. İkincisi de savunma yerlerimiz olmalıdır. Mesken sitelerimiz de olmalıdır, savaş alanlarımız da olmalıdır. Tahrip edici silahlara sahip olan kimselerin savaş taktiği insanları öldürmeyi istemeyeceklerdir. Çünkü o zaman tahrip ettikleri o yerleri ne yapsınlar. Onun için Irak halkını yok etmiyorlar. Çünkü Irak halkına köle olarak ihtiyaçları var.
O halde biz de savunmamızı ona göre yapacağız. Mesken sitelerini yapacağız. Hizmet veren yerler buralarda olacaktır. Bununla beraber üniversitelerin, yönetimlerin olduğu yerler de düşmanın hedefidir. Çünkü savaş buralardan desteklenmektedir. O halde bunları da ayrı ayrı sitede oluşturmalıyız. İşyerleri sitelerini de ayırmalıyız. Çünkü düşman ikmali kesmek için buralara saldırır. Nihayet savaş alanları tamamen ayrı olmalıdır. Mesela, Saddam askerilerini alıp develeri ile çöle çıkıp yayılacaktı. Siperler kazıp savaş için bekleyecekti. Düşman oraları bombalayamazdı; bombalasa da etkili olamazdı. Nihayet şimdi olduğu gibi Amerikalılar kentlere girecek ve yerleşecekti. Asker çöle gelseydi artık teke tek savaşma durumunda olacak ve yenilecekti. Gelmediği takdirde halkı ile işbirliği yapıp bir gece sabaha doğru Amerikan askerleri yok edilmeliydi. Ama onlar bunları yapamazdı. Çünkü Saddam’ın ordusunu Amerikalılar kurmuştu ve onlar komuta ediyorlardı!..
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (Va elLAHu SaMIyGun GaLIyMun) “Allah semî’dir, alîmdir.”
Yani, Allah kimin ne planlar yaptığını, neler söyleyerek birbirlerine emir komuta ettiklerini bilmektedir. Neler yaptıklarını ve yapacaklarını da bilmektedir. Dolayısıyla her şey kendi kanunları içinde cereyan eder.
Allah eğer Türkiye’nin Adil Düzeni uygulamasını takdir etmişse, -ki gelen işaretler bunu gösteriyor- o takdirde bunu engellemek isteyenler veya engelleyecek olanlar başarılı olamayacaktır. Bu gerçekleşecektir. İsteyen istediğini söylesin, isteyen istediğini yapsın.
Burada “semî’’” ve “alîm” nekire gelmiştir. İstiklâl Savaşı’nı başlatanlar bir avuç insan idi. Ama bir anda bütün halk bunları bildi ve arkalarından gitti. Böylece İstiklâl Savaşı kazanıldı. Millî Görüş hareketini başlatanlar kaç kişi idi? ANAP kaç kişi idi? Demokrat Parti kaç kişi idi? AK Parti kaç kişi idi?..
Halk zamanı gelince her şeyi bildi; Allah bildirdi. Olan oldu. Kıbrıs’taki oylar da öyledir. Halk serbest oy vermeye bırakıldığı zaman kendilerine uygun oy verirler. Helâk olmaları gerekiyorsa öyle oy verirler...
إِذْ هَمَّتْ طَائِفَتَانِ مِنْكُمْ (EıÜ HemMaT OAEıFaTAvNı MıNKuM)
“Sizden iki taife himmet etmişti.”
İki taife burada nekiredir. Bir olay anlatılıyor ve bu olayda iki taifenin himmet ettiğini ifade ediyor. Bunlar bilinen kimseler olduğu halde nekire getirilmiştir. Bu taifeler birden himmet etmişlerdir. Bu taifelerin bir özelliği yoktu. Tamamen diğer taifelerden biri idi. Ama böyle bir olay olmuştur. Bunların özel birer taife olmadığını bildirmek için nekire gelmiştir. Böyle zamanlarda böyle iki taifenin ortaya çıkacağı anlaşılmaktadır.
Bu iki taife muhacirlerden ve ensardan oluşan birer taifedir. Her iki grupta da benzer endişe oluşmuş ve ayrı gruplarda oldukları halde bu hususta birleşmişlerdi. Bugünü misal olarak alsak; AK Parti milletvekilleri ile CHP milletvekilleri tezkerede birleşmiş idi. O savaşta da böyle olmuştur. Uhud savaşında münafık Ümeyye savaştan kaçmıştı. Bunun üzerine hem ensardan hem de muhacirlerden olanlar derin derin düşünmeye başlamışlardı. Kendilerinin de dağılacaklarından endişeye düşmüşlerdi.
“Himmet” kelimesi “ğamme” kelimesine akrabadır. Ğam, sis demektir. Sis çöktüğü zaman artık çıkış bulamadığın için nasıl gama düşersen, himmet de bunun gibidir. Himmet de çıkış gayretini göstermek demektir. Endişeye kapılıp harekete geçmek demektir. Bu sebepledir ki “gam” sadece duygu fiili olduğu halde, “himmet” bedenî fiili de içerir. İnsanlar olmaması için faaliyete geçerler. Bazen bu faaliyet gereksiz heyecan yaratır ve dağılmaya sebep olur. Nitekim Uhut Savaşı’nda çok çetin günler geçmiştir. Savaşta Hazreti Peygamber bir çukura düşmüş, ayrıca yediği bir darbe ile dişi kırılmıştı. Bu arada kâfirlerden ‘Muhammed öldü!’ diye bir haber yayılmıştı. Böylece toparlanıp Müslümanlara darbe vurmuş, Ebu Süfyan bilahare askerlerine çekilme emri vermişti. Çünkü Hazreti Peygamber’in ölmediğini biliyordu. Askerleri de bunu duyarsa hepten çöküş olacaktı.
Burada her iki cenahta da bir ümitsizlik ve bozgun korkusu yayılmaya başlamıştı. Ebu Süfyan ordusunu çekmiş, Müslümanlar da yeniden Hazreti Muhammed’in etrafında toplanmışlardı. Ebu Süfyan’ın ordusu yenilmiş ve geri çekilmişti. Hazreti Muhammed bu çekilmenin Medine’ye saldırmak için olduğu şüphesine düştü. Çünkü Ebu Süfyan bunu yaptığı takdirde Medine savunmasızdı, orasını işgal edebilirdi. Beklemeye geçti. Nöbetçileri gönderdi. “Bakın” dedi, “atalara mı yoksa develere mi bindiler, gözetin” dedi. Develere bindiklerini görünce rahatladı. Onları biraz takip ettikten sonra yenilmemiş olarak geri döndü. Çünkü Araplar uzun yolculukları deveyle, seri yolculukları at ile yaparlardı. Acaba Ebu Süfyan niçin döndü? Çünkü ordusunda paralı askerler vardı. Bunlar Medine’ye girmek üzere anlaşmışlardı. Ek ücret istemiş olabilirlerdi. Ebu Süfyan’ın bunlara vereceği ek serveti olmadığından geri dönmüşlerdi.
Bir gün ABD ordusunda da aynı durum ortaya çıkacaktır. İnanmış olanları paralı askerler yenemez.
أَنْ تَفْشَلَا (EaN TaFŞaLAy) “Feşel edeceklerinden himmet ettiler.”
“Faşl” ayıklanan yün veya pamuktur. Bozulup dağılan, çözülen anlamındadır. Çözüleceklerini sanmışlardır. Bu endişe iki şekilde olmuş olabilir. Ya Mekkelilerden bazıları Medinelilerin dağılacaklarını veya Medineliler Mekkelilerin dağılacaklarını zannetmiş olabilirler. Yahut Mekkeliler Mekkelilerin, Medineliler de Medinelilerin çözüleceğini zannetmiş olur.
Bugün Adil Düzencilerin de böyle endişeye kapılma içinde olduğu söylenebilir…
“Adil Düzen”in iki kurucusu olan Akevler ve Millî Görüşçüler içinde böyle endişe edenler vardır…
Artık bunlar dağılmışlardır… Dağılmaktadırlar… Ve “Adil Düzen” ölmüştür!..
Uhud Savaşı’nda Ebu Süfyan Medine üzerine yürüseydi, şimdi İslâmiyet olmayacaktı. Parası yoktu ama Medine yağmasını onlara vaat etmiş olabilirdi. Ebu Süfyan Medine’nin yağmalanmasını istemedi. Çünkü Ebu Süfyan’da tam müşriklik kini yoktu. Ebu Cehil gibi değildi. Bundan dolayıdır ki Allah da onu sâlamete ulaştırmış, Mekke Fethinde en şerefli bir Mekkeli olmuş, sonra da kendisine maaş bağlanmıştır.
Adil Düzenciler de hiç endişeye kapılmasınlar. Akevler de Millî Görüşçüler de dağılmayacaklardır.
AK Parti de aslında bu iki grubun bir karışımıdır. Bizim için sabredip çalışma dışında endişe edilecek bir durum yoktur. Demek ki bugünkü duraklama geçicidir. Burada büyük müjde vardır. Akevler de Millî Görüşçüler de Kur’an’ın müjdesine mazhardırlar. Akevler “muhacir”, Millî Görüşçüler “ensar” ise; AK Partililer de “onlara tâbi olanlar” olacaklardır; yahut öyledir. Bu âyetler her halde bunları bize müjdeliyor.
وَاللَّهُ وَلِيُّهُمَا (Va elLAHu ValiYYuHuMaAy) “Oysa Allah onların velisidir.”
Allah onların velisi olduğu halde onlar dağılacaklarından endişeye düştüler. Demek ki Adil Düzenciler asla endişeye düşmeden çalışmaya devam edeceklerdir. Pek çok sıkıntılı günler geçireceklerdir. Şehitler vereceklerdir. Ama “Adil Düzen” gelecek ve Adil Düzencilerin dünya ve ahireti saadete erecektir.
وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُؤْمِنُونَ (Va GaLAy elLAHI FaeL YaTavaKkaLu eLMUEMıNuvNa)
“Mü’minler Allah’a tevekkül etsinler.”
Bizim işimiz evvela mü’min olmaktır. Bunun için önce cemaat olmalıyız, dayanışma ortaklıkları içine girmeliyiz. Sonrası için endişemiz olmamalıdır. Allah’a tevekkül etmeliyiz. Onun halifesi olan insanlığa ve milletimize güvenmeliyiz. İnsanlık zalimlerin değildir. Allah hiçbir zaman dünyayı ve insanlığı onlara teslim edip fesada uğratmaz. Fesat zuhur etse de sonra söndürür.
Bilinçli bir şekilde mü’min olmak demek, dayanışma ortaklıklarını kurmak demektir. Tevekkül etmek, dayanmak demektir. Dayanışma ortaklıklarının gereğini yaparak onun üzerinde oturmak demektir.
“Adil Düzen”i tesis etmeden kurtuluş olmadığını çok iyi bilmemiz gerekmektedir.
نَصَرَكُمْ اللَّهُ بِبَدْرٍ وَلَقَد (Va LaQaD NaÖaRaKuMu elLAHu Bı BaDRın) “Allah size Bedir’de yardım etti.”
Burada “İz” değil “QaD” kelimesi kullanılmıştır. “Kad” kelimesi yardımın devam ettiğini ifade eder. Bu savaşın Bedir Savaşı’nın devamı olduğuna işaret etmektedir. Ebu Süfyan Bedir’den sonra kervanı ile Mekke’ye dönünce Bedir’de Ebu Cehil’in ölümünden sonra Mekke’nin başkanı olmuştu. Mekke’de başkanlık vardı ama başkanın halk üzerinde herhangi bir yönetme yetkisi yoktu. Sadece savaş gibi durumlarda o komuta ederdi.
Mekke’nin başkanı sözünden çok Mekke’nin komutanı olmuştu. Kervan çok kâr etmişti. Genel olarak kervana Mekke tüccarları katılır, birlikte gidilir, birlikte dönülürdü. Herkes sermayesi kadar mal alırdı. Döndüklerinde pazarda bütün mallar satılırdı. Sadece Mekkeliler almaz, tüm Arabistanlılar oraya gelip ticaret yaparlardı. Bunlar bir tür toptancı idiler. Ebu Süfyan tüccar arkadaşlarına teklif etti ve kârları savaş için ayırmalarını istedi. Onlar da razı oldular. Bedir Savaşı’nın intikamını almak için ordu teşkil edildi. Paralı askerler de alındı. Kişi olarak değil de kabile olarak katıldılar.
Bedir’de de 300 Müslümana karşı 900 kişi ile savaşmışlardı. Şimdi de 1000 kişiye karşı düşman 10 000 kişi idi. Bu savaş Bedir Savaşı’nın devamı idi. Onun için burada “Lakad” gelmiştir. Yakında size yardım etmişti denmiştir. İşte Bedir Savaşı’nın devamı olan bu savaşta da yardım göreceklerdi. Allah Uhut’ta mü’minlere bunları hatırlatmıştır.
Bu sûre içtihat sûresidir. Bedir’den değil de Uhut’tan bahsetmektedir. Bedir’e gönderme yapmaktadır. Bunun hikmeti, burada kıyası öğretmektir. Bize şu ifade edilmektedir. Allah bir şeyi takdir etmişse hep o istikamette ilerleme olur. Malazgirt’ten sonra bir şey takdir edilmişti. Avrupa’ya İslâm Uygarlığı girecekti. Malazgirt bunun için kazanılmıştı. Bunu durdurmak isteyen Haçlı Seferleri başarılı olamamıştı. Viyana’dan sonra da Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalkacaktı. Bunu durduracak kimse yoktu. Sakarya Zaferi’nden sonra Avrupa bilmelidir ki artık İslâmiyet galip gelecektir. Durdurma imkânı yoktur. Millî Nizam Partisi kapatılmış, ama ondan sonra kurulan Millî Selâmet Partisi %13 oy alıp Meclis’e 50 parlamenterle girmiştir. Ondan sonra Türkiye’de köprülerin altından ne sular aktı. Bugünkü Anayasa ekseriyeti o ekolün elindedir. İşte bunlar ibrettir.
“Adil Düzen”i söndürmek isteyenler oyun oynadılar. Adil Düzencileri Doğru Yol Partisi tuzağı ile “Adil Düzen”den vazgeçirdiler. Refah Partililer bu irtidadın acısını çektiler. Şimdi neredeler? Ama ona oyun oynamakla öğünen Çiller’in şimdi adı bile okunmuyor. Görevlendirenler onu azlettiler. “Adil Düzen”in savunucuları şimdi Anayasa ekseriyeti ile iktidardalar. Bunlar irtidat ettiklerini söylüyorlar. Bunlar da sıfıra inebilirler ama “Adil Düzen” daha güçlenerek ortaya çıkacaktır. Mekke-Medine savaşları, ondan sonraki İslâm savaşları hep bu anlattıklarımızı teyit etmektedir. Cengiz Han dünyayı fethetmiş. İlhanlılar Abbasi halifesini ortadan kaldırmış, tüm Müslümanları katliamdan geçirmeye başlamışlar. Sonra ne olmuş? Müslüman olmuşlar ve başka ülkelerdeki güçlerini o sayede korumuşlardır. Timurlenk yaktı yıktı ama Sünniliği güçlendirdi.
وَأَنْتُمْ أَذِلَّةٌ (Va EaNTuM EaZılLaTün) “Siz ezille idiniz.”
Siz aşağı durumda idiniz. Bedir Savaşı’ndan evvel mü’minler Mekkeliler ve tüm Araplar tarafından küçük ve az görünüyordu. Herkes Mekkelilerin gücüne ve büyüklüğüne inanıyordu. Kimse mü’minlerin kazanacağı ihtimalini vermiyordu. Millî Görüşçülerin durumu böyle idi. Bu durum ne zamana kadar sürdü?
İlk zafer 1973 seçimlerinde olmuştur. O Bedir Zaferi gibi idi. Hele CHP ile koalisyonu kurunca herkes artık bizi tanımış oldu. Daha fetih gerçekleşmedi. Ama Hudeybiye musalahasını yaptık. Şimdi onların ihanetini bekliyoruz. Bütün bunların arkası fetihtir demektir.
Kur’an diyor ki; ezille iken size yardım ettik de şimdi mi sizi onlara yendireceğiz? 1973’te ne durumda idiniz; şimdi ise onlarla her sahada boy ölçüşecek duruma geldiniz. Artık bütün güçler sizin yanınızda yer almaya başladı. AK Parti hiçbir iyi iş yapmadığı halde işlerin nasıl iyi gittiğini görmüyor musunuz? Neden hâlâ ümitsizliğe kapılıyorsunuz? Biz elbette gerekeni yapıyoruz ve yapacağız.
فَاتَّقُوا اللَّهَ (Fa etTaQUv elLAHa) “Allah’a ittika ediniz.”
Allah’ın vıkayesine giriniz. Yani şeriat hükümlerini yerine getiriniz. Faizsiz ekonomiye geçiniz. Gerçek lâikliğe, gerçek demokrasiye geçiniz. Zulmü ortadan kaldırınız, adaleti tesis ediniz. Edenler mü’mindir, iktidarda kalacaklardır. Etmeyenler ise mağlup olacaklardır. Buradaki “Fa” ile size yapılan yardımlardan sonra artık nankörlük etmeyin, artık Allah’a karşı gelenlerle koşmayın, onların zulmüne âlet olmayın diyor.
لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ “Şükretmeniz için Allah’a ittika etmelisiniz.”
Şükredesiniz diye Allah’a ittika ediniz. Yani, Allah yardımına karşı sizden bir şey istiyor; o da O’nun düzenine girmenizi istiyor, faizsiz bir düzeni kurmanızı istiyor.
Bizim bugünlerde belediyelere “Kalkınma Kooperatifleri”ni önermemizin sebebi budur. Allah’a şükretme borcumuz vardır. Bu borç nereden başlar? Sakarya Zaferi’nden başlar. Ondan sonra Allah bizi hep ileri götürüyor. Başımıza gelen belâların hepsi bizim eksikliğimizi düzeltmemiz içindir. Düzelttikçe o belâlar da teker teker ortadan gitmiştir. Son belâ 28 Şubat’ta gelmişti. 3 Kasım’da bizi o belâdan kurtardı. Bugün buradayız. Şükür olarak biz Adil Düzenciler Allah’a ittikayı tesis etmek istiyoruz. Bu düzen nedir? Anayasamızın değişmez maddelerini içine alanlardan başkası değildir: Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devleti istiyoruz.
Anayasamız bunu istiyor, Kur’an bunu istiyor. İşte bu şükrü en çok yapması gereken bugünkü iktidardır. AK Parti’dir, CHP’dir. Reylerini artıran partilerdir; Doğru Yol Partisi’dir, Milliyetçi Hareket Partisi’dir, Saadet Partisi’dir. Irak olayında, Kıbrıs’ta Allah hep istediğimizi yapmadı mı? Hem de hep biz hata yaparken O doğrusunu yapmadı mı? Bizi Amerika istilâsından kurtarmadı mı? Bizi Kıbrıs mağlubiyetinden kurtarmadı mı? O halde ulusça Allah’a hiç mi borcumuz yok? Neden “demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devleti”ni kurmuyoruz? Belediyeler bunun için “Kent Kalkınma Kooperatifleri”ni neden kurmuyor?
إِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنِينَ (EıÜ TaQUvLu LıeLMuEMıNIyNa) “Hani mü’minlere kavlediyordun.”
“İz” geçmişi hikâye için kullanılır. “İz” ile o zamana varırsınız ve orada konuşuyormuşsun gibi mazi muzari fiiller kullanırsınız. “İz Kâle” dediydi veya demişti anlamındadır. “İz Yekulu” diyordu veya diyecekti anlamındadır. Mü’minlere sen diyordun. Mü’minlerin cesaretlendirilmesi için Allah’ın 3000 melek ile imdad edeceği yetmez mi diyordun. Enfâl Sûresi’nde; “Siz yardım istemiştiniz de Allah size bin melekle imdad edeceğim demişti.” deniyor. Burada orada anlatılanı biraz daha açıklamış oluyor. Enfâl Sûresi sonra, Âl-i İmrân Sûresi önce yer almaktadır. Oysa burada Enfâl Sûresi’nde anlatılanlara atıf yapılmaktadır. Orası açıklanmaktadır.
Buradan şunu öğreniyoruz ki, Kur’an’da anlatılanların tarihle ilgili bir sıralaması sözkonusu değildir. Bir âyetin sonra veya önce nâzil olmasının bir manâsı olmadığı gibi sonra ve önce yazılmasında da bir anlam farkı yoktur. Yani biri diğerinden mürecceh değildir. İslâm fıkıhçıları bu hususu değerlendirememişler, Kur’an’da neshi kabul etmişlerdir. Bunun sebebi şudur ki, onlar uygularken gelen âyetlere göre tedrici olarak uyguladılar. Sahabeler için nüzul sırasının önemi vardı, ona göre tedrici bir şekilde uygulanması gerekiyordu. Müçtehitler de Kur’an’ı Sünnete göre tefsir ettikleri için neshi kabul ettiler. Allah bunun sadece uygulama ile olduğunu belirtmek için âyetlerin ve sûrelerin gelişini sıra ile yapmamıştır. Uygulamada başka, yazılmada başka emir vermiştir. Allah’ın buradan bize öğrettikleri nedir?
Uygularken tedrici olarak gideceksiniz. Topluluğu adım adım değiştireceksiniz. Bu değiştirmenin kuralı yoktur. Zamana göre, mekâna göre, oradaki şartlara göre işe başlayacaksınız. İçtihat ederek işe başlayacaksınız. Bu içtihatların isabeti denemelerle ortaya çıkar. Bu konularda değişik denemeler vardır. Arap ülkelerinde İhvan ve Seyyit Kutup, Pakistan’da Mevdudi, Türkiye’de Bediüzzaman, Süleyman Tunahan, Akevler, Erbakan değişik metotları ve sistemleri uygulamışlardır. Bunların bilhassa Türkiye’de olanları başarılı olmuştur.
Adil Düzenciler için önlerine çıkan iki yol vardır: İşletmeleri kurmak. İşletmelerden sonra siteleşmeye gitmek yahut Adil Düzen işletmeleri kurmak. Bu hususta hazırlanmaktadırlar. Allah onlara yol açacaktır. Şimdi yeni ve sentez bir yol aranmaktadır. Bu da belediyelerin Kalkınma Kooperatifleri kurmalarıdır. Adil Düzenciler bütün belediyelere teklif götürmelidirler. Kim götürecek?
Kim Adil Düzenci ise o götürecek. Şimdi hazırlık yapılmaktadır. Bununla ilgili mevzuat toplanmaktadır. Ondan sonra bir Kalkınma Kooperatifi Protokolü ve Ana Sözleşmesi oluşturulacaktır. Adil Düzenci olanlar tebliğ yapmak üzere bunları bu belediyelere götüreceklerdir. Belki alacakları talimatla hepsi cephe alacak, belki de biri çıkacak, o resullük görevini yüklenecek ve bizimle ortaklık yapacaktır.
İşte bunu arama sadedinde yani bu tedriciliği arama sadedinde Kalkınma Kooperatifleri tesis edilecektir. Getirdiğimiz öneri ile “Adil Düzen”in ne olduğu da daha iyi anlaşılacaktır. Tetkik etmek zorunda kalan savcılar ve siyasiler de böylece onu öğrenmiş olacaklardır. Cihadımızda Allah bize meleklerle imdad edecektir.
أَلَنْ يَكْفِيَكُمْ (Ea LaN YaKFIyKuM) “Size kâfi gelmeyecek mi?”
Kâfi gelir anlamında soru cümlesidir. 3000 melaike yetmeyecek mi diye sormuştur. Kendileri 300 kişi, düşman 1000 kişi olduğu için o zaman başkan cemaati ile pazarlık yapıyordu. Size 3000 melek gelse yetmez mi denmektedir. “Len” ile sorması, öyle bir şey isteyelim ki ileride de yetsin içindir. Düşman için yetsin.
Burada “melek” kelimesini hakiki manâda alıyoruz. O zaman bizim görmediğimiz ışıktan daha hızlı varlıklardan, bâtınî âlemdeki varlıklardan bahsedilmiş olur. Ancak bir de muvazzaf askerler kastedilmiş olabilir.
Nöbetli olarak herkes gerektiği zaman mü’min olarak savaşmakla mükelleftir. Ancak bir de sırf savaşmak üzere hazırlanmış profesyonel birlikler sözkonusudur. Bunlar meleklerin halifesi olmaktadırlar. Devletin böyle muvazzaflardan oluşmuş vurucu gücü olmalıdır. Bunlar binlik gruplar olacaklardır, savaşçı olacaklardır. Böyle bir birliğin cephede bulunması savaşçılara cesaret verir.
Demek ki devletler iki çeşit birlik bulunduracaklardır. Biri bütün mü’minlerin katıldığı birlikler. Bunlar sadece nöbet tutarlar, eğitilirler. Diğeri maaşlı askerlerdir. Bunlar emekli oluncaya kadar orduda kalırlar. Bugün subay ve astsubay kademesinde bu sistem uygulanmaktadır. Erler ise nöbetlilerden oluşmaktadır.
“İnsanlık Anayasası”nda komuta kademesinin de nöbetli olması gerektiği yazılmıştır. İlk ehliyetliler özel eğitim alarak astsubay, orta eğitim alanlar subay, yüksek eğitim alanlar üstsubay ve akademik kariyeri olanlar general olacaklardır. Savaşta bunlar komuta kademelerinde istihdam edileceklerdir. Barışta eğitim alacak ve nöbet tutacaklardır. Diğer taraftan bunlara eğitim veren ve savaşta da imdad eden muvazzaf askeri birlikler de olacaktır. Yani bugünkü komuta kademesinde subaylar olduğu gibi erler de muvazzaf olacaklardır. Bu husus “Adil Düzen Anayasası”nda tam olarak tasrih edilmemiştir. Tamamlanması gerekir.
أَنْ يُمِدَّكُمْ رَبُّكُمْ (EiN YuMıDDeKuM RabBuKuM) “Rabbinizin size imdad etmesi.”
Burada “Rab” kelimesi kullanılıyor. “Rab” demek eğitici demektir. Muvazzaf subayların eğitim vereceğine işaret olduğu gibi; askeri eğitimin bir disiplin içinde, tek komuta emrinde verilmesi gerektiğini yani Harb Okulları ile Akademilerin ulusal tek okul olacağı, her ordunun ayrı okulu bulunmayacağı anlaşılmaktadır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus da açık değildir. O zaman karar veremediklerimizi açık bırakmışızdır. Asıl savaşacak olan nöbetli birliklerdir. Bunlar destek kuvvetleridir. Sınırlarda kara ve deniz orduları oluşturuluyor ve iç bölgede hava kuvvetleri bulunuyor. Bunlar imdat kuvvetleri olarak bekletiliyor.
بِثَلَاثَةِ آلَافٍ مِنْ الْمَلَائِكَةِ (Bı ÇaLAÇata EAvLAFın MıNaELMaLAEıKatı)
“Meleklerden üçbin ile size imdat etmesi yetmez mi?”
Zâhir âlemi vardır, bâtın âlemi vardır. Matematikte bâtın âleme Batılılar hayali, imajiner, sanal kâinat demektedirler. Yani onlar yok ama var farz ediyorlar, var kabul ediyorlar. Onlar olmaksızın matematik olmamaktadır. Biz ise onları var kabul ediyor ve “bâtın âlem” diyoruz.
Matematikte ve geometride bu bâtın âlem zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Fizikte de bu varlık âlemi ışıktan büyük hızların varlığı ile kendisini göstermektedir. Her maddenin iki hızı vardır. Biri ışıktan büyüktür. Diğeri küçüktür. İkisinin çarpımı ışık hızının karesine eşit olmaktadır. Dört çeşit şuurlu varlık vardır:
- İnsanın ve cinin düşük hızı zâhir âlemde, yüksek hızı bâtın âlemdedir. İnsan çok düşük ve çok büyük hızlara sahiptir. Cinler ise büyük ve düşük hızlara sahiptir.
- Ruh ile meleklerin ise düşük hızı bâtın âlemde, yüksek hızı madde âlemindedir. Ruh insanın simetrisidir, cin meleğin simetrisidir.
İşte burada kastedilen melekler bunlardır. Bunlar Kâinat’ın düzenini işletmekle yükümlüdürler. Tabiî kanunların bekçileri bunlardır. Sosyal âlemde de bekçiler vardır. Bunlar beyinlere etki ederler ve insanlar ona göre hareket ederler. Böylece istediklerini sosyal olaylarda da yapmış olurlar
Bir taraftan ilâhî nizam böyle kurulmuş işlerken, Allah’ın halifesi olan insanlık da devletleri bu kurallar içinde yetiştirir. Onun da melekler gibi görevlileri ve hizmetlileri vardır.Yani muvazzaf orduları vardır. İnsanda da bu hizmetleri gören akyuvarlar vardır. Bunlar sadece savaş hücreleridir.
Bedir’de 1000 melekten bahsedilmektedir. Hazreti Peygamberle yapılan istişarede 3000 melek istenmiştir. Allah, onlar o zaman 3000 istedikleri halde onlara 1000 kadar gönderilmiştir. Çünkü ihtiyaçları o kadardı. Burada savaşan birliklerin binerli grup olacakları buradan anlaşılmaktadır. 1000, 3000, 5000’den bahsedilmektedir. Bir de 100 000’lerden söz edilmektedir. Bir devletin nüfusu ortalama olarak 50 milyon kabul edilirse, bunun beşte biri savaşabilir durumdadır. Demek ki bir devletin ortalama askeri gücü 10 milyondur. 10 orduya sahip olduğunu kabul edersek, bir ordu 1 milyondur. Demek ki bir ordunun savaş kadrosu 1 milyondur. Bunun onda biri bir tümeni oluşturur. Tümen 100 000’le ifade edilir. Merkezde bulunan güç onda bir olacaksa 10 000’lik bir birlik anlamına gelir.
مُنْزَلِينَ (MuNÜaLIyNa) “İnzal edilmiş.”
İndirilmiş veya görevlendirilmiş anlamına gelir. Meleklerden görevlendirilmiş anlamına gelir. Ayrıca yüksek hızdan düşük hıza inerek insanlarla savaşma imkanı ortaya çıkmaktadır. Yani yüksek hıza sahip ruh düşük ruha sahip bedenle birleşmekte ve insan olmaktadır. Meleklerin de düşük hız varlıkları olan insanla ilişki kurmaları için yüksek hızdan düşük hıza inmeleri gerekir. Onun için melek denmektedir. Diğer taraftan askeri birlikler için hava birlikleri anlaşılır. Birliklerin karaya indirilmesi anlamına gelir. Savaş zamanında askeri birlikler uçakla sevk edilerek idare edilir. Bugünkü savaşlarda sadece bomba atarak bu iş yapılmaktadır. Oysa savunmayı nöbetliler yapacaklardır. Ancak ihtisas isteyen işlerde iç bölgelerde yerleşmiş olan askeri birlikler indirme yaparak destek vereceklerdir. Yahut düşman birlikleri içine inip etkisiz hâle getireceklerdir.
Demek ki indirme hareketinde orduların biner kişilik grupları olacaktır.
بَلَى إِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا (BaLAv EıN TaÖBıRUv Va TaTTaQu)
“Evet, eğer sabreder ve ittika ederseniz.
“Belâ” cevap mahiyetindedir. Soru sorduğunuzda karşı taraf evet veya hayır diye cevap verebilir. Burada soruyu Resul savaşçılara Bedir Savaşı’nda sormuştu. Allah bunu hatırlatmaktadır. Soruya şimdi Allah cevap vermektedir. Yani o zaman resulün halka sorduğunu hatırlatıyor. Şimdi de benzer soru ile karşılaşmaktasınız. Şimdi de Allah diyor ki, ben cevap veriyorum. Kur’an’da yer yer bir kıssa birden hazf olunur. Onu siz kendiniz tamamlarsınız. Güzel sanatların temel kurallarından biridir. İnsan zihnini aktif hâle getirir, daha değişik duyguları ve düşünceleri ürettirir. “Belâ” hemzeden sonra gelen soruya cevap olarak kullanılırsa evet anlamına gelir. Müsbet ise evet anlamımdadır.
“İn” şart harfidir. Sabredip etmeyeceğimiz hususunda bir ayırım yapmamaktadır. Sabredebiliriz, etmeyebiliriz; ama sabredersek Allah meleklerini gönderecektir. Sabır ve ittika birlikte zikredilmiştir.
“Sabır” kötü şartlarda ve günlerde dayanma, sessiz kalma demektir. “Sabretme” savunma demektir. Granit gibi olma demektir. Tarihte hep sabredenler başarıya ulaşmışlardır. Türkler Sevr’den sonra sabrettiler, başarıya ulaştılar. Mü’minler inkılâplarda sabrettiler ve başarıya ulaştılar. Hıristiyanlar Romalıların zulümlerine sabrettiler, başarıya ulaştılar. Sosyalistler sabredemediler, dağıldılar. Yarın kapitalistler de dağılacaklardır.
“İttika” vikaye demektir. Şeriatın içine girme demektir. Allah’ın dediklerini yapma demektir.
İstiklâl Savaşı bir ittikadır. Tarikatların, Nurcuların, İmam-Hatip Okullarının faaliyetleri ittikadır. Allah bütün bu faaliyetlere melekleri göndermiştir. Adil Düzenciler sabrettiler ama daha ittika etmediler. Başarıya ulaşmaları için ittikaya gerek vardır. Kent Kalkınma Kooperatifleri önerileri böyle bir ittikaya girme demektir. Tarihte en büyük zulme sabreden Hıristiyanlar sonunda tüm imparatorluğu ele geçirmişlerdir. Sadece Lâtinler değil, galip olan Cermenler de Hıristiyan olmuşlardır. Sabır ve ittika başarının sırrıdır.
وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هَذَا (Va YaETıKuM MıN FaVRıHıM HAvÜAv)
Mekkeliler Bedir’den sonra yurtlarına mağlup olarak döndüler. Ebu Süfyan ise servetini kurtarmıştı. Müslümanlar onları Medine’den geçirmiyorlardı. Hicret etmişler, yurtlarını bırakmışlardı. Ama artık Medine’den hareket etmeyeceklerdi. Bunun sebebi de, Mekkeliler Medine çevresindeki Araplarla ve Yahudilerle işbirliği yapıyor ve mü’minlerin mallarını yağmalıyorlardı. Mü’minler ise komşularının mallarını koruyor, yağmalamıyorlardı. İşte bu yağmalamalarına karşılık onlara Medine civarından geçme yasağı konmuştur. Böylece Mekkeliler için savaş bir çıkar savaşına dönüşmüştür. Bu konuda feveran etmişlerdir.
“Feveran” kaynama demektir. Kazanın kaynamasına feveran denir. Kazan kaynayınca fokurdamaya başlar, buhar çıkar. Fırından da sıcak hava oluşur. İşte Mekkeliler böyle bir kaynamayı düşünmüşler ve onun üzerine Medinelilerin üzerine yürümüşlerdir.
Buradaki “Haza” Uhud Harbi’ne işaret etmektedir. Allah o zaman 1000 melaike ile imdat etmişti, şimdi ise 5000 melaike ile imdat edecektir.
Savaşı kazanmanın dört sırrı vardır. Bunlardan biri zamanında ve erken davranmak. Kim silaha erken davranırsa o zafer kazanır. İkincisi silahta veya savaş taktiğinde yenilik yapma. Üçüncü olarak, cesaretle ölümü göze alma. Korkak olanlar savaşı kazanamazlar. Korkmak da ölümü göze almamaktır. Zafer daima “ya istiklâl ya ölüm” diyenlerindir. Savunma savaşı için kesin şarttır. Adil Düzencilerin de bu cesareti göstermeleri gerekir. Bugün onlar sabrediyor, ama henüz ittikaya geçmediler. Dördüncüsü ise birlikte olmaktır. Savaşın tek elden yönetilmesi gerekmektedir.
يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ (YuMDıDKuM RabBuKuM) “Rabbiniz size imdad edecektir.”
Burada “Rabbiniz” kelimesi kullanılmıştır. Çünkü imdadın sebebi ilâhî düzeni korumadır. Allah takdir etmişse o olacaktır. Malazgirt’te başlayan ilerleme Haçlı Seferleri ile durdurulamamıştır. Amerika’daki fetih de böyle olmuştur. Amerikalılar ateşli silahla karşılaştılar. Bu evrim gereği böyle idi. Onlar barut ve demiri öğrenip silah üreteceklerdi. O zaman bugün Amerika’da onlar var olacaktı.
Gelecekte “Adil Düzeni” benimsemeyenlerin durumu da böyle olacaktır. Allah’ın takdiri ne ise o olacaktır. Osmanlılar Avrupa’ya gidecekler, böylece Avrupa uyanacak ama geri çekilecekler, çünkü yeni uygarlığı kuracaklardır. Avrupalılar Sakarya’ya kadar gelecekler, çünkü Türkler uyanacak ve inkılâplar yapacaklardır. Ama çekileceklerdir, çünkü III. Bin Yıl Uygarlığını kuracaklardır.
Görülüyor ki; tarihi insanlar yazmıyor, Allah yazıyor. Bu hususta melekler görevli.
بِخَمْسَةِ آلَافٍ (Bi PaMSaTı EAvLaFın) “Beşbin ile”
Üçlü sitemde 3 Tim, (3*3+1)=10 Manga, (10*3+3)=33 Takım, (33*3)+1=100 Bölük, (100*3+3*10)=333 Tabur, 333*3+1=1000 Alay elde edilir. Bedir’de bir alayla takviye yapılmıştır. Uhud’da ise beş alay ile takviye yapılmıştır. Esas itibariyle üç alay bir tugayı oluşturacaktır. Ancak takviyeli olarak bir tugay görevlendirilmiştir. Bu takviye teksif edilmiş hedefe yönelmiş olacaktır. O birlik bir tümen birliği olmuş olacaktır. Yani üç tugaydan oluşmuş bir tümen olacaktır. İmdat takviyeli bir tugayla yapılacaktır. Üç tugay 10 bin kişidir. Kolordu 30 bin kişidir. Ordu ise 100 bin kişidir. Cephe savaşı da bir milyon savaşçıdan oluşur. İşte kıyas budur. Askeri birlikleri nasıl teşkilatlayalım ki düşman saldırdığı zaman başarılı olunsun. Savunma birlikleri üçlü ve onlu sisteme göre oluşturulacaktır. Saldırı gücü ise beşli sisteme göre oluşturulacaktır demektir. Saldırıda yedek asker nöbette olur. Savunmada ise sıra ile siperde kalınır. Savunma savaşı ile saldırı savaşı tamamen farklıdır. Savunmayı bütün müminler yaparlar. Bunlar savunma eğitimini görürler. Saldırma ise muvazzaf subay ve askerler tarafından yapılır.
مِنْ الْمَلَائِكَةِ (MıNa eLMaLaEıKaTı) “Meleklerle.”
Bunlar yüksek hızdan aşağı hıza inen ve insanlarla ilişki kuran kimselerdir. Bunlar insanın bedeninden ziyade beyinleri ile ilişki kurarlar. Beyin bilgisayar yapısındadır. Nasıl virüs bilgisayarı bozarsa, bunlar da düşmanların beyinlerini bozarlar. Nasıl anti-virüs programları varsa, bunlar mü’minlerin anti-virüsleri olurlar. Askeri birlikte ise bunlar muvazzaf ordudan oluşur. Eriyle ve subayıyla özel eğitilmiş kimselerdir. Emekli oluncaya kadar asker olarak yaşarlar. Trafik gibi bazı hizmetler bunlara yaptırılır. Savaşta da bunlar takviye birlikleridir, saldırı birlikleridir. Düşman saldırınca önce siperlerde direnme yapılır, düşman yorulur. Eskiden kalelerde böyle direnme gösterilirdi. Askerin ikmali biter, yorgunluk gelir, saldırıyı durdurup geri çekilmeye başlar. Savunmaya göre eğitilmiş nöbetliler onları takip edemez. İşte o zaman vurucu güç olmuş olacak ve onları takip edecektir. Bir daha saldırı haline gelemeyecek şekle sokulacaktır.
Nitekim Uhut’ta da düşman çekilince takip edilmiştir. Biz Türkiye için 12 ordu düşünüyoruz. Dördü kara (Erzurum, Van, Diyarbakır ve Trakya) dördü deniz (Karadeniz, Marmara, Ege Denizi ve Akdeniz) dördü hava orduları (Afyon, Konya, Kayseri ve Ankara). Kara ve deniz orduları savunma ordularıdır. Hava orduları ise saldırı orduları olarak yetiştirilir. Düşman saldırınca sabredilir, sonra ise vurucu güçle düşman imha edilir.
مُسَوِّمِينَ (MuSavVıMIyNa) “Tesvim edilmiş olarak.”
Hukuk yönetiminde, hattâ savunma ordularında askerlerin sivil kıyafette olmaları yeterli olabilir. Her yıl bir ayı geçmemek üzere savaş eğitimi gören ve nöbet tutan askerlerin resmi elbise giymeleri istenmeyebilir. Çünkü bunlar işgal ettikleri yerde ve makamlarda otururlar. Koltuğunda oturan komutandır ve herkes komutanını tanımaktadır. Sivillerde de ocak ve bucaklarda herkes birbirini tanımaktadır. Ancak saldırı savaşlarında imdat birliklerinde yabancılar orduya katılacaklardır. Komutayı onlar ele alacaklardır. O zamanlarda tamamen muvazzaf hakimdir. Birliği sağlamak için bunların üniformalı olmaları gerekmektedir.
Onun için meleklerden bahsederken “musevvim” olmaları gerektiğini ifade diyor. Bu bizim muvazzaf ordular için doğru olduğu gibi melekler için de doğrudur. Melekler de bizim gibi yaratıklardır. Aynı hayat kanunlarına tâbidirler. Onlar için de üniforma şarttır. Melekleri, cinleri ve ruhları tabiî ve sosyal kanunlara tâbi olmayan üçlü varlık olarak ele almak gerekir. Onlar da bizim gibi birer kuldur. Görevlerini yaparlar. Hücrelerde, mikroplarda ve canlılarda da benzer kanunlar vardır. Demek ki resmi elbise giyilmesi gerekir. Böylece korucular, polisler ve askerler resmi elbise giyerler demektir. İmamlar için resmi elbise konmamıştır. Çünkü bunlar ocak ve bucak içindedirler ve herkes onları tanımaktadır. Ama hacda ise hacca katılanlar özel kıyafetle katılırlar.