ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
2370 Okunma
ALİİMRAN 181-186

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 49

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ سَمِعَ اللَّهُ قَوْلَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ فَقِيرٌ وَنَحْنُ أَغْنِيَاءُ سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمْ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ(181)

ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ(182)

الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ عَهِدَ إِلَيْنَا أَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتَّى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُ قُلْ قَدْ جَاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذِي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ(183)

 

لَقَدْ (LaQaD)  

La” tekit harfidir. “Kad” da takrib harfidir. Yani maziyi veya muzariyi hâle getirir.

Allah işitmektedir, işitmiş bulunmaktadır.

“İz” gelirse, geçmişte işitti anlamına gelir. “İza” denirse, gelecekte anlamını taşır.

Kad” ise şimdi işitiyor demektir.

Kur’an’ı bize şimdi nâzil oluyormuş kabul edeceğimize göre, Allah şimdi işitiyor demektir.

Bundan önceki mü’minlere hitap eden âyetlerdi. Şimdi birden bire İsrail oğullarına hitap etmektedir; hem de bugünkü dünyayı sömüren İsrail oğulları sermayesine hitap etmektedir. Amerika’da bulunan 200’den az ailenin elinde tuttuğu ABD Merkez Bankası’nın sahipleri olan İsrail oğullarına hitap etmektedir.

Kur’an bir kavmi niçin bu kadar yüceltmekte ve muhatap almaktadır? Kur’an birçok yerinde hep onları anlatmaktadır. Neden? Çünkü o kavim seçilmiş kavimdir. Onlar kavim olarak seçilmiştir. Mü’minler ve Hıristiyanlar ise iman ile seçilmişlerdir. Onların özel görevleri vardır ve bu görev kıyamete kadar sürecektir. Nasıl insandaki dokular özelleşmiş ise, insanlar arasında da kavimler özelleşmiştir.

Seçilmiş olmak demek, cennete gidecekler anlamında değildir. İnsanlık içinde kendilerine görev verilmiş olmak demektir. Görevi iyi yapanlar cennete, yapamayanlar cehenneme gideceklerdir. Yoksa Allah kimilerini kendilerine dost yaptı, kimilerini de cennetlik yaptı anlamında değildir. Sadece görevde seçilmişlerdir, yoksa onların diğer insanlardan insan olarak hiçbir farkları yoktur. Peygamberlerin bile böyle üstünlükleri yoktur da, onların mı üstünlükleri olacak. Bunun böyle olduğu anlaşılmalı ve bilinmelidir.

سَمِعَ اللَّهُ (SaMIGa elLAHu)  “Allah sem’ etti. Allah duydu.”

Allah onların söylediklerini duydu.  

Allah söylemelerinden önce de bilmektedir. Ancak bize anlatırken bizim dilimizle konuşmaktadır.

Allah insanlarla Kâinatın kanunları içinde ilişki kurmaktadır. Bir padişah, meliki muktedir nasıl duyarsa, O da öyle duydu denmektedir. Çünkü O meliki muktedirdir.

Böyle anlatımla insanların idrakine Allah’ı yaklaştırmaktadır.

“Bildi” dese, uzaktan bildi olur. “Duydu” deyince, hemen orada idi ve işitti demektir.

Allah şimdi aramızdadır, bizim yazdıklarımızı ve okuduklarımızı da duymaktadır, işitmektedir.

Bilmek gaip iken de olur. Oysa işitmek ancak şuhutta iken olur.

قَوْلَ الَّذِينَ قَالُوا (QaVLa elLAÜIyNa QAvLUv)  

“Kavl eden kimselerin kavillerini sem’ etti.”

Burada söz teklidir, söyleyenler çoktur. Bir topluluk bir sözü nasıl söyler?

Eğer topluluk içinde biri bir söz söylerse, diğerleri onu tekzib etmezse, karşı çıkmazsa, o zaman o sözü o topluluk söylemiş kabul edilir. Sükut ikrar olduğuna göre bütün topluluk onu söylemiş gibi kabul edilir.

Şimdi içinizde bulunan biri bir şeyi söylese, kimse ona karşı cevap vermese, o zaman bu topluluğunuz o söyleneni kabul etmiş olur. Hele başkanın sükut etmesi demek, onun sözünü tasvip etmiş olması demektir. Hele başkan söyler, cemaat susarsa, o zaman o cemaat o sözü tasdik etmiş olur.

İşte bu şekilde olursa otopluluk onu söylemiş olur.

Biri size bir söz söyler, siz de eğer sükut ederseniz, onu kabul etmiş olursunuz.

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovsalar da o söylemeye devam edecektir.

Ama eğer susarlarsa, o zaman onu kabul etmiş olurlar. Zalim yöneticiler onun için söyletmezler.

Allah kavl eden kimselerin kavillerini duymuştur.

Allah her an bizimle beraberdir ve yaptıklarımızı görmekte, söylediklerimizi de işitmektedir. Buna inanmak, imanın şartıdır. Her davranışınızda Allah’ın yanınızda olduğunu bileceksiniz. Bir de âhirette her davranışınızın hesabını vereceğinizi aklınızdan çıkarmamalısınız. Bu noktanın iyi anlaşılması gerekmektedir.

إِنَّ اللَّهَ فَقِيرٌ (EınNA elLAHu FaQIyRun)  “Allah fakirdir.”

Burada “Allah” kelimesini Kâinatı var eden hâlik Allah olarak anlarsanız, elbette manâsı yoktur.

Bunu bugün veya dün kimse söylemedi. Buradaki “Allah”tan kasıt “topluluk”tur.

“Topluluk fakirdir, biz zenginiz!” diyorlar.

Bugünkü dünyada İsrail oğulları sermayesi ABD’ye hakimdir. ABD yüz trilyonlarca doları 200 İsrail oğlu ailesinin bankası olan merkez bankasına borçludur. Onlara sorarsanız, dünya onlara muhtaçtır!..

Türkiye’deki o sermayenin uzantıları önce devleti hortumlayıp soyuyorlar; ondan sonra onların uzantısı olan firmaların veya uluslararası şirketlerin devletten daha zengin olduğunu söylüyorlar!.. Devlet zarar ediyormuş, kendileri ise bu işleri daha iyi biliyorlarmış!.. Tekel olacak, ama sadece onların tekeli olacak!..

Burada İsrail oğullarını doğrudan muhatap almayışı ile masonların da bunlarla beraber olduklarını ifade etmiş olur. Devlet muhtaçtı; ha yıkıldı, ha yıkılacaktır... Oysa onlar zengindir, onlara bir şey olmaz!..

Bu çok yanlış bir düşüncedir. Onların elindeki dolar veya TL bir kâğıt parçasından ibarettir. O kâğıtların değerleri ordular tarafından korunur. Türk ordusu olmasa, Türk Lirasının ne kıymeti olabilir? ABD ordusu olmasa, dolar neyi ifade eder? Orduları da topluluk yani halk oluşturur.

Buradaki tartışma şudur; dolar mı orduyu besliyor, yoksa ordu mu doları dolar yapıyor?

وَنَحْنُ أَغْنِيَاءُ (VaNaXNu EaĞNıYAEu)  “Biz ganileriz.”

“Biz gani iken topluluk fakirdir!” diyorlar.

Bunların zenginlikleri nasıl başladı? Haçlı Seferleri sonunda ülkelerine dönen askerler, Müslümanlardan alıp memleketlerine götürdükleri malları satmaya başladılar. Bu malların pazarı kasabalarda doğdu. Ticaretle meşgul olan ve yaşadıkları toplumda en alt sınıfı teşkil eden Yahudiler bu malları alıp satmaya başladılar, böylece kasaba esnafı oldular. O sırada Amerika keşfedildi ve oradaki yerlilerden alınan altınlar Avrupa piyasasına girdi. Yahudi tüccarlar kasaba esnaflığından kent tüccarlığına yükseldiler. Böylece daha da zengin oldular. Dünyadan ham madde alıp Avrupa’da mamul hâle getiriyor, sonra onu dünyaya satıyorlardı.

Bu arada Yahudi tüccarların lehine olan zorunlu bir gelişme daha oldu. Avrupa işçileri beceriksiz olduğu için yeterli kalitede ve bollukta mal üretemediler. Bu eksikliği tamamlamak üzere makine sanayii gelişmeye başladı. Yahudiler sermayeleri sayesinde sanayiyi tekelleri altına aldılar.

Yahudilerin sayıları yani nüfusları yetmediği ve başka ırktan olanları da içlerine alamadıkları için masonluğu icat ettiler. Masonlar Yahudi sermayesinin dünyadaki Yahudi olmayan temsilcileridir.

Böylece dünyada büyük bir hamle yapıldı ve ağır sanayi doğdu.  

Bu arda kağıt parayı buldular. Karşılıksız kâğıt parçasını dünyaya altın gibi kabul ettirdiler ve böylece dünya tekel ekonomisini kurdular.

Devlet fakir ve borçlu… Borçlu olmak vakayı adiye kabul edildi. Bununa anlamı şudur. Borcun faizi kadar halk onların emrinde çalışıyor demektir. İşte dünyadaki bu oluşlara dayanarak “Biz zenginiz!” diyorlar!

Oysa bütün bunlar Allah’ın insanlık için mukadder kıldığı sanayileşme dönemi takdiridir.

Tekel sermaye oluşmadan ileri sanayi doğamazdı. Onun için Allah bu imkânları onlara verdi.

Amerika kıtasını var eden sermaye değil, Allah’tır. Şimdi ise sanayileşme meydana geldi. Ulaşım, haberleşme, standartlar, teknoloji artık tüm insanlarca bilinir oldu. Artık tekel sermayeye ihtiyaç kalmadı.

Dolayısıyla bundan sonra artık “tekel sermaye” değil, tekrar “halk sermayesi” hakim olacaktır. Topluluk kendi zenginliğini gösterecek ve bu zenginliği kendisi için değerlendirecektir.

Nitekim bugün Türkiye’de böyle bir gelişme sözkonusudur. IMF’nin bütün baskılarına rağmen, AK Parti’nin bütün olumsuz uygulamalarına rağmen Türkiye’de “halk sermayesi” gelişmeye devam ediyor.

سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا (Sa NaKTuBu MAv QAvLUv)  

“Yakında kavl ettiklerini ketb edeceğiz, yazacağız.”

Kavl ettiklerini işitti ama daha yazmadı. Yakında yazacağını söylüyor.

İşte bu ifade de gösteriyor ki, burada “Allah”tan kasıt “topluluk”tur. Topluluk bunların ne söylediklerini yakında ortaya çıkaracaktır. Yani, kendilerinin zengin olup devletin fakir olduğunu söylemeleri, kendi aralarında buna inanmış olmaları gelecekte, yakın gelecekte ortaya çıkacaktır.

Allah ‘Ben yaptım’ derse, o zaman zâtını murad etmiş olur. Ama eğer ‘Biz’ derse, topluluğu veya melekleri ile beraber yaptığını ifade etmiş olur. “Ketebtu” denseydi, “Ben yazdım” denmiş olması gerekirdi. Oysa burada “Biz yazacağız” deniyor; yani devlet olarak yazılacak demektir. Demek ki henüz onların bu sözleri yazılı hâle gelmemiştir. Ama yakında gelecektir. Bunun böyle olacağı yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.

وَقَتْلَهُمْ الْأَنْبِيَاءَ (Va QaTLuHuMu elEaNBiYAEa)  

“Nebileri katletmelerini yakında yazacağız.”

Burada kastedilen nebilerin vârisleri olan alimlerdir.

19 ve 20. yüzyıllar sermayenin azgınlaştığı yıllardır. Fransız İhtilâli ile başlayan saldırı 20. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Birçok ilim adamı dünyada ve Türkiye’de öldürülmüştür. Uğur Mumcu bu öldürülenlerin en meşhurlarından biridir. Birçok kimse öldürülmüştür. Bütün bunların katili tekel sermayedir.

Gerçekler ortaya çıkmasın diye ilim adamlarını gizli-açık hep öldürmüşlerdir.

Kendileri öldürür, sonra da tabutun altına girer ve ah vah ile taşırlardı!..

Bunların, bu gerçeklerin yazılmasına başlanmıştır. Tam olarak kitaplaşması tamamlanmamıştır. Bu faili meçhul cinayetler veya faili başkalarına yüklenmiş cinayetlerin hepsi meydana çıkacaktır. Öldürülen kilise, tekke ve medrese mensupları gelecekte listelenecek ve bunları hep sermayenin yaptığı bir bir ortaya konacaktır.

Dünyayı bir asırdır kana bulayan CIA ve MAFYAnın her işinin arkasında sermaye vardır.

Bunlar meydana çıkacaktır. Bütün bunlar tarih tarih, arşiv arşiv yazılacaktır.

Ermeni katliamından dolayı bizden tazminat istiyorlar. CIA ve MAFYA dünyaya verdiği zararı ödesin, bize ödesin, 1960’tan beri başlayan müdahalelerin hesabını versin, biz de Ermenilere tazminat verelim.

Kur’an bu âyette bütün bunların, bütün gerçeklerin meydana çıkacağını bildirmektedir.

بِغَيْرِ حَقٍّ (BıĞaYRı XaqQın) “Haksız yere.”

Mason localarında alınan kararlarla kimlerin akıl hastahanesine gönderilip deli raporu alındığı… Hastahanelerin nasıl çarpıtılmış raporlarla tesbit edilerek katiller korunup katil olmayanların suçlandığı… Basının nasıl sermayenim emrinde bunları çarpıttığı… Ve daha nice konu bir bir yakın gelecekte yazılacaktır…

Allah yazacaktır, devlet yazacaktır. Belgeler muhafaza edilmektedir.

Belgeleri yok etmeye kalkışırlarsa, o kalkışma da ayrıca belge olacaktır.

Bunlar bütün bunları yaparken, kişileri öldürürken, katilleri korurken, suçsuzları mahkum edip sehpalara gönderirken hiçbir hakka dayanmamaktadırlar.

Sivas olaylarının gerçek failleri ortaya çıkacak ve tek tek bunlar kamuoyuna belgeleriyle gösterilecektir. MİT’in yaptıkları da ortaya çıkıyor. Nitekim yapacaklarını dün devlet adına yapanlar bugün muhakeme ediliyor. Asıl yaptıranlar ise hâlâ ayakta. Yarın bunların hepsi deşifre edilecektir. Atatürkçülerin, lâiklerin ve diğerlerinin nasıl CIA’nın birer oyuncağı olduklarını kendileri de öğreneceklerdir.

وَنَقُولُ (VaNaQUvLu)  “Ve kavl edeceğiz. Ve diyeceğiz.”

Burada diyeceğiz, âhirette diyeceğiz, yazıldığı zaman diyeceğiz. Bu yapılanlar ortaya çıkınca bunları yapanlar şiddetli azaba çarptırılacaktır. Geçmişte yapılanlar affedilecek ama onlar o zaman da yapmaya devam edecektir. O zaman “Adil Düzen”in pençesi onları yakalayacak ve yakıcı azaba atacaktır.

Nekûlu/Diyeceğiz” deniyor; yani topluluk diyecek, devlet diyecek.

Burada bu vesileyle yine belirtelim ki, “Adil Düzen”de cahiliye döneminde işlenen suçlardan dolayı kimse mahkum edilmeyecektir. Çünkü o yapılanlar o düzenin bir gereği olarak yapılmıştır. Onlar genel afla affedilecekler. Ama geçmişte ve bugün cinayetler işleyen sermaye “Adil Düzen”i hazmedemeyecek ve yine cinayetler işlemeye devam edecektir. Hâlâ rüşvet mekanizmasını çalıştıracak, hâlâ sahte raporlar alacak, hâlâ mafyayı harekete geçirecek ve hâlâ cinayetler işlemeye devam edecektir. İşte o zaman “Adil Düzen” onları yakalayacak ve işte o zaman onlara yakıcı azabı tattıracaktır.

ذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ  “Yakıcı azabı tadın bakalım!”

Burada “El-Harîk” marife gelmiştir. “El-Azabe’l-Harîk” denmemiş de, “Azabe’l-Harîk” denmiştir.

Yani, ceza kanununda gösterilen cezanın sıkıntısını çekin demektir. “Adil Düzen”in ceza hükümleri uygulanacaktır demektir. Asla keyfî ceza verilmeyecek demektir.

Zûkû/Tadınız” denilmektedir. Maddî cezadan çok rûhî sıkıntı onları ezecektir.

Bugünlerde de zaten bu azabı tatmaya başladılar. Müslümanların anayasa ekseriyeti ile iktidarda olması onlara ateşten gömlek olmakta ve onları için için yakmaktadır. Onlar için bu durum yakıcı bir azaptır.

ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ (ÜAvLıKa BıMAv QadDaMat EaYDıKuM)  

“Bu sizin ellerinizle takdim ettiklerinizdir.”

Burada tecziye toplu olarak yapılmaktadır. Nasıl oluyor da kişi yerine topluluk cezalanmaktadır?

Daha önce şunu demiştik. Bir toplulukta biri bir şey söyler, ona karşı kimse karşı söz söylemezse, o zaman o topluluk tarafından da yapılmış kabul edilir. İçinizden biri şimdi konuşmakta olana hakaret etse ve sizden kimse ona cevap vermese, o zaman o konuşana sadece o kişi değil, topluluk da hakaret etmiş olur.

Yapılan işler de böyledir. Toplulukta biri bir şey yapar ve diğerleri de ona uyarlarsa veya susarak tasvip ederlerse, o zaman kendileri de o suça iştirak etmiş olurlar. O sebepledir ki, yanlış yapan kimsenin yanlış yapmasına gücümüz yeterse elimizle, yetmezse dilimizle, yetmezse kalbimizle karşı çıkmalıyız.

Babalarının yaptıklarını tasvip ederek devam edenler de o suçlara iştirak etmiş olmaktadır. AK Partililer eskiden yapılan zulmü önlemiyorlarsa, ona karşı tedbir almıyorlarsa, onların yaptıklarına uymuş olacaklardır.

Bir toplulukta yapılan kötülüklerin ortadan kalkması için cihad yapmazsak, o zaman biz de o kötülüklere iştirak etmiş oluruz. Bunları yapan biz değil de atalarımız olsa ve onlara sessizce uyarsak, o zaman o kötülüğü biz de yapmış oluruz.

İşte bugün sermayenin topluluğa caka satması ve birçok masum insanın katline sebep olunmasının hesabı bugün sorulmasa bile, yarın o sermayenin vârislerine sorulacaktır.

Avrupa’da başlayan dinî reformlardan beri, Fransız İhtilâlinden beri, sosyalizm ve faşizm uygulamaları ile yüz milyon insan öldürülmüştür. Bütün bunların merkezi tekel sermaye olmuştur.

Bugünkü sermaye de onların bu yaptıklarını tasvip ediyor ve aynı yolu izliyor…

“Adil Düzen” geldiği zaman da aynı suçları işlemeye devam edeceklerdir. İşte o zaman onlar harîk azabı tadacaklardır. Âhirette herkesin katkısı nisbetinde çekeceği ceza bunun dışındadır.

وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (VaEanNA elLAHe LaYSa BıZalLAMın LıLGaBIyDı)  

“Allah abdlerine zalim değildir.”

Allah bir düzen kurmuştur. Bu düzen dünya düzenidir, imtihan düzenidir. Adalete uyan topluluklar yaşar ve zafer kazanır. Zalim topluluklar cezalanır. Adil olan hiçbir topluluk mağdur olmaz.

Osmanlı tarihinin son günlerini düşünün. Cumhuriyet döneminin adaletini düşünün. Türklerin başına gelenlerin az bile olduğunu çok kolaylıkla görürsünüz. Zulüm eden Allah değil, halkın kendisidir.

Zalimler yapacaklarını yapıyor, diğerleri de susuyor! İşte bu durumda tüm topluluk zulmetmiş oluyor.

Bu zulmü durdurmak için partiler kuruyoruz, anayasa ekseriyeti ile iktidar oluyoruz. Ama bütün bu çabalarımıza rağmen zulüm yine devam ediyor. Bu zulümleri devam ettiren iktidarın helâk olacağından şüphe mi ediyorsunuz?

“Ebette, devam edecek, halk bir daha, bir daha seçecektir!” mi diyorsunuz?

O zaman halk da onlarla beraber helâk olacaktır demektir.

Ya bu iktidar “Adil Düzen”i kabul edip zulme son vermelidir, ya da bu halk “Adil Düzen Partisi”ni kurup onu iktidar etmelidir. Yoksa böyle bir zulüm dünyasında bir ülkenin yaşaması, insanlığın yaşaması, dünyanın yaşaması mümkün olmaz. Bütün bu gerçekler böylesine net ve bu kadar açıktır.

Aksini iddia etmek, Allah’ın zulüm düzenin sürdüreceğini iddia etmek, ilme aykırı olduğu gibi imana da aykırıdır. Küfürdür. Faizli sistem başarı ile devam edecektir diyenler ve buna inananlar cahil ahmaklardır. Cehl ile küfrün Allah nezdinde eşdeğer olduğunu bilmem tekrar hatırlatmama gerek var mı? Sizler bunun böyle olduğunu zaten biliyorsunuz. Bildiklerinizi bilmeyenlere hatırlatın. Böylece tebliğ görevinizi yerine getirin.

الَّذِينَ قَالُوا (elLaÜIyna QAvLUv)  

Buradaki “Ellezîne Kâlû” eski “Ellezîne Kâlû”nun bedelidir.

Onlar bir taraftan “İnsanlık fakirdir, devlet fakirdir, topluluk fakirdir!” demişler; ondan sonra da Allah’ın onlarla ahitleştiğini ileri sürmüşlerdir. Yani, onlar “Adil Düzen”e inanmayacak ve uymayacaklardır.

Kendi içlerinde inanmamak için birtakım söylentileri ve bahaneleri öne sürmektedirler.

Bunlar kendileri dünyaya kötülük yaptıklarına inanmamaktadırlar.

İnsanlığa iyilik yapmakta olduklarına inanıyor ve bunları insanlığın iyiliğine yapıyorlar!..

Beş yüz senedir dünyada pek çok zulüm yaptılar, ama bugün insanlığa büyük uygarlığı getirdiler.

Önce Avrupa’ya İslâm uygarlığını götürdüler, ateist uygarlık olarak onlara empoze ettiler.

Karl Marx aslında İslâmiyet’ten başka bir şey anlatmıyordu. İslâmiyet esaslarını almış ve insanlığa İslâmiyet’in âhirette vaat ettiği cenneti dünyada vaat etmeye başlamıştır. İslâmiyet’in kurumlarını sosyalizmin kurumları olarak takdim etmiştir. Batı uygarlığı tamamen İslâm uygarlığının çarpıtılmış şeklidir.

Bunun böyle olduğu zaten bilinmektedir. Gelecekte daha iyi bir şekilde bilinecektir.

Sonra ne yaptılar? Faizi meşru gördüler ama dünyanın süratle imar edilmesini böyle sağladılar.

Bugün de eğer dolar olmazsa, uluslararası ticaret nasıl olacaktır? Bunları hep sermaye yapmadı mı?

O halde sermaye yaptığı zulmün on katını insanlığa getirdiği uygarlıkla ödemedi mi? İşte bundan dolayı onlar kendi düşüncelerinde haklıdırlar. Ne var ki, bütün bunlar Allah’ın takdiri ile oldu. Şimdi artık o kötü davranışlarını bırakmalıdırlar. Varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa faizsiz sisteme dönmelidirler.

إِنَّ اللَّهَ عَهِدَ إِلَيْنَا (EınNa elLAHa GaHıDA EıLaYNAv)  “Allah bizimle ahitleşti.”

Yani, Allah söz aldı demektir.

Kur’an’da bizden de söz alınmaktadır. Size bir resul gelecek, sizde olanı tasdik edecek, ona uyun denmektedir. Bizde olanı tasdik etmek demektir? “Adil Düzen”i tasdik etmek demektir.

İsrail oğullarından ve onların peşinden gidenlerden Allah ahit almış ve onlarla sözleşmiştir. Bir mucize görmezseniz ona uymayın. Bu ahit önemlidir.

Acaba Allah mü’minlerden, kendilerine kitap verilenlerden ne ahit almıştır? Böyle bir ahit sözkonusudur. Gelecek resuller olacak, sonra biri baş olacak, o zaman bizim ona uymamız gerekecektir. Ama bunun vasıfları ne olacaktır? Bunun için resulün Kur’an’da sayılan vasıflarını bir bir sayacağız. Onun o vasıflara uyması gerekir. Şimdi burada da tasdik edeceğimiz resulün bir vasfından daha bahsedilmektedir.

أَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ (EaN Lav NuEMıNa LıRaSUvLın)  

“Herhangi bir resule inanmayacağız.”

Hak olduğu bilinen her resule mutlaka herkesin inanması gerekir. Ama ittiba etme konusunda ise herkes kendi resulüne ittiba eder. Kur’an’ın Hıristiyan ve Yahudilerden istediği kiliselerini ve havralarını bırakıp bize gelmeleri değildir. Kıblelerini bırakmaları istenmemektedir.

Onlardan istediğimiz, sadece nasıl biz onların resullerini tasdik ediyorsak, onlar da bizim resulü tasdik etsinler. Onun için ittiba etmeyeceğiz dememekte, sadece iman etmeyi telkin etmektedir.

حَتَّى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ (HaTTa YaETIy Bı KuRBaNın)  

“Bize bir kurban ile ety edinceye kadar iman etmeyeceğiz.”

Demek ki, resullere inanabilmemiz için onların bir “kurban” getirmesi gerekir. Buradaki “kurban” nekire olduğu için herhangi bir kurbandır. Bu kurban bizim bayramda kestiğimiz kurban değildir. Herhangi bir ibadettir. Herhangi bir yaklaşmadır. Nekire yani belirsiz gelmiş olduğu için bunu ifade eder.

Demek resulden istenen, insanları birbirine yaklaştıran, insanlar arasındaki çekişmeye son veren “kurban”dır. Bu kurban da çağın herhangi bir sorununu çözme demektir. İnsanlar öyle bir duruma geleceklerdir ki, artık bunalacak ve sorunların içinde boğulacaklardır. İnsanların bu sorunları çözülmelidir.

Mesela, bugün pek çok sorun var ama, başlıca sorun işsizliktir. Onun sonucu açlık sorunudur. İnsanların ve aş sorunu ile bunlara dayanan sorununu çözmeyen bir resul, resul değildir. Bugünkü en büyük ve en yaygın sorun budur. Bu sorunun mutlaka çözülmesi gerekmektedir.

Yahut, çevre kirliliği sorunu da içinden çıkılmaz bir hâl almıştır...

Mafya ve terör sorunu heyula gibi durmaktadır...

Faiz sorunu çözüm beklemektedir…

Fuhuş sorunu çözülmelidir...

Bu sorunlardan hiç olmazsa birini çözmesi gerekir ki biz o resule inanalım. O bunu nasıl başaracaktır?

Resul yani başkan bunu küçük topluluğunda, kendi topluluğunda çözecektir. Mala-Mal Marketi veya Ahşap Evler Sitesi bunu hedefleyen bir uygulama yeri olacaktır. Eğer o sitede veya o toplulukta bu sorun çözülürse, bir tanesi bile çözülürse, o sorunu çözenin resullüğüne inanacağız. Artık mucize sorunları çözmedir, sorunu çözmedir, sorunu sistemle çözmedir. Yoksa zorlama veya kişisel maharetle çözme “kurban” değildir.

تَأْكُلُهُ النَّارُ (TaEKüLüHu elNARu)  

“Nâr onu ekl edecek bir kurban. Nârın ekl edeceği kurban.”

“Kurban” kelimesinin gerçek anlamda olmadığı bu kayıtla anlaşılmaktadır Çünkü kurbanı ateş yiyemez.

O halde bu kurbanı ateşin yemesi nedir? Bu “nâr” savaş olarak alınabilir. Çünkü başka yerde harbin ateşinden bahsedilmektedir Yahut iktidarların baskı ateşidir. Başarılı bir iş yapıyorsunuz. Geliyor, mevcut zulüm düzeni ve dış saldırlar başarılarınızı sıfırlıyor. Bu durum “ateşin ekletmesi” ile ifade ediliyor.

Eğer bir parti kapatılmamışsa, eğer bir kooperatif kapatılmamışsa, demek ona inanmak doğru değildir.

Ateş onu yiyecektir.

Millî Görüş partilerinin kapatılması, onların gerçek parti olduklarının kanıtıdır.

Akevler kooperatifi’nin kapatılması, onun doğru yolda olduğunu gösterir.

Dünyada sonradan iktidar olanlar önce zulüm görenlerdir. Belli bir çile çekmiş olmaları gerekir. Çekilen o çileden sonra inanma mekanizması ortaya çıkar. Bu çile de kurbet yani yakınlık adına çekilmelidir. Çilesini çekmeyen risalet mertebesine ulaşamaz. Bu sebepledir ki çilesini çeken Erbakan ve çilesini çeken Tayyip tasdiklik şartını geçmişlerdir. Kendilerinden çok yaptıkları işler helâk olacaktır. O halde yandı, mahvoldu deyip oturmak yoktur. Yenen böyle bir darbe onun doğru yapıldığının işaretidir. Burada resul nekire gelmiştir.

قُلْ (QuL)  “Kavlet. Söyle”

Onlara bildiriliyor. Elbette Allah bu ahitleri yaptıktan sonra yerine getirecektir. Onun için onlara fazla açıklama yapılmıyor. Medine’de Hz. Muhammed (s.a.v.) kurbanlık işini çözdü. Demokrasiyi getirdi. Lâikliği getirdi. Sonra da saltanatla savaşa başladı ve ateş onu yedi, sahabelerin savaşı yedi. Ama onun bütün bu getirdikleri onun peygamber olduğunun bir delili olmuştur.

Burada emredilen kimdir? Kendisinin resul olduğunu iddia eden kimsedir.

Bundan önce bu iddia ile çıkan Erbakan idi. O dönem kapandı. Şimdi yeni biri çıkacaktır. Daha doğrusu çıkacak ve ülkede parti kuracaktır. “Adil Düzen”i getireceğini savunacaktır. Bu genç biri olacaktır. III. bin yılın başlarında kırk ile elli yaşlarında olan biri olacaktır. O diyecektir.

Hâlen İslâmî oldukları davranışları ile bilinen dört parti vardır.

Bunlardan biri olan AK Parti iktidardadır. Resmen İslâmî olmadığını ilan etmekte ve anayasa ekseriyetinde olduğu halde, Allah’tan değil, derin güçlerden korkarak hiçbir şey yapmamaktadır. Bundan dolayı onun bir şeyler söylemesi elbette beklenemez.

Saadet Partisi vardır. Ancak o da hâlâ kırk ile elli yaş arası bir başkan seçememiştir. Henüz bu tebliği yapacak hazırlığı yapmış değildir. Sonra Büyük Birlik Partisi vardır. Bunları söyleyebilecek bir durumdadır. Ama söylememektedir. Benzer mütalaayı Bağımsız Türkiye Partisi için de söyleyebiliriz.

Bunların zavallılığı, bunların kendilerini derin güçlerin tesirinden azat edememesidir. O güçlerin arasında dün ordu vardı, dün MİT vardı, merkezinde ise CIA vardı. Bugün ne ordu, ne de onun emrinde olan MİT onların arkasında değildirler. Başka bir şey daha söyleyeyim. CIA bile artık onların güdümünden çıkmaya çalışmaktadır. Ama bu iki parti ve AK Parti gerçeği göremiyor. Hâlâ gölgeden korkmaktadırlar…

Saadet Partisi’nin sorunu ise iç sorundur…

Bir akvaryuma erkek ve dişi balık bırakmışlar, aralarına da cam bölme koymuşlar. Balıklar buluşmak için camlara çarpıp durmuşlar. Sonra bu duruma alışmışlar. Artık cam bölmeyi geçmek için zorlamıyorlarmış. Bir müddet sonra aradaki camı sessizce çekmişler, ama balıklar yine camın olduğu yeri geçmemişler!

Bugün üzülerek söylemek isterim ki; AK Parti, Büyük Birlik Partisi, Bağımsız Türkiye Partisi ve maalesef Saadet Partisi de böyle bir durumdadırlar.

Demek ki, bu “Kul/Söyle” emrini yüklenecek birini beklemekteyiz.

قَدْ جَاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِي (QaD CAEaKuM RuSuLun Min QaBLIy)  

“Benim kablimde size resuller geldi.”

Benden önce size resuller geldi deniyor. Resuller çoğuldur. Birden münker çoğuldur.

Rusulün” dediğine göre, en az üç resul gelmiş olmalıdır. Bu resuller kimlerdir? En az üç resul ne zaman geldi ve onları ne zaman katlettiler? Bu hususta bir bilgi yoktur.

Günümüze dönersek, şöyle diyebiliriz.

“Rusulî” denmemiş de “Rusulün” denmiştir. Genel olarak “başkanlar” demektir.

Bunlar ille de İslâmiyet’i kabul etmiş resul anlamında değildir.

Cumhuriyet döneminde bunların birincisi Adnan Menderes olmuştu. Menderes Türkiye’yi on bin yıllık “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçirmişti. Ama Bunu başardığı için onu astılar.

Sonra Turgut Özal geldi. Türkiye’yi daha da geliştirdi ve ülkemizi demokratik bir sanayi ülkesi hâline getirdi. Onu da kurşunladılar; belki de sonunda öldürdüler. Kim bilir?

Sonra Necmettin Erbakan geldi ve Türkiye’nin makus talihini yenmeye başladı. Cumhuriyet tarihinin en başarılı başbakanı oldu. Ama Türkiye düşmanları, Türk halkının düşmanları onu iktidardan indirdiler.

Görülüyor ki, bunlar kurbanlarla yani kalkınmalarla, geliştirmelerle geldiler ama; başarıya ulaştıkları için  bunları öldürmeye kalkıştılar ve öldürdüler...

Demek ki, gelecek olan siyasi parti lideri gelecekte bunlara bu örnekleri verecektir.

Menderes’i niye öldürdünüz? Hiçbir İslâmî yaşayışı yoktu. Batıya teslim olmuştu. Menderes’in onlara göre tek suçu olmuştur. Türkiye’yi kalkındırmış, Türk halkını birbirine yaklaştırmıştır.

“Kurban” yakınlık demektir. Bir ülkenin altyapısını yapmak o kurbanı getirmektir. Bir ülkenin ulaşım imkanları kurbandır. Adaletin tesisi kurbandır. İşsizlik sorununun çözüme kavuşturulması kurbandır…

İşte bunları niye astınız? Başarılı oldukları halde niye iktidarlardan indirdiniz diye sorulacaktır.

بِالْبَيِّنَاتِ (Bi elBayYıNATı)  “Açıklamalarla.”

“Beyyinelerle” geldi demiyor; “Âyetlerle” geldi demiyor; “Açıklamalarla” geldi deniyor.

“Âyet”, Kur’an’ın içerdiği delillerdir, tabiî kanunlardır. “Beyyine” ise o âyetlerin anlaşılmasıdır, pratiktir, uygulamadır. Burada “Allah’ın âyetleri ile geldi” denmiyor, “beyyinelerle geldi” demiyor. Yani, burada “rusul”den kasıt, lâik rusullerdir, lâik önderlerdir, lâik başkanlardır. “Beyyine”den maksat da, lâik açıklamalar ve delillerdir. Yani, getirdikleri uygulamalar ve getirdikleri sistemlerle sizlere açıklamalarda bulundular.

Kur’an’ı hayata uygulayarak açıklamaya başladığımız zaman, uygun açıklama seçilmiş ise hep birbirini teyid eder. Zalimler sadece ilâhî açıklamalara ve ilâhî resullere değil, bunlar onlar için gerici ve yıkıcı oldukları için her iktidara düşmandırlar, her çalışana düşmandırlar. Onların işi mikroplar gibi yıkmaktır, yok etmektir.

Bu âyetlerin anlattığı manâ budur.

وَبِالَّذِي قُلْتُمْ (VeBi elLeÜIy QulTuM)  “Kavl ettiğinizi de getirdiler.”

Tarih buna şahittir. Demokrat Parti’den sonra, Demirel’den sonra, Özal’dan sonra, 28 Şubat’tan sonra ne krizler doğdu, bilinmektedir. Bunların iktidarlarında nelerin olduğunu bizzat yaşadığımız için bilinmektedir. Şimdi AK Parti iktidarında da nasıl refaha doğru adımlar atılmış olduğu bilinmektedir.

Ama onlar ne yapıyorlar? Her başarılı hükümete karşı düşman olmuşlar, darbeler yapmışlar…

Kimini asmışlar, kimini iktidardan indirmişler, kimini... Yani, sizin söylediğinizi bunlar getirdiler. Bu lâik önderler getirdiler. Geldiler, refah geldi. Gittiler, kriz geldi. Bunlar hep yaşandı.

Ecevit Hükümeti yetmişlerde tek başına iktidar olunca insanlar ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kuyruklara girdi, ülke dışındaki elçilik maaşlarını ödemekten aciz kalındı. Ecevit’in en son marifeti olan 22 Şubat Krizi herkesçe biliniyor. Ama onlar başarılı siyasetçi! Başaranlar ise katledildi veya iktidardan indirildi!

Demek ki, Kur’an’da bu “açıklamalar” dendiği zaman, istenen hedefe yaklaşma demektir. Onların tabiri ile Batı uygarlık seviyesine götürmedir. Götürdüler, ama yine de onlar asıldılar!

II. Abdülhamit batılılaşmanın önderidir. Ama onlara göre hâlâ ‘Kızıl Sultan’ olmaya devam ediyor!..

فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ (Fa LİMa QaTaLTuMUvHuM)  “Onları niye katlettiniz?”

Bu ifadeden şu anlaşılıyor. En az üç resul geliyor. Açık şekilde uygulamalar yapıyor ve topluluğu istenen hedefe yaklaştırıyor. Sonra bir ateş geliyor ve onların yaptıklarını yakıp bitiriyordu. Buna rağmen onlar bu oyunlarına hâlâ devam etmektedirler. Buradaki ifadede resullerin hepsinin katledildiği söylenmektedir.

Ancak bunu iki şekilde anlarız. Ya içlerinden bazıları katledildiler. Hepsi katledilmiş sayılmaktadırlar. Yahut, katilden maksat katledenlerdir. Yani, onlar hepsini katletmeye kalkıştılar ama kimini katlettiler, kimini katledemediler veya hiç katledemediler. Onların kasıtlarını mecazi olarak ifade etmiş olmaktadır.

Türkiye’de iktidara gelip başarılı olma yoluna gidenler hep bertaraf edildiler. II. Abdülhamit’ten başlayıp günümüze gelinceye kadar olanlar, iktidarlara karşı düşmanlık, darbeler, kavgalar...

Burada yeni olarak ortaya koyduğumuz şey, “resul” kelimesinin “başkan” olarak anlaşılmasıdır.

Bu bilinen bir husustu ama sadece “İslâmiyet’i benimseyen başkan” olarak anlaşılmakta idi. Allah’ın resulü ve O’nun halifesi. Ancak “devlet” olarak anlaşıldığı zaman “halkın elçisi” anlamına gelir. Halk onu devleti temsil etmek üzere seçer, biat eder, onun emrine girer, ona itaat eder. Kenan Evren veya Cemal Gürsel ‘ben başkanım’ deyince kimse karşı çıkmadı. Onlar da halkın resulü olmuşlardır.

İzafet yapılmadan nekire olarak kullanıldığı zaman bunlar da anlaşılabilir. O zaman Kur’an’da anlatılan ‘sosyal kanun’ olmuş olur.

إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (EıN KuNTuM ÖAvDıQIyNa)  “Sadıklar iseniz.”

Bu hitap büyük sermayeye aittir. Onlar kendilerini kötülük yapar olarak görmemektedirler. Dünya düzenini kurma konusunda kendilerini görevli görmektedirler. O sebeple Allah onlara o zenginliği vermiştir, o iktidarı vermiştir. Buna karşı çıkanları bertaraf etmeyi de onun için kendilerini yetkili görmektedirler.

Bu anlayışı yanlış olarak görmek doğru değildir.

İnsanlık Hz. Nuh (a.s.) zamanında “göçebelik”ten “yerleşik düzen”e geçtiler. Ancak bu geçiş döneminde büyük sancılar çektiler. İnsanlar direndiler ve tufan olmadan yeni döneme geçmeyi kabul etmediler.

Bugün de insanlık “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçmektedir. Bu kolay olmamaktadır. Bizim tesbitlerimize göre insanlığın çözüm bekleyen tam on altı temel sorun vardır. Biz bunları “sosyal tufan” olarak isimlendiriyoruz. Bütün insanlık bu tufanı yaşamaktadır.

Tarım dönemine geçmek demek, “gaz” hâlinden “katı” hâle gelmek demektir.

Sanayi dönemine geçmek demek, “katı” hâlde iken “sıvı” hâle geçmek demektir.

Bunlar kendilerini haklı görmektedirler. Ancak artık görevleri bitmiştir.

Bütün bunlar, bütün bu gelişmeler, yaşanan bütün bu merhaleler, “Adil Düzen”in hazırlanması için yapılanlardır. Bunlar olmadan, bunlar yaşanmadan “Adil Düzen”e geçiş gerçekleşmezdi.

Kur’an 1400 sene evvel geldi ve yeni uygarlığı oluşturdu. Ancak uygarlığın oluşabilmesi için Kur’an’ın ideal hükümleri tatbik edilemedi. Çünkü o devirlerde insanlık henüz o seviyeye gelmemişti.

I. Kur’an Medeniyeti büyük bir hamle ile insanlığı “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne ulaştırdı. Tekel sermaye de bu hamlede görevini yaptı. Şimdi Kur’an’ın o günden daha ileri bir durumda bugün uygulanması zamanı gelmiştir.

İçtihat ve icmalara dayalı yerinden yönetim; tüm insanlığın katıldığı demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni gelecek, bu düzen ulusal orduların desteğinde ve hakemlerin güvencesinde olacaktır.

Bugün bu düzenden ne kadar uzağız.

Ama çok yakında yeryüzüne “Adil Düzen Anayasası” hakim olacaktır.

Nasıl Medine Devleti kurulurken insanlar inanmadılar, ama inanmayanlar mü’minler karşısında mağlup oldular, Mekke’den çıkarıldılar, Arabistan’dan çıkarıldılar… Dünyaya Kur’an düzeni hâkim oldu… Batıda Kur’an düzeni geçerli olmaya başladı. Bundan sonra da aynı şeyler olacaktır.

O günden farklı olarak olacak olan şudur.

O gün bunları Hazreti Peygamber (s.a.v.) başlatmıştır.

Şimdi ise Adil Düzen Çalışanları yani sizler bu işi yapacaksınız

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 50

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

فَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَاءُوا بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُنِيرِ(184)

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنْ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ(185)

لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنْ الَّذِينَ أَشْرَكُوا أَذًى كَثِيرًا وَإِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ(186)

 

فَإِنْ كَذَّبُوكَ (Fa EıN KaüÜaBUvKa)  “Seni tekzip ederlerse.”

Bundan önce resulleri toplayacağı ifade edilmişti. Adil Düzen Çalışanlarının ileride birer resullerin çevresinde toplanacağı, bunları Allah’ın bir araya toplayacağı ve resullerin resulünün yani resullerin imamının ortaya çıkacağı şeklinde açıklamştık.

Nebiler “aşiret” olarak ortaya çıkıp ilmî çalışma yapacak, Kur’an’ı okuyacak, uygulayacak, anlatacak ve dâvetlerde bulunacaklardır. Sonra “kabile başkanları” oluşacaktır. Bu 5000 nüfuslu bir “site” demektir. Bu site bugünkü mevzuat içinde ‘kooperatif’ olarak kurulacak ve bir yerde toplanacaklardır. Yüze yakın “aşiret” bir “kabile” olarak oluşacak, “şa’b” olacak, yüze yakın “şa’b” bir araya gelerek “kavm”i oluşturacak ve yeryüzünde yüze yakın kavim “insanlık ümmeti”ni oluşturacaktır; “İbrahim ümmeti”ni oluşturacaktır. III. Bin Yıl Uygarlığını bunlar oluşturmuş olacaktır.

Şimdi resule özel olarak hitab edip karşılaşacağı gerçeği ortaya koymaktadır.

Buradaki “resul” yani başkan “bucak başkanı”dır. Bu bucak taşra bucağı olabilir, il merkez bucağı olabilir, devlet merkez bucağı olabilir. Mekke bucağı olabilir.

“Seni tekzib ediyorlarsa” denmektedir. Tekzib etmeleri kesin olmamakla beraber, tekzible karşılaşılacağı ihtimali büyük olmaktadır. Neyi tekzib edeceklerdir?

Birisi çıkar da, “Ben ‘Adil Düzen’e göre bir site kurmak istiyorum.” derse, iman etmiş cemaat de onun arkasında toplanırsa, bu İslâmî sitenin şeraita göre kurulmasını tekzib edeceklerdir. Çünkü onlar artık dünyada Kur’an hükümlerinin kalktığı ve o hükümerin bir daha geri gelmeyeceği kanısındadırlar. Faizli ve fuhuşlu düzenle insanlığın sürüp gideceği kanısındadırlar. Dolayısıyla “Allah böyle bir sitenin kurulmasını emretmedi! Senin bu söylediklerin yanlıştır, yalandır!..” deyip söylediklerini tekzib ederler.

Burada dikkat edeceğimiz husus; “Seni dinlemezlerse” değil, “Seni tekzib ederslerse, söylediklerini yalanlarlarsa” denmiş olmasıdır. Çünkü resul yani başkan gelişigüzel, kendiliğinden değil, Kur’an’ın ona bildirdiklerini söylemektedir. Karşı çıkılan kendisi değil, sözleridir. Kur’an’ın reddettiği de budur.

Seni tasdık etmezlerse demiyor. Kanıtlanmamış bir sözü elbette kimse tasdik etmek zorunda değildir. Yanlışlığı kanıtlanmamış bir söze de kimse yalandır diyemez. Yapılacak iş söz üzerinde tartışarak doğru ise onu kabul etmek, yanlış ise onu düzeltmektir. Böyle yapmayıp da; “Falan söyledi, o halde kabul edelim!” yahut “Falan söyledi, o halde reddedelim!” demek, işte kötü olan taraf budur.

فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ (FaQaD KuüÜıBa RuSuLun MıN QaBLiKa)  

“Kablinde de resuller tekzib edildi.”

Burada “rusul” kelimesi nekire gelmiştir. Geçmişteki bazı resuller tekzib edilmiştir denmiş oluyor.

Marife gelseydi, geçmişte bütün resuller teksib edildi anlamı taşırdı. Oysa burada nekire gelmiştir. Bazı resuller tekzib edilmiş anlamına gelir.

“Senden önce de” ifadesi ile bir bucakta tebliğ yapıyorsa, orada; bir ilde tebliğ yapıyorsa, orada; bir ülkede tebliğ yapıyorsa, orada; insanlıkta tebliğ yapıyorsa, orada daha önceki resuller de tekzib edildi demektir.

Buradan şunu öğreniyoruz ki, bir bucakta, bir ilde, bir ülkede ve insanlıkta aynı zamanda iki başkan ortaya çıkamaz. İkisi de oranın başkanlığına talip olamaz. Bu takdirde ya ikisi de yalancıdır veya biri yalancıdır. Kur’an ikinciye uyulmamasını emretmektedir. Bu sebepledir ki, bir kabilede iki cuma kılınamaz, iki yerde kılınamaz. Orası mescid-i dırar olur. İmam-ı dırar olur. “Min Kablike” kelimesi ile bunu teyit etmektedir.

Bir kimse çıkar ve Kur’an’ın emridir diye yeni bucak sitesini kurabilir. Ama kurulmuş bir sitede ikinci site faaliyetinde bulunamaz. Peki, bu durumda ikinci başkan nasıl seçilecektir?

İslâmî bir bucakta ilmî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Halk kendilerine bunlardan birini danışman yapacaktır. Bunlar ilmî şûra oluşturacaklardır. İlmî şûra üyeleri birer başkan adayını göstereceklerdir. Halk sıralama usûlü ile bunlardan birini başkan seçecektir.

Bunu bugünkü meclisimize uygularsak, genel seçimde %5’ten fazla oy alan partiler birer orgenerali cumhurbaşkanı adayı gösterirler Meclis üyeleri bunları sıralarlar. Her vekil birinciyi, ikinciyi belirler. Birinin aldığı sıraların tersleri toplanır. Elde edilen sayı adayın derecesini gösterir. Birinci olan başkan olmuş olur.

İşte bu başkana karşı ikinci başkan çıkarılamaz.

Aday partilerden birine kendisini adaylığa kabul ettirir, meclise de başkanlığını kabul ettirir.

Büyümüş bir bucakta, büyümüş bir ilde, büyümüş bir ülkede ikinci bucak, ikinci il veya ikinci devlet kurulabilir. Türkiye’nin nüfusu 70 milyonu aşsa, biri çıkıp bir kurucu heyeti oluşturur, anaysayı hazırlarlar, merkez olarak bir ili seçerler. Ondan sonra halkı bu devlete katılmaya dâvet ederler. Halk da ben bu ülkeye göç ederim sözü verir ve bunların sayısı 30 milyonu aşarsa, yeni devlet oluşturulabilir.

İnsanlık için ikinci bir organizasyon yoktur.

 

جَاءُوا بِالْبَيِّنَاتِ (CAvEUv Bi el BeyYıNATı)  

“Beyyinât ile cîet ettiler. Bunlar beyyineleri getirdiler.”

Beyyine” nedir? Kur’an âyete beyyine demektedir. Âyet olarak Kur’an’ın sözleri ve kesin ilmî sonuçlar kastedilmektedir. Kur’an’dan sonra gelen başkanlar âyetlerle gelmezler. Âyetleri vahye mazhar olmuş nebiler ve resuller getirirler. Kur’an bir daha nâzil olmayacaktır. Kur’an âyetleri de kıyamete kadar güneş gibi parlamaya devam edecek ve insanlığı aydınlatacaktır.

Beyan” ise Kur’an’ın ve Kâinat kitabının açıklanmasıdır. O sözlerin doğru olduğunun ispatıdır. Bu da ancak müsbet ilimle olmaktadır. Kur’an’ın, Allah’ın sözlerinin ispatıdır.

Demek ki, önce açıklamalar yani beyyinât gelmiş olacaktır.

Resulün Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ispat etmesi gerekir. Bu hususta Hamidiye risalesini yazan Hüseyni Cersî’den başlayarak, başta Bediüzzaman’ın risaleleri olmak üzere pek çok ilmî çalışmalar başlamıştır. Biz de bu seminerlerimize “Kur’an Matematiği” dersleri olarak İstanbul’da başlamıştık. Ancak topluluk henüz bunları dinleyecek hâle gelmemiştir. Oradan anladık ki, biz henüz resullük mertebesine çıkmış değiliz. O sebepledir ki şimdiki seminerlerde sadece ilim yapmakla meşgul olunmaktadır. Risalet mertebesine yükselen bir kişiyi bekliyoruz. Biz yeter derecede yetiştiğimiz, olduğumuz, olgunlaştığımız zaman o da gelecektir. O kişi her şeyden önce beyyinâta sahip olacaktır. Yani, insanlara Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu müsbet ilimle ispat edecek bir bilgiye sahip olacaktır. Buna 40 ile 50 yaş arasında başlayacak, çevresinde bu isbatı anlayacak bir cemaat oluşacak, ona inanacaktır. Bu ilim onun mucizesi olacaktır.

Beyyinât” Kur’an’ın Allah sözü olduğunu ispatlayan bir kitap demektir. Bir ilmî kitap demektir. Bir modern felsefe kitabı demektir.

Bu hususta ne yapılacağı ve nasıl yapılacağını bildiğim halde, bunu takip eden kimseler olmadığı için yazı hâline getiremedik. Bediüzzaman bu durumlarda yazdırılmadı diyor, biz de öyle kabul ediyoruz.

Beyyineler, ilmî kitaplardır. Mantık, matematik, geometri, mekanik, fizik, kimya, botanik, zeoloji, psikoloji, sosyoloji ilimlerini içeren kitaplardır. Bu ilimlerle Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğu ispatlanacaktır.

Beyyinât” dişi çoğul ile gelmiştir. İlmî eserler bir bütündür. Bunlar icma ile sabit olanlardır.

وَالزُّبُرِ (Va eüÜuBuRı)  “Bir de zübür ile cîet edecek, zübürü getirecektir.”

Beyyineler ilmî kitaplardır. Kırık çoğulla gelmiştir.

Çoğul olduğuna göre, demek ki değişik kitaplar olacaktır. Yani, beyyinât icmalardan oluşuyorsa, zübür de içtihatlarla oluşuyor. Her resulün kendi içtihatları olacaktır. Bu içtihatlar farklı olacaktır. Yani kendi sözleşmesi olacaktır. İşte bundan dolayıdır ki mükesser cem’ (kırık çoğul) kullanmıştır.

Kelimenin etimolojisi de böyledir. “Zebr” duvar yapmak için hazırlanmış taşın adıdır. Hurma gibi cins isimdir. “Sabr” ise kaya parçasıdır. Yani, duvar yapılması için çıkarılacak taştır. Granit kayadır. “Zebr” ise kayanın parçalanmış şeklidir. “Zümre” kelimesi de buradan gelir. Fıkıh kitapları birer zeburdur. Çünkü onlar ayrı ayrı meseleleri içerirler. Hz. Davut peygamber devlet yönettiği için ona böyle bir külliye (Zebur) verilmiştir.

Özel hukukta herkes kendi içtihadı ile veya müçtehidinin içtihadı ile hareket eder. Oysa kamu hukukunda ortak bir fıkhın olması gerekir. Başkan kendisi kamu hukukunu getirir. Bu nebilerin yani ilim adamlarının hazırladığı fıkıhtır. Onların mahalli icmalarını kabul eder, ayrıca kendi içtihatlarını da ekler. Onunla gelir. Ona dâvet eder. Bu içtihadın kişi içtihadından farkı yönetimdeki içtihattır. Yani, başkanlığı böyle yapacağım der. Kuralları kendisi koyar, ama ondan sonra o kurallara dâvet eder.  

Genel kural şudur. Herkes kendi davranışlarının kurallarını kendisi koyar, ama sonra o kurallara uymak zorundadır. Başkanlar da böyledir. Nasıl başkanlık yapacağını kendisi belirler, ama sonra o da ona uyar. Partilerin programına benzer. Her parti program yapar, sonra oy ister. Rey verirlerse ona göre uygulama yapar.

Demek ki, başkanlığa talip olan ve yeni bir site kurmak isteyen kimse, önce ilmî deliller getirerek dayandığı kitabın ilâhi söz olduğuna va ona uyarak bir site kuramaya başladığını ilân eder. Sonra kendi yönetim içtihatlarını ortaya koyar. Bu da başkanın kabul ettiği fıkıh demektir, mezhep demektir, program demektir. Site halkı bu programa uymak zorunda değildir. Ancak başkanla olan ilişkilerde ona uyma zorunluluğu vardır. Herkes bilecek ki, ben gidip bu sitede oturursam burasını bu başkan yönetecektir, o başkanın yönetme biçimi de kendi fıkıh kitabında bellidir. Ona göre o sitenin ortaklığına katılır. İstediği zaman da ayrılma hakkına sahiptir. Ancak o sitede kaldığı müddetçe başkanın zeburu ile yapdığu yönetimine de uymak zorundadır. Başkan değiştiği zaman eski başkanın zeburunu almış olur, değişiklikler yapar. İsteyen o bucakta kalır, isteyen o bucaktan ayrılır. Taşınır mallarını alıp götürür. Taşınmazların bedelini hakemler belirler, onların bedelini de bucak yönetimi peşin öder. Ödeyemezse bucak tasfiye olunur.

Demek ki, “zubur” kelimesinin mükesser cem’ olmasından dolayı bu anlamları verebiliyoruz.

Zebur, hukuk kitabı olduğu için her toplulukta kendi diliyle yazılması gerekir ve her bucak için farklı olacaktır.

Ben kendime ait fıkhı yazdım. Şöyle ki, dört mezhebin ve icmaya muhalif olan reyleri içeren hilafiyat kitabını Türkçeye çevirdim, kendi reyimi de ilave ettim.

وَالْكِتَابِ الْمُنِيرِ (Va elKıTAvBı eLMNıYRı)  “Munir Kitapla da gelmiştir.”

Kitap” kelimesi, derinin deriden kesilmiş şeritle dikilmesi anlamındadır. Yazmak anlamındadır. Ancak Arapçada söz karşı tarafa sadece bilgi vermek veya ondan bilgi edinmek için söylenir. Bir roman böyle sözlerden oluşur. Buna “kelam” denir. Ama bir teklifi veya kabulü içeriyorsa, bir dâvet ise ona “kavl” denir.

“Mükâleme” sadece konuşmadır. “Mukavele” ise anlaşmadır. Yazı için de ‘hat’ var, ‘kitap’ var.

“Hat” kelamın yazılmasıdır. “Kitap” ise mukavelenin yazılmasıdır. Sözleşme demektir, kanun demektir.

“Zebr”de, kişi tek taraflı olarak beyanda bulunur. Onunla ilişki kuranlar o kurallara göre ilişki kurmuş olurlar. “Kitap” ise sözleşmedir. Kural olduktan sonra artık sözleşmeyi icap eden de kabul eden de eşit şekilde onun emrine girmiş olurlar. Kitap topluluğun üstünde topluluğu yönetir. Kitabı topluluk oluşturur ama oluşturduktan sonra onun emrine girer. İçtihatları kişi kendisi değiştirir. Hakemlere gidildiği zaman içtihatlar tahsis veya iptal edilebilir. Kitap ise anayasa mahiyetindedir. Hakemler ona uymak ve onu uygulamak durumundadır. Kitap aydınlatıcıdır. Diğer sözleşmeler ve içtihatlar ona uymak durumundadır.

Kitap” kelimesi burada müfret (tekil) olarak gelmiştir. Çünkü bir bucağın tek anayasası olur. Bu kitap yani anayasa icmalarla oluşturulmuştur ve icmalarla değiştirilebilir. İşte site böyle oluşacaktır. Ne var ki bu oluşmaya karşı çıkanlar olacaktır. Nitekim bu karşı çıkmalar sebebiyle İzmir Akevler’de bu başarılamamıştır.

Neden tekzib ortaya çıkıyor? Çünkü bir şeyin oluşabilmesi ve sağlam durabilmesi için çeşitli imtihanlardan geçmiş olması gerekir. Bu tekzib olmazsa, ona karşı direnç de olmaz.

Akevler’in ve siyasi partilerin başarısızlıkları budur.

“Adil Düzen”e karşı çıkıldı diye ondan vazgeçildi. “Adil Düzen” tekzib edildi, vazgeçilip Millî Görüş anlayışına gidildi. Oysa ‘millî görüş’ demek, yerel görüş demektir. Halkın kendi kendine görüş ortaya çıkartması demektir. Ama Millî Görüş zamanla oluşacaktı. Nitekim oluştu. O da “Adil Düzen”di. Sonra kendi görüşlerini inkâr ettiler ve tekrar Millî Görüş diye konuşmaya başladılar, “Adil Düzen”in yerine de bir şey koy(a)madılar. Ondan sonra da yüzde ikilere düştüler. Hâlâ akılları başlarına gelmedi. AK Partililer ise Millî Görüşü de bırakıp Avrupa görüşünü benimsediler! Başaracaklarını sanıyorlar! Zavallılar!..

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ (KulLu NaFSıN ZAıQaTu eLMaVTı)  “Her nefis mevtin zaikıdır.”

Allah insanları yarattı. Kişileri eğitip yetiştirmekte, onları cennette yaşayacak seviyeye çıkarmaktadır.

Kurbağalar sularda doğarlar, solungaçları vardır. Belli bir eğitimi aldıktan sonra ciğerleri oluşur ve karaya çıkarlar. İpek böceği kurttur. Kendisine kozalak yapar, içeri girer, krizalit devresini geçirir, sonra kelebek olur. Bütün uçan böcekler böyledir.

İnsan da bu dünyada ölümlü yaratılmıştır. Eğtilmektedir. Sonra ölecek, kıyamet günü dirilecektir. İmtihanı başaranlar cennete gideceklerdir. Bu eğitme nasıl gerçekleşmektedir? Kişilere görev verilmiştir. Uygarlığı ilkellikten alıp yücelteceklerdir. İşte bu yüceltme işini yaparken insanlar da imtihan edilecektir.

Bilgi bakımından eğitme nebilere ve onların halefleri olan alimlere aittir. Siyasi bakımdan eğitme resullere ve onların halefleri olan ululemirlere aittir. Böylece insanlar dinen ve siyaseten eğitilmektedir. Buradaki başarılara göre âhirette kendilerine makam verilmektedir.

Risalet ve nübüvvet müesseselerinin hikmeti, kişileri kıyamete hazırlamaktır. İşte buna işaret ederek “Her nefis ölümü tadacaktır.” denmmektedir.

Gaye topluluk mudur, gaye kişiler midir? Ferdiyetçiler, gaye kişidir demektedirler. İçtimaiyatçılar ise gaye topluluktur demektedirler. Gaye ferttir. Ama fert topluluk için çalıştırılarak yetiştirilmektedir. Yani, topluluk kişiler için vardır, ancak kişi de topluluk için kendisini verirse, feda ederse imtihan edilmiş olur.

Kur’an hem şeriat kitabıdır, hem din kitabıdır. İnsan çalışmalarını öyle yapmalıdır ki, bu sayede hem dünyası, hem âhireti korunmalıdır. Bir amel-i salihin iki yüzü vardır. Buna göre salih amelin hedefi amel edeni dünyada topluluğa uyar hâle getirmek, bu arada kendisini de cennetlik yapmaktır. Onun için amel-i salih denmiştir. İşte bir amelin amel-i salih olması için insanların kendilerine bir başkan seçip onun etrafında toplanmaları gerekmektedir. Yalnız seçtikleri başkan beyyinâta, zebura ve kitaba sahip olacak. Bu taktirde bu kişi de diğerleri gibi olur, ama bu kendisini âhirette de kurtarmış olur.

وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (Va EınNa MAv TUVafFaVNa UCuRaKuM YaVMa eLQIYaMatı)  

“Ücretiniz kıyamet yevminde ifa olunacaktır.”

Acur” tuğla demektir, kerpiç demektir. Tuğla kesene verilen karşılık “ücret” olmuştur. Bugün bütün emek karşılığı ödenenlere ‘ücret’ denmektedir. “Ceza” ise emek olsun olmasın, iyi olsun olmasın verilen şeydir.

Burada mü’minlerin özel olarak ücretlerinden bahsetmektedir. Ceza olarak ifa edilen ücret yapılan amele göre verilir. Yani, götürü işçilik karşılığıdır. “Bu işi yap, sana şu kadar koyun var.” denir. Bazı işlerde böyle yapılan işe göre ödenmez, aylık veya günlük verilir. Bu ücrettir. Ücrette zaman satılmaktadır. Cezada ise emek satılmaktadır. Mü’minler için ücret vaat edilmektedir. Alimler ve yöneticiler için ücret vaat edilmektedir. Yani, onlar niyet etmiş ve kendi zamanlarını o işe ayırmış oldukları için kendilerine ücret ödenmektedir.

Vefa” demek, dolu kap demektir. İfa edilmektedir. Tası doldurarak vermek, ölçü ve tartıyı eksik yapmamak demektir. “Kıyamet gününde böylece mü’minlerin ücretleri eksiksiz ödenecektir.” deniyor.

Başında “İnneMâ” getirilmektedir. Bu tahsisi ifade eder. Yani, burada ödenmeyecek, orada ödenecek demektir. Mü’minlerin dünya hayatı, hele başta resullerin dünya hayatı büyük sıkıntılar içinde geçer. Tekzib edilir, sıkıntıya uğratılırlar. Onların ücertleri âhirette ödenecektir, kıyamet gününde ödenecektir.

Bu dünya hayatında tekzib edenler de, tebliğ edenler de aynı kanunlara tâbidir. Sabredenler galip gelir. Sabretme de mü’minler için daha kolaydır. Çünkü âhirette karşılıklarını alacaklardır. Onlar ise cezalarını cehennemde bulacaklardır.

فَمَنْ زُحْزِحَ عَنْ النَّارِ (FaMaN ZuPZıPa GaNı elNARı)  “Nârdan zihzahe edilen kimse.”

Kâinat’ın bundan 13,4 milyar yıl önce yaratıldığı ve genişleyerek, evrimeleşerek bugünkü duruma geldiği bugün ilmen sabit olmuştur. Entropinin büyümesinden biliyoruz ki Kâinat ölüme doğru yaklaşmaktadır. Kâinat birbirinden 2 milyon ışık yılı mesafelerde olan galaksilerden oluşmuştur. Galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır. Yıldızlar ise birbirine doğru yaklaşmaktadır. Yıldızlar galaksilerin merkezi etrafında dönerek dolanmaktadırlar. Ancak dolanırken sürtünme kuvvetleri ile karşılaşmaktadırlar. Hepsi merkeze doğru çekilmektedirler. Her galaksinin böylece bir ömrü ve eceli oluşmaktadır. Bunlar bugün ilmen sabittir.

Bugün bilinmeyen, galaksiler de bir gün toplanacaklar mıdır, yoksa uzaklaşmaya devam edecekler midir? Bundan sonra ne olacaktır? Yeniden patlama olacak ve yeniden bir düzen oluşacaktır. Bu âhiret düzenidir. Dört boyutlu uzayda hareket eden üç boyutlu uzayımızda biz dört boyutta hareket etme imkânını bulacağız. Böylece geçmişteki ve gelecekteki insanlarla bir araya geleceğiz. Bugün ölenler dünya treninden inmişlerdir. Yarın bir tren gelecek ve bu kalanları toplayıp bir yere götürecektir. İşte orada insanlar bu dünyada yaptıklarının hesaplarını vereceklerdir. Başaranlar, yani sınıflarını geçenler cennete gidip orada ölmez hayatı sürdüreceklerdir. Sınıfta kalanlar, dünyada başaramayanlar, cehenneme alınarak orada eğitileceklerdir. Orada eğitildikten sonra yine oradan çokarılacaklardır. Belki de cennete bile alınacaklardır.

Zuhziha” cehennemden savuşturulanlar demektir. Aslında cennete giden yol cehennemden geçmektedir. Çünkü cennetin kıymetini bilebilmemiz için cehennemi görmemiz gerekir. İşte oradan geçerken kısa veya uzun, ya da çok uzun olarak orada kalma sözkonusudur. Zıhzah etme demek, oradan savuşturulanlar, oradan geçebilenler demektir. Zıkzak, Türkçedeki girintili çıkıntılı demektir. Zikzak demek, kenarlardan geçirilerek gütürmek, savuşturmak demektir. Bunlar hadislerde ‘sırat köprüsü’ olarak ifade edilmektedir.

Canlılar iki çeşittir. Biri moleküler yapılara sahiptir. İki molekül arasındaki mesafe 100 milyonda bir cm mesafededir. Atomlar arasındaki uzaklık ise bundan 10 000 daha yakındır.

Ateş halkı demek, atom halkı demektir. Cennet halkı demek, moleküller halkı demektir. Cinler bugün isterlerse molekül buyutuna yükselebilir ve bizim dünyamızda yaşayabilirler. Oysa biz atom durumuna geçip güneşte yaşayamıyoruz.

Ahirette cennet halkı da moleküler yapıda olacak ama atomik yapıya da dönüşebileceklerdir. İnsanların bir kısmı işte bu dönüşüm mekanizmasını elde edebilmek için cehenneme uğramak durumundadırlar.

وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ (VaEuDPıLa elCanNaTa)  “Ve cennete idhal olundular.”

Cehennemden savuşturulup cennete götürülen kimseler.

Rüya da bir hayattır. İnsan beyninde yaşanan bir hayattır. Ayık olma hâli, insan ruhunda yaşanan hayatın yanında dünyada yaşanan hayattır. Ne var ki bu hayat üç boyutlu hayat olduğu için ölümlü hayattır. Geriye dönemiyoruz, ileriye gidemiyoruz. Trenin bir vagonu içinde sıkışmış olarak lokomotif nereye giderse biz de oraya gidiyoruz. Eğer denizde olsak, bindiğimiz gemi bizim olsa, istediğimiz yere gidebiliriz. Önümzdeki gemiyi sollayabiliriz. Uçağımız varsa göklere çıkabiliriz. Ama hiçbir zaman gerisin geriye dönemiyoruz. Eğer dördüncü boyuta geçebilsek, o zaman atlayıp ileri geçebiliriz, gerisin geriye döner geçmişi yaşayabiliriz.

Âhiret hayatının bu dünya hayatından tek farkı, dört boyutlu uzayda seyahat edebilmemizdir. Bu da ölümü ortadan kaldırıyor. Çünkü ölüm demek gözümüzden kaybolma demektir. Gidiş bulvarını değiştirememe demektir.  

Bir araba uçurumdan yuvarlansın. Filmi geri çeviremediğimiz için onun bu durumunu değiştiremiyoruz. Ama filmi geri çevirme imkânımız olsa, geri gider, sonra kaza yapmadan geçebiliriz. O halde bizim için ölüm sözkonusu olmaz. Orada istediğimiz bedeni, eskimiş bedeni bırakıp taze bedene hemen geçebilmekteyiz. Nasıl bu dünyada elbisemiz eskidiğinde değiştirebiliyorsak, orada da eskiyen bedenimizi değiştirebileceğiz. Bozulan bir parçayı alıp sağlamını takabileceğiz. Hem de bunları acı duymadan yapabileceğiz. Bugün acı duyuyoruz ki tedbir alalım. Orada tedbir almamıza gerek olmadığı için acı duymamıza gerek olmayacaktır. Zevk alacağız ama acı duymayacağız.

فَقَدْ فَازَ (FaQaD FaZa)  “Fevze ermiştir.”

Fevz” kelimesi “meyz” kelimesi ile akrabadır. Temyiz etmek, ayırmak, seçmek demektir. Siyahın karşılığı olan beyaz anlamındadır. Beyd, yumurtanın adıdır.

Fevz” demek, kendisi seçilip arınmak demek, pislikten kurtulmak, bataklıktan çıkmak demektir.

Bu dünya bir bataklıktır. Oradan çıkma durumundayız. Bu bataklıktan çıkma yolu da müslim olmadır. Ne var ki müslim olabilmek için barış düzeni olması gerekir. Barış düzeninin oluşabilmesi için de barışı güven altına alan insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar mü’minlerdir. Bunlar bir başkanın etrafında askeri disiplinle toplanmalıdırlar. Bunlar sayesinde o tekzib edenlere karşı konabilir. Başkan olmadan, örgütlenmeden, güç ile adil düzen kurulamaz. Bu teşkilatlanma da meşru olmalıdır. Dernek, şirket, vakıf, parti gibi kuruluşlarla kurulmalıdır. Ancak bunlar adil düzeni getirebilir.

1960’larda bizim mücadelemiz bu olmuştur. Yeraltı faaliyetleriyle İslâmca yaşama yerine, legal ve meşru yollardan İslâmiyet’i yaşama yolu tutulmuştur. İzmir’de Raif Cilasun’un önerisi ve Ali Rıza Güven’in maddi desteği ile İzmir’de Salih Tanrıbuyruğu ve Ali Tosun hocalar Kestanepazarı Derneği’ni kurmuşlardı. Böylece İzmir’de Müslümanlar legal yoldan örgütlenmeye başlamışlardır.

İstanbul’da da İlim Yayma Cemiyeti vardı…

Remzi Güres ve Dursun Aksoy da İzmir’de ekonomik bir ortaklık içinde legal bir kuruluş olarak Kur’an meallerini okumaya başlamışlardır. Risale-i Nur okuyanlar ise gizli çalışmıyor ama legal bir teşkilat da kuramamışlardı. Ahmet Tahir Satoğlu’nun başkanlığında Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk. İllegal faaliyete resmen cephe açtık. Fethullah Gülen bu çalışmalara katıldı, sonra ‘vakıf’ olarak devam ettirdi.

Erbakan ve arkadaşları da bu legal çalışmaları siyaset olarak sürdürdüler…

1980’lerden sonra Anadolu Holdingleri ortaya çıktı…

Böylece “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın temeli olan meşru faaliyetler başlamış oldu.

Bugün anayasa ekseriyetine ulaşmış bulunuyoruz. Ne var ki bilgisizlikten dolayı uygulayamıyoruz. Dolayısıyla “Adil Düzen” yolunda olanlar görünürde başarısız görünüyorlar.

Adil Düzen Çalışanları şehitler gibi hiç cehenneme uğratılmadan götürülmeyeceklerdir. Ancak cehennemin içinden geçirilmeyecek, patika yollardan götürülerek cennete ulaştırılacaklardır. Bundan sonra çalışanlara da bu müjde verilmektedir.

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ (VaMa eLXaYAvTu DüNYAv EılLa MaTGu el ĞuRUvRı)  

“Dünya hayatı gurur metaından başkası değildir.”

Dünya hayatı yanılma ve aldanma hayatıdır. Dünya hayatının böyle olduğunu kavrayamayan insanlar dünyaya gelir ve dört elle dünya hayatına sarılırlar.

  1. Önce evlenmek, çocuk yapmak ve onları da iyi yerde yerleştirmek isterler. Oysa yaşlanırlar ve bakılacak hal alırlar. Rahatsız olurlar ve ölümü beklerler. Mal bırakmışlarsa; niye daha fazla bırakmadı diye evlatlar babalarına lânet okurlar; mal bırakmamışsa hepten ne biçim baba derler! Kazançlarını ve servetlerini hep kötülükleri için harcarlar. Böyle olmayanlar müstesnadır. Eşine yıllarca hizmet edersin, her türlü fedakârlığı yaparsın; bir gün eve geç gelirsin veya bir misafir getirirsin, sana saldırır! Yahut kötü koca olur, eşin bir gün bir şey yapmadı diye dövmeye kalkışırsın! Huzur içinde geçen aile yuvası acaba kaç tanedir? O halde saadet ümidi ile evlenip çoluk çocuk yetiştirmek yanılma ve aldanmadır. Ama Allah beni yarattı. Anne ve babam, yakınlarım, topluluk beni yetiştirdi. Şimdi ben bu borcumu Allah’a ödemem gerek deyip de evlenirseniz, çoluk çocuk sahibi olursanız; onlar kötü olsa, nankörlük etse de, “Allahım, ben borcumu ödedim, kalanı senindir, ben onların yaptıklarından berîyim” der ve huzurlu olur, çevrene karşı da tartışmacı ve kavgacı olmazsın.
  2. İnsan doğduğu günden beri birşeyler öğrenmeye çalışır, kafasına bilgileri doldurur. Sonra ölünce o bilgiler de toprak olup gider. Oysa insan derse ki; Allah beni yarattı ve birtakım işler için görevlendirdi. Ne yapmam gerektiğini ilimle elde etmem gerekir. Bunları öğrenmek için günde beş defa toplanır, komşularla sohbet eder ve ona göre hayatını düzenlersen, âhirete gidince; “Allah’ım! Sen bana göz verdin, kulak verdin, her ne verdiysen ben onları Senin emrettiğin yerde kullandım.” dersin ve kendini kurtarırsın.
  3. Seni sevmeseler de sen sevebiliyorsan eğer, âhirete gittiğin zaman; “Allah’ım! Ben insanları sevdim ve hayatım boyunca hep öyle davrandım. Onlar beni sevmedilerse o benim suçum değildir.” dersin ve kurtulursun. Oysa, eğer âhireti düşünmeden onlar seni sevmiyor diye sen de onlara düşmanlık yaparsan, onlar da sana düşmanlık yapar. Ondan sonra ölünceye kadar boğuşma sürüp gider.
  4. Mal ve para biriktirirsin. Ölürken bir kefenden başkasını götüremezsin. Ama eğer kazançlarını Allah için harcarsan, öldüğün zaman onlar senin için kıyamet gününde kurtuluş korunağın olur.
  5. İktidara geçersin, AK Parti misali adil davranmazsın, yarın senden hesap sorarlar. Oysa iktidarı adalet için istersin, korkmadan adil davranırsın. Belki seni oradan indirirler, belki seni öldürürler ama âhirette o adil davranman senin için kanat olur ve cehennemin kenarından dolaştırılacağına, uçağa bindirip üstünden geçirirler.

Dünya hayatı bir yanılma ve aldanma demektir. Dünya hayatı demek yakın hayat demektir, yahut aşağı hayat demektir. “Dane” yaklaştı demektir. Türkçedeki “dana” kelimesinin bununla akrabalığı vardır. Anasına yakın olur, ama aşağıdan yakın olur. Bu dünya hayatı âhiret hayatına göre bize yakındır, ama aşağı bir hayattır.

إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ (EilLAv MaTAGa elĞuRUvRı)  “Gurur metaından başkası değildir.”

Meta” araç demektir. Kendisinden yararlanırsın. Sonra onu terk edersin.  

Ğaraa”nın mağara kelimesi ile akrabalığı vardır. Suyun akıp giderken çakılların arasına gömülmesine “ğavr” denir. Yamaçta eğer çakıllı bir yere basarsan kayıp gidersin. Böyle yerlerde çakılların üstünü toz toprak örterler, sağlam zannedersin, kayıp gidersin. Tozlu toprak üzerinde hafif çiseleme yapınca böyle yanılma meydana gelir, araba tekerlekleri birden kayıp gider.

Dünya hayatı yanıltma aracıdır. Çünkü insanlar geliyor, onu bir şey sanarak sağlam basıyorlar, orada hep kalacaklarını sanıyorlar. Oysa kendileri ölecektir. Bir gün belki de nesilleri tükenecektir. Böylece ayağı kayanlar cehenneme yuvarlanacaklardır. Bir tepeye çıkarken yamaçlarda belli yerlere basa basa yükselirsin. Dikkatli olursan tepeye çıkarsın. Ama dikkat etmez de kayarsan çukura yuvarlanırsın.

İşte dünya hayatı böyle bir yerdir. Ya sizi cennete götürür, yahut ayağın kayarsa cehenneme yuvarlanırsın. Bu dünya niçin böyle kaygan topraklı bir yer olarak yaratılmıştır? Çünkü tepeye çıkacaklar kabiliyetli kimseler olsun, seçkin kimseler olsun; beceriksizler, kabiliyetsizler oralara çıkamsınlar diye böyledir. Oraya çıkamasınlar ve orasını da bozmasınlar diye böyle yapılmıştır.

Cehenneme yuvarlananlar kendilerini yetiştirerek yeniden tepeye yani cennete çıkmayı deneyebilirler.

 

لَتُبْلَوُنَّ (La TuBlaVunNa)  “İbtila olunacaksınız. Belalara uğrayacaksınız.”

Baştaki “La” te’kid “La”sıdır. Elbette belalara uğrayacaksınız.

Bela” bileme kelimesinden gelmektedir. Biley taşını alırsınız, bıçak üzerinde sürtersiniz, törpülersiniz ve keskin hâle getirirsiniz. Bıçak o zaman keser. İnsanın cennete gidip orada yaşayabilmesi için böyle bilenmesi, keskin hâle getirilmesi gerekir.

Bu dünya hayatında mü’min olup makam-ı mahmuda gelebilmeniz, “Adil Düzen”in yöneticileri olabilmeniz için belalara uğramalısınız, oralarda eğitilmelisiniz. Çünkü “Adil Düzen”i yaşatmak için birtakım sıkıntılara ve tehlikelere katlanmak zorundasınız, belaları göze almak zorundasınız.

Tehlikeleri göze alarak mücadele edip iktidara gelenler orada korkmadan yönetici olabiliyorlar.

Demek ki belalara uğratılmak, keskin hâle gelebilmek dünyadaki başarı için de şarttır. Çile çekmeyenlerin servet kazanmaları, yahut makam elde etmeleri, yahut ilim elde etmeleri; hâsılı mü’min olabilmeleri, mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmaları ile mümkündür. O sebepledir ki mü’minler mutlaka belalara uğratılacaklardır.

Müslim ile mü’minin ayrı ayrı olduğunu unutmayın. Belalara uğratılacak olanların, imtihan olunacak olanların, keskinleştirilenlerin mü’min olanlar olduğunu hatırımızdan uzak tutmamalıyız.

“Allahım! Bana dünyada da hasene ver, âhirette de hasene ver.” diyenler ise böyle bir imtihana tâbi tutulmazlar, ama âhirette de dereceli mü’minlerin seviyesinde olmazlar. Ne var ki müslimlerin dünya saadetini sağlayacak olanlar da yine mü’minlerdir, kendi dünya saadetinden vaz geçenlerdir.

O halde mü’minler olmadan müslim olunmaz. Mü’minler varsa müslimler müslim olarak kalabilirler, ama eğer mü’minler yoksa o zaman her müslim mü’min olmak zorunda kalır.

Mü’min olmak farz-ı kifayedir.

فِي أَمْوَالِكُمْ (Fıy EaMVAvLıKuM)  “Mallarınızda imtihan olunacaksınız.”

İnsanların ilk aklına gelen şey malları olur. Bir bakarsınız cihat yapmayan müslimler zengin olmuş, dünya hayatlarında da saadete ulaşmışlardır. Oysa mü’minler ise hep sıkıntı içinde hayatlarını geçirmektedirler. Malları ellerinden alınmaktadır…

Şöyle diyelim. Bir memlekette rüşvet vermek ve vergi kaçırmak meşru ise, âdet hâline gelmişse; bir müslim vergisini kaçırır, rüşvet verir ve meşru haklarını korur. Bunları yapmak ona günah olmaz. Ancak bir mü’mine böyle ruhsat verilemez. Mü’min rüşvet ve kaçakçılıkla mücadele etmekle görevli olduğuna göre, onun mazeret şeklinde olsa da böyle işleri yapması meşru olmaz. Olmayınca, mü’minler mal mülk edinemezler, servet edinemezler. Hayatları sıkıntılı ve kıtlık içinde geçer.

İşte Allah bunlarla onları dener. Mü’min iseler bu yoksulluğa sabreder, ellerinden giden veya gelmeyen mallar üzerinde tasa çekmezler. Demek ki Adil Düzencilerin “Adil Düzen Müslimliği”nden “Adil Düzen mü’minliği”ne yükselebilmeleri için mallarını kaybetmeyi göze almaları gerekir.

وَأَنْفُسِكُمْ (VaEaNFUuSıKuM)  “Ve nefislerinizde de belalara uğratılacaksınız.”

Hapsolunacak, dövülecek, öldürülecek, sürüleceksiniz. Bedeni sıkıntılarınız da olacaktır.

Bu sıkıntılarınızı da göze almalısınız. Burada “Ev” kelimesi kullanılmayıp “Ve” kelimesinin kullanılması bize gösteriyor ki, her ikisi birden olacaktır.

Millî Görüşçüler ve AK Partililer, Hareket Partililer geçmişte bu imtihanlarını geçirdiler...

Bediüzzaman’ın öğrencileri de geçirdiler... Fethullah Gülen grubu da geçirdiler...

Biz Adil Düzeciler sadece mallarımızda sıkıntı çekerek imtihan olunduk, onlar da sadece canlarında imtihan olundular. Dolayısıyla iki taraf da ‘iman’ seviyesine çıkamadı. Önce mallardan imtihan olunanlardan bahsediliyor. Adil Düzenciler bundan bir pay çıkarabilirler. Bizim ulaşamadığımız seviyeye bundan sonra gelenler ulaşacaklar ve işte o zaman “Adil Düzen” gelecektir.

“Emvâl ve enfüs”ü bir fiilde topladı, “belaya uğrama” ile ifade etti.

وَلَتَسْمَعُنَّ (Vas La TaSMaGunNa)  “Sem’ edeceksiniz de.”

Belaya uğrama var, bir de sem’ etme var. Maddî hiçbir zararınız olmaz. Ne malınıza ne de canınıza dokunulmuş olmaz, ama siz durmadan üzücü sözler işiteceksiniz, acı sözler işiteceksiniz. Maddî bir zararınız olmayacaktır, ama sosyal eziyetiniz olacaktır. Sizi üzen sözler işiteceksiniz.

“Bunların teorisi var, pratiği yoktur!.. Ütopik tekliflerde bulunuyorlar!.. Başarısız; milletvekili olamadı, servet sahibi olamadı, cemaati yok, arkadaşları yok, herkes ondan şikayetçi!..” gibi sözler işiteceksiniz.

Bu beladan daha çok, insanları kaçıran bir olaydır. Heyecana getirildiği zaman insan malını da canını da verir. Elin dedikodusundan herkes korkar ve iman etmekten kaçar. Çünkü iman edenin bir özelliği de lâimin levm etmesinden korkmamasıdır. Mü’min suç işlemekten korkar, cezalanmaktan korkmaz, dillenmekten hiç korkmaz. Öldürmekten korkar, ama ölmekten korkmaz. Dışlanmaktan ise asla korkmaz. Böylece Allah’a yaklaştığını görerek mesud olur.

مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ (MıNa elLaÜIyNa EuTUv eLKıTABa Mın KaBLıKuM)  

“Sizden kabl kendilerine kitab ita olunanlardan üzücü sözler işiteceksiniz.”

Yani, bize saldıranlar kâfirlerden çok, kitap verilenler olacaklardır. Önce kitap sahibi olanlar olacaktır. Mesela, bize en yakın olanlardan, Saadet Partililerden, en çok onlardan üzücü sözler işiteceğiz. AK Partililer İslâmiyet’e sahip çıkmadıklarından onlardan bahsetmiyorum. Sonra Risale-i Nur şakirtlerinden üzücü sözler işiteceğiz. Tarikatların durumu da bunların yanındadır. Sonra Müslümanlardan üzücü sözler işiteceğiz. Sonra Hıristiyanlardan ve Yahudilerden, sonra da Budist ve Hindulardan işiteceğiz.

Burada “Kitap Verilenler”den bahsedilmektedir.

Kitabı okuyanlar, kendileri okuyup anladıkları gibi amel ediyorlarsa, ehl-i içtihat iseler, ehl-i icma iseler, bunlar mü’mindir. Kitabı kabul etmekle beraber, kendi yorumları ile değil de başkalarının yorumları ile hareket ediyorlarsa, bunlar ehl-i kitaptırlar. Bu resmi yorum sistemi Kur’an’dan önce vardı. Gönderilen peygamberler kitapları yorumlarlardı. Kur’an’dan sonra bu sistem nesh edildi. Artık nebi gelmeyecek, insanlar kendi içtihat ve icamalarıyla Kur’an’ı yorumlayacaklardır.  

Müslümanlar bundan bin sene evvel içtihat kapısını kapattılar ve iman etmiş olan kimselerin dışına çıkıp ehl-i kitap oldular. Kapanan bu kapı ancak “Adil Düzen” sayesinde yeniden harekete geçti. Bundan dolayı bizim için bugünkü Hanefilerle Katolikler arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de cennete gidecek ama dünyada İslâm düzeninin gelmesine hizmet veremeyeceklerdir.

Min” kelimesi kullanılmıştır. Yani, bütün ehl-i kitap değil, içlerinden bir kısmı bize eziyet edecektir. Mü’min olanlar ise eziyet etmeyecektir. Mü’minler arasında da ihtilaf oluyor, ama onlar cephe almazlar, birbirlerine karşı dayanışmayı korurlar.

Kimler mü’mindir? Bu vesileyle yine hatırlatmış olalım.

  1. Mü’minler her söze kulak verirler, en iyisine uyarlar. (İyilere değil, iyiye.)
  2. İyilikte yardımlaşırlar, kötülükte yardımlaşmazlar. (İyilerle değil, iyilikte.)
  3. Onlar kitap verilenleri sever, ama kitap verilenler onları sevmez.
  4. Kendilerine katılan kimseleri ayırmaz, münafık da olsa işbirliği yaparlar. Kimseye ‘sen mü’min değilsin’ deyip barış teklifini reddetmezler.
  5. İnsanlar arasında hükmederken, yakınları da olsa adaletle hükmederler, konuşurken tarafsız konuşurlar.

İşte böyle olmayanlar gıybet yapar ve üzücü söz söylerler.

Oysa yapacakları iş ise gayet basittir. Bir haber aldıkları zaman;

  1. Önce aleyhinde konuşulan kimseye gidip bilgiyi doğrudan ondan alırlar.
  2. Sonra söylenenleri soruştururlar. Tarafsız olarak dinlerler. Haklı gördükleri şikayetçinin hakemliğini kabul ederler.
  3. Karşı tarafa başvurarak onun da hakem seçmesini isterler.
  4. Hakemler tarafları ve gerekli tanıkları dinlerler. Anlaşırlarsa hüküm verirler. Anlaşamazlarsa ittifakla bir baş hakem seçerler. Sonunda verdikleri kararı uygulamazlarsa mağdurun yanında yer alırlar.

İşte mü’minler bunlardır.

وَمِنْ الَّذِينَ أَشْرَكُوا (Va MıNa elLaÜIyNa EaŞRaKUv)  “Ve işrak edenlerden.”

Müşrikler, mutlak gerçek hakikati kabul etmeyip kendilerinin de tanrı olduğunu veya kendilerinin başka tanrısı da bulunduğunu iddia edenlerdir. Yahut tanrı yoktur diyerek, kendilerini veya birilerini tanrı yapanlardır. Lenin’e inandırmak için Sovyetler’e göre tanrı yoktur. Sermayenin sömürebilmesi için onların kendilerine göre tanrı yoktur.

Bunların iddiaları o kadar değersizdir ki, çok az yandaşlar bulacakları için bunlardan yani dehrlerden çok az bahsederler. Oysa şirk koşanlar o kadar çoktur ki, biz bile zaman zaman şirkten kurtulamadığımız için Allah bunlardan çok çok bahseder.

Resmen ikinci tanrı kabul edenler müşriktir. Tanrı’nın hükümlerini bir tarafa bırakarak, Lenin’in veya Mao’nun hükümleri ile düzeni tesis etmek isteyenler veya ekseriyet kararlarını Tanrı’nın kararı olarak kabul edenler, işte bunlar müşriktirler. Ekseriyeti Tanrı’ya ortak etmişlerdir.

Kâinatta tek düzen vardır. O düzeni biz insanlar öğrenir ve anladığımız kadarı ile o düzene uyarız.

Birbirimize hükmetmeye hakkımız yoktur. Demokratız, kendi içtihatlarımızla hareket ederiz. Lâikiz, birbirimize karışmayız. Liberaliz, kendi kazançlarımız için çalışırz. Sosyaliz, çünkü hak hukuk gözetiriz. Aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözeriz. Ekseriyetin ekalliyeti ezmesi, kuvvetlinin zayıfı ezmesi, kendilerini Tanrı yerine koyması ile olmaktadır. İşte bunlardan da üzücü sözler duyacaksınız.

أَذًى (EaÜan)  “Ezayı işiteceksiniz.”

Aslında işitilen sözdür. “Eza” onun sıfatıdır. Ancak söz kelimesi hazf olmuş ve söz eziyet olmuştur.

Eza” kelimesi ezik anlamına gelir. Tükçede olduğu gibi bir yeriniz ezildiği zaman acı duyarsınız. O acı eğer manevi ise Türkçede ona ‘üzüntü’ diyoruz. Aslı ‘ezinti’dir. İnsan başı iyice ağrıdığı veya kolu kırıldığı zaman bile ölmeyi istemez. Ama kendisinin sevdiği kimselerden beklenmedik sözler duyduğu zaman, karşı tarafı çok sevdiği için onun ölmesini talep etmez, ama kendisi de dünyadan nefret edip ölmek ister.

Söz maddi eziyetten çok daha etkilidir ve üzücüdür. Bu sebepledir ki “anne babanıza ‘üf’ bile demeyin” denmektedir. Mü’minler bu hayatı kendileri için değil de Allah için istediklerinden ölümü istemezler. Sevdiklerinden duydukları üzücü sözlere karşı ölümü istemezler ama, inzivaya çekilip herkesten ayrı yaşamayı tercih ederler. Mü’minlerin yapacakları iş hicrettir. Kimlerden? Sevdikleri kimselerden ayrılıp bir kent kuracaklardır. Oraya hicret edeceklerdir. Yakınlarını da oraya çağıracaklardır. Gelirlerse ne âlâ. Gelmezlerse, işte o zaman onlardan ayrılmış olurlar.

Benim Kırgızistan’a gidişim bunun bir denemesi olmuştur… Ancak gittiğimiz yer bizi barındıracak mahiyette olmadığı için tekrar geri geldim…

İzmir Akevler bu amaçla kurulmuştur. Gelenler gelsin, gelmeyenler kalsın istedik. Fakat orada da başarılı olamadık. Çünkü Akevler’de evleri olanlar bunları kiraya verdiler ve gelmediler. Gelenler de işlerini Akevler’e getirmediler. Yani, önce inanılacak, sonra göç edilecektir.  

Adil Düzenciler üzücü sözlere sabredeceklerdir. Hattâ böyle sözleri duymuyorsanız, demek ki iman yolunda değilsiniz demektir.

كَثِيرًا (KaÇIyRan)  “Kesiran ezalı sözler sem’ edeceksiniz.”

Demek ki ezalı sözler duyacaksınız, hem bu da çokça olacaktır.

Şimdi İzmir’e inin ve sokakta Akevler’i sorun, herkes aleyhte konuşur. ‘Nedir?’ dediğiniz zaman, size birtakım sözler söylerler. ‘Sen ortak mısın?’ diye sorduğun zaman, ‘Hayır!’ der ama devam eder. ‘Haksızlığa uğradınsa hakemlere gittin mi?’ dersen; ‘Hayır!’ der, buna rağmen saldırıda bulunur!..

İzmir Kemalpaşa’da Sütçüler Köyü vardır. Yakınlarımı memleketten (Artvin Borçka’dan) getirip orada yerleşmelerine vesile oldum. Kırk hane kadar varlar. Hepsi Süleyman Karagülle aleyhinde konuşurlar. ‘Karagülle ne yapmıştır?’ diye sorsanız, cevabı yoktur.

Adil Düzenci parti sırf Akevler’den kaynaklandığı için “Adil Düzen”e karşıdır!..

İktidardaki AK Parti de “Ak” adını kullanır ama nedense Akevler’e karşıdır!..

Bütün bunlar bize gösteriyor ki, biz iman yolundayız, başarıya ulaşacağız

Tüm Basın ve yayın elbirliği etmiş, bize karşıdır. Konuşturmamak ve yazdırmamak için ittifak halindedirler. Üniversiteler ve okullar bize karşıdır. “Adil Düzen”e üzücü tenkitlerde bulunurlar ama hiçbirisi çıkıp da Adil Düzencilerle tartış(a)mazlar.

İşte bu âyet bize bunu haber veriyor ve bu durum bizim için müjde oluyor.

وَإِنْ تَصْبِرُوا (Va EıN TaÖBıRUv)  “Sabrederseniz.”

Subre” granit taşıdır.Yağmurlar, dolular, sürtünmeler ona etki etmez.

Adil Düzencilere bu tür sözler etki etmez, kendi yollarında yürürler. Kur’an okumaya devam ederler. Onu yaşamaya devem ederler, onu anlatmaya devam ederler. Uğradıkları mal ve can kaybı, onun bunun dedikodusu onlara etki etmez, çünkü onlar canlarını ve mallarını vererek cenneti satın almışlardır.

Burada “İza” denmeyip “İn” denmiş olması bize gösteriyor ki, bu yolda olanlar her zaman bu sabrı gösteremeyeceklerdir. Nitekim Millî Görüşçüler bu sabrı gösteremeyerek “Adil Düzen”i bıraktılar. Millî Görüşe kimse bir şey demediği için şimdi ona sahipler. Bir düdük de onun için çalarlarsa ondan da vazgeçerler. Sizler de böyle yapabilirsiniz. Ama eğer sabreder de yolunuza devam ederseniz, işte o zaman başarıya ulaşılmış olur.

وَتَتَّقُوا (VaTatTaQUv)  “Ve ittika ederseniz.”

Rüşvet vermez, hile yapmaz, vergi kaçırmaz, faiz işlemine katılmaz, şeriatın hükümleri içinde yaşamaya devam edebilirseniz, muttaki olursanız…

“Müslim” olabilirsiniz ama İslâm düzeni yokken “mutaki” olmak çok zordur. Nasıl kışın fırtınalar olur, ondan fideleri korumak için sera yaparsanız, aynen o şekilde “Adil Düzen” ile çalışan bir kooperatif kurmalı ve orada kendinizi fırtınalardan korumalısınız.

Mal ve can ile imtihan olunacak, aleyhinizde birçok sözler duyacaksınız. Ama siz seranın içinde kalmaya devam edeceksiniz. Bir gün gelecek, ilkbahar olacak, havalar ısınacak, siz artık seranın dışına çıkıp dağılacaksınız. Dağıldığınız yerlerde birer ağaç olacaksınız. Hazreti İsa’nın (a.s.) havarileri gibi olacaksınız, Hazreti Muhamed’in (s.a.v.) ashabı gibi olacaksınız.

فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ (Fa EınNa ÜAvLıKa MıN GaZMı elUMUvRı)  

“İşte bu umurun azmindendir.”

“Safa” sert taştır. “Merve” ise yumuşak su geçiren taştır. “Murur etmek” demek, geçmek, uğramak demektir. “Emir” kelimesi buyuran anlamına gelir. Emir sonunda ortaya çıkan sosyal faaliyet de “emr”dir.

Şöyle diyelim; kuvvet etki edendir, eser de etki alandır, ikisinin birlikte oluşu “emr”dir. Etki tepki çarpımı “emr”dir. Sonunda sosyal işin oluşması demektir.

Umur” çoğuldur. Sosyal düzenin azmi budur. İşler öyledir ki, bir iş yaparsınız, başka iş yaparsınız, biri iş yapar, başkası iş yapar. Herkes ayrı ayrı iş yapar, bunlar dağınık haldedir. Bunları bir araya getirerek bir paket yapmak veya monte etmek demektir. Sonuç almak demektir. Yani, işi yarım bırakmamak demektir.

Başlanan her şey bitmelidir. Nafile namaz kılmak veya oruç tutmak veya sadaka vermek farz değildir. Ama nafile bir ibadete veya amele başlarsan bitirmen farz olur. Bozulursa kaza etmek gerekir. Çünkü ameller sonuca vardığı zaman bir işe yararlar.

Millî Görüşçülerin Adil Düzen faaliyeti yarım kalmıştır…

Akevler’in uygulamaları da yarım kalmıştır…

Azm” olmamış, sonu getirilmemişdir.

Azm” kelimesi “huzme”den gelir. Huzme, demet demektir. “Azm” de demetin bağıdır, yani bir işte sebat edip işi tamamlama “azm”dır.  

 

Böylece Âl-i İmrân Sûresi “içtihat”la işe başlayıp “iman” seviyesine doğru götürmektedir.

İçtihad, doğru yolu bulmadır.

Ancak yolu bulmak yeterli değildir.

O yolun yokuşlarını da aşma sözkonusudur.

Dik yokuşları da tırmanmazsanız hedefe ulaşamazsınız.

 

 

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2181 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2192 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2315 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2859 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3474 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2506 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2082 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
1964 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2269 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1864 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2355 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2329 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3294 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2331 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2668 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
1980 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2164 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3274 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2924 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2194 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2533 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2779 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2844 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2445 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2370 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3633 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2507 Okunma

© 2024 - Akevler