ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - IX
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ أَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ(30) قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ(31) قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ(32) إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى آدَمَ وَنُوحًا وَآلَ إِبْرَاهِيمَ وَآلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ(33) ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ(34)
يَوْمَ (YeVMa) “O yevm. O gün.”
“Yavm” “Yam”den dönüşmüş bir kelimedir. Yam, Nil gibi mevsim mevsim kabaran ve düzgün akan nehir demektir. Devrî hareketten dolayı akan ırmağa benzetilmiş, zamanla dönemlere ‘yevm’ denmiştir. Çağ anlamındadır. Özellikle 24 saate de ‘yevm’ denir. Gündüze ‘nehar’ geceye ‘leyl’ adı verilir. Yukarıda geçmişti.
Arapçada başa gelen ‘EL’ tarif harftir. Türkçedeki ‘ol’dan dönüşmüştür. ‘Ol gün’ demek ‘el-yevm’ demektir. Bugün kastediliyorsa yani yaşadığınız gün kastediliyorsa ‘el-yevm’ denir. Başka bir gün marifeli olarak kastediliyorsa, o zaman da sadece ‘yavme’ denir. Sonunda tenvin gelmez. Herhangi bir gün söylenecekse, o zaman da tenvin gelir. Kur’an öldükten sonraki günden bahsederken “yavme” kelimesini kullanır.
Bu Kâinat on milyar yıl önce varedildi. Daha on milyar yıl kadar ömrü görünüyor. O tarihte kıyamet olacaktır. Kâinat şimdi genişlemektedir. Galaksiler ise büzülmektedir. Galaksilerin merkezi ölü güneşlerle dolmaktadır. Her galaksinin merkezi karadelik olacaktır. Sonra yeni patlama ile her galaksi ayrı bir dünya oluşturabilir. Diğer galaksilerle burada yaşayanların ilişkisi olmayacağına göre aynı anda kıyamet olması gerekmez. Bu takdirde Kâinat’ın büyümesi devam edecek demektir. Güneş, Ay ve yıldızlar toplanmış olacaktır. O gün insanlar bir araya gelecektir.
تَجِدُ (TaCıDu) “Vecd eder. Bulur.”
Bu dünyaya gelen insanlar âhirete vardıklarında bu dünyada ne yapmışlarsa hepsini bulacaklardır. Bizim yaptığımız işler değerlendirilmektedir. Her ‘amel’ bir derece verilerek hesap defterine ‘borç’ veya ‘alacak’ olarak geçmektedir. Sonunda ömrümüz boyunca ne yapmış isek orada defterimizde değerlenmiş olarak bulacağız. Sevaplarla günahlar dengelenecek. Günah en çok bir derece sayılacak, ondan da tenzilat yapılacak. Günah en az puan alacak, böylece hâlâ defter ağır basıyorsa cehenneme gönderilecek, sevap ağır basıyorsa cennete gönderilecek. Kur’an bu düzeni hep hatırlatır.
Fıkıh olarak biz de şunu yapıyoruz. Kişi aldıklarını ve verdiklerini bir kâğıda yazıp muhasibine verecek, muhasip de onu bilgisayara geçirecektir. Kişinin fişine basıldı mı verdiklerinin hepsi dökülecektir. Yıl sonunda ya borçlu çıkacak, ya da alacaklı çıkacaktır. Bugün Batı dünyasında kısmen uygulanan muhasebe sistemini Allah âhiret için açıklamaktadır. “Bulmak” demek, defterde yazılı olarak görmek demektir. “Vücud” bedenidir. Güç anlamına olduğu gibi, varlık anlamına da gelmektedir. Bulmak, gücü yetmek anlamına gelir.
كُلُّ نَفْسٍ (KulLu NaFSıN) “Her nefis.”
“Nefs” kelimesi kişi anlamında kullanılır. Hak ve görev sahibi olan demektir. Allah’ın halifesi olan demektir. Hayvanların da ruhları vardır, bilinçleri vardır; ama onların nefisleri yoktur. Onlar Allah adına O’nun halifesi olarak kararlar almaz, sadece Allah’ın onlara verdiği görevleri yerine getirirler.
Melek, cin ve ruh da nefse sahiptir. Ancak ‘içtihat görevi’ verilmemiş ise o zaman ‘hilafet görevi’ de verilmemiştir. İşte insan bunun için ahsanal hâlıktır. Nefis yani kişi davalı ve davacı olabilen kimsedir. Ruhun insan beynindeki faaliyetleri olarak da anlayabiliriz. Bir topluluk içinde kişinin hesabı vardır, borç ve alacak orada yazılıdır. İşte nefis insanın beynindeki olaylara olan hakimiyetidir.
مَا عَمِلَتْ “Ne amel etmişse”
“Ne amel etmişse onu hazır bulacaktır.” Deniyor; “Ne fi’letse” denmiyor.
“Ne amel etmişse onu bulacaktır.” ‘Fiil’ ile ‘amel’ arasındaki en büyük fark; ‘fiil’ kişinin kendisi için davranışlarıdır, oysa ‘amel’ kişinin başkası için yaptığı iştir. Topluluk için yapılanlar da ameldir. Allah insanı yaratmıştır. Ondan iş beklemektedir. İbadet ise amel gibidir. Aralarındaki fark, ibadette artık başkasına iş yapmıyor, yalnız O’na iş yapıyorsun. Hür insanın köleleştirilmesi haram olduğundan, Allah’tan başka kimseler için ibadet haramdır, amel ise meşrudur. Herkes öldükten sonra yaptıklarını orada hazır bulacaktır.
مِنْ خَيْرٍ (MiN PaYRın) “Hayırdan”
Dünyada insan “hayırdan” ne yapmışsa onu orada bulacaktır. “Hayır” kelimesi nekire getirilmiştir. Çünkü pek çok hayır vardır. İnsan o hayırlardan birisini veya birkaçını yapacaktır.
“Min” ile getirilmiştir. Cins için olabileceği gibi, cüz için de olabilir. Bu bize şunu ifade etmektedir. İnsanlara biz iş vermeyeceğiz. Kişi işini kendisi seçecektir. O ne yaparsa hayırdan onun karşılığını alacaktır. Ama bu karşılığı sosyalizmde olduğu gibi devlet görevlisi vermeyecektir. Kapitalizmde olduğu gibi işveren vekili vermeyecektir. Kişi işini kendisi seçecektir. İşte yeni üretim biçimi budur. Anayasamızda (İnsanlık Anayasası) bu böyle yapılıyor. Bizim “Mala-Mal Market Projemiz” bunun çok açık uygulamasıdır.
Bu uygulama nasıl olacaktır? Anlatalım.
Kişi “Mala-Mal Marketi”ne geliyor. Mesela, bir cıvataya diş çeken makineyi satın alıyor. Şöyle ki; ben size diş çekeceğim ve bu makinenin bedelini iki yıl içinde bir milyon cıvatanın dişini çekerek ödeyeceğim, diyor. Çektiğim dişin dörtte üçünü peşin alacağım, dörtte birini makinenin taksiti olarak ödeyeceğim. Ayda en az bin cıvatanın dişini çekeceğim diyor. Sonra da dişi çekilecek cıvataları alıyor. İşyerine götürüyor. Makineyi kuruyor ve diş çekmeye başlıyor. İşte böylece kişi işini kendisi seçiyor. Diş çekme bedelleri ise mağaza tarafından belirleniyor. Fabrikalarda da tezgahlar ve işyerleri vardır. Kişi sabah kendine kendisi iş seçer. Böylece istediği işi yapar. Yeter ki yaptığı iş hayır olsun. Her hayırlı işin bilgisayarlarca belirlenen karşılığı vardır. Onu alır.
Esasen içtihat da budur. Yani Allah insanı var etmiş; kendi iradesi ile hayır yapsın ve ücretini alsın diye. Topluluk onu bir iş yapmaya zorlarsa o zaman o iradesini kaybetmiş olur, dünyaya gelişin hikmeti kalmaz. İnsan içtihat yaparken başkalarının isteğine göre değil, kendi isteğine göre yapacaktır. Başkalarının isteklerine de karışmayacaktır. Sözleşmelerde de bunun için ‘rıza’ aranmaktadır. ‘Hicret müessesesi’ bunun için vardır. ‘Hakimlik’ değil de ‘hakemlik’ bunun için teşri edilmiştir. Kur’an’ın müesseselerinde asla çelişki yoktur. Yani ürünlerini hazır bulacaklardır demektir.
مُحْضَرًا (MuXWarRAn) “Hazırlanmış olarak bulacaklardır.”
“Hadıre” bir yerin çevresi demektir. “Hadırate’l-bahri” demek, denizin kenarı demektir. Sahil demektir. Sahildeki yerleşim yerleri demektir. Bir yerde bulunmak, orada hazır olmak demektir. Bir şeyi bir araya getirip belli bir zaman için bulundurmak demek de hazırlamak demektir. Hayır yapan kimseler hayrı orada hazır bulacaklardır. Fabrikada veya kendi işyerinde ürettikleri malları ambarlara teslim eder, yerine fiş alırlar, belge alırlar. Bu belge ile sonra mamul ambarlarına gittikleri zaman mamulü hazır bulurlar. Onun karşılığı belgeyi alıp kasaya gider ve nakde çevirirler, o nakitle de istediklerini yaparlar.
İnsanlar âhirete vardıklarında hayrı hazırlanmış bulurlar. Biz ne yaparız? Önce bir işin bir cüz’ünü yaparız. Ama sonunda herkesin katkıları ile onu mamul hâle gelmiş buluruz. Bizlerin ayrı ayrı yaptıkları şeyler bize yaramaz, ama bir araya getirdiğimizde artık bize yarayan eşya olmuştur. Katkımız nisbetinde ondan payımızı alırız. Âhirette de bizim hayırlarımız cennetteki insanların işine yarayacak şeylere dönüşmüş olarak karşımıza çıkacaktır. Biz onlardan istediğimizi alıp varlığımızı sürdüreceğiz.
Bu âyet bize gösteriyor ki, âhirette de hayat sebep-sonuç ilişkileri ile olacaktır. Dünyadaki evrimin âhiretin oluşmasında katkısı olacaktır. “Dünya âhiretin mezreesidir (tarlasıdır).” sözünü mecazi olarak anlamamız gerekir. Bilgisayarları, telsiz telefonları orada da kullanacağız. Orada bunları imal eden fabrikaları belki biz işletmeyeceğiz. Huriler, gılmanlar denen kimseler işletecektir, ama bütün bunlar olacaktır demektir.
وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ (Va MAv GaMiLaT Min SUEin) “Sü’den neyi amel etmişse onu da.”
‘Hayır’dan neyi amel etmişse onu hazırlanmış bulacaktır. Yani üretimi tamamlanmış bulacaktır. ‘Kötülük’ten ne yapmışsa onu hazır bulacaktır. Gerçi burada kötülük için “Muhdarar” kelimesi kullanılmıyor. Çünkü kötülük hazırlama değil, bozmadır. Mü’minler yapıcı, kâfirler yıkıcıdırlar. Yıkılmış, eksik kalmış, bozuk olanlar da orada varolacak, onunla cehenneme gidip orada onları düzeltmekle uğraşacaklardır. Onları kırbaçla çalıştıran zebanilerin gözetiminde işçilik yapacaklardır. Burada ‘hayır’ karşılığı ‘sü’’ kullanmıştır. Başka yerde ‘şer’ karşılığı ‘hayır’ kullanılmıştır. Dörtlü veya sekizli gruplamalarda bir şeyin iki eşi olabilmektedir.
Hayır Şer
Hüsn Sü’
Demek ki ‘hayır’ ile ‘hüsn’ iyilikte eştirler, ‘şer’ ile ‘sü’ de kötülükte eştirler.
Kur’an’da böyle tasnifler vardır. Biz bu kelimeleri alıp aralarındaki farkları ortaya koyarak içtihadımızı yaparız. “Hayır”, topluluk için iyi olan iyiliklerdir. “Hüsn” ise kişi için iyi olan iyiliktir. “Şer”, topluluk için olan kötülüktür. “Sü’” ise kişi için olan kötülüktür. Burada Allah şerri zikrederken toplulukların yaptığı kötülükleri değil de, kişinin kendisinin yaptığı kötülükleri getirecektir. Hayırda ise kolektif iyilikler hazır gelecek ve herkes payını alacaktır. Bir atölyede hepimiz çalışıyoruz. Ayrı ayrı parçalar üretiyoruz. Önce biz her parça için bir ceket payı alıyoruz. Sonra ambara gidip bitmiş ceket alabiliyoruz. Sü’de ise işlediğimizin cezasını şahsen çekiyoruz, kimseyle bölüşmüyoruz. O sebeple burada hayrın karşısında sü’ getirildi.
تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ (TaVadDu LaV EanNa BaYNaHAv va BaYNaHUv)
“Onunla kendisi arasında olmasını meveddet edecektir.”
Buradaki “Ha” zamiri nefse gidiyor. “Nefis” kelime olarak müennestir. “Hu” zamiri de kötülüğe gidiyor, sü’a gidiyor. “Meveddet” gönlün şiddetle bir şeyi talep etmesidir. ‘Vadi’ kelimesi ile yakınlığı vardır. Vadide sular nasıl dereye doğru akar; insanın içindeki arzu da o tarafa akar. ‘Hubb’ ise habbeden, taneden, kubbeden, kabarcıktan oluşmuş bir kelimedir.
İnsanın içinde bir sıcaklık meydana gelir, o sıcaklıkla o kimseye bağlanır. Muhabbette onun kendine çekmesi vardır. Meveddette ise senin ona yaklaşman vardır. Burada kaçışı anlatmaktadır. Kötülükten uzak olmayı, aksine uzaklaşmayı istemeyi ifade edecektir. Ondan uzak olsun da nerede olursa olsun isteyecektir.
أَمَدًا بَعِيدًا (EMaDan BaGIıDan) “Baid bir emed olsun isteyecektir.”
“Bugd”, derinlik demektir. ‘Arz’ en, ‘Tul’ boy, ‘Bu’d’ da derinliktir; uzak anlamınadır. ‘Karib’in (yakının) karşılığıdır. Zaman içinde “Ba’de/Sonra” kelimesi kullanılmaktadır. Sonra, arkasından anlamına gelir.
“Emed”, “Medde”den gelir. ‘Med’, kiriş demektir. ‘Amd’, direk demektir. ‘Emed’, uzatılmış, gerilmiş anlamındadır. ‘Ümid’ kelimesi buradan gelir. Uzakta olup iple çekilen anlamında beklenen şey demektir. ‘Ebed’ kelimesi ile de yakınlığı vardır. Aramızda uzun bir mesafe olsun. Sonsuz olarak uzak olmasını isteyecektir. Yani sonuçlardan hoşlanmayacaktır. Kişiler gurbete çıkar, çalışır, kazanır, üç beş kuruş biriktirip yurduna döner.
Biz de bu dünyaya çalışıp üç beş kuruş kazanıp yurdumuza dönmek üzere geldik. Asıl memleketimiz orasıdır. Burada çalışıp kazanmak için Allah bize yolunu gösterdikten sonra serbest bırakmıştır. Biz istediğimizi yaparız. Ama sonuçlarına katlanmak zorundayız.
İşte ‘hukuk düzeni’ de budur. Herkes kendi içtihadını yapacak ve içtihadına göre amel edecektir. Ama sonuçlarına katlanacaktır. Kârı ve zararı kendisinin olacaktır. Yaptıklarının mükâfatını kendisi alacak, cezasını o çekecektir. Anayasamızda (“İnsanlık Anayasası”)bu şöyle formüle edilmiştir. Kişi herhangi bir iş yaparken bu devlete karşı görevli ise de ona kimse karışamaz, kişi kendi takdiri ile karar verir ve karar bekletilmeden uygulanır. Uygulamadan önce kontrol sistemi yoktur. Yanlış yapmışsa o zaman sonra aleyhine dava açılır ve hakemlerin karşısında kişi hesabını verir. Bu hukuk düzeninde bu dünyada da böyledir. Âhirete varıldığında her şeyin hesabı böyle verilecektir.
Bizim Anayasamızda da (“İnsanlık Anayasası”) evrak, zimmet, envanter ve demirbaş bakanlıkları vardır. Bunların işi kayıtları tutmaktır. “Evrak Bakanlığı” kişilere gelen yazılarla, kişilerden giden yazıları alır ve gönderir. Muhafaza eder. “Zimmet Bakanlığı” bütün borç ve alacakları kaydeder. Muhasebe bakanlığıdır. “Envanter Bakanlığı” malların bulunduğu yerleri ve durumlarını belirler. “Demirbaş Bakanlığı” ise taşınmazların kayıtları, bakım ve tamirleri ile ilgilenir. Kur’an’ın az olsun, küçük olsun, büyük olsun hepsini yazın emri ile buradaki hesaplar ile her şey hazır olmuş olacaktır.
وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ (Va YuXüÜıRu ellAHU NaFSaHu) “Allah sizi nefsinden tahzir eder.”
Allah sizin kendisi ile doğrudan muhatap olmanızdan uzak durmanızı ister. Kur’an’da bu tabir yalnız bu sûrede söylenmekte; hem de birbirine çok yakın olarak iki defa tekrar edilmektedir. Bu sûre içtihat sûresi olduğuna göre, bu sûrede hem de iki defa gelmiş olması, bunun içtihatla büyük ilgisi vardır demektir.
İçtihat vicdanîdir. Herkes kendi vicdanına göre karar verecektir. Vicdanına göre verecektir. İnsanlar soramaz. Ancak bizzat kendisi sorar. O halde içtihatları denetleyen bir merci yoktur. Bu merci yalnız Allah’tır. Mağdur olanlar mahkemelerde hakemler nezdinde kendi haklarını ararlar.
Birincisinde; “Mü’minler kâfirleri evliya ittihaz etmesinler.” âyetinden sonra getirilmiştir. Orada da insanların böyle yapmamaları halinde bunu takıyye olarak mı, yoksa taaddi olarak mı yaptığı hususu tamamen kendilerine kalmıştır demektir. “Nefsehu” kelimesi ‘Allah’ kelimesinin ‘topluluk’ anlamında yorumlanmasına engeldir. Bununla beraber çıkan ihtilaflarda son karar hakemlerden oluşan yargınındır. Allah sizi yargıya karşı sakındırırın anlamı olur. Yani yargıya karşı gelinmemesini emretmektedir. Hakemlerden oluşan yargının üstünlüğüne işaret etmektedir.
وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ (ValLAHu RaEuvFun BiLGıBADı) “Allah ibadına raufdur.”
Daha önceki âyette “Allah sizi kendisinden sakındırır.” derken; “Dönüş Allah’adır.” denmiştir. Yani, bu hususta hesabı O soracaktır demektir. Bununla ilgili hükümler dinîdir. Siz cezalandıramazsınız demektir.
Burada da “Allah kullarına raufdur.” denmiştir.
“Rafet” rahmet gibidir. “Rahmet”, annenin çocuklarına duyduğu karşılıksız iyilik etme hissidir. “Rafet” de babanın çocuklarına ve ailesine karşı duyduğu onları koruma ve onlara sahip çıkma hissidir. Tarihte Allah hem baba, hem de anne ile temsil edilmiştir. Onların resimleri ile ‘Allah’ yazılmıştır. Sonraları onlara tapılmaya başlanmıştır. Biz de şimdi Kâbe’ye tapsak öyle putperest oluruz. Manâları bırakıp da kelimelerin emrine girecek olursak, o zaman onlara tapmış oluruz. Biz kelimelerin manâlarının emrine gireceğiz. Kanunların lâfızlarını katı görüntülere göre uygulamak böyledir. Cümlelere göre hükmedeceğiz; ama lâfızları ile değil manâları ile.
Allah’tan korkmanıza gerek yoktur. Allah sizin yanınıza size zulmetmek için, size ceza vermek için gelmez. Tam tersine, size iyilik etmek için gelir. Devlet de böyledir. Devlet kimseye zarar vermek için değil, tam tersine korumak için vardır. Halk polisten korkmamalı, tam tersine polisi kendisinin koruması olarak görmelidir. Mahkemeyi hakkını alan kişi olarak görmelidir. Hükmeden değil, hizmet eden bir kuruluş olarak görmelidir. Bu sebepledir ki burada “Allah” tekrar edilmiş ve “Rauf” kelimesi nekire olarak getirilmiştir. Devlet bir anne gibi, bir baba gibi olmalıdır. Verdiği ceza da babasının oğlunu tedip etmesi için yaptığı gibi olmalıdır.
Burada “Bi’l-ibad” sözü ile insanların yalnız topluluğun işçisi olması gerekir. Marks da böyle istiyor. Ancak Marks bunu sosyalizmde devlet memurlarına veriyor, sonra yani komünizmde izah edemiyor. Oysa içtihat müessesesi halkın kendi işini kendisinin seçebilmesi liberalizmini gerçekleştirmektedir. Tekeli önlenmiş olan bu liberalizm bunu gerçekleştirmektedir. Kur’an bunu istiyor. Kimse kimsenin kölesi olamaz.
Bu sebepledir ki ‘işçilik’ hürün köleleştirilmesi sistemi olduğu için meşru değildir. Yahudiler insanları kendilerinin kölesi olarak gördükleri için işçilik sistemini yeryüzüne hakim kılmaya çalışmaktadırlar. Faizi meşru saymaktadırlar. Kur’an ise faizi şiddetle yasaklıyor. Biz, biri zarar ederken diğerinin kâr etmesini ‘faiz’ olarak görüyoruz. Dolayısıyla sabit kira, sabit ücret, sabit vergi ve sabit kâr faizdir ve haramdır.
قُلْ (QuL) “Söyle.”
“Söyle” emrini veren Allah’tır. Burada tereddüt yoktur. Muhatap kimdir? Bu muhatap ölü kimse olamaz, yani “Peygamberdir” denemez. Çünkü o bugün yaşamıyor. Bundan dolayı ona “Kul/Söyle” emri verilemez. Bu emir o zaman verildi. O da bu görevi yerine getirdi. Şimdi artık bu emrin geçerliği yoktur da denemez. Böyle desek, o zaman Kur’an bizi ilzam etmiş olmaz. O halde muhatap kimdir?
Ya başkandır, ya müçtehittir, ya da mü’mindir. Burada “Bana tâbi olunuz.” emri olduğu için muhatap müçtehittir diyebiliriz. Sûrenin konusudur. Bunu böyle anladığımız zaman, içtihat yapan kimseler kendi mezheplerine insanları çağırma hakkına ve yetkisine sahip olurlar. Başkanlar da olabilir. Ancak bundan sonraki âyette “itaat” kelimesi geçmektedir. Başkan orada sözkonusu olacaktır. Araya atıf harfi getirmemiş olmasının sebebi kemal-i infisaldir, yani tam ayrılıktır. Muhatap değiştiği için ‘Ve’ harfi getirilmemiştir.
Şimdi kime söylenecektir? Yani ikinci mef’ul kimdir? Muhatabın mü’minler olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’ın âlimi olan kimse cemaatine diyecektir ki; “Bana tâbi olunuz.” Tâbi olma, yaptığını yapmadır. Yani, bir müçtehit ne yapıyorsa cemaat da onu yapacaktır. İşte bundan dolayı içtihat yapan kimseler örnek davranışlarda bulunmak zorundadırlar. İçtihatlarda ona uyulacaktır.
إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ (EiN KuNTuM TuXıbBUvNa elLAHe)
“Allah’a muhabbetiniz varsa. Allah’ı seviyorsanız.”
“Muhabbet” onun size doğru gelmesini, size yaklaşmasını istiyorsanız demektir. “Bana tâbi olunuz.” denmektedir. Allah nasıl sevilir? İnsanda Allah muhabbeti nasıl doğar? Bunun iki çeşidi vardır. Biri genel çeşittir. Her şey Allah’ın lütfüdür ve nimetidir. Bir kimsenin saçlarını severseniz, O’nu sevmiş olursunuz. Birinin düşüncelerini severseniz, O’nu sevmiş olursunuz. Eşinizi sevdiğinizde, O’nun bir lütfü olduğu için Allah’ı sevmiş olursunuz. Evinizi severseniz, O’nu lütfeden Allah’ı sevmiş olursunuz. Buradaki ayıraç; bütün bunların Allah’tan geldiğini bilmek ve O’nun bir ikramı olduğu için sevmektir. Sevdiğiniz birinin bir hediyesini, bir fotoğrafını seversiniz. Aynen bunun gibi O’nun tüm yarattıklarını ve lütuflarını sevmek de Allah’ı sevmektir. Ama sevgi şirk şeklini de alabilir. Allah’ı unutarak, Allah’a rağmen birisini veya bir şeyi sevmek elbette Allah sevgisi olamaz. Bunun içindir ki kişiyi sevmek bazen şirke gidebilir. Bu peygamber de olsa böyledir.
Bunun dışında Allah’ı sevmenin dört yolu daha vardır:
- Seni sevmeyeni sevebiliyorsan, o zaman senin sevgin Allah sevgisidir. Nefsinizi bu seviyeye çıkaracaksınız.
- Allah’ı sevenleri sevebiliyorsan, Allah’ı sevmiş olursun.
- Allah kendisine cemaati halife yapmıştır. Topluluğu seviyorsan, Allah’ı sevmiş olursun. Cemaate katılmada gösterdiğin rağbet, Allah’a gösterdiğin rağbettir. Topluluğa verilen maddî katkılar da Allah sevgisini ifade etmektedir. Bunun için “sadaka” denmektedir.
- Kur’an okumayı sevmek, topluluğu sevmektir. Bir kimsenin yazdığını okursan, orada anlatılanlarla onu seversin. Kur’an’la ilgilenmekten hoşlanıyorsan, bu onu sevmektir.
فَاتَّبِعُونِي (Fa elTaBıGUvNIy) “Bana tâbi olunuz.”
“Bana uyunuz, ben ne yapıyorsam siz de onu yapınız.”
“Taba” hayvan yavrusudur. Anası ne yaparsa o da onu yapar.
Bu âyet bize gösteriyor ki, içtihat grupları oluşmalıdır. İnsanlar mezhepler oluşturmalıdır. Herkes kendi mezhebinin icma ve içtihatlarına uymalıdır. Bir kabilede 5 ile 10 arasında tâbi olunan kimse olmalıdır. Bir ilde, bir ülkede ve insanlıkta da böyle olmalıdır. O mezhepte olanlar ona uymalıdırlar. Davranışlardaki birlik böyle sağlanır. Herkes ayrı içtihat yapıp davranışlarını ayırırsa o zaman topluluk oluşmaz. Mezhebe bir dayanışma ortaklığı olduğu için gerek vardır. Sonra bir insan kendisine gerekli olan şeylerin kurallarını hep üretemez, üretse bile insanlara onu öğretemez. Onun yerine işte ancak böyle birleşerek oluşturulan “fıkıh” tam olur ve duyurulur. Demek ki, ilmî dayanışma ortaklığını kuran kimse kendisine ortak arayabilir. Hattâ aramalıdır da. Cemaatleşme, birlikte Kur’an okuma, birlikte iş yapma; işte bunlar Allah’ı sevmenin en güzel örnekleridir.
يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ (YuXBıBKuMu ElLAHu) “Allah da sizi hubbeder.”
Bizim Allah’ı nasıl sevdiğimizi yukarıda anlattık. Allah acaba bizi nasıl sever?
Burada dikkat edecek olursanız “Seversen, seni sever.” demiyor; “Severseniz, sizi sever.” diyor. Yani, topluluğunuzu sever demektir. Yani, sizi başarıya ulaştırır demektir.
Sevdiğiniz kimseye karşı nasıl davranırsanız, işte Allah da size öyle davranır:
- Sevdiğinizle beraber olmak istersiniz. Demek Allah da bizimle beraber olacaktır. Bu ne büyük mutluluk. O bizim yanımızda olduktan sonra başka ne isteriz. İşte Allah’ın bizimle beraber olması için içtihatlar yapmalıyız. İçtihatlarımıza göre hareket etmeliyiz. Yani cemaatimizde oluşan kurallara uymalıyız. O zaman Allah bizimle beraber olacak ve biz o zaman yücelmiş olacağız. Kurallara uymuyor, kendi koyduğumuz kurallara kendimiz uymuyorsak, o zaman Allah bizimle beraber olmayacaktır.
- Sevdiğiniz kimselere ikramda bulunursunuz. Hediye alırsınız. Onları hoşnut edecek lütufta bulunursunuz. Allah bizimle beraber olmuyorsa, bizi sevmiyorsa, lütuflarda bulunmuyorsa; demek ki biz henüz bir mezhep oluşturup onun gereklerini yapamıyoruz demektir. Diğer taraftan beraber olmanın doğurduğu lütuflar vardır, ikramlar vardır. Allah onları bize ikram etmiştir. Çoğu zaman bunun farkında olmaz, nankörlük yaparız.
- Sevdiğiniz kimseye bir şey olmasını istemesiniz. Anne çocuğunu bazen döver ve azarlar. Niçin? Kendisine bir fenalık olmaması için. Allah bazen bizi sevdiği için acır ve bizi azarlar, sıkıntılara sokar. Allah bizi bu sıkıntılara sokmazsa azarız, azgınlaşırız, kötülük yaparız. Zengin olanlardan, iktidara gelenlerden kaçı kendisini koruyabilmiştir? Kaçı haramdan kendisini koruyabilmiştir? Kaçı büyüklenmeden yaşayabilmiştir? İşte Allah bizi seviyor ki böyle yapıyor. Mesela, çok sevdiğiniz çocuğunuza kaza yapmasın diye bisiklet almazsınız.
- Allah’ın bizi sevmesinin bir alâmeti de bize ilim vermesidir. Bize kendisini sevdirmesidir. O’nun yolunda sıkıntılara katlanacak sabrı bize vermesidir.
Demek ki, böylece kendimizi Allah’ı sevip sevmediğimizi kontrol edebildiğimiz gibi; Allah’ın da bizi sevip sevmediğini kontrol edebiliriz. Kur’an bunun için ittiba şartını koşmuştur. İşte ehl-i tarik bu âyete dayanarak şeyhlerine itaat etmektedir. Allah da onları sevmektedir.
Bir konu geldiği zaman önce tartışırız. Ama bir karara vardıktan sonra hepimiz onlara uyarız. Fikirde ayrılık bir rahmettir. Uygulamada ayrılık ise Allah’ın muhabbetinden uzak olmaktır. “Akevler”in başarısındaki eksiklik işte budur. Rabbimden onların kalplerine böyle birlikte davranmalarını sağlayacak birer yürek sahibi olmaları için niyaz ediyorum. İnsanlar ya fikirlerde de teslim oluyorlar, ki bu hatalıdır; ya da fiillerde de muhalefet ediyorlar, bu da hatalıdır. Adil Düzenciler orta yolu bulacaklar. O zaman Allah onları sevecek ve muvaffak kılacaktır. F. Gülen ve N. Erbakan cemaatlerinin başarıları buradan olmuştur. Allah onları sevmiştir.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ (Va YaĞFıR LaKuM ÜuNUvBaKuM) “Zenblerinizi mağfiret eder.”
Burada yanlış anlama olmamalıdır. Âlime itaat etmeyeceksiniz. Yani, ondan talimat alıp da onun emriyle hareket etmeyeceksiniz. Ona tâbi olacaksınız. Derslerde okunup öğrenilen gerçeklerde o ne yaparsa siz de onu yapacaksınız. Burada hep birbirimize bakacağız. Eğer birimiz iyi bir iş yapıyorsa, biz de onu yapacağız. Kötü bir iş yapıyorsa, biz ondan uzak duracağız. Böylece topluluğumuz yavaş yavaş iyi işlerde birleşir. Sonunda Allah bizi sevmeye başlar. Kötülüklerimiz ve eksikliklerimiz de böylece zamanla ortadan kalkar.
وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (Va ElLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun) “Allah gafurdur, rahimdir.”
Allah mağfiret etmiş olur. Burada “Allah” kelimesi tekrar edilerek mağfiret edici ve merhametlidir denmektedir. Rahmet de mağfiret de nekire olarak getirilmiştir. ‘Allah’ kelimesini ‘topluluk’ olarak alabiliriz.
Eğer bir araya gelip cemaat olursak, Allah hem kötülüklerimizi ortadan kaldırır, hem de iyilikler içine gömer. Kur’an’ın bizden istediği tek şey vardır. Kur’an okumak ve anlamak için bir araya geleceğiz. Cemaatleşip Kur’an’ın istediği kuralları aramızda uygulamalıyız.
Bu arzumu hayatımda ancak çok az bir şekilde gerçekleştirebildim. Ben cemaat oldum, başkan bulamadım. Ben başkan oldum, cemaat bulamadım. Bulduğum zamanda da çok büyük başarılar elde ettik. Allah o zaman bizi sevdi. Tabii ki bulamayışımın sebebi yine bendeki eksikliktir, benim hatalarımdır, hattâ günahlarımdır. Bunları yazılarımı okuyacak genç insanlara ders olsun diye anlatıyorum.
قُلْ (QuL) “Söyle.”
Yukarıda “Bana tâbi olun.” denmiştir. Namaz kılarken imam rükua gider, sen de gidersin; secdeye gider, sen de gidersin. Bu tâbiyettir. Ne yapılacağına, nasıl yapılacağına baştan karar verilir; ona göre başkan ne yaparsa onu yaparsın. Bu tâbi olmadır. Başkan orada yeni bir şey yaptırmaz, yapılan şeylere uyulur.
İtaatte ise başkan emir verir, cemaat onun dediğini yapar. Burada “Qul/Söyle” tekrar edilmiştir. “Ve etiullahe” denip devam edilebilirdi. Burada itaat ile tâbiyet çok farklıdır. Tâbiyette sen müçtehidini seçiyorsun ve ona uyuyorsun. İtaatte ise sen ocağını ve bucağını seçiyor ve oranın başkanının emirlerine uyuyorsun. O başkanın emrinin dışına çıkmak için o yerden hicret etmek gerekir. Oysa tâbiyette sen kendin başkanını değiştiriyorsun. Burada “Bana itaat edin” değil de, “Başkana itaat edin” deniyor. Âlimlerin kendilerine tâbi olunur; oysa başkanlara itaat olunur, tâbi olunmaz. Hukuk düzeninde herkes kendi işini kendisi bulur. Askerî düzende ise herkese işi başkan verir, yetkili verir. Bu sebepledir ki burada “Qul/Söyle” kelimesi tekrar edilmiştir.
أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ (EaOIyGUv elLAHa Va elRaSUvLa) “Allah’a ve Resule itaat ediniz.”
“Tavg”, olgunlaşmış meyvedir. Elinizi tuttuğunuzda ele gelir. İtaat etmek demek, verilen emirlere direnmeden uymak demektir. Burada “Allah ve resulüne itaat ediniz.” denmektedir. Kur’an’da Allah, Resul, Allah ve resul, Allah ve resulü tabirleri geçmektedir. Bunların ıstılahî manâsı vardır.
“Allah”ı cemaat temsil eder. Meclislerin aldıkları kararlara uyunuz denmiş olur. Mecliste ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûralar vardır. Bunlar karar alırlar. Bu kararlara uyulması emrediliyor. Bu şûralara başkan başkanlık eder, ancak sadece yönetir. Kararı başkan almaz. Kararlar burada kolektif usullerle alınır.
“Resul”ü başkan temsil eder. Başkan icra yeridir. Şûralarda alınan kararları uygular. Vezirler yani hükümet emirleri ile uygular. Savaşta komutandır, emreder, siz de itaat edersiniz.
“Allah ve Resul” dediğimizde, başkanın karar verme yetkisi de var olmuş oluyor. Bu da geçici hakem görevidir. Niza çıktığı zaman nizayı o anda karara bağlar, işin devamını sağlar. Mağdur olanlar sonra mahkemeye yani hakemlere giderler ve mağduriyetlerinin giderilmesini talep ederler.
“Allah ve Resulü” dendiği zaman da, doğrudan hakemlerden oluşan yargıdan bahsetmektedir. Herkes içtihat yapacak ve kendi içtihadı ile hareket edecektir. Ancak ortak içtihatlarla mezhepler oluşacak ve ortak yerlerde başkanlar olacaktır. Onların yetkilerine de uymak gerekmektedir. Müçtehitlere uyulacak, başkanlar dinlenecektir.
فَإِنْ تَوَلَّوْا (FaEıN TaValLAV) “Tevelli ederlerse, sırtlarını çevirirlerse.”
Yani, Allah ve resulün emrine uymazlarsa, başkanlarını yönetimde dinlemezlerse. Birlik olmaz da işleri öyle götürmezlerse. Onları Kur’an kâfirlerden saymaktadır. Kur’an bir topluluğun nasıl oluşacağını anlatmaktadır. Topluluk kurallara ve yetkililere uymakla oluşur.
Bunlar nasıl oluşur? Dört yoldan oluşur:
- Birkaç kişi bir araya gelir, silahları ele alır, karşı olanları yıldırır, yanında olanları da korur. Böylece bir topluluk oluşur. Eşkıyalar böyle örgütlenmektedirler.
- Bir adam çıkar, parası olur, bir işletme kurar. İşçiler alır ve onları organize eder. Böylece bir topluluk oluşur. Fabrikalar ve işletmeler böyle oluşmaktadır.
- Bir din adamı çıkar, kendisini ve dinini sevdirir. Onların etrafında insanlar toplanır ve bir topluluk oluşur. Tarikatlar böylece teşkilatlanmaktadırlar.
- Birisi çıkar, ilmî araştırmalara başlar, onun etrafında ilim sahibi olmak isteyenler toplanır. İlim insanlığa yararlı olan şeyler getirir, onun etrafında böylece uygarlıklar oluşur. Peygamberlerin yolu budur.
“Adil Düzen” de böyle oluşacaktır. İçtihat yapan yani ilmî araştırma yapan topluluklar oluşacak, o topluluklar gelecek bin yılın uygarlığını kuracaklardır. Biz bu topluluğun siz olmasını istiyoruz. Bunun için kendinize güvenmeniz yeterlidir. Fedakarlıkları göstermeniz gerekmektedir. Bir araya gelip cemaat olmalısınız.
İşte bu âyet bir başkanın etrafında toplanıp cemaatleşmezlerse onların hükmünü vermektedir.
فَإِنَّ اللَّهَ (Fa EinNA elLAvHa) “Allah”
Allah, kendisi, zatı kâfirleri sevmez. Yahut cemaat orada oluşmaz demektir. Yani Allah muhabbet etmez. Şimdi hepimiz kendimize soralım. Biz bir cemaat oluşturabildik mi, Allah için bir yere hicret edip toplanabildik mi? Aramızdan birini kendimize imam yaptık mı? O imamın başkanlığında rüşvetsiz, yalansız, hilesiz, yolsuzluk yapmadan kendimize iş ve aş bulabildik mi? Bütün bu soruların cevabı olumsuz mudur?!.
İşte Allah bunun için bizi sevmiyor. Onun için işlerimiz iyi gitmiyor.
لَا يُحِبُّ (LAv YuXıbBu) “Muhabbet etmez.”
Bizimle beraber olmaz. Bizim işlerimizi bereketlendirmez. Bizi korumaz. İlmimizi de artırmaz. O’nun emirlerine uymamız gerekir. Bizde meydana gelen her türlü başarısızlığın kaynağı biz kendimiziz.
الْكَافِرِينَ (KAvFıRIyNa) “Kâfirleri”
Allah kâfirleri sevmez. Kâfir kelimesi kapatan demektir. İki manâya gelir. İnkâr eden manasına gelir. Bir de nankör, şükretmeyen anlamına gelir. Allah bize nimet vermiştir. Ona şükretmeliyiz. Etmezsek, o zaman Allah bize yaklaşmaz ve artırmaz. Allah’ın verdiklerine şükrediyor muyuz?
Allah’ın bize verdiği nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
- Bir defa Allah bize iman verdi. O imanın verdiği güçle burada toplanıyoruz. Çalışmalar yapıyoruz. Buna şükretmeliyiz. Bu nimetine karşı bir şey yapmalıyız. Mesela, dergi çıkarmalıyız. Mesela, market çalıştırmalıyız. Bir site kurup bir yerde toplanmalıyız.
- Allah bize ilim verdi. Kur’an’ı anlıyoruz. Onu takip ediyoruz. Bundan büyük lütuf olur mu? İçimizden biri bir şey biliyorsa hepimiz biliyoruz demektir. Hiçbir şeyi kendisinden eksilmeden başkasına aktaramazsınız. Ama ilim her zaman eksilmeden başkasına aktarılabilmektedir.
- Allah bize arkadaşlar verdi. Haftada bir defa da olsa toplanıyoruz. Birbirimizi severek Allah’ımızı sevmiş oluyoruz. Böyle Allah yolunda ilerleyen arkadaşlar bulmak kolay değildir.
- Allah bazı imkânlar bahşetti. Üsküdar’da ve burada toplanma yeri hazırladı. Kooperatifimizi kurduk. Ahşap Ev, Granür Üretimi, Market denemelerimiz var… Buraya gelecek kadar imkânlar verdi.
İşte bunlara şükretmeliyiz. Bu imkânları değerlendirmeliyiz. İşte ondan sonradır ki Allah bizi sevecek ve bize lütuflarda bulunacaktır. Birlikte yola çıktığınız zaman ya en yavaş yürüyen kadar hızlı gideceksiniz ve hep birden hedefe geç varacaksınız. Ya da herkes ayrı hareket edecek ve kendine göre ilerleme olacaktır. Teker teker hedefe varacaksınız. Biz “Akevler”de hep birlikte varmayı hedeflediğimiz için yavaş gidiyoruz. Allah bizi seviyor ki bu nimetleri vermiştir. Daha fazlasını mı istiyorsunuz? O halde bu nimetleri değerlendirin.
إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى (EınNA elLAHu EıSOaFAv) “Allah istifa etti.”
Allah ayırdı. Suffa, evlerin önünde yazları toplanıp dinlenilen yerdir. Sofa demekteyiz. Burada keçe serilir ve oturulur. Savf, yün demektir. Yazın oturulduğu için de yaza “sayf” denmektedir. Özel toplantılar burada yapılır, seçkin kimseler buraya çağırılır veya toplanırlardı. “İstifa etmek” demek, sofaya seçkin kişileri çağırmak demektir. Saflaştırmak, ayırmak da bu manâdadır. Allah peygamberleri seçmiş, kendi sofasına çağırmış, onlara görev vermiştir. İnsanlık evrim yapa yapa ancak içtihat dönemine, Kur’an uygarlığına ulaşmıştır.
Kur’an’dan önce insanlık dört dönem geçirmiştir:
- Göçebe dönemi halk kabileler hâlinde yaşıyordu. Oradan buraya göç ediyordu. Yönetim kabile reisinin kuralsız yönetimi idi. Bir aile reisi evini nasıl yönetiyorsa o da kabilesini öyle yönetiyordu. Başkan herkesle ayrı ayrı ilgilenir ve ona göre kararlar alırdı. Yazı yoktu. Ama resim yapmayı biliyorlardı.
- Sonra insanların yerleşik dönemine geçildi. Topluluk büyüdü. Kişi yönetimi yetmedi, kural yönetimi başladı. Başkanlar kurallar koyuyorlar, görevliler o kuralları uygulayarak birlikte yaşama imkanı doğuyordu. Bu dönemde “şekil yazısı” icad edilmiştir. Her kelimeye özel şekil verilmiştir. Sadece din adamları bunları okuyup yazabiliyordu.
- Ondan sonra şeriat yönetimi ortaya çıktı. Şeriat yönetiminin kural yönetiminden farkı, yöneticiler kurallar koymuyor, konan kuralları yöneticiler uyguluyordu. Kendileri de uymak zorunda idiler. Kurallar kendi dışındakiler tarafından konuyordu. Bu dönemde “harf yazısı” bulunmuştu, herkes şeriatı öğrenebiliyordu.
- Daha önce din, ilim, ekonomi ve yönetim hep tekellerde toplanmış, halk tek elden yönetildiği halde, dördüncü dönemde yöneticilere güvenlik işleri bırakılmış; din, ilim, ve ekonomi yönetimden ayrılıp bağımsız kurumlar hâline gelmişlerdir.
Böylece insanlık bu dört devirde bugünkü uygarlığa yaklaşmıştır.
İnsanlık bu dört uygarlığı dört peygamber ile gerçekleştirmiştir.
آدَم (EaDaMa) “Adem”
Hazreti Adem ilk insandır. Kendisinde özel 23 çift kromozomu vardır. Bedeni yapısıyla kendisine en yakın hayvan maymundur. “Edm”, dibağlanmış siyah deri demektir. “Adem” ismini bu deriden almıştır. Yani tüysüz deri demektir. Bütün canlıların vücut örtüleri vardır, insanın yoktur. Kendisi elbise ile bu ihtiyacını giderir. Bu elbise sayesinde her iklime uyabilir, hattâ uzaya da gidebilir.
İnsana ilk öğretilen dildir. Diğer canlıların da dilleri vardır ama onlar evrimleşemezler. Oysa insan kendisi evrimleştikçe dili de evrimleşmektedir. Hz. Adem ailesini Allah’ın vahyine göre yönetti. Ondan sonra peygamberler geldi, uygarlıklar değişti ama yönetim aynı kaldı. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık aşamaları gelişti. Bunlar göçebe topluluklardı. Kendi ürettiklerini kendileri tüketiyordu. Bu aşamalardan sonra artık malları satıyor ve üretemediklerini alıyorlardı.
َ وَنُوحًا (Va NUXan) “Ve Nuh”
Nahiye, bucak demektir. Aslında yan demektir. Yerleşilen saha demektir. Köyden büyük yerleşik toplulukları ifade eder. Burada artık kişiler kendi ürettiklerini yemezler. Üretim kolektiftir. Ürünler satılır, yerine başka ürünler alınarak geçinilir. Bugün Sovyetlerin kolhoz tipi üretimi vardır. Ortak üretim yapılır. Ürün bölüşülür, herkes ürünü götürüp satar. Kişiler bu ürünü götürüp satmazlardı. Ortak ürünler mabetlerde toplanır, halkın payı yazılır. Bunları tüccarlar satar, getirdikleri malları halk bölüşürdü. Bizim “mala-mal” dediğimiz türden bir mübadele sistemi doğmuştu. Demek ki ikinci uygarlığı Hz. Nuh başlatmıştır. Sonra peygamberler gelmiş, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarını oluşturmuşlardır. Bunlar şekil yazısına dayanmaktadır.
وَآلَ إِبْرَاهِيمَ (Va EAvLa İBRAHIyMa) “İbrahim’in âli.”
Ve Hz. İbrahim’in âlini seçmiştir. Hz. Adem ve Hz. Nuh’un kendilerinden bahsettiği halde, burada “ÂL” kelimesini kullanmıştır. Çünkü Hz. Nuh ve Hz. Adem kendileri uygarlıkları tesis ettiler. Oysa Hz. İbrahim ve Hz. İmrân’ın kendi soyundan gelenler tesis ettiler. Burada Hazreti Muhammed’den bahsetmemektedir.
Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz. Biri, Hazreti Muhammed İbrahim’in âlindendir. Hz. İsmail soyu ile temsil edilmektedir. Yeryüzünde iki büyük din hakim olacaktır. Biri İslâmiyet, diğeri Hıristiyanlıktır. İbrahimî din İslâmiyet’tir. Âl-i İmrân dini ise Hıristiyanlıktır. Her iki dinde de artık kavmiyet kalkacaktır. Beşeri din olacaklardır. Ne papaların ne de İslâm halifelerinin soydan gelme şartı aranmayacaktır. Zaten Hazreti İsa’nın hiç çocuğu olmamıştır. Hazreti Muhammed’in de erkek çocuğu olmamıştır. Hanedanlık hakimiyeti bu iki peygamberle son bulmuştur. Ne Hıristiyanlık, ne de Müslümanlık bugün artık bir kavmin dini değildir. Papalar da Yahudi soyundan gelmemektedir.
Bugün insanlar demokrasi iddiasındadırlar. Hâlâ krallıklar devam ediyor. İnsanlar yönetimde bunu kaldıramadılar. Oysa hem Müslümanlar, hem Hıristiyanlar bu işi binlerce yıl önce yapmışlardır.
Burada artık “Âl” kelimesini tanımlayabiliriz. Âl, evvel kelimesinden gelmektedir. Birinci başlangıç anlamındadır. Tevil etmek demek, başa döndürmek demektir. Âl, ona dönenler demektir, yani onun yolunu izleyenler demektir. Onu önder kabul edenler demektir. İbrahim’in âli demek, onun yolunu tutanlar anlamındadır. O da ilim yoludur.
Hıristiyanlık mistik yolunu tutmuştur. İslâmiyet ise müsbet ilim yolunu tutmuştur. Yeryüzünde bu iki din uygarlıkları birlikte göğüsleyerek götüreceklerdir. Yahudilik inançları gereği başka ırkta olanları aralarına almadığı için genişleyemiyor. Masonluk ve dinsizlik uygulamaları son bulmak üzeredir. Brahmanizm ve İnduizmin ise uygarlıkta yerleri olacağa benzemiyor.
“İbrahim”, burhan kelimesinden gelmektedir. Burhan, delil demektir. “Berk” kelimesinden dönüşmüştür. Berk, şimşek demektir. Şimşek çaktığı zaman nasıl aniden her şey aydınlanırsa, deliller de böyledir. Müsbet ilim düşüncesini insanlığa ilk öğreten Hz. İbrahim olmuştur. Bu usul ancak Kur’an’dan sonra yaygınlaştı. Felsefe yerine müsbet ilim hakim oldu. Bu tümevarım metodudur.
وَآلَ عِمْرَانَ (Va EAvLa GıMRAvNa) “Ve İmran’ın âlini insanlar üzerinde seçtik.”
İmrân, Hazreti Meryem’in babasıdır. Ondan Hazreti İsa doğmuştur. Hazreti İsa, beklenen, ümit edilen anlamındadır. Yahudiler hep kurtarıcı beklemişlerdir. Hazreti İsa da kurtarıcı olarak gelmiştir. Hıristiyanlık şeriatı olmayan bir dindir. İnsanlar şeriatla değil de ahlâkla mükellef tutulmuşlardır. Bu da Hıristiyanlığın dünyaya kolayca yayılmasını sağlamıştır. Hazreti İsa Hazreti Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir. Ümit veren anlamında kullanıldığı zaman, son peygamberi haber vermiştir demektir.
Hazreti İsa’nın âli havarileri olmuştur. Böylece insanlığı hidayete götürmüşlerdir. Hazreti İsa şeriatla hiç ilgilenmemiştir. O insanların ahlâkı ve eğitimi ile meşgul olmuşdur. Asıl büyük bölünme budur.
Din ve ilim adamları kişileri eğitirler. İnşaatın malzemesini hazırlarlar. İş adamları ve siyasiler ise bu adamlardan duvar yaparlar, makine yaparlar, yani topluluğu meydana getirirler. Başlangıçta inşaat malzemesini üretenlerle inşaat yapanlar aynı kişilerdir. Şimdi ise inşaat malzemesi üretenler ile inşaatı yapanlar farklı sektörlerdir. Hazreti İsa ile eğitimle uygulama birbirinden ayrılmış ve bağımsız hâle gelmiştir.
عَلَى الْعَالَمِينَ (GaLAy elGAvLaMIyNa) “Âlemler üzerine istifa etmiştir.”
Allah insanları başlangıçta hayvanlardan daha güçsüz yaratmıştır. Nasıl insan kırk yaşında doğmuyorsa, tek hücreden gelişerek insan oluyorsa; insanlık da tek kişiden gelişerek bugünkü duruma ulaşmıştır. Burada peygamberler gelmiş ve insanlığı evrimleştirmişlerdir. Her peygamber kendisine bir âl yetiştirmiştir, yani cemaat oluşturmuştur. O cemaatle inkılâp yapmışlardır.
Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecektir. Kur’an ilimle yorumlanacak ve uygulanacaktır. Bu sebepledir ki Kur’an’da Muhammed’in âlinden bahsetmektedir. Sonra gelen âyetlerde “Küntüm hayra ümmetin te’murûne bi’l-ma’rufi” olarak Kur’an ehlini belirlemektedir.
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ (ÜurRiYata BaGQuHAv MıN BaGWın)
“Birbirinin zürriyeti olarak onları seçtik.”
Bunlar bir ekolden gelmektedirler. Hz. Adem zaten bütün insanların atasıdır. Diğer insanlar ondan türemişlerdir. Hz. Nuh ise Mezopotamya’ya gelen Sümerler arasından çıkmıştır. Sümerler’in de kuzeyden çoban halkı olarak geldikleri kesindir. Sümerler’in Türk diline çok yakın dil ile konuştukları da bugün tesbit edilmiştir. Türk dil grupları ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan bir kısmı Kırgızların ve Kazakların konuştuğu dildir. Diğeri ise Uygurların ve Oğuzların konuştuğu dildir. Bundan sonra bu dillere en yakın diller Moğolca ve Tunguzcadır. Ondan sonra Korece ve Japoncadır. Ondan sonra ise Fin ve Macar dilleridir. Sümerce Türkçeye Moğolca ve Tunguzca kadar yakındır. Kur’an İbrahim’in Nuh’un zürriyetinden olduğunu beyan etmekte, babasının Azer olduğunu söylemektedir. İbrahim’in babası Azer değil Tarih’tir. Tevrat’ta böyle yazılıdır. Azer milliyetini gösterir. Ondan sonra gelen bütün peygamberler hep İbrahim’in ve Nuh’un soyundandırlar.
Demek ki Allah Hz. İbrahim’i Türklerden çıkardı ama Araplarda çoğalttı. Hz. İsa’yı İsrail oğullarından çıkardı ama tâbilerini Avrupa’da buldu. Germenler Roma’yı işgal ettiler ve galip geldiler ama Hıristiyanlığı kabul ettiler. Demek ki bunlar hep ilâhî takdirle olmaktadır.
Hazreti Muhammed ile peygamberlik son buldu. Böylece birbirini destekleyen resuller silsilesi de son buldu. Onlar insanlığa dadılık yaptılar, büyüttüler ve şimdi insanlık rüştüne ulaşmış oldu.
Rüşte ulaşma demek, içtihat ve icma döneminin başlaması demektir. Kur’an’ın nâzil olması rüşte ulaşmak için yeterli değildir. Onun anlaşılması gerekmektedir. Onun için de bir-birbuçuk bin yıl geçmesi gerekiyordu. Şimdi elimizde hem Kur’an vardır, hem de onu açıklayan kitap vardır.
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “Allah semî’dir, alîmdir.”
Allah, hem bir taraftan sizin dualarınızı ve isteklerinizi işitir, sorunlarınızı bilir. Diğer taraftan da siz ne yaparsanız onu bilir. Hz. Adem’den beri neler olmuşsa, kim ne söylemişse onu duymuştur. Kim ne yapmışsa, hattâ düşünmüşse onu da bilmektedir.
Topluluk içinde de böyle bir oluşma sağlanmalıdır. İnsan bir şeyi topluluğa anlatmak isterse onu duyuracak mekanizma olmalıdır. Topluluğun temsilcileri onu duymalıdırlar. Bunlar kimdir? Bunlar dayanışma ortaklık başkanlarıdır. Başvurular değerlendirilmelidir. Hakemler değerlendirmeyenleri yargılamalıdırlar. Allah size dünyada cennet vaat etmektedir.
Herkesin 4 tane dayanışma ortağı vardır. Ayrıca 25 de hizmetlisi vardır. Bunlarla topluluk adına ikili ilişkidedirler. Bunlar sorunları kendileri çözerse kendileri çözerler. Çözmezlerse, merkezî örgüte başvurup onlara çözdürürler. Bucaktan ile, ilden ülkeye, ülkeden insanlığa kadar gidebilir. Bunlar görevlerini yapmazlarsa kişi dayanışma kurcusunu değiştirebilir, hizmetlisini değiştirebilir. Bunun dışında da hakemlere giderek görevi ihmal edenlerden hesap sordurabilir. Semî’ ve alîmin nekire gelmesi buradan kaynaklanmaktadır.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - X
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
اِذْ قَالَتْ امْرَأَةُ عِمْرَانَ رَبِّ إِنِّي نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّي إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ(35) فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنْثَى وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْأُنْثَى وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنْ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ(36) فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَامَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ(37)
إِذْ (EıÜ) “Hani”
“Adem, Nuh, Âl-i İbrahim ve Âl-i İmrân’ı âlemlerin üzerine seçmişti.” denmişti, bundan önceki âyette.
Bu “İz” ile Âl-i İmrân ailesinin nasıl insanların üzerinde seçildiği anlatılmaktadır.
Kur’an “İstefâ/Seçti” kelimesini bir defa kullandığı için seçme bütün bu peygamberlerin bir arada ele alınması gerekir. O halde Hz. Adem’den günümüze gelene dek insanlık bir zürriyet tarafından evrimleştirildi. Bu zürriyetin son halkası Hazreti İsa olmuştur. Hazreti İsa’nın çocuğu yoktu. Dolayısıyla artık onun âli onun zürriyetinden olmayacaktı. Hazreti Muhammed’in de erkek çocuğu yoktu. Onun âli de onun zürriyetinden olmayacaktı. İnsanlık yeni döneme hazırlanıyor. Hanedanlık son buluyordu. İnsanlar artık başkanlarını kendileri seçecekti. Peygamberlerin son halkası Âl-i İmrân olmalıdır ki “İz” sözü ile yalnız Hazreti Meryem’in âlinden bahsetmeğe başlamıştır. “İstefâ” kelimesi diğer peygamberleri de içerir. “İz”de yalnız İmran’ın âli anlatılıyor.
Allah insanlara akıl vermiş, Kur’an’ın ifadesiyle ona beyanı öğretmiş. İnsanlar Kur’an’a kadar bu beyanı ancak öğrenebildiler. Hattâ Kur’an’dan sonra 1400 yıl geçti, hâlâ bu beyan ilminden insanlar çok uzaktadırlar. Ama gerçekten ilimler çok büyük şekilde gelişmiştir. Kur’an’dan sonra hanedanlık son bulmuştur.
قَالَتْ (QAvLaT) “Kavletti. Söyledi. Dua etti.”
Allah’ın indinde insan, kadın olsun, erkek olsun kişi olarak eşittir. O da dua eder. Nitekim Hz. Meryem’in annesi de dua etmiştir. Hz. Meryem’in annesi bir çocuğu olursa onu manastıra bırakacağını nezr ediyor ve Allah’a söz veriyor. Bu söz artık ona farz oluyor. Niyet etmesi farz kılmaz, kavl etmesi farz kılar.
Bu kural içtihat için çok önemlidir. İçtihada göre insan için asıl olan yasamadır, ki bu söz ile ifade edilecektir. Sonra onun anlaşılmasıdır. Herkes kendine göre anlar ve uygular.
İşte buna yanlıştır diyenler vardır. Kadının sözü de erkek gibi geçerlidir ve muteberdir. Bu şahitlikte de böyledir. Şehadet ederken değil, şehadeti yüklerken bir erkek yerine iki kadın şahit olabilmektedir. Mahkemede kadın zimmi değilse, erkek ile aralarında hiçbir fark kalmaz.
امْرَأَةُ عِمْرَانَ (ıMRaEaTa GıMRAvNa) “İmran’ın Karısı.”
“İmran” Ömer gibi aynı kökten gelen bir kelimedir. Ömür, ümran, tamir, imar kelimeleri hep buradan gelir. Yeryüzünü imar etme görevi Hıristiyanlara verilmiş olmalıdır ki, “İmran” isimli birisine izafe ederek Hıristiyanlık Uygarlığı’nı adlandırmıştır. Gerçekten Roma’da başlayan dünyayı imar faaliyeti, Hıristiyanlıkta gelişmiş, bugün yeryüzü Hıristiyanlar sayesinde mamur olmuştur. Amerika kıtasını Hıristiyanlar keşfetmiş, uzaya onlar gitmişlerdir. Kara, deniz, hava ve demir yollarının mucidi onlar olmuştur. Bugün bilgisayar ve telsiz haberleşme ağlarını onlar örmüşlerdir. İlim Yahudilerden gelmiş ama teknik ve uygulama Hıristiyanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bakınız, Kur’an’da geçen bir kelimenin bu kadar derin manâsı vardır.
Hz. Meryem’in annesinden, veya kendi adından bahsedebilirdi. Ama “İmran’ın karısı”ndan bahsetmiştir. Çünkü kadın kocaya gidince kocasının soyuna katılır, artık onun ferdi olur. Geçmişi ile anne-babasına bağlıdır ama artık geleceği ile kocasının çocuklarının anasıdır. Soy erkeklere göre adlanır. Çünkü Y kromozomu belirleyen ana kromozomdur. Yalnız erkeklerde vardır. Diğer kromozomların nereden geldiği, babadan mı anadan mı geldiği bilinemez. Ama “Y”nin zinciri bellidir. Ne var ki, anne bu zincire katılınca da artık o zincirin bir ferdi olur. Uluslar için de durum budur. Bir ulusa göç edip onlarla evlenen kimse geçmişi ile geldiği kavme tâbidir. Geleceği ile o geldiği ulustan olur. Aslolan gelecek olduğu için o artık yeni ulustan olur. Bu sebeple “İmran’ın eşi” denmiştir.
Burada öğrendiğimiz husus İmran değil, Hıristiyanlığın anası, Meryem’in anasıdır. Aslında Meryem kadar şerefli onu yetiştiren ana olmuştur. Baba ikinci durumdadır. Böylece kadının uygarlık oluşmasındaki rolünü de ifade etmiş olmaktadır. Peygamberler erkekler olmuştur. Ama onları yetiştirenler de kadınlar olmuştur. Uygarlıkta kadınların yerleri erkekler kadardır. Yapmak şeklinde değil, yaptıranı yetiştirmek sebebiyle kadınlar da etkin olmaktadırlar. İşleri vezirler yapar, şeref padişahın olur. Çünkü onu o atamıştır.
Kur’an’da “İmran” kelimesi üç yerde geçmektedir. Birinde Âl-i İmrân’ın seçilmiş olduğu yazılıdır. Birinde Hz. Meryem’in annesinden “İmran’ın karısı” diye bahsetmektedir. Birinde de İmran’ın kızı Meryem’den bahsedilmektedir.
رَبِّ إِنِّي نَذَرْتُ لَكَ (RabBoı EinNIy NaJaRTu LaKa) “Rabbim, Sana nezrettim.”
Hz. Meryem’in annesi hamiledir. Ve karnında olanı Rabbine nezr etmektedir.
Mabetlerin kreşleri vardır. Çocuklar belli yaşlarda oraya alınır, tamamen orada eğitilir. Mabet terbiyesi ile büyürler. Ergin hâle geldikten sonra mabette kalır veya ayrılırlar. Mabette kalırlarsa mabede hizmet etmiş olurlar, ayrılanlar da topluluk içinde dindar olarak örnek insan olurlar.
Bu müesseselerin bugün de yaşaması gerekir. Dinî cemaatlerin yurtları olacaktır. Bu yurtlara çocuklar alınacak, orada eğitim görecek, sonra ya o cemaatin içinde kalıp cemaate hizmet edecekler, ya da oradan ayrılıp hayatta örnek insanlar olacaklardır. İşte ‘lâik düzen’ budur. Yani, siyasiler bunlara karışmayacaktır. Siyasiler değişik dinlerin yetiştirdiği bu tür insanları siyasi bakımdan organize edeceklerdir. Böylece siyasi partiler bir dinin değil, dinlerin denetiminde olacaklardır.
“Nezr etmek” demek, farz olmayan bir şeyi kendine farz haline getirmektir. ‘Cuma günü oruç tutacağım’ diye nezr edersen, o gün size o oruç farz olur. Demek ki çocuğu böyle bir yurda vermek ibadettir ki nezr olmaktadır. ‘Ben armut yiyeceğim’ diye nezr etsen nezr olmaz. ‘Armut yedireceğim’ dersen nezr olur.
Burada “Rabb’e” nezr etmiş oluyor. Mabede katılıp orada yetişen insan Rabb’e nezr edilmiş olmaktadır. Çocuklarımızın dindar ve ahlâklı örnek insan olması için böyle kurumlara ihtiyaç vardır. Sonra hayatta diğer insanlara da örnek olurlar. Tarihte her uygarlıkta din adamları olmuştur. Ancak onlar sayesinde gerçek eğitim olabilmiştir. Hazreti Peygamber bu müesseseyi “suffa halkı” ile başlatmıştır. Tarikatlar, tekkeler böyle yuvalardır. Kur’an’ın yaptığı yenilik ‘çoklu sistem’i getirmekten ibarettir. Yani, eskiden mesela Mısır’da din adamları vardı, etkin de idiler, ama bunlar Firavun’a bağlı ‘tekli sistem’ içinde idiler. Kur’an ise değişik din ve mezheplere devlet içinde aynı şekilde faaliyet gösterme imkanlarını verdi.
Anayasamızdaki (“İnsanlık Anayasası”) “dinî dayanışma ortaklıkları” bu âyete dayanmış olmaktadır.
مَا فِي بَطْنِي (NMAv FIy BaONIy) “Karnımda olanı.”
“Men fî batnî” demeyip “Mâ fî batnî” denmektedir. Böylece bir taraftan kişiliği vardır. Çünkü sıfat olarak ‘hür’ kelimesini kullanmaktadır. Diğer taraftan da ‘Men’ değil ‘Mâ’ denmektedir. Çünkü kimsenin kimseyi nezr etme yetkisi yoktur. Köleler için de böyle kullanılmaktadır. Bu onların kişiliği olmadığı anlamına gelmez, tam tersine kişiliğin satılamayacağı, köle yapılamayacağı anlamına gelir.
“Karnımda” kelimesi rahmi de içerisine almaktadır. İnsanın iç kısımlarına ‘batn’ denir.
“Bâtın” avucun iç tarafı, “Zâhir” dış tarafıdır. Elbisenin de içi ve dışı bâtın ve zâhirdir.
Hamiledir. Hamile iken nezr etmektedir. Anası nezr etmektedir. Babasına sormamaktadır. Babası sağ olduğu halde babasına sormamaktadır. Çünkü yedi yaşına kadar çocuğun eğitimi anneye aittir ve babasının müdahale yetkisi yoktur.
Bu âyet bizim anayasada (“İnsanlık Anayasası”) yer alan bu hükme de delil teşkil etmektedir.
مُحَرَّرًا (MuHaRRaRAn) “Hür olarak.” demiş oluyor.
Yani, köleleştirerek değil, hür iken, hür olduğu halde onu sana nezrediyorum deniyor.
Burada mabetlerin yurtlarına verilen kişilerin hür olduklarını, sadece eğitim amacıyla verildiğini ifade eder. On yaşına geldiğinde babaları onu başka meslek eğitimine verebilir. O zaman o mabette kalmaz. Mabette yetişmiş ahlâklı ama ‘din adamı’ değil ‘iş adamı’ olur. Bugünkü ‘İmam-Hatip Okulları’ ve ‘İlâhiyat Fakülteleri’ budur. Buralarda yetişir, dışarıda serbest meslek sahibi olur ve böylece ahlâklı mazbut iş adamları örnekleri ortaya çıkar. Türkiye’yi yıkmak isteyenler, hortumcular yetişsin, memleket onlara kalsın diye “İmam-Hatip Okulları”nı ve “İlâhiyat Fakülteleri”ni kösteklemektedirler. Sanki buralar sadece din adamı yetiştiren yerlermiş gibi gösterip “Bunlar nerelerde istihdam edilecek?” diyorlar. Sosyalist mantık içinden çıkamıyorlar. Okullar devlete memur olmak için değildir ki; kültür sahibi olmak içindir.
فَتَقَبَّلْ مِنِّي (Fa TaQabBal MinNIy) “Benden bunu kabul et.”
Allah’ın bu duayı kabul etmesinin anlamı nedir? Bu nezrin sevabını bana yaz. Ecrini bu dünyada ve öbür dünyada ver. Yahut, bu nezrimde başarayım. Onu doğurayım, mabede verdiğim zaman onu kabul etsinler.
Buradan görülüyor ki, mabet her çocuğu almak zorunda değildir. Değişik dinî cemaatler vardır. Herkes kendi cemaatinden çocuk kabul eder. İsteyen aileden kabul eder. Bu da bir soy zinciri oluşturur. Bunu da normal kabul etmemiz gerekir. Devlet başkanının soy zincirine göre gelmesi hatalıdır. Ama bir partinin soy zinciri içinde oluşmasında bir mahzur yoktur. Beğenmeyenler başka partiye giderler ve başka parti kurarlar. Tabii ki sonra onları kimsenin bölücü kabul etmesi doğru değildir.
Burada şu husus da ortaya çıkıyor ki, mabetlerin içi demokratik değildir. Kendilerini kendileri seçerler. Çoklu sistemde bu son derece normaldir. Ama tekli sistemde bir grubun kendi kendilerini seçmesi sınıf hakimiyetini doğurur ki çöküş orada başlar. Nerede tekel varsa orada kendi kendilerini seçme doğru bir yol değildir.
Bu sebepledir ki ordular da çoklu sisteme tâbidir. Her bölgenin savunması bir orduya verilmiştir. Askerler diğer bölgelerden toplanarak ülke bütünlüğü sağlanmıştır. Halk ordusunu kendisi seçmektedir. Ama ordu içinde demokrasi yoktur. Bucaklar ve ocaklar bağımsızdır. Kişi her zaman yerini değiştirebilir, ama bucak ve ocak içinde başkanlara uyulur.
إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (EınNaKa EaNTa EsSAMIGu eLGaLIyMu)
“Alîm olan, semî’ olan sensin.”
Bakınız, burada semî’ ve alîm nekire gelmemiştir. Çünkü doğrudan Allah’ın kendisine dua edilmektedir. Topluluktan talep edilmektedir. O ise her şeyi bilen ve işiten olduğu için kelimeler marife gelmektedir. Yani, sen duamı işitmektesin, ne yapacağımı da bilmektesin. Duam nezrimin kabulüdür.
Bizim de bir işin sebeplerini işlediğimiz zaman; “Rabbim, kabul et. İşiten ve bilen sensin.” diye dua etmemiz gerekmektedir.
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا (Fa LamMAv VaWaGaTHAv) “Doğurduğu zaman.”
Kur’an’da doğurma “vadg” olarak adlandırılır. Çocuğun doğmasını ifade eder. “Veladet” kelimesi geniştir. Yani, hamledip taşıma, sonra onu doğurup büyütme “veladet” ile ifade edilir. Sırf doğurma ise “vadg” ile ifade edilir. Hamile iken nezr ediyor. Doğumunu bekliyor.
قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنْثَى
“Ben onu ünsa olarak vad’ettim diye kavl etti. Ben onu kız olarak doğurdum dedi.”
Doğduğu anda onu kız olarak doğurduğunu ifade eder. Bu söz ilme aykırıdır. Çünkü doğduğu zaman değil, ilkah olunduğu zaman kız veya erkek olur. Ancak bu söz Allah’ın değil Hz. Meryem’in sözüdür. Demek ki kıssa olarak anlatılan sözlerde ilâhî sözlerdeki delâlet icazı olmayabilir. Delâlet icazı işte budur. Burada çocuğun kız doğduğuna ibare ile delâlet etmektedir. Ama çocuğun doğarken kız olacağı ifadesi işari bir manâdır. Bizim sözlerimizde işari manâlar hep doğru olmaz. Konuşurken o manâlara dikkat ederek konuşmayız. Ama Allah’ın kelamında böyle hatalar olmamaktadır. Bu da mucize olmaktadır.
وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ (Va elLAHu EaGLaMu Bi MAv VaQaGaT) “Allah onun
ne vad’ ettiğini daha alîmdir. Allah onun ne vad’ ettiğini daha iyi biliyordu.”
Çünkü Allah her şeyi bilendi. Hz. Meryem onun her şeyi bildiğini bilmiyor mu idi ki; “Rabbim, ben onu dişi vad’ ettim.” dedi. İnsanlar birisiyle sohbet ederken, onunla sohbeti sürdürürken, sözü uzatarak söylerler. Hz. Meryem bunu söylerken; “Ben onun kız olacağını düşünmemiştim. Daha çok erkek olacağını sanarak nezr ettim. Kabul etmeni de onun için dua ettim. Ama şimdi ben onu dişi doğurdum. Şimdi ne yağacağım?” diyor ve Allah’a tereddüdünü ifade ediyordu. Çünkü kız çocuğu hem karşı tarafa yaramaz, hem de onun başkasına emaneti daha zordur. Allah ise Hz. İsa’yı doğuracak anne olarak onu istiyordu. Allah onu takdir ederek yapmıştı. Annesine dua ettiren de o idi.
وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْأُنْثَى (Va LaYSa elzZaKaRu Ka elEuNSAv) “Zeker ünsa gibi değildir.”
Tükçedeki ifade ile “ünsa” “zeker” gibi değildir; yani, kız erkek gibi değildir. Aynı muameleye tâbi tutulamaz. Türkçenin aksine burada benzeyen benzetilenden daha önemlidir. Bu söz Hz. Meryem’in sözüdür. Devamı Hz. Meryem’e aittir. Bundan önceki Allah’ın daha iyi bilmesi cümlesi, cümle-yi mu’terizedir. Allah’ın sözüdür. Yahut da hâldir. Allah da biliyor ama ben dişi doğurdum. Yani, o cümle de Hz. Meryem’in olabilir.
وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ (SamMaYTuHAv MaRYaMa) “Ona ‘Meryem’ tesmiye eyledim.”
Ona adını anne koyuyor. O halde çocuğun adını koyma hakkı da annenindir. Çünkü o koymuştur. Oysa kocası vardır. “Meryem” “Rame” kökünden gelir. “Meram” düşünme, isteme anlamına gelir.
Hz. Meryem başına gelenleri görünce şaşırmış, muradını anlatamaz olmuş, oğlu daha beşikte iken konuşmaya başlamıştır. Hz. Meryem olaylar karşısında hep suskun olmuştur. İçine kapanmıştır.
“Meryem” mef’al vezni üzere ism-i mekândır. Maramaların deposu anlamındadır. Hazreti Meryem kadınlara örnek olmak üzere seçilmiş bir kadındır. Peygamberler, kadınlara olsun, erkeklere olsun örnek insanlardır. Ne var ki, kadın olmadıklarından kadın olarak örnek insan değillerdir. Hz. Musa’nın annesi, Firavun’un karısı gibi örnek kadınlardan da Kur’an’da bahsedilmektedir. Hazreti Aişe de bu örneklerden biridir. Ama ismiyle ve hayatıyla kadınlara örnek insan olarak Hz. Meryem gösterilmektedir.
Onun için Hz. Meryem’in kıssasını okurken, sadece Hz. İsa’nın Annesi olarak değil, tüm kadınlara örnek insan olarak gösterilmelidir. Nitekim ona vahiy gelmiştir. “Namazı rüku edenlerle kıl.” emrini almıştır. O da Hz. Musa’nın Annesi gibi nebidir. Resul değildir, ama nebidir. Resul yalnız erkeklerden olur.
Kadınların da müçtehit olabileceği ve onların ümmiler tarafından ittiba olunacağını Hz. Meryem’in kıssasından istidlâl ediyoruz. Hıristiyan tesliste onu da bu sebepledir ki kutsileştirmişlerdir.
وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ (Va İnNI EuGıÜuHAv BiKa) “Sana iaze ediyorum.”
“Gaiz” kelimesinin “aid” kelimesi ile yakınlığı vardır. Onu ait olduğu yere iade etme demektir. Koruyamayacağını anladığın emaneti sahibine vermek demektir. Yani; “Allah’ım, o senindir. Sana veriyorum. Onu sen koru.” demektir.
İnsanın yapacaklarını yaptıktan sonra, ondan sonra işleri Allah’a havale etmesi, istiazedir. Şeytandan, falandan iaze etme demek, onlardan, onların şerrinden koruyup korumama sana ait demektir. Kur’an’da son sûrelere gelince Allah’a iaze edilerek sona erme demektir.
Hz. Meryem de onu nezr etmiştir. Artık onu mabede verecektir. Ondan sonra onlara karışma yetkisi yoktur. Onlar nasıl isterlerse öyle eğitirler. Bu kural genel kuraldır. Görev verirsiniz, bazen geri de alabilirsiniz. Ancak, göreve müdahale edemezsiniz. İşte burada bu da ifade edilmiştir.
وَذُرِّيَّتَهَا (Va ÜurRiYaTaHAv) “Ve zürriyetini de.”
Yani, onun zürriyetini de sana iaze ettim demektedir. Hz. Meryem sonra Hz. İsa’yı doğuracak ve Hazreti İsa’nın havarileri olacaktır. Ondan sonra zürriyeti olmayacaktır. İncil’de Hz. Meryem’in Yusuf isminde birisiyle nişanladığı, nişanlı iken Hazreti İsa’ya hamile kaldığı, Yusuf’un ona inandığı, dolayısıyla onu koruduğu, sonra karı-kocalık hayatının devam ettiği, Hz. Meryem’in başka kardeşler doğurduğu ifade edilmektedir. Bu doğru ise Hz. Meryem’in zürriyeti vardır, bugün de devam etmektedir. Bu âyet onların varlığını teyit etmektedir. Yani, İncil’in bildirdiği gibi Hz. İsa’nın kardeşleri vardır. Hıristiyanlığın oluşmasında herhangi bir etkileri olmamıştır. Kur’an’ı daha iyi anlamanız için Tevrat’ın yanında İncil’i de okumanız gerekmektedir.
مِنْ الشَّيْطَانِ الرَّجِيم (MıNa elŞaYOANı elRaCIyMı) “Recim şeytanından.”
“Şeytan”, çift kuyruklu yılandır. Cinlerden birilerinin adıdır. İnsana kötülüğü telkin eden, ona vesvese veren varlıktır. Allah, insan kendi özgür iradesi ile karar versin diye şeytanı ve meleği insana ilham etsin diye görevlendirdi. Hızlı giden bir arabaya bir sinek çarpsa etkilenir. Çünkü sürtünmeden kurtulmuştur. İki kişi bir arabayı ileri-geri çekseler, sen parmakla itsen araba yürür. Ama duran arabayı birkaç kişi kaldıramaz.
İşte insanın kendi iradesi ile hareket edebilmesi için onu sağa-sola çeken kuvvet olmalıdır. Bu maddi âlemdeki toplulukta sağ-sol kutbudur. Bu kutbu bâtınî âlemde oluşturan şeytan ve melektir.
Allah mü’minlere şeytandan uzak durmalarını emretmiştir. Hz. Meryem’in annesi Meryem’i şeytandan koruması için Allah’a iaze etmektedir.
“Recim” kelimesi taşlanmış anlamındadır. Şeytana insanları azdırma görevi veren Allah onu takdis etmemiştir. Hz. Adem’e secde etmek istemediği için ona Ademoğlunu azdırma görevini vermiştir. Nasıl insan vücudunda mikroplara ihtiyaç vardır, mikrop olmadan hayat olmazsa, şeytan olmadan da dünyada düzen olmaz.
Şeytanın mü’minlerden ve meleklerden farkı, mü’minler ve melekler yapmaya, o yıkmaya çalışır. Allah insanlara yapmayı emretmiştir. Şeytan yıktırmak için uğraşır. Allah’ın izniyle faaliyet gösteren şeytan Allah’ın rızası ile hareket etmemektedir. Yani, şeytan insanın kötü iradesini kullanmakta insana yardımcıdır.
ِفَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا (Fa TaQabBaLaHAv RaBBuHa) “Rabbi onu kabul etti.”
Yani Meryem’i kabul etti. Hz. Meryem mabede alındı. Burada mabedi yönetenlerin kabul etmesi yerine “Rabbi kabul etti.” denmektedir. Allah insanları yeryüzünde kendi iradeleri ile baş başa bırakmıştır. Ama tarihî oluşu takdir etmiştir. O öylece cereyan edecektir. Bunun için olayları bizzat yönetir.
Allah “Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı”nı “Adil Düzen” olarak belirlemiştir. Bu gerçekleşecektir. Bunu da “Türkiye’deki Adil Düzenciler” gerçekleştirecektir. Bu takdirdir. Bunu nasıl yapacaktır, kimlere yaptıracaktır, ne zaman yaptıracaktır? Bilemeyiz. Bizim yaptığımız, Hz. Meryem’in Annesinin yaptığı gibi “Adil Düzen”i Allah’a iaze etmektir. Biz bize düşeni yapıp beklemekteyiz. İşimiz budur. Rabbimiz onu kabul edecektir; eğer biz O’nun yolunda isek.
بِقَبُولٍ حَسَنٍ (Bı QaBUvLın XaSANIn) “Hasen bir kabul ile.”
‘Hasen kabul’ var, ‘sû’ kabul’ vardır. Kişiden alacaklı olursun, borcunu ödeyemez. Başka bir şey bulamazsın. Ne bulursan kabul edip onu eda edersin. Bu istemeyerek kabuldür. Ama borcunu en güzel şekilde eda ederse, sen de hasen bir kabul ile kabul edersin. Kredi limitini yükseltirsin. İşte Allah Hz. Meryem’i annesinden hasen kabul ile kabul etti. Yani, annesine sevap yazdı. Hz. Meryem’i de hasen bir şekilde büyüttü.
وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا (Va EaNBaTaHAv NaBAvTan XaSaNan)
“Onu hasen bir nebatla inbat etti.”
“Nebat” hayvan karşılığı olan canlıdır. Türkçede “bitki” diyoruz. İnsanın iki varlığı vardır. Biri sinir sistemi ile idare edilen hayvanî tarafı, diğeri DNA’larla yönetilen nebatî tarafı. Bunu ‘bedenî yapı’ olarak ele alabiliriz. “Onu bedenen de güzel olarak yetiştirdi.” diyor.
Böylece mü’min kadınlar da kendilerini sağlıklı ve güzel olarak yetiştirmekle mükellef olurlar.
Kadınlar Hazreti Meryem’i örnek almalıdırlar. Bunun için neler yapmalıdırlar?
- Başta, kadının güzel kalması için evlenmesi ve çocuk yapması gerekmektedir. Evlenmeyenler veya çocuk yapmayan kadınlar sağlıklı olamazlar ve güzelliklerini koruyamazlar.
- İffetlerini koruyacaklardır. Kadınlar erkeklerden sular almaktadırlar. Bunlar bedenlerinde değişiklik yapmaktadır. Bir erkekten fazlasıyla ilişkide bulunurlarsa hormonlardaki çatışma onlarda tahribat yapar ve hastalıkların oluşmasına sebep olur. İffetlerini koruyan kadınlar sağlıklarını ve güzelliklerini de korumuş olurlar.
- Örtünmelidirler. Örtünmeyen kadınların bedenlerinde yalıtıcı tabaka oluşur. Cinsî ilişkide bulunsalar bile deşarj olmazlar, dolayısıyla tatmin olmazlar, başka erkekler ararlar. Daha çok soyunmak isterler. Oysa bu onlardaki sıkıntıyı daha da artırır. Oysa örtünen kadınlarda yalıtıcı tabaka yerine iletici tabaka oluşur ve bu nemli tabaka bedenlerin teması ile deşarjı sağlar. O da hem bedenlerini sağlıklı yapar, hem ruhlarını sağlıklı yapar.
- Namaz kılmalıdırlar. Namaz bir taraftan düzenli yıkanmayı sağlar.Yıkanma temizlik olduğu gibi, kanın deriden çekilmesi, sonra gerisin geriye gitmesi ile beden spor yapmış olur. Tesbih ve dualar onun bedeninde yaptığı titreşimlerle sağlığına ve güzelliğine yardım eder. Rüku ve secdede kan başa doğru baskı yaparak hem vücut hem yüz güzelliğini sağlar.
- Ev işi yapmalıdırlar. Erkekler tarlalarda çalışırlarsa sağlıkla olurlar. Kadınlar da ev ve sokak temizliğini yapar, çocuklarına bizzat bakar, yemek pişirir, örgü örerlerse sağlıklı olurlar. Şişmanlamazlar. Bu da onların sağlıklı ve güzel kalmalarına yardımcı olur.
- Seyahat etmelidirler. Seyahat etmek de sağlığa ve güzelliğe katkıda bulunur.
1950’lerde Sovyet Elçiliği’nde bir resim sergisi açılmıştı. Orada bir Rus ressamının tablosu vardı. Bir Yunanlı bir de Türk kızının gençken resimleri çizilmişti. Türk kızı çirkin değildi, ama cazibesi yoktu, örtülü idi. Yunan kızı ise çok daha güzel ve cazip bedeni ile görülüyordu. Açıktı. Sonra ikisinin 70-80 yaşlarında resimleri yapılmıştı. Türk kadını yaşlanmış ama güzelleşmişti. Gençliğinden daha sempatik ve hoştu. Yunan kadını ise çirkinleşmiş ve adeta bir öcü olmuştu. O tablo bir sosyalistin tesbiti idi.
İşte bu âyet bize mü’min kadınların kendi güzelliklerini nasıl koruyacaklarını anlatmaktadır. Evlenip torun sahibi olan bir mü’min kadın yaşlandıkça, aile içinde terfi ede ede güzelliği yükselir. Aile içinde herkes onu sayar, ziyaret edilir, saygı gösterilir. Onun ruhu da tatmin olur, bu tatmin yüzüne akseder. İffetine dikkat etmeyen, onunla bununla gönül eğlendiren kadın ise yaşlandıkça cazibesini kaybeder. Sonra saygısını yitirir. Ruhen de çöker, benden de.
وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا (Va KafFaLaHAv ZaKaRıyYAv) “Onu Zekeriyya tekeffül etmiştir.”
Hz. Zekeriyya, Hz. İsa’dan önce gelmiş bir peygamberdir. Oğlu Hz. Yahya da peygamber olmuştur. İkisi de Hazreti İsa’ya yetişememiştir. Demek ki Hz. Zekeriyya peygamber Hz. İsa’dan bir asır önceleri gelmiştir. Hz. İsa’nın doğmasından önce olmuştur.
Tarihte büyük uygarlıkları hep peygamberler getirmiştir. Uygarlıktan önce onu hazırlayan peygamberler gelir. Mezopotamya’da uygarlık M.Ö. 3000 yıllarında doğmuştur. Ama Hz. Nuh 300 sene önce gelmiştir. İbrani Uygarlığı da M.Ö. 1000 yıllarında doğmuştur ama Hz. İbrahim 1000, Hz. Yusuf 600, Hz. Musa 200 yıl önce gelip uygarlığın hazırlığını yapmışlardır. Hazreti İsa Milâdi tarihte doğmuştur, ama ondan bir asır önce gelen Hz. Zekeriyya hazırlık yapmıştır. İslâm Uygarlığı da M.S. 1000 yıllarında oluşmuştur. Kur’an ise ondan dört asır önce inmiştir. “III. Bin Yıl Uygarlığı” da 2000’inci yıl başlarında başlayacaktır. Başlamıştır. Ancak bu uygarlığı sentezleyecek olan “Türk Milleti”nin eğitimine peygambersiz 200 yıl önce başlanmıştır.
“Zekeriyya” ince ‘zel’ harfi ile zikre akraba kelimedir. Hatırlatan anlamındadır. Hazreti İsa’nın geleceği önceki mukaddes kitaplarda yazılı idi. Hz. Zekeriyya bunu hatırlattığı için “Zekeriyya” adını almıştır. İsim takarken Allah öyle ilham verir ki, insanlar hayatta da o isme göre iş yaparlar.
Tekeffül etmiştir. Yüklenmiştir. Mabetlerdeki çocuk yuvaları hususunda bir bilgi alıyoruz. Yuvaya konan çocuğa mabet içinde bir kefil tahsis ediliyor. O çocuktan o sorumlu oluyor. Diğer hizmetliler ona yardımcı oluyorlar. Bu çok önemli bir kuralı bize öğretiyor. Hiçbir görev birden fazla kimsenin sorumluluğuna verilemez. Hastahaneye gelen kimse bir doktorun sorumluluğunda olmalıdır. Bu da çoklu sistem içinde olmalıdır. Bir işletmeye bir mal sipariş verildiği zaman birinin sorumluluğunda üretilmelidir. Kollektif yetki ve sorumluluk söz konusu olmayacaktır. İşte Hz. Zekeriyya’nın tekeffülü bunu ifade eder. Evde de belli konularda belli sorumlu bulunmalıdır. Diğeri o işte ona yardımcı ve müşavir olmalıdır.
كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ (KulLaMAv DaPaLa GalAYHAv ZaKaRıyYav elMIXRABa)
“Zekeriyya her mihraba duhul ettiğinde.”
“Zekeriyya” ismen tekrar edilmiştir. Oysa zamir ile yetinebilirdi. Bu Hz. Zekeriyya’nın tekeffülü ile bu olayların cereyan ettiği tarih arasında zaman geçmiş olmasından dolayıdır. Burada Hz. Zekeriyya artık gelişmiş ve yedi yaşlarına varmış bir Meryem’e dahil olmuştur. Bu sebeple “Zekeriyya” kelimesini tekrar etmiştir.
Burada “mihrab” harb yeri demektir. Harb, tüfekleri temizlemek işin kullanılan demir çubuktur. İlk insanlar savunma silahları olarak taş ve sopaları kullanıyorlardı. Kendileri çardaklarda oturuyordu. Ancak silahlarını taştan ve topraktan çevirdikleri üstü kapalı odalara koyuyorlardı. Sonra kendilerine de böyle odalar yapınca ona da “mihrab” dediler. Oda karşılığıdır. Hücre yani taşla çevrili yer de aynı manâyı taşımaktadır.
Hücre yapı ile tanımlanmaktadır. Mihrab fonksiyon ile tanımlanmaktadır.
Burada öğrendiğimiz ikinci kural ise, yurtta herkesin bir odası vardır. Kendi yemeğini orada yemektedir. Osmanlılarda medrese sistemi böyledir. Kalabalık kimselerin yattığı bir alan yerine, herkesin kendi hücresinde yatması ve kalmasıdır. Yani aile anlayışının orada da sürmesidir. Evlerde, hastahanelerde, hapishanelerde, koğuşlarda özel oda sistemi geliştirilmelidir. Küçük de olsa bölme yapılmalıdır.
“El-Mihrab” marife olduğuna göre Hz. Meryem’in mihrabı olacaktır.
وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا (VaCaDa GıNDaHAv RıZQan) “İndinde rızık buluyordu.”
Yurtta, orada kalanlara yemek verilmektedir. Ancak herkes kendi odasında da kendisine özel yiyecek bulundurmaktadır. Bunu ziyaretçiler getirmektedir. Böylece kışlada, hastahanede, hapishanede, yurtta herkesin bir odası olacak ve odada yemeği de olacaktır. Hattâ herkesin bu odasında tuvalet ve banyo bulunacağı gibi; küçük mutfakçık da olacaktır. Bunlar otelin de standardı olacaktır. Yurt, hastahane, hapishane, kışla hep bu standartlara göre inşa edilecektir.
Bizim ürettiğimiz “Ahşap Evler”de tek oda böyle bir yapıya sahiptir. Katlar yapılsa bile, katlara böyle odalar yerleştirilmelidir. Tuvalet ve banyo 2 metrekarede, mutfak da 2 metrekarede sığar. Demek ki 4 metrekarelik yer yetecektir. 4 metrekarelik yer de yatmak için olsa, bir kişiye 8 metrekare yetecektir.
Demek oluyor ki Hz. Meryem’e dışarıdan bol yiyecek getiriyorlardı.
Hz. Zekeriyya da bunları kim getiriyor diye soruyor.
قَالَ يَامَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا (KaLa YAv MaRYaMu EanNAv LaKı HaÜAü)
“Ey Meryem, bu sana nerden? dedi.”
“Bu sana kimden?” diye sormuyor; “Bu sana nerden?” diye soruyor.
Hayır müesseseleri vardır. Bu hayır müesseseleri yemek pişirir ve gelenlere yedirirler. Kervansaraylar bunlardandır. İmaretler bunlardandır. Burada yemek için sıraya girilir. Yemeğin yarısı bedava verilir. Yarısı ise para ile satılır. Yemek kuponlarının yarısı dinî dayanışmalara verilir, onlar istediklerine dağıtırlar. Kalan ise satılır. İki misli fiyatla satılır. Böylece tâ o zamanda bulunan bir müessese bugün şimdiki teknikle ihya edilir. Bunlar oraya gelemeyen muhtaçlara bulundukları yerlere götürülüp verirler. İşte Hz. Meryem’e böyle bir hayır kuruluşu veya kuruluşları yemek getirmektedir. Onun için “Bu sana nerden geliyor?” deniyor da “Kimden geliyor?” denmiyor.
قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (QAvLaT HuVa Mın GıNDı elLAH) “Allah’ın indindendir, dedi.”
“Allah’ın indinden” denince, Hz. Meryem Yaratıcı Allah’ı veya Allah’ın halifesi olan cemaati kastetmiş olabilir. Her ne kastederse etsin, manâsı; “Bunu bana Allah veriyor.” demektir. Özel kimselerden değil, kamu kuruluşlarından geliyor demektedir. Çünkü tanınmamış yerlerden gelecek hediyeler tehlike teşkil edebilir. Hz. Zekeriyya onun için soruyor. O da resmî kuruluşlardan geldiğini söyleyerek Hz. Zekeriyya’yı tatmin ediyor. Böylece yurtlarda kefillerin nelerle meşgul olduklarını da öğrenmiş oluyoruz. İmaret müesseselerinin yerine ulaştırma fonksiyonunun olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.
إِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ (EinNA elLAHu YarZuKu Man YaŞAEu)
“Allah meşieti olanı rızıklandırır.”
Bu imaretler, parsız lokantalar, Allah’ın yemekhaneleridir. Burada herkes eşit şekilde yararlanmaz. Farklı şekilde yararlanır. Takdir dinî dayanışma ortaklıklarına verilmiştir. Bunların kurucuları takdirlerine göre verir. Onlara düşen pay da birtakım takdirleri içerir. Hz. Meryem bunu ifade ediyor. Allah bol bol gönderebilir.
بِغَيْرِ حِسَابٍ (Bı ĞaYRı XıSABı) “Hesapsız.”
“Hesapsız” demek, çok anlamına geldiği gibi, karşılıksız anlamına da gelir. Yani hesaba yazılmadan rızıklandırır. Karşılıksız verilen rızıktır. Ancak istihkak sahiplerine verilir.
Biz bunu bugün şöyle yapıyoruz. Şehrin içinde veya dışında bir lokanta açıyoruz. Lokantayı işleten kimse %50 vergi veriyor. Şöyle ki, lokantada yemek yiyecekler önce kapıda kupon alıyorlar, öyle giriyorlar. Sattığı kupon kadar kuponu devlet kasasına vergi olarak veriyor. Kamu aldığı bu kuponları dinî dayanışma ortaklıklarına bölüştürüyor. Onlar da takdirlerine göre muhtaçlara veriyorlar. Böylece lokantada zengin olanlar iki misli maliyetle yemek yiyorlar, yoksullar ise bedava yemiş oluyorlar.
Bu lokantalar kredi ile sübvanse edilebilir. Bunların senedini alanlara senedin maliyetinin beş misli, on misli kredi verilir. Bunu başka yerde değerlendirerek onun kazancından finanse eder. Görülüyor ki, Kur’an müesseseleri ortaya koyuyor. Bunlar müessese olarak hep varlar. İşleyişleri çağlara göre değişir.