ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
2329 Okunma
ALİİMRAN 84-91

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXIII

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

قُلْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ

وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ(84)

 وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنْ الْخَاسِرِينَ(85)

كَيْفَ يَهْدِي اللَّهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ وَشَهِدُوا أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاءَهُمْ الْبَيِّنَاتُ

وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ(86)

قُلْ (QuL)  “Kavlet.”

“Nebilerin misakını aldık” dedikten sonra, “Kavlet/ Söyle” diye başlıyor. Bu emir kimedir?

Bu emir resuledir. Bir “yemin ashabı” birleşiyor, sizlerde olduğu gibi “Kur’an’ı öğrenmeye ve anlamaya” çalışıyor. Bunların içinden bir kısmı kendilerine Allah’ın yapacağı ilhamla bir araya geliyorlar, “nebiler aşireti”ni oluşturuyorlar. Bunlar içtihat ve icmaları ile insanlığı ileri uygarlığa götürecek “bir anayasa kitabı”nı hazırlıyorlar. Bunun “hikmetlerini” ortaya koyuyorlar. Bunları “kendi aralarında uygulayarak” ve böylece insanlığa “göstererek anlatma” imkanını buluyorlar.

Bu arada bir “resul” de “parti kurup” halkı organize ediyor. O partinin başkanı, bu nebilerin görevini yüklenen cemaati tasdik ediyor; onlar da ona inanıyorlar, güveniyorlar ve ona yardım etmeye başlıyorlar.

İşte başkanın insanlığa hitap ederek söyleyeceği sözler bu âyette ortaya konmaktadır.

آمَنَّا بِاللَّهِ (EAvManNAv BilLAHı) “Allah ile iman ettik.”

Emine”, güven içine girdi demek olur. “Âmene” başkasını güven içine soktu demek olur. “Âmene Bihi” demek, onunla kendisini güven içine aldı demektir. “Âmennâ bihi” demek, kendimizi onunla güven içine aldık demek olur. O halde bu başkanın insanlığa hitap ederek söyleyeceği şey; biz kendimizi Allah ile güvene aldık, kendimizi O’nunla koruyacağız demektir.

Burada “Allah” kelimesi ile âlemlerin Rabbi olan Tanrı kastedilmiştir. Yani, onun şeriatı ile kendimizi güvene aldık demek olur. Ancak, bunu böyle anladığımız zaman, ondan sonra gönderilenlere de inandık denmiş olması, Allah’a onlar atfedilmiş olur ki; Allah’ın zatına hiçbir şey ortak edilemez.

O halde burada “Âmennâ billahi” dendiğinde kastedilen Allah’ın zatı değil, O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk yani devlet demektir.

Cahiliye döneminde yaşayan topluluklar devlet kavramına ulaşamamışlardı. Kur’an “devlet” kavramını “Allah” kelimesi ile ifade etmektedir. Kişilerin kendilerini devlet aracılığı ile güvene almaları demektir.

Bizim “Adil Düzen”i benimseyen ve parti kurup iktidara yönelen kimsenin yapacağı iş, Hazreti Muhammed’in Mekke’de yaptığı işi yapmaktır. Hemen diğer partilerle uzlaşarak bir “Millî Koalisyon” kuracaktır, “Millî Mutabakat” hükümeti kuracaktır. Bu millî mutabakat hükümetindeki uzlaşma ile “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı kabul edecektir. Tabii ki gerekli değişiklikleri ve uzlaşmaları yapabilirler. Bunlar bir görüşte, bir inanışta birleşmeyeceklerdir. Bunlar bir devlet üzerinde birleşeceklerdir. Yani, kendimizi güvene alan bir devlet üzerinde birleşeceklerdir. Yerinden yönetimle herkes kendi içtihat ve icmalarıyla yaşayacak ama ortak orduları ile kendi devletlerini koruyacaklardır. Bu yalnız kendi ülkeleri için sözkonusu olmayacak, bu şekilde barışçı olan devletler birleşip bir insanlık teşkilatı oluşturacaklardır. Böylece savaş içinde değil, barış içinde yaşamayı hedefleyeceklerdir. Savaşı barışı bozanlara karşı yapacaklardır. Buna karar verecek tarafların seçeceği birer hakem ile onların seçeceği baş hakemden oluşan yargının kararları sağlayacaktır.

Âmennâ billahi” demekle bunu ifade etmiş olacaklardır.

وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا (Va MAv EuNZiLa GaLaYNAv)  “Ve bize inzâl olunan”

Şimdi devlete inandık. Devlet içinde birlikte güvenimizi korumaya karar verdik. Ama biz hepimiz farklı düşünüyor, farklı şeylere inanıyoruz. Kimin dediği olacaktır? Herkes kendi içtihadına ve icmaına göre yerinden yönetimle yönetilecektir. Herkes kendisi ile ilgili olan hususlarda kendisi karar verecek ve uygulayacaktır. Ortak işlerde ise başkanların dediklerini yapacağız, mağdur oluyorsak tarafların oluşturacağı hakemlerden oluşan tarafsız yargıya uymuş olacağız. Biz bize inzâl olunan ile kendimizi güvene aldık diyoruz.

Dikkat edilecek olursa, burada “Ellezî ünzile aleynâ” değildir; “Mâ ünzile aleynâ” denmektedir. Kastedilen Kur’an değildir. Kastedilen Kur’an’a dayanarak yapılan içtihat ve icmalardır.  

وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ (VA MAv EuNZıLa GaLAv İBRAHIyMa)  

“İbrahim’e inzâl olunan ile kendimizi güven altına aldık.”

Burada yine “Ellezî” veya “Elletî” denmeyip “” denmiştir. Çünkü Hazreti İbrahim peygambere sahifeler gelmiş ama kitaplar gelmemiştir. Kitap yazılı metin olup sözler Allah’a aittir. Oysa sahifeler de yazılıdır, ama bizim hadis kitapları gibidir. Sözler peygamberlere aittir. Manâ başkası tarafından gelmiştir.

Bize inzâl olunanda da durum böyledir. İçerdiği manâ Allah’tandır, Kur’an’dan alınmıştır. Sözler bize aittir. İttifak etsek bile, icma etsek bile, o Kur’an olmaz. Sadece o manâ Allah tarafından gelmiş olur. Bize inzâl olunan ile Hz. İbrahim’e ve diğer peygamberlere inzâl olunan ayrı inzalle ama aynı kalıpla zikredilmiştir.

وَإِسْمَاعِيلَ (VaEıSMAGIyLa)  “Ve İsmail’e”

Burada Hz. İbrahim Peygambere inzâl olunan dört grup olarak sıralanmıştır.

Hz. İsmail Peygamber Mekke’ye gidip yerleşmiştir. Orada Kur’an’ın geleceği dilin oluşması için hazırlık yapmıştır. Neden Mekke seçilmiştir? İki büyük uygarlık Mezopotamya ve Mısır’da vardır. Birinde şeriat çok ileridedir. Diğerinde ise devlet yapısı çok ileridedir. Kıyamete kadar sürecek olan kavmî devlet yapısı ilk defa Mısır’da tesis edilmiştir.

Bu iki uygarlığı ifade edecek bir dile ihtiyaç vardı. Bu dil ancak Arabistan çölünde oluşabilirdi. Bu iki uygarlık arasında taşımacılık yapan çöl bedevileri bir taraftan bunların uygarlıklarını öğreniyorlar, diğer taraftan da kendileri bozulmadan ileri bir Arapça oluşturuyorlardı.

İşte Hazreti İsmail’in görevi bu idi: “Kur’an Arapçası”nı oluşturan bir topluluk.

وَإِسْحَاقَ (VaEıSHAQa)  “Ve İshak’a”

Bir projenin anlaşılması için onun bir örneği yapılmalıdır. Bu örneğin uygulanabilmesi için bir uygarlığa ihtiyaç vardır. Allah bunu Ortadoğululara vermiştir. Ortadoğu’da Kenan Uygarlığı’nı oluşturmuşlardır. Kenanilerdir bunlar. İsrail oğullarından olmakla beraber, onlara gelen peygamberlerin öğretileri içinde Mezopotamya Uygarlığı’nı Akdeniz’in doğu kıyılarına taşımışlardır.

SuHQ/SUHK” uzak yer demektir. “İshak” uzaklaştırılmış anlamındadır. İki uygarlığın dışında bırakılmıştır. “İsmail”, dil olarak iki uygarlığın dışındadır. Bununla beraber işitendir. Yani, iki uygarlığı da çok iyi bilmektedirler. Kenaniler ise iki uygarlığın uzağında veya arasındadır.

وَيَعْقُوبَ (Va YaGQUvBa)  “Ve Yakup’a”

Hazreti Yakup Mısır’a gitmiştir. Mısır’da onun soyundan gelen İsrail oğulları ortaya çıkacaktır. Tevrat onlara gelecektir. İlk şeriat uygarlığını onlar kuracak ve önderliklerini kıyamete kadar sürdüreceklerdir.

Ikab” takip eden, arkadan gelen anlamındadır. Hz. İbrahim’in vârisi olarak Hz. Yakup kabul edilir. Gerçi diğer bütün beşeri resuller hep Hz. İbrahim’in soyundan gelirler, ancak kesilmeksizin sürdüren Hz. Yakup’un soyu olmuştur. Zaten “İsrail” de onun adıdır.            

وَالْأَسْبَاطِ (ValEaSBAvOı)  

Sibt” kabile demektir, soy demektir. İsrail oğullarının on sibta ayrıldığı bildiriliyor. Bu hususta müfessirler değişik görüşler ileri sürmüşler, ancak inandırıcı açıklama getirememişlerdir.

Bizim için bu çok açıktır. Hz. İbrahim Peygamberin Ketura adlı bir hanımı daha vardır, bu hanımı altı oğul doğurmuştu. Bunlar doğuya gitmiş ve orada İbrahim dinini yaymışlardır. Doğu dinlerinin kaynağı olan Brahmanizm’i Hz. İbrahim’in soyundan gelenler yaydılar.

“Brahm” “İbrahim” demektir. Sonra bunlardan Budizm ve Hinduizm gelişmiştir.

İşte burada bahsedilen “Esbat” buralarda gelen peygamberlerdir. Neden onlara “sibt” demektedir? Bu dinlerin oluşumu tetkik edildiği zaman belki daha kolay anlaşılır. Kastlara işaret etmiş olabilir.

وَمَا أُوتِيَ مُوسَى (Va MA EuTiYa MUvSAv)  “Musa’ya ita olunan.”

Bize inzâl olunan denmektedir. Hazreti İbrahim ve onun soyundakilere de “inzâl olunan” denmektedir.

Hazreti Musa için ise “verilen” denmektedir. Çünkü Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya, diğer Hz. Davut ve Hz. Süleyman peygamberlere doğrudan cümleler halinde kitaplar gelmiştir. Onlar kendi ifadeleri ile aktarmamışlar, Cebrail’in ifadesi ile söylemişlerdir. Böyle gelen ilk kitap Tevrat’tır. Sonra diğer peygamberler gelmiştir. Aradaki peygamberleri kıyas yoluyla bilmemiz için atlamıştır.

Musa” “Usve” kelimesinden gelir. Hazreti Musa benzetilen bir peygamberdir. Kur’an Hazreti Muhammed’i Hazreti Musa’ya benzetmiştir. Onun getirdiği şeriat Müslümanların şeriatına benzemektedir. Kur’an Tevrat’a benzemez, ama fıkıh kitapları Tevrat’a çok benzer. Hazreti Musa, Kur’an gelmeden önce Kur’an’ın ahkâmını bir örnek olarak ortaya koymuştur.

” kelimesi nekiredir, her ne gelmişse demektir. Bunların hepsini biz bilmeyebiliriz.

Hazreti Musa şeriatı getirmiştir.

وَعِيسَى (Va GIySAv) “Ve İsa’ya”

Hazreti Musa’ya Tevrat gelmiştir. Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyor ve onlardan gelen peygamberler onu uyguluyorlardı. Kendilerine vahiy da geliyordu. Böylece Tevrat bir topluluk içinde iyice uygulanmış ve anlaşılır hal almıştır. Diğer kavimler buna davet edilmemişlerdir.

Bunun iki sebebi vardır. Birinci sebep, diğer kavimler davet edilseydi, Tevrat’ın uygulanması zor olurdu. Çünkü Tevrat’ın hükümleri Kur’an gibi değildi. İçtihat ve icmalarla yorumlanmıyordu. Doğrudan Allah peygamberleri aracılığı ile kendisi o topluluk için yorumluyordu. Diğer kavimler ona uyamazdı.

İkinci sebebi ise lâiklik anlayışının yayılmasını sağlamaktı. Başka dinlere de hitap etseydi, sonra zorla herkes Yahudi yapılırdı. Nitekim, sonra Hıristiyanlık böyle oldu.

İşte, Hazreti İsa Tevrat’ın hükümlerini zorlamadan tüm insanlara duyurma ile yükümlü kılındı ve Hıristiyanlık sayesinde Tevrat bütün insanlık için hidayet olmuştur. Bu sûrenin başında bu sebeple “Hüden Linnâs/İnsanlar için hidayet” denmiştir. Hem de ikisi birden hâl olarak zikredilmiştir. Böylece Tevrat ve İncil bir bütün olarak bir “Mâ”da toplanmıştır.

Kur’an’ın şeriat uygulaması Hazreti Musa tarafından Tevrat ile yapılmıştır.

Kur’an’ın takva (bugünkü dilde din) uygulaması da Hazreti İsa tarafından yapılmıştır.

İsa” beklenen demektir. “Mesih” de seyahat eden demektir. Çünkü o ve resulleri dünyaya seyahat etmişlerdir. Sel olup tüm dünyayı fethetmişlerdir.

وَالنَّبِيُّونَ (Va elNaBıyYUvNa)  “Ve Nebilere”

Nebiler” burada marife gelmiştir. Müzekkeri salim gelmiştir. Enbiyalar demektir.

Bu “Nebiler” ile İncil’i dünyaya yayan resuller yani havariler kastedilmiştir. Hz. Musa ile Hz. İsa arasında gelen nebiler grubu kastedilmiştir. Tüm dünyada gelmiş ve geçmiş bütün nebiler kastedilmiştir.

Çünkü buradaki “Lam” harfi istiğrak için olabilir. Yani, bir nebiler grubu değil de, bütün nebiler grubu söylenmiştir. Bu istiğrakta nebiler ayrı ayrı girmezler, ama nebi gruplarının hepsi girmiş olurlar.

Nebileri değil de nebiler grubunu ifade etmiş olması, nebilere gelen vahiyler değil, nebilerde oluşan icmalar kastedilmiş olmaktadır. Dolayısıyla icmalar da metin şeklinde oluşur. İfadede icma olacaktır. Manâda icma örf olur. Lafızda icma kitap olur. İnsanları bağlayan örf değil kitaptır.

-Böylece, biz Adil Düzenciler ne söyledik?

-Allah alimleri gönderdi. Onlar geçmişte cereyan edenleri ve halihazırda olanları tesbit ettiler, bize tabiî ve sosyal oluşları tanıttılar. Allah peygamberler gönderdi, onlar da bize ne yapmamız gerektiğini öğrettiler. Biz bu geçmiş mirasa sahibiz. Onlardan peygamberlerin getirdiklerine inandık diyoruz. Çünkü ilim amele dönüştüğü zaman bir işe yarar. Ona da ancak imanla dönülür. İmanla ilim arasında çelişki şöyle dursun, ikisi bir kumaşın iki yüzüdürler. İlim olmadan neyi amel edeceğiz, iman olmadan neye amel edeceğiz? İlimle iman birleşince amel ortaya çıkar, bunların birleşmesinden yönetim ortaya çıkar, uygarlık ortaya çıkar

مِنْ رَبِّهِمْ (MıN RabBıHıM)  “Rablerinden. Yetiştiricilerinden.”

Burada bu “Unzile”ye mütealliktir. Bütün yukarıda sayılanların hepsini ilgilendirir. Yani, bize gelenlerden, onlara gelenlerden hepsini içerir. Sonunda söylenmesi “Him” zamirinin içine bizim de girmemiz sebebiyledir. Baştan söylenseydi, “Min Rabbin” denmesi gerekirdi. Biz ifade ile girmesek bile, kıyasla girmiş oluruz. Bütün vahiylerin hedefi insanları yetiştirmektir. Onun için hem Rab hem de izafe gelmiştir.

Kur’an insanlara hükmetmek için indirilmemiştir. Diğer kitaplar da öyledir. Onların hedefi insanlığı eğitmek, onlara yol göstermektir. Onlar daima savunmada olmuşlardır. Anayasa ekseriyetini alan partiye bile saldırı yapılmaktadır. Onlar saldırmaz, onlara saldırılır. Onlar önce sabrederler. Sonra da savunurlar. Ama bu savunma karşı tarafın yok olmasına sebep olur.

لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ (La NuFarRıQu BaYNa EaXaDın MınHuM)

Burada Kur’an ayrıca zikredilmeyip bize nâzil olanlar arasında sayılmıştır. Çünkü Kur’an ancak içtihat ve icmalarla uygulanır. Diğerlerinde peygamber adları sayılmıştı, bizim için ise bize denmiştir. Çünkü İslâmiyet peygamber dini değil, kitap dinidir. Diğer dinlerde hep önce peygamber gelir, mucize ile kendisinin peygamber olduğuna inandırır, sonra ona nâzil olan kitaba inanırlar.

Hz. Musa önce mucize gösterdi. İnandırdı. Sonra da ona Tevrat nâzil oldu. Oysa, Kur’an önce kendisinin Allah kitabı olduğuna inandırdı. Sonra onu getirenin peygamber olduğuna inandılar. Ondan sonra müçtehitler geldiler ve Kur’an’ı yorumladılar, şimdi de biz hâlâ Kur’an’ı yorumluyoruz.

Evet, metin Arapça’dır. Değişmeden Cebrail ve Hazreti Muhammed yoluyla bize gelmiştir. Ancak, onu içtihat ve icmalarla uygulanır hâle getiren biziz.

-Biz diyoruz ki; Biz peygamberler arasında bir fark gözetmeyiz. Biz alimlerle peygamberler arasında da bir fark gözetmeyiz. Sonra, biz kişilere değil, onların getirdiklerine inanıyoruz. Demek ki, Hak yolunda çalışan herkese karşı saygımız vardır. Onların anladıklarını dinleriz. Bize de uygun olanları uygularız.  

Burada önemli olan husus, bir memlekette farklı içtihatlar var, değişik Müslümanlar var, onlarla güven dayanışmasına gireriz, eman birliğini yaparız, ama biz aynı güven ve emanı tüm insanlık içinde devletlerarası ilişkilerde yani başkanlar arasında da tesis ederiz. Devletlerin savaşma içinde değil, dayanışma ortaklığı içinde vakitlerini harcamaları gerekir.

Daha pek çok çözeceğimiz sorunlar var. Karaların tabiî kaynakları yeterince değerlendirilemediği gibi, tahrip de ediliyor. Bunu önlemeliyiz. Denizler bâkir. Uzaya belki de bu içinde bulunduğumuz bin yıl içinde de adımımızı atamayacak, oralarda buğday ve şeker pancarı tarlaları oluşturamayacağız.  

وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (Va NaZNu LaHUv MuSLıMUvNa)  

“Ve biz ona Müslim olmuş bulunuyoruz.”

Biz, yani “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmak üzere ortaya çıkan cemaat, O’na İslâm etmiş bulunuyoruz. Buradaki “O” zamiri Allah’a gitmektedir, topluluğa gitmektedir, insanlığa gitmektedir.

Baştan “Âmennâ” ile başladı ve burada “İslâmiyet” ile bitirdi. Çünkü imanın gayesi da İslâm’dır. Cihat barış için vardır. Hedef yeryüzünde barışı tesistir. “Ünzile Aleynâ”da bizim cemaat olup olmadığımız belirsizdir. Ama burada bizim bir ümmet, bir topluluk olduğumuz açıkça ifade edilmiştir.

Burada ifade edilen manâsıyla anlıyoruz ki;-

İman topluluğu İslâm topluluğu içindedir. Yani, mü’minler savunma külfetini yüklenmişledir, ama bedelliler de vatandaştır, bütün haklardan yararlanır. İlmî, dinî ve meslekî dayanışmalar içinde seçme ve seçilme hakları vardır. Kamu hizmetine katılmasalar bile, genel hizmet görevini ifa ederler.      

وَمَنْ يَبْتَغِ (Va MaN YaBTaĞı)  “Kim ibtiga ederse.”

Beğy” boğadan gelen kelimedir. Kim beğy ederse, şiddetle isterse demektir. Azarsa demektir. Teşebbüs ederse demektir.  

Men” umumiliktir, kim olursa olsun demektir. İster Hıristiyan olsun, ister Yahudi olsun, ister başka dinden olsun, isterse milliyetçi olsun, ister komünist olsun, kim olursa olsun; düzen olarak barıştan başkasını seçerse o kabul olunmaz. Barıştan başka din nasıl seçilir? İnsanların çoğu kendilerini akıllı kabul eder, başka insanların kendilerine uyması gerektiğini sanırlar ve diğer insanları kendilerine zorla uydurmaya çalışırlar.

İşte bunlar, kendilerinin akıllı olduklarını sanan bu zavallılar, halkı ıslah etmek isterler. Bunlar birer aptaldırlar. Onları sömürü sermayesi kullanmıştır. Halkını ezdirerek hedeflerine ulaşmak istemiştir. Hitler, Stalin, Mao işte böyle kendilerini akıllı sanan zavallılardır.

Her devirde böyle kendilerini akıllı sanıp diğerlerini aptal sayanlar olmuştur.

Peygamberler insanlara sadece yol göstermiş, hiçbir zaman zorla halkına bir şey yaptırmayı düşünmemişlerdir. Dört halife zamanında dünyalar fethedilmiştir, ama Hazreti Peygamber’in ve halifelerin birer muhafızı bile yoktu. Hazreti Peygamber, Allah beni koruyor diye onu koruyanları dağıtmıştır. Devlet kendi halkını korkutmak için değil, kendi halkına saldırmak isteyenlere o halka dayanarak savunmak için vardır.

غَيْرَ الْإِسْلَامِ  “İslâm’ın gayrını”

Barıştan başkasını din olarak seçerse, o kabul olunmayacaktır. İslâm’ın gayrisi nedir?

İslâm’ın gayrisi, barışın dışında olandır. Peki, barış nedir? Barış dört temele dayanır. Bu dört temele uyan kimseler barış içindedir. Bunların dışında olanlar barışın dışında olanlardır.

1) Bunların birincisi, herkesin kendi içtihadı ile amel etmesidir. Yani, kişi kendi kuralları ile amel edecektir, ama kendi hayat kurallarını kendisi koyacaktır. Kendisi koyamazsa, istediği kimsenin koyduğu kurallara uyacaktır. Diğerleri ona karışmayacaktır.

2) Kişiler birbirleriyle istedikleri şekilde sözleşme yapacaklardır. Kimse kimseye baskı yapmayacaktır. Zorla sözleşmeler yaptırmayacak ve bozdurmayacaklardır. Ama yapılan sözleşmelere uyacaklardır. Kendileri sona erdirebileceklerdir. Hattâ tek taraflı da olsa sona erdirebileceklerdir. Barışın ikinci şartı budur. Çünkü kimse tek başına yaşayamaz. Anlaşmalar yapmak zorundadır. Ama kimse kimseyi zorlamamalıdır.

3) Kişiler işgal ettikleri yerlere işgal ettikleri müddetçe sahip olmalıdırlar. Emeklerinin mâliki olmalıdırlar. Bunlar birleşerek ortak yerleşim yerlerini oluşturabilmelidirler. Bunlar kendi istekleri ile seçtikleri başkanlarına o site içinde itaat etmelidirler. Bunlardan isteyen istediği zaman siteden ayrılabilmelidir. Bir başkanın emrinde site kurmak, siteye girmek, siteden çıkmak ve orada mülkiyet haklarını istediği gibi kullanmak hürriyetine sahip olmayanlar barışçı değiller demektir. Gümrük ve pasaport duvarları savaş dışı düzendir. Bu örgütlenme ocak ve bucaktan başlamalıdır. Merkezler bunların hakimi değil, hadimi olmalıdır.

4) Nihayet, barışın dördüncü ayağı hakemliktir. Herkesin hak ve vecibesinin sınırı, başkalarının hak ve vecibesinin sınırıdır. 1924 Anayasası’nda, herkesin hürriyeti başkasının hürriyet sınırıdır deniyordu. Bu sınırı kanunlar belirler sözü yanlıştır. Bu sınırı hakemler belirler. Tarafların seçeceği birer hakemle, onların seçeceği başhakem bütün anlaşmazlıkları çözerse ve halk da ona uyarsa, işte o düzen “İslâm düzeni”dir, “barış düzeni”dir. Hakemler davaları kanunlarla değil, insanların tabiî hakları ile çözerler. Nedir bu hakların kaynağı? Yakınlık, komşuluk, emek ve sözleşmeler. Kanunlar sözleşmelerden ibarettir.

دِينًا  (DIyNaN)  

Din” “deyn” kelimesinden gelir, borçlu ve alacaklı olma demektir. Türkçe’deki düzen karşılığıdır. Yanlış olarak “din” sözü “inanç” sözü, “takva” sözü karşılığı kullanılmaktadır. Takva, insanın kendisi ile Allah arasında oluşturduğu bir oluşumdur. Din ise düzen demektir. Türkçe’de dini takva anlamında kullanıyoruz.

Din” deyince, bir teşkilât demektir. “Din” deyince, bir şeriat demek, kanunlar demektir.

Kullanma dilinde biz bugün bunu başka manâda kullanabiliriz. Ama Kur’an’da ise kendi manâsı ile kullanmalıyız. “İslâm”ı eğer bir topluluğun inançları olarak anlarsak, “din” olarak da o inançlara uyma şeklinde düşünürsek, o zaman Kur’an düzeni despotik bir düzen olur. Oysa Kur’an burada İslâm deyince barışı, din deyince de düzeni kastetmektedir. Böylece Kur’an bambaşka bir şey söylemiş olmaktadır.

“İslâm Uygarlığı” deyince, ilâhi kitaba dayanan uygarlığı anlayacağız. “Din” deyince de düzeni anlayacağız, hukuk yönetimini anlayacağız, hakemlerden oluşan yargının üstünlüğünü anlayacağız.

فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ (FaLaN YuQBaLaHu)  “Ondan kabul olunmaz.”

Kabul olunmaz, karşılık görmez demektir. Yani, o gerçekleşmez, o düzen kurulamaz, o düzen olmaz, tam tersine düzensizlik olur.

Burada “La” değil de “Len” getirilmiştir. Asla, hiçbir zaman kabul edilmez, makbul olmaz.

-Kim kabul etmez?

Halk kabul etmez. Baskı içinde kısa zaman için sabrederler, sonra kabul etmez, ortadan kaldırırlar. Çevremize bakalım. 20. yüzyıl böyle akılsızlıklar yüzyılı olmuştur. Rusya’da Stalin, arkasından Mussolini, arkasından Hitler, arkasından Çin gibi ülkelerde Mao ile başlayan İslâm dışı dinler yani düzenler kısa zamanlarda patır patır dökülmüşlerdir. Adil olan devletler varlıklarını asırların ötesinde korumuşlardır. Dinler (ilâhî dinler) binlerce yıldır ömürlerini sürdürmektedirler.

Hıristiyanlık adına yapılan zulmü Hıristiyanlar yapmadılar, çoğu da uydurmadır. Sermaye abartmasıdır. Bugün nasıl Müslümanlar hiçbir şey yapmıyor, hizbullahları kendileri üretip sonra abartılı şekilde Müslümanlara saldırmakta iseler; dün de aynı şeyi Hıristiyanlara iftira ettiler. Papalığa iftira ettiler, yahut kendileri rüşvet vererek bazı papazlara yaptırdılar.

وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ (VaHuVa FIy elEaPıRaTı)  “O âhirette”

Âhiret” kelimesi dünya ve ula karşılığı olarak kullanılır. Yaşadığımız Kâinat’a zaman ve mekân itibariyle dünya denmektedir. “Bu dünyanın semasını yıldızlarla donattık” derken, yaşadığımız Kâinat’ın göklerini böyle donattık denmiş olmaktadır. “Ula” deyince de burası anlatılmaktadır. Anlaşılmaktadır.

Kur’an’da bu yaratılışımızın ilk yaratılış olduğunu, bundan önce Kâinat’a gelmediğimizi, daha önce varolmadığımızı ifade etmektedir.

Âhiret” kelimesi son anlamındadır. Ölüm olması bakımından sondur. Yani, insanlar bir daha ölmeyeceklerdir. Bunlar bu dünyada başarıya ulaşamayacakları gibi âhirette de hüsran içinde olmuş olacaklardır. Yani, barış dışında bir düzen arayanlar dünyada o düzeni bulamayacakları gibi, hesapları burada bitmeyecektir.

Bizim bütün insanlara söyleyeceğimiz sözler vardır:

-Gelin, yeryüzü geniştir. Karalar birkaç on milyar nüfusu besleyebilir. Denizler eklenince de bu birkaç yüz milyara bile çıkabilir. Güneş sistemi bomboştur, biz insanları beklemektedir. O da yetmezse, uzaya açılabiliriz. Uzayı dolduran hidrojen ile yaşayabiliriz. Birbirimizle uğraşacağımıza, cehaletle uğraşalım. Barışın yolunu tutalım. Hakemlerin kararlarına razı olalım.

İşte, gelecek olan resulün, gelecek olan başkanın görevi budur. Bunları insanlığa söylemektir.

مِنْ الْخَاسِرِينَ (MiNa eLPAvSıRIyNa)  

Hasir” Tükçe’de hasır kelimesinde kullanılır. Sıkışmak, çökmek demektir. Yere serilmek demektir. Ziyan edenlerden olmak demektir. Yani, âhirette de bunların yatacakları döşekleri bile olmayacaktır.

Hedefimiz insanlığa barışı getirmek olacaktır. Bunu nasıl sağlayacağız?

-Önce, “ashabı yemin” olarak bir araya geleceğiz. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı öğreneceğiz. İçimizden bir grup ortaya çıkacak. “Mukarrabunlar”dan olacak. Allah ile misak yapacaklar ve “Adil Düzen”i tesis etmek için and içeceklerdir.

-Sonra, biri çıkacak ve parti kuracak, bunların “Adil Düzen”ini tasdik edecektir. Böylece tebliğ başlayacaktır. “Adil Düzen” organize olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti eğer “Adil Düzen”i kabul ederse yıkılmadan varlığını sürdürecektir. Kabul etmezse yıkılacaktır. Onu Adil Düzenciler yıkmayacaktır. PKK’lılar yıkacaktır, Amerikalılar yıkacaktır, Avrupalılar yıkacaktır, Ruslar yıkacaktır; kim yıkacaksa yıkacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktıkları gibi yıkacaklardır. İşte, yıkılmadan önce veya yıkılmadan sonra “Adil Düzen” Türkiye’de kurulacaktır. Zulüm düzeni ile işlerini yürütüp barış üzerine savaş arayanlar, helâk olacaklardır.

Ashabı yemin olanlar o partinin içinde yer alıp hizmet göreceklerdir.

Sabikunlar ise şûra üyeleri olarak kalacaklardır.

كَيْفَ يَهْدِي اللَّهُ (KaYFa YaHDı elLAHu)  “Allah nasıl hidayet edecektir?”

Yani, hidayet edemez anlamında söylenmektedir. Size, bu kavme, Türk Milletine hidayet etsin deniyor. Nasıl hidayet edecektir? Allah için zor olan bir şey yoktur. Elbette ki böyle kötü kavme de hidayet edebilir. Ancak, hidayet etmez.

Burada Allah, insanlık olarak da anlaşılabilir. İnsanlık içinde bunlar nasıl hidayet bulacaklardır?

Burada imkânsızlıktan çok, dünyevî kanunlar içinde gerçekleşmesinin zorluğunu anlatmaktadır. Allah’ın kanunları değiştirmeyeceğinden, kuralsız hareket etmeyeceğinden bu imkânsızdır.

Bu bize neyi gösteriyor?

Allah bile kurallı hareket ediyor, kuralsız hareket etmiyor. İnsanların kuralsız olarak keyfi hareket etmelerinin ne kadar korkunç kötülük olduğunu ifade ediyor. Şirk bunun için affedilmez bir günahtır.

قَوْمًا (QaVMan)  “Bir kavim”

Kavim” nekire olarak gelmiştir. Burada kastedilen yalnız bir kavim değildir.

Tarih boyunca böyle kavimler gelip geçmektedir. Bunlar hidayete erdikten sonra, kendilerine peygamber gelip de onlar ona inandıktan sonra ondan uzaklaşan her kavim kastediliyor.

İşte Araplar, işte Türkler, işte Persler bunların açık örnekleridir.

Avrupa böyle mürtet bir topluluktur. Beşyüz senedir Hıristiyanlığı dağıtmak istemektedir.

Bunlar nasıl başarıya ulaşacaklardır? Bunların başında Yahudiler gelmektedir.

Türkiye de bunların başında gelmektedir.

Türkiye İstiklâl Savaşı’na giriştiği zaman Allah’a dayanmış, O’na sığınmış ve bu sayede İstiklâl Savaşı’nı kazanmıştı. Türkiye bundan sonra inandıklarını inkâr etmiş ve ateist olma yoluna girmiştir.

İşte böyle bir kavmin başarıya ulaşması mümkün değildir.

Türkiye devleti gerçekten küfre gitmemiş, takiyye yapmıştı. Onun için alenen din düşmanlığı yapılmamıştır. Türkiye İslâmlaştırılmıştır.

Türkiye ne yaptı? Müslüman olan halkı Türk sayıp ülkeye muhacir olarak kabul etti. Bu ona ne sağladı? Nüfusunu artırdı. Sonra resmen demokrasiye geçip İslâmlaşmaya başladı. Bugün Güçlü Türkiye’ye varmıştır. Ama sıkıntıları da o derece büyüktür.

Türkiye bu sıkıntılardan kurtulmak için “Adil Düzen”i kabul etmek zorundadır. İmandan sonra, küfürden vazgeçmek zorundadır.    

كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ (KaFaRUv BaGDa IıYMANıHIM)  

“İmanlarının ba’dinde küfrettiler.”

Göçebe döneminden sonra tekrar göçebeliğe dönülemez. Demokrasiden sonra tekrar saltanata dönülemez. Evrim kanunları geçerlidir. Nasıl yaşlı gençleşemezse, aynen onun gibi topluluk da geriye dönemez. Daha ileri gitmek zorundadır.

Bu âyet bize bunu ifade etmektedir.

Gerilemeye başladığı zaman o topluluk çöküp gider.

Avrupa tekrar krallığa dönemez, derebeyliğe de dönemez. Türkiye de saltanata dönemez.

-Ne yapılacaktır?

Bugünkü sorunlar ancak bugünkü düzenden daha ileri bir düzene gitmekle çözülür.

O da İslâm dinidir, barış dinidir. “Adil Düzen”dir. İnsanlara inanmak yerine sistemlere güvenmektir.

وَشَهِدُوا (Va ŞaHıDUv)  “Şahadet ettiler.”

Yani; gördüler, anladılar ve öğrendiler, tasdik ettiler. Baştan inkâr etmediler.

Türkler İstiklâl Savaşı’na girişirken; Allah bizi kandırmış, Osmanlıları mağlup etti, biz artık O’na değil kendi gücümüze güvenip kazanacağız deseydi; Mustafa Kemal baştan İslâmiyet’e karşı olduğunu söyleseydi, halk onun arkasından gitseydi, bugün “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır” demezdik. Böyle deme hakkımız olmazdı.

Ama İstiklâl Savaşı Allah’a dayanarak, din adamlarına dayanarak kazanılmıştır.

Türk İstiklâl Savaşı’nın dört ayağı vardır:

1) Çeteler, 2) Onları destekleyen din adamları, 3) Mâli imkânı sağlayan esnaf. 4) Ve askerler.

Türk İstiklâl Savaşı’nı başlatanlar din adamları olmuştur.

Öyleyse, bu şahadeti kabul ettikten sonra artık vazgeçerlerse iflah olmazlar.   

أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ (EanNa elRaSULe XaqQun)  “Resul haktır.”

Buradaki “resul” Hazreti Muhammed olabilir. Yani, onun hak peygamber olduğuna şehadet ettiler.

Türk Milleti buna bin yıldan beridir şehadet etmektedir.

İslâm dininden dönüp hayatta kalan bir topluluk bilmiyoruz.

Türk Milleti de İslâmiyet’e yeniden sahip çıkarak varlığını koruyabilir. Bunu bilen Türk düşmanları Lozan anlaşmasının gizli maddesinde dinsizleşmemizi şarta bağladılar. Mustafa Kemal ne yapmak istediğimizi maddeleştirdi. İnkılâplar yapıldı. Onun dinsizlik olmadığını anladığı için kabul etti. Medreseleri kapatacaksınız dediler, kapattı; ama İlahiyat Fakülteleri açtı. Geçici olarak onları kanun dışı olarak kapattı.

Türkiye bu Hak dinini korursa varlığını sürdürür. Buradaki “resul” ise sizi tasdik eden resul anlamına gelir ki, o zaman da “Adil Düzen”i kabul etmeyecek kavme nasıl hidayet edebilir? anlamı çıkar.

وَجَاءَهُمْ الْبَيِّنَاتُ (Va CAvEaHuM elBayYıNAvTu)  “Onlara beyyinât ciet etmiştir.”

Akevler”de İslâmî araştırmalar 1967’de başladı. O zamanki şartlarda bilinecek kadar bir oluş meydana geldi. Bu arada Erbakan parti kurdu. İktidara ortak duruma geldi.

Akevler”deki çalışmaları Erbakan “Adil Düzen” adı altında benimsedi. Tüm dünyaya anlattı. Türk Milleti de benimsedi ve hükümeti kurdu. Hükümet başarılı uygulamalar yaparken devre dışı edildi.

Neden? Çünkü Erbakan Çiller’e verdiği sözden dolayı “Adil Düzen”den vazgeçti. Gerçekler çok açık bir şekilde anlatıldığı halde faizli sisteme devam ettiler.

Sonra Türk Milleti kurduğu hükümetlerle İslâm’a savaş açtı. Ne oldu?

O hâle geldiler ki, iktidarları bırakıp gitmek zorunda kaldılar. Erken seçim yaptılar. Onları iktidara getirenler onları göndermek zorunda kaldılar.

Şimdi de AK Parti, benim İslâmiyet’le ilgim yok diyor. Bir yıl boşu boşuna geçti. Allah onları dış siyasette de, ekonomide de bir yıl boyunca korudu. Şimdi saldırılar başladı. Kur’an’a dönmezlerse, “Adil Düzen”e dönmezlerse; kendilerini helâk edecekler, devleti de yıkacaklardır.

Türk Milletine müjde veriyorum:

-Türkiye ikinci Cumhuriyeti kuracaktır. Bunlar bu inatlarından dolayı giderlerse, gelecek vardır. Allah dünyayı o şekilde ayarladı ki, Türkiye düşmanları başarsalar bile, Türk düşmanları başaramayacaklar. Türkiye yakın zamanda “Adil Düzen”i benimseyecek ve “III Bin Yıl Uygarlığı”nın merkezi olacaktır.

Burada işaret edilen “Beyyinât”tan maksat, tereddütsüz “Adil Düzen” diyebilirsiniz.

Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” ve onları açıklayan 20 000 sahifelik yazılar beyyinâttandır. Tüm Fıkıh ve Tefsirler beyyinâttır. Kur’an merkezli bütün açıklamalar, Tevrat ve İncil dahil tümü beyyinâttandır. Peygamberleri sayarken doğu dinlerini de içermişti.

وَاللَّهُ لَا يَهْدِي (Va elLAHu Lav YaHDı)  “Allah hidayet etmez.”

Allah böyle yapanlara hidayet etmez.

Komünistliği Koreliler benimsese başarılı olabilirlerdi. Hıristiyanların o düzende başarılı olması mümkün değildir. Onlar komünizmden çok yüce kitaplara sahiptirler. Allah bunlara doğru yolu göstermez. Kendileri için iyi sandıkları kötü yollara giderler. Bütün diktatörler saçma sapan işler yapmışlardır.

الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (eLQaVMa elJAvLıMIyNa)  “Zalim kavme”

“Allah zalim kavme hidayet etmez.”  Zulmeden kavim demek, karanlıkta kalan kavim demektir.

Kuralsız topluluklar karanlık içinde yaşamaktadır. Halk ne ile karşılaşacağını, hangi şiiri okuduğu zaman taltif edileceğini ve hangi şiiri okuduğu zaman hapse gideceğini bilmezse, bu karanlık dünyadır. Yani, zulüm dünyasıdır. Peygamberlerin istedikleri “hukuk düzeni”dir.

Her ropluluk davranışlarının kurallarını kendisi koysun, ama sonra ona uysun. İnsanları karanlıklar içinde bırakmasın. Keyfî yönetim zulümdür. Farklı yönetim zulümdür. Böyle kimselere hidayet yoktur. Bunlar bir yere varamazlar.

Yukarıda “kavmen” denmiş, burada “el-Kavme” denerek marife getirilmiştir. Kastedilen o kavimdir.

Böylece o şekilde hareket eden kavim zalimdir. Bir topluluğun bir başkanı olması gerektiğini, ona uyulması gerektiğini gördüler, buna şahit oldular. Bir topluluğun yargı düzeninin olması gerektiğini gördüler, ona şahit oldular. Ondan sonra işlerine gelmediği için de tekrar bu düzenden vazgeçip keyfî yönetime döndüler.

İşte bu kavme Allah hidayet etmez.

İnsanlık içinde böyle olan devletler dışlanır. Yargı kararı ile dışlanır.

Her kademede topluluklar yargı kararlarına saygılı olmalıdırlar. Yoksa yargıdan yararlanma hakları olmaz. Yargının adil olması gerekir. Bu da ancak hakemlik sistemi ile gerçekleşir.

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXIV

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

أُوْلَئِكَ جَزَاؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ(87) خَالِدِينَ فِيهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ(88) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(89)

 إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الضَّالُّونَ(90)

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ أَحَدِهِمْ مِلْءُ الْأَرْضِ ذَهَبًا وَلَوْ افْتَدَى بِهِ

أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ(91)

أُوْلَئِكَ (EuLAEıKa) “Onlar”

İşte onlar”, işaret zamiridir. Burada aynı zamanda zamir olmuştur. Konuşma dilinde görünüyorlarsa yakın işaret zamiri, kavram olarak ortaya koyuyorlarsa uzak işaret zamiri kullanılır, çünkü konuşma esnasında orada yoklar. “Bunlar” dense orada hazır bulunmaları gerekir. Burada işaret edilen kimseler olarak, iman ettikten sonra küfreden kavimden, o zalim kavimden bahsetmektedir.

Türkler inkılâpları yaptıklarından dolayı küfretmiş kabul edilmişti. Bir taraftan Türkiye’de inkılâplar yaptırılıyor, diğer taraftan da İslâm âlemine “Türkler irtidat ettiler!” diye propaganda yapılıyordu.

Ama Türkiye’nin yaptığı inkılâplardan hiçbiri irtidat değildi. Ömrünü doldurmuş olan medreseler kapatılmış, tarikatlar dağıtılmış ama mescitler devam etmiştir. Harf inkılâbı yapılmış ama dinî eserler Türkçe’ye tercüme edilmeye başlanmış ve bu faaliyet süratlendirilmiştir. Anadolu eskiden %50 Müslüman halkından oluşmuş iken, Cumhuriyet döneminde bu oran %99’lara çıkmıştır.

Türkiye’de Türkleri dinden etmek isteyen dış sermaye tarafından desteklenen bir zihniyet bilhassa entelektüeller arasında mevcut ise de; fitne çıkarma gayretleri dışında bir işe yaramamaktadır.

İşte burada işaret edilen kavim irtidat eden kavimdir. Burada ateistten çok Yahudiler gibi Tevrat’a sahip olup da İncil’e ve Kur’an’a iman etmeyen kavme işaret etmektedir. Kur’an’ı kabul edip de sonra “Adil Düzen”i bırakıp zalim düzenin peşine koşan Müslümanlara hitap etmektedir.

جَزَاؤُهُمْ (CaZAEuHuM)  “Cezaları”

Ceza” karşılık demektir. Kahve pişirdiğimiz küçük saplı kaba cezve denir.

Bunlar elle kullanılan ölçü aletleridir. Büyüğüne tas denir. Küçüğüne cezve denir.

Kıymetli olanlar onunla ölçülürdü. Karşı tarafa ödenen miktarlar onunla verilirdi.

Ceza” karşılıktır. “Cizye” kelimesi de buradan gelir. Hem iyilik karşılığı, hem de kötülük karşılığı verilen şeydir. Türkçe’de yalnız kötülük karşılığı olarak kullanılır. Oysa ecir gibi iyilik karşılığı da kullanılır. “Ecir”, emek karşılığı veya işgal karşılığı verilen bir cezadır. Onların cezaları lânettir.

أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ (EanNa GaLaYHıM LaGNaTün)  

“Onların üzerinde lânet vardır.”

Lânet etmek” demek, dışlamak demektir.

İnsanlar sosyal varlıklardır. Diğer insanlar tarafından kabul edilmelerini isterler.

Milliyetçi Çin Birleşmiş Milletler’de imtiyazlı devletler arasına alınmıştı. Sonra Avrupalılar Çin’i parçalamak istemişler, Mao’yu destekleyerek sosyalizm ihtilâli yaptırmışlardır. Ama Milliyetçi Çin dayanamamış, küçük bir ülke olarak kalmıştı. Bu sefer Batılılar Sosyalist Çin’i Birleşmiş Milletler’e almadılar. Çin BM’e girmek için yıllarca uğraştı. Oysa Çin’in kendi nüfusu bundan 200 sene evvelki dünya nüfusu kadardı.

İşle lânetlenmek demek böylece dışlanmak demektir. İnsana verilecek cezaların en şiddetlilerindendir. Kendisinde büyük sıkıntı doğar, delirebilir.

İrtidat edenlerin dışlanacağı hükmü çok açıktır. Müslümanlardan kopan bir topluluk başka bir topluluğa katılamaz. Her iki taraftan dışlanmaktadır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi böyle bir olaydır. Meşru değildir. Neden? Kendisi en az 500 sene İslâm âlemine önderlik yapmış, bütün dünya Müslümanları ona saygılı olmuşlardı. Şimdi onları bırakıp AB’ye gidiyor. Hâ, onları da götürmek istese, Avrupa bütün Müslüman devletlerine kapılarını açmış olsa, o zaman haydi ben gidiyorum, sizi de götürüyorum şeklinde olabilir. Ama Türkiye onları bırakıp AB’ye gidiyor. Orta Asya cumhuriyetlerine gümrük uyguluyor, Avrupa’ya uygulamıyor! Bunun sonucu ne olacaktır?

İslâm âlemi uyanmaktadır. Yakında İslâm ülkeleri ekonomilerini düzeltmiş, demokrasiye geçmiş lâik birer ülke olacaklardır. İster istemez Avrupa’ya karşı organize olacaklardır. Onları ABD ve Çin organize edecektir; Avrupa’ya karşı organize edecektir.

Biz ise; karşı cepheden olduğumuz için Müslümanlar dışlayacak, Müslüman olduğumuz için de Avrupalılar dışlayacak. Böylece lânetlenmiş olacağız.

اللَّهِ (elLAHı)  “Allah’ın lâneti”

Allah’ın lâneti olacak. Allah onları dışlayacak, onlarla ilgilenmeyecek, onları kendi hallerine bırakacaktır. Burada Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanlığın da dışlayacağı ifade edilmektedir.

“İnsanlık” diye bir kavram vardır. O Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. “İnsan hakları” diyoruz. İstismar da etseler herkes insan haklarından bahsediyor. Bu nedir ve nasıl bir haktır?!.

Allah yeryüzünü boş bırakmıyor. Allah’a inanmasalar da onun yeryüzündeki halifesi olan insanlığı herkes istese de istemese de kabul ediyor.

Gelecekte Avrupa Birliği’ne giren Türkiye’yi yalnız Müslümanlar dışlamayacak, yalnız Avrupalılar dışlamayacak, diğer insanlar da dışlayacak, insanlık dışlayacak, bizzat Türk halkı kendi kendisini daima suçlu görecektir.

وَالْمَلَائِكَةِ (Va elMaLAEıKatı)  “Ve melekler”

Kur’an’da “melekler”den sık sık bahsedilmektedir, hem de Allah’tan sonra bahsetmektedir.

Kâinat düzen içindedir. Belli kanunlara tâbidir. Ayrıca kanunlara tâbi olmadığı yerde de özel müdahaleler yapılmaktadır.

Dört çeşit oluş vardır.

  1. Üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir. Bu zorunlu sonuçtur. Bu kendiliğinden olmaktadır ve bunu kimse değiştiremez.
  2. İkincisi ise zorunlu olmamakla beraber, Allah’ın sünneti öyledir, tabiî ve sosyal kanunlar öyledir. Taş aşağıya doğru çekilir. Bu da değişmemektedir.
  3. Bunun dışında rastlantı olaylar vardır. Yağmurun yağması veya bir çocuğun erkek veya kız olması böyledir.
  4. Dördüncü olay da iradi olaylardır. Mesela, şimdi ben bu satırları yazıyorum. Bunun benzeri ne geçmişte olmuştur, ne de gelecekte olacaktır. Bir defaya mahsus olmak üzere şimdi ben yazıyorum. Sizin okumanız da böyledir. Hepimiz ayrı insanız. Bir benzerimiz daha yoktur.

İşte bunları sevk ve idare eden bir orduya ihtiyaç vardır. Bu ordu da “melekler”dir. Allah melekler olmaksızın da bunları yapabilir. Ama Allah araçlarla yapıyor. Çünkü Kâinat’ı onlar için var etti.

Meleklere ne gerek var? dersek; insana ne gerek var? denmiş olur. O zaman Kâinat’a ne gerek var(?)a gideriz. O zaman Tanrı’nın varlığı da Tanrı olmaktan çıkar.

Allah” insanlıktır, diyoruz. “Resul” başkandır, “Nebi” alimdir diyoruz. Bugün yaşadığımız hayatta onların temsilcilerini buluyoruz. Acaba “Melekler” kimlerdir? Yeryüzündeki temsilcileri kimlerdir? Buradaki halefleri kimlerdir? Bu soruyu da sormamız gerekir. Bunların da bir karşılığını bulmamız gerekir.

Biz kendi düzenimizi kuralım. Bunlar da ordular yani askerler dahil kamu görevlileridir. Melekleri yeryüzünde bunlar temsil ederler. Kur’an bu görevi yüklenen meşru örgüte “mü’minler örgütü” demektedir. Yani, “güvenlik güçleri” demektir. Devlet aşamasına gelmemiş topluluklarda bile böyle güvenlik tesis eden gönüllü gruplar oluşur. Şeytan da bunlara karşı fesat çıkartmakla görevlidir.

İşte irtidat eden, düzene girdikten sonra, devlet aşmasına geldikten sonra tekrar ilkel döneme dönen toplulukların böyle lânetleneceği ifade edilmektedir.

وَالنَّاسِ (Va elNAvSı)  “Nâsın lânetine uğrarlar.”

AB meşru bir birlik değildir. Avrupa Birliği şöyle olmalıdır.

Avrupa topraklarının sınırını çizecektir. Ural Dağları, Kafkas Dağları, Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Atlas Okyanusu. Bu topraklar dahil her devlet AB’ye girebilir diyecektir. İngiltere ve İzlanda gibi adalar da başka bir birliğe dahil olmamak üzere girebilirler. Rusya ve Türkiye gibi iki kıtada toprakları olan ülkeler ancak kıta dışı topraklardan vazgeçerlerse girebilir diyeceklerdir. Yani, Trakya Anadolu’dan ayrılırsa Avrupa Birliği’ne katılabilir. Rusya da Sibirya’yı bırakırsa Avrupa Birliği’ne katılabilir. Bu bir siyasi birlik değil, coğrafi birliktir. Coğrafi birliklerin parlamentoları olmaz, kanunları olmaz, orduları olmaz. Bu sebepledir ki Avrupa Birliği sağlıklı bir oluşum değildir. Batı dünyasının çökmesini durduramayacaktır.

Buradaki “nâs”dan maksat kamu görevlisi olmayan halktır. Yani, insanlık, gelmiş ve gelecek düşünce, Allah’ın halifesi olan insanlığın düşüncesi, kamu görevlileri ve halk irtidatı tasvip etmez.

İrtidat ile inkılâp arasında ne fark vardır? İnkılâp, ileriye gitmektir. İrtidat ise geriye gitmektir. İlerilik farklılaşarak ayrılmak, ama dayanışma içinde olmaktır. Gerilik ise farklılığı ortadan kaldırıp ilişkileri gevşetmektir. Biz Avrupa’dan farklı bir uygarlık geliştirir, “Adil Düzen”i tesis eder, sonra Avrupa Birliği ile dostane ilişkiler kurarsak bu ileriliktir. Koskoca süper güçlükten irtidat edip Avrupa Birliği içine girersek ve bu şekilde kaybolursak, işte bu irtidattır.

أَجْمَعِينَ (EaCMaGIyNa)  “Cemian. Birlikte.”

Birlikte dışlarlar. Yani, insanlık, kamu görevlileri ve halk işbirliği yaparak böyle irtidat etmiş olan kavmi yiyip bitirirler. Allah bu insanlara öyle kalp verir ki hepsi birden nefret ederler.

Biz Avrupa Birliği’ne girdiğimiz zaman Avrupalılar bizi çıkarcı, sömürücü, dinsiz, menfaati için inançlarını satmış korkak ve zavallı bir topluluk olarak görecektir. Türk dünyası ise tam ihanet içinde sayıp bize düşman olacaktır. Zaten bu tavır görülmeye başlamıştır. İslâm âlemi de yazıklar olsun diyecekler. Siz mi halifeyi ruyi zeminin çocuklarısınız? diyecekler. Hintliler ve Çinliler de bu gözle bakacaklar. İleride oluşacak gerçek Birleşmiş Milletler ise bizi yerleştirecekleri yer bulamayacaklar.

Dünyada herkes bilir ki, İslâmiyet çok ileri bir uygarlıktır. Bunu daha ileri götürmemiz gerekirken, batmakta olan Batı’nın ateist uygarlığı içinde eriyip gitmek ne acı bir çabadır!

Biz yine Kur’an’dan biliyoruz ki bu olmayacaktır. Batılılar; orduyu dağıtmazsan almayız diyecekler. Ordu da dağılmasına rıza göstermeyecektir. Türkiye de AB’ye girmeyecektir. Aslında Başbakan Tayyip de bunu bilmektedir. Böylece kendisini koruma çabası içindedir. Ancak, çok tehlikeli oyun oynanmaktadır. Dost-düşman bazı yerlerde birleşir. Böyle irtidat edenler hakkında herkesin görüşü bu olur. Çünkü insan ilerlemeyi arzu eder, nasıl hastalıktan, ölümden nefret ederse, gericilikten de nefret eder.

خَالِدِينَ فِيهَا (PAvLıDIyNa FIyHAv)  “Orada haliddirler.”

Lânet içinde olacaklardır. Ne kadar zaman geçerse geçsin hiçbir zaman lânetten kurtulamayacaklar, devamlı dışlanacaklardır. Burada dünyadaki bir oluşta “Hâlidîn” kelimesini kullanmaktadır.

Hâlid” kelimesine ne manâ vereceğiz? Bir cisim duruyorsa ona dışarıdan müdahale olmadıkça o hareket etmez, hareket ediyorsa ona müdahale etmedikçe hızını değiştirmez. Buna atalet prensibi denir. Kur’an atalet prensibini “Huld” kelimesi ile ifade etmektedir. Kendi kendilerine kurtulmazlar, düzelmezler. Kendilerini kimseye kabul ettiremezler demektir. Mürtet bir kavim bu dışlanmadan kurtulamaz.

لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ الْعَذَابُ (LAv YuPafFaFu GaNHuMu elGaÜAvBu)  

“Onlardan azab tahfif edilmez. Onların sıkıntısı giderilmez, daha azaltılmaz.”

Yani, zaman onları dışlanmışlıktan çıkarmaz. Dışlanmanın bir azap olduğu ifade edilmektedir.

Küçük topluluklarla yargılama dengesi yoktur. Toplulukların âdetleri vardır. Halk ona uyarak yaşar. Uymayanlar dışlanırlar. Mesela, zina yapan bir kadınla kimse evlenmez. Yakınları ona yüz vermez. Bu sebeple bu gibi küçük topluluklarda zina son derece azdır. Bununla kalmaz, bu gibi kızları olan aileler de dışlanırlar. Bu sebepledir ki kızın tarafı zina yapan erkeği öldürmekle yükümlüdür. Öldürmezse o topluluk içinde o aile yaşayamaz. Kan gütme şimdi bize çok kötü görünmekte ise de, topluluğun yargı düzenidir. Böyle cinayetleri hak uğruna işleyebilen kimselere köylüler adaletli kişidir derler.

Böyle irtidat edenler dışlanırlar, sonra kimse onlara yüz vermez.

وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ (Va Lav HuM YuNJaRUvNa)  “Kimse onlara nazar etmez.”

Kimse onlara bakmaz. Onları nazarı itibara almaz. Ne yaptıklarına ne de görüşlerine değer verir. Onları insan bile sayamazlar. İlgilenmezler.

Kur’an burada bize sosyal bir kanunu anlatmaktadır. İnkılâp ne kadar makbul ise irtidat da o kadar merduddur. Tekrar hatırlatalım, inkılâp farklılaşıp başkaları ile birlik kurmaktır. Mesela, biz Avrupa Uygarlığı’nı kabul etmekle diğer Müslümanlardan farklı olduk. Ondan sonra dönüp o Müslümanlarla irtibat kurar, onlarla yardımlaşır ve dayanışırsak inkılâp yapmış oluruz. Avrupa Uygarlığı’nı tamamen benimsedik, onlardan bazı şeyler aldık demektir. Ama kendimizin olan her şeyi terk eder, onlar gibi olursak, o zaman irtidat etmiş oluruz.

Avrupa Birliği buna göre değerlendirilmektedir. Türkiye Meşrutiyet’i kabul etmekle içtihat kapısını açtı, bu inkılâptır. Türkiye cumhuriyeti kabul etmekle demokrasi yönetimini getirdi, bu inkılâptır.

Demokrat Parti, İslâm karşıtlığını bırakıp İslâmiyet’i dışlamakla yetindi. Bu bir inkılâptır. ANAP İslâmiyet’le uzlaşma yoluna gitti. Bu bir inkılâptır. Millî Görüş de merkeze İslâmiyet’i yerleştirdi ama o da ANAP gibi uzlaşma siyasetini sürdürdü. O da inkılâptı. Şimdi AKP ne yapıyor? Kendisi de bilmiyor. Yeni bir şey yapar, inkılâp olur. ANAP siyasetine döner, irtica olur. Demek ki; Yahudi Hıristiyan olursa inkılâp olur ama Hıristiyan Yahudi olursa irtidat olur. Hıristiyan Müslüman olursa inkılâp olur, ama Müslüman Hıristiyan olursa irtidat olur. Karışma irtidattır, birleşme inkılâptır.    

إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ (EılLav elLaÜIyNa TAvBUv MiN BaGDı ÜAvLıKa)

“Bundan bagd tevbe ederlerse. Bundan sonra dönerlerse.”

TVB”, sevb, elbise demektir. İnsanı saran, soğuk ve sıcaktan koruyan deri veya kumaştır.

TVB” kelimesi de insanı kötülüklerden ve günahlardan koruyan bir giysi gibi insanın alıştığı bir şeyi bırakması demektir. Bir kimse sigara içmiyorsa, bu kişinin sigara içmemesi tevbe değildir; ama bir kimsenin sigaraya alışmış iken onu bırakması tevbedir. Çünkü kendisinde büyük bir azim bulunmazsa o kimse sigarayı bırakamaz. Baştan iman etmemiş kimsenin iman etmesi kolaydır. Ama irtidat ettikten sonra tekrar iman etmesi çok zordur. O kişi dışlanmıştır. Ona kimse güvenmez ve inanmaz.

İslâmiyet böyle yapan kimselerin dahi tekrar imana gelmelerini kabul etmiştir. Yani, bir kimse bir dayanışma ortaklığına girdi. O dayanışma ortaklığını değiştirebilir; ama ben tekrar bedelli olacağım diyemez.

Söz vermemek başka şeydir, söz verdikten sonra dönmek başka bir şeydir. İnkılâp, daha iyiye gitmedir. O halde, bir bedelli nöbetliye geçerse inkılâp yapmış olur, ama bir nöbetli bedelliye geçerse irtidat etmiş olur. Bir kimse, “Ben Müslüman oldum” deyip barışa katıldıktan sonra, “Ben barış düzenini terk ettim” diyemez. Dediği zaman; Allah’ın, meleklerin ve nâsın lâneti yani dışlaması üzerinde olur.

Bununla beraber tevbesi kabul olunur. İrtidat eden kimse iman edebilir. Dayanışma ortaklığına tekrar katılabilir. Dayanışma ortaklığına girip de sonra savaşa gitmeyen irtidat etmiş olur. Barış düzenine girip de bedelini ödemekten veya bedeline denk çalışmaktan kaçınan da irtidat etmiş olur. Bununla beraber bedelini ödemesi veya çalışmayı kabul etmesi hâlinde tevbesi kabul olunur.

وَأَصْلَحُوا (Va EaÖLıXUv)  “Ve ıslah ederlerse.”

Yani, irtidat etmelerinden dolayı zararları öderlerse, savaşa gitmemişlerse, tazminatını verirlerse, bedel ödememişlerse bedellerini öderlerse, o takdirde kendileri af edilecektir.

Demek ki, işlenmiş günahlardan da tevbe böyle olacaktır. Günahın kefareti verilecek, bir daha yapmama azminde olacak, o zaman günahları af olacak, suç ortadan kalkacaktır.

Tevbeye “ıslah” kelimesinin eklenmesi, tevbenin anlamını anlatmaktadır.

Suçların tevbe ve ıslah şekilleri yani kefaret cezaları, bucak mevzuatında belirtilir. Her bucak kendi baremini kendisi koyar ve cezalarını da belirtir.

فَإِنَّ اللَّهَ (Fa EınNa elLAHe)  “Allah”

Allah” Kâinat’ı yoktan var eden zâttır. Tüm düzeni O koymuştur. Yeryüzüne halife olarak insanı var etmiştir. Bazı hususlarda kendi adına karar alma yetkisini ona vermiştir. Herkes kendi için de Allah’ın halifesidir. Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve O’nun kulu olarak amel eder.

Topluluk Allah adına icmalar yapar ve kamu adına hareket eden kişileri yönetim yerine getirir.

Buradaki “Allah” kelimesini sosyal düzende “topluluk” olarak anlamalıyız. Bundan sonra gelen nekire haberler buna delâlet eder. Allah’ın zâtı kastedilseydi bunlar marife olarak gelirdi.

غَفُورٌ (ĞaFUvRun)  “Gafurdur. Örtendir.”

Yani, suçlar görülmez olur. Cezalar verilmez. İnfaz yapılmaz. Kayıt durur. Afta ise suç işlenmemiş hâle gelir. Kaydı da silinir. Böyle yapan kimselerin cezaları kalkar. Tevbeleri kabul edilmiş olunur. Kendilerinden gecikme cezası alınmaz. Yani, faiz tahakkuk ettirilmez, ek bir görev istenmez ve eziyet yapılmaz.

رَحِيمٌ (RaXIyMun)  “Rahmet edicidir.”

Böyle yapmış olan kimseler tekrar Hakka döndüklerinden, kendilerine iyilik de yapılır. Gerekirse yardım yapılır, işleri bozulmuş ise iş bulunur. İrtidattan dolayı ortaya çıkan eksiklikler giderilir. Bir kimse bir işten ayrılırsa, bir daha geri döndüğünde işe alınır. Tevbe kapısı açıktır.

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EınNa elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş olan kimseler.”

Kur’an’da mü’minlerden bahsederken “Ellezîne amenû” denmektedir. Dayanışma ortaklığına giren kimseler demektir. Bedel verenler de eksik olarak dayanışma ortaklığına girmiş kimselerdir.

Dayanışma ortaklığına girmeyen kimseler kâfirdirler. Kâfir olmaları iki manâ sebebiyledir. Biri, gerçekleri gizlemiş olmalarıdır. Diğeri de nankör olmalarıdır. Yeryüzünden yararlandıkları halde nankörlük yapıp da kamunun hakkını, insanlığın hakkını vermemektedirler. Yani, bedenen güvenlik görevini yerine getirmedikleri gibi bedel de vermemektedirler. Bunlar ayrı topluluk oluşturabilirler.  

Genel düzenlenme şöyledir:

Ocaktaki kadın ve erkekler dayanışma içindedir. Kadınlar temizlik, erkekler ise bekleme nöbetlerini tutarlar; isteyenler bedel verebilirler. İşte bu nöbet veya bedele katılmayan kâfirdir.

Bucakta erkekler koruma nöbetlerini tutarlar veya bedel verirler; katılmayanlar kâfirdir.

İlde iç güvenlik nöbeti tutar veya bedel öderler; katılmayanlar kâfirdir.

Ülkede savunma nöbetleri tutulur veya bedel verilir; vermeyenler kâfirdir.  

İnsanlıkta nöbet veya bedel yoktur. Ancak ülkenin nöbetlileri dayanışma içindedirler, çok büyük zararlar hâlinde insanlık dayanışması içinde bölüşülür. Böylece tüm insanlık dayanışma içindedir. Yani, iman etmiş olur. Kavimler de iman etmiş olurlar. İşte bu dayanışmaya katılmayan kavimler, yani devletler küfretmiş olurlar. Buradaki “Ellezîne keferû”dan kasıt budur. Böyle olan ocak, bucak, il veya kavimdir.

بَعْدَ إِيمَانِهِمْ (BaGDa IyMANıHiM)  “İmanlarından sonra”

Yani, dayanışma ortaklığına katıldılar, sonra çıktılar.

Baştan katılmayan ocak, bucak, il ve ülkeye yapacağımız muamele farklıdır. Onları kendi ülkelerinde terk ederiz, bizim onlara karşı mükellefiyetimiz yoktur, onların da bize karşı mükellefiyetleri yoktur. Ama dayanışma ortaklığına girip ondan yararlandıktan sonra, kendilerine yükümlülükler gelince “biz yokuz” diyen topluluk, imandan sonra küfretmiştir. Bunlarla kıtal meşrudur. Çünkü böyle yapılmazsa herkes yararlanacağı zaman akilede yani dayanışma ortaklığında olur, zora girdiğinde ayrılıp gider. Bu sebepledir ki dayanışma ortaklığını değiştirmek caizdir. Ancak onu kabul eden yeni ortaklık bütün mükellefiyetlerini devralmış olur. Eski sözleşmeler ortadan kalkmaz, sözleşmelerin bütün hak ve vecibeleri yeni dayanışmaya intikal etmiş olur.

ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا (ÇumMa ıZDAvDUv)  “Sonra küfrü ziyadeleştirdiler.”

Yani, askere gelmemekte ısrar ettiler, veya bedellerini ödemediler, yahut kendilerine düşen taksitlerini ödemediler. Ödememekte de ısrar ettiler, imkanları olsa da çalışmadılar.

Bugünkü hukukta buna “mütemerrid oldular” denmektedir. Bucak içinde ocak, il içinde bucak, ülke içinde il, insanlık içinde devlet böyle bir temerrüde gitmiş ise; hakemlerin kararlarına rağmen ısrarla yükümlülüğünü yerine getirmiyorsa, bunların tevbeleri kabul edilmeyecektir. Böyle olan ocak, bucak ve il ablukaya alınır. Çıkışlar serbest olur, girişler yasaklanır. Halk boşalıp nüfusları asgari sayıdan aşağı düştü mü hakemler kararı ile ocağa, bucağa, ile silahlı güçler girer ve bucağı dağıtır. Halk komşu bucaklardan istediklerine katılmış olur. Bucak ve il için de hükümler böyledir. Bucaklar komşu illere, iller komşu devletlere katılırlar. Bedel ödemekten kaçınan ülkeler ise savaş ülkesi haline dönüşür, gönüllü askerler buraları işgal edip ganimet olarak paylaşırlar. Savaşa katılmamış illere dokunulmaz. Komşu ülkelere tâbi olurlar. Yağma savaşa katılanların topraklarında yapılır.

لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْ (LaN TuQBaLa TaVBaTuHuM)  “Tevbeleri asla kabul olunmaz.”

Bir topluluk veya kişi bir kamu suçu işlerse, mahkeme kararı ile onun cezası verilir. İnfazdan önce tevbe ettiğini, bir daha böyle bir şey yapmayacağını beyan eder ve zararları tazmin ederse, onların tevbeleri kabul olunur. Ceza infaz edilse bile dışlanmaz. Topluluk tasfiye edilmez. Ama topluluk mahkeme kararlarına uymamakta ısrar ederse, mahkeme kararı ile o topluluk dağıtılır. Halk isterse yeni yöneticiler ve yeni sözleşmelerle topluluğunu kurmuş olur. Kişilerin malları kendilerine kalır, ama ortak mallar dağıtanlara kalır. Suçlular ise o toplulukta yer almazlar. Sürülürler.

Bu duruma geldiklerini hakemlerden oluşan mahkeme karar vermelidir.

وَأُوْلَئِكَ هُمْ الضَّالُّونَ (Va EUvLAEıKa HuM eLWalLUvNa)  “Ve işte onlar dalâlettedirler.”

Dalle” demek, kaybolmak demektir. Biri dalâlet etti demek, kayboldu demektir. Ben dalâlet ettim demek, kayboldum, yerimi bulamıyorum demektir. Bunlar dağıtılacaklardır. Savaşta iseler esir alınacaklardır. Bunların nereye gideceklerine de kendileri değil, galip olan güçler karar verir.

Dağıtılan bucak halkını diğer ocaklara bucak yönetimi bölüştürür. Dağıtılan bucakların ocaklarını il yönetimi karar verir. Dağıtılan illerin bucaklarını ülke yönetimi karar verir. Dağıtılan devletin illerini galip kuvvetler istedikleri devletlere verirler. Çünkü onlar artık nereye gideceklerini bilmemektedirler.

Buraya kadar anlatılanlar dünyevî hükümlerdir.

Uhrevî hükümler ise bundan sonraki âyette belirlenecektir.

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EınNa elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş olan kimseler.”

Hem bu âyette, hem bundan önceki âyette cümleler “İnne” ile başlamakta ve atıf harfi getirilmektedir. Çünkü bahsedilen kâfirler aynı kâfirlerdir, onların hükümleri anlatılmaktadır. Bununla beraber kâfirlerin hepsi aynı değildirler. Kimi tevbe etmiştir, kimi etmemiştir. Onların dünyadaki halleri birinci âyette anlatıldı, âhiretteki halleri de ikinci âyette anlatılmaktadır.  

Küfretmiş olan kimseler” demek, nöbet tutmayı, bedel ödemeyi ve diyet taksiti ödemeyi reddeden kimseler demektir. Burada şu hüküm çıkıyor ki, bedelleri toplayacak, askere sevk edecek, taksitleri tahsil edecek olan kuruluşlardır. Yani, bucak yönetimi tahsilatı veya sevkıyatı yapar. İl yönetimi tahsilatı veya sevkıyatı yapar.

Bunu yapmayan kuruluş küfretmiş olur. Kişiyi cezalandırma yetkisi ise bucağa aittir. Yani, biri askere gitmediği zaman onu muhakeme edip cezalandırma işi bucağa aittir. Hakemlerden birini nöbet birliği seçer. Yargı kararlarına uymayanlar ise askeri infaza yani ile havale edilir. Bunlar devlet topraklarına girdikleri zaman öldürülebilirler. Aksi takdirde devlet tazminat alır. Tazminat aldıktan sonra artık onu öldüremez. İsterse merkez veya bölge bucaklarına girmesini bekler, isterse diyetini alır.

Bu hüküm Mekke’ye sığınanlar için de geçerlidir. Mekke’ye sığınanların diyetini insanlık öder.

وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ (Va MAvTUv VaHuM KufFARun)  “Onlar küffar iken mevt ettiler.”

Onlar kâfir iken ölmüşlerse, demek ki tevbe dünya ve âhiret için geçerlidir. Bundan önceki âyete ait hükümler ise dünyevî hükümlerdir. Burada “kâfirin” denmeyip “küffar” denmesi, âhirette hesaplaşmanın kişisel olduğunu ifade eder. Dünyada cezayı birlikte ödüyorlar, çünkü dayanışma içindedirler. Kuruluşları dağılınca herkes zarar görmüş olur. Âhirette ise herkes ayrı ayrı hesaba çekilecek ve kimse kimsenin cezasını çekmeyecektir. Bu dünyada da hukuk düzeninde aynı kurallar vardır. Ortak sorumluluk askeri düzende oluşur.

فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ أَحَدِهِمْ (FaLan YuQBaLa MıN EaXaDıHıM)  

“Onlardan hiç birinden kabul olunmaz.”

Burada “Ehadihim” demekle âhirette sorumluluğun kişisel olduğu açıkça ifade edilmiştir. Dünyada ise kısmî tevbe geçerli değildir. Yani, halkın kimi dese ki; “Biz bize düşeni verelim, bucağımızı dağıtmayın!” yine kabul olunmaz. Hepsini ödemeleri gerekir. Âhirette ise her biri için ayrı bedel istenebilir.

Burada “kabul olunmaz” demek, sözleşmeye evet denmez demektir. İcab teklif etmiş olur. Kabul ise karşı taraftan gelir. Allah böyle anlaşma önerisini kabul etmez demektir.

مِلْءُ الْأَرْضِ (MilEu elEaRWı)  “Arz dolusu”

Arz dolusu” ifadesi ile önce âhirette de arzın olacağı ifade edilmiş olmaktadır. “Sıklu’l-erdi” demeyip “milu’l-erdi” demiş olması, âhirette arzın dolabilen bir özelliğinin olması demek olur. Yeryüzünü kaplayan anlamı gelebilir. Yeryüzünün tamamı altın olsa anlamına gelir. Çok altın ifade edilmiş olur.

Âhirette de altının değerli olacağı anlatılıyor. Âhirette de vardır ve kullanılacaktır demektir. Cennette herkesin vasat geçimi çalışmadan sağlanacaktır. Yeme bakımından bir açlık duymayacaktır. Ama orada da çalışanlar ücretlerini alacaklar ve daha yüksek hayatı yaşayabileceklerdir demektir. Yeryüzünde kuracağımız sosyal güvenlik de buna benzer olacaktır. Herkesin aşı olacaktır ve çalışanların işi olacaktır. İş daha fazla kazanmak için yapılacak, yaşama konusunda ise çalışsın-çalışmasın herkes güvende olacaktır.

ذَهَبًا (ZeHeBan)  “Altın”

Zeheb” altın demektir. Ülkeden ülkeye gidip geldiği için zeheb denmiştir. “Fıdda” ise gümüş demektir, ülke içi paradır. Başka bir âyette ikisi birden para olarak kullanılır. Altınla gümüş alınıp satılır. Gümüş ülke içinde kalır. Altın ise ülkeler arası paraların parasıdır. Ülke içindeki fiyatlar gümüş ile değerlenir.

Tüketim malları “buğday parası” ile, inşaat malzemeleri “demir parası” ile, hizmetler ise “gümüş parası” ile değerlendirilir. Taşınmazlar da bununla alınıp satılır. Buna “toprak parası” da diyoruz. Toprak parası gümüşle dengelenmelidir.

Âhirette yalnız altın para olarak kullanılmış olabilir. Hattâ altın dahi kullanılmaz, “kaydî para” olarak kullanılır. Altın sadece değerin tesbiti hizmetini görür. Sosyal yükümlülükler de sonunda altın ile değerlenmelidir. Mihir ve diyet böyledir. Dolayısıyla âhirette altın para olarak kullanılmasa bile, her şey altın değeri üzerinden ölçülecektir demektir. Defterlerde borç ve alacak altın üzerinden hesaplanacaktır.

وَلَوْ افْتَدَى بِهِ  “Onu iftida etse bile.”

Yani, yer dolusu altını olsa ve dese ki; “Ben bunu veriyorum, benim azabımı kaldırın”, yine kabul olunmaz. Küfür o kadar büyük suçtur ki, bütün iyilikler onu tartamaz.

Fidye” demek, bir zarara karşı verilen bedel demektir. “İftida etmek” demek, kendisini başka bir değerle kurtarmak demektir. Kâfir olan cehenneme gidecektir. Bunu hak etmiştir. Oradan kendisini kurtarmak istiyor ve yer dolusu altını fidye olarak vermek istiyor, ama yine kabul olunmuyor. Yani, bunların iyilikleri ne olursa olsun, ne kadar topluluğa hizmet etmiş olurlarsa olsunlar, savaştan uzak duramazlar, askerlikten veya bedel ödemekten kaçınamazlar. Küfrün fidyesi yoktur. Askerlikten kaçmanın bedeli yoktur.

أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (EuLAEıKa LaHuM GaÜABun EaLIyMun) “Onlara elîm azap vardır.”

Kur’an’da Türkçe’de kullanılan cezanın karşılığı azaptır. Ceza ise iyilik içinde kullanılan karşılıktır.

Burada azap elîm olarak ifade edilmektedir. Sıkıcı azap demektir.

Kur’an’da “azap” kelimesi değişik şekillerde anlatılmıştır. Bu kelimeler üzerinde çalışılarak ceza çeşitleri ortaya konmalıdır. Mesela, orada “azabe’l-cehîm” denmekte ise; bu hücre hapsi olarak ele alınabilir. Küfür etmiş olanlar için sıkıcı ceza olduğu söylenir. Elim azap, ayağı sıkan ayakkabıdır. Orada duyulan sıkıntı, ayağı sıkan sıkıntı benzeri sıkıntıdır. Bu azap âhiret azabıdır.

وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (Va MAv LaHuM MiN NaSıRIyNa)  “Onlara bir nasir de yoktur.”

Nusret” yardımdır. Düşmana karşı yardımdır. Azap görevlilerine karşı bir yardımcı da bulunmaz.

Kur’an’da dünya hayatı kadar âhiret hayatı da anlatılmaktadır. Çünkü dünyanın gayesi âhirettir.

Ağaç büyür çiçek verir. Meyve gayedir. Dünya hayatının gayesini nedir? Tek kelimeyle, âhiret.

Âhiret hayatının varlığını kanıtlayan delillerimiz vardır:

  1. Kâinat’ta yoktan hiçbir şey var olmaz, var iken de yok olmaz. İnsanın ruhu vardır. O halde nasıl bedeni dağılıyor ama yok olmuyorsa, ruhu da bedenden ayrılır ama yok olmaz. Uykuda olduğu gibi ayrı kalır. Tekrar bedene dönebilir.
  2. Biz dört boyutlu uzayda seyahat ediyoruz. Ruhumuz geçilen yerleri seyrediyor. Ne geçmişte olanlar yok oluyor, ne de gelecekte olanlar yok oluyor. Uykuda trenden iniyoruz, sonra dönüyoruz. Ölümle olan inişimiz biraz daha uzun sürmektedir. Seyahatimize devam etmememiz için bir sebep yoktur. Yeni yerlere gitmiş olabiliriz.
  3. Her şey bir maksat için yaratılmıştır. Ölümün bile gayesi vardır. Kendisinden daha iyi yeni oluşuma yer açmak. Kâinat boşu boşuna yaratılmadı. Daha iyi hayata hazırlık için çöküyor. Yoksa bir parlayıp sönmenin manâsı yoktur.
  4. İnsan yaşamak istiyor, canlıda kandırmaca yoktur. Bir şeyi istiyorsak o olabilir demektir. Tarih boyunca insanlar hep âhirete inandılar. Geleceği düzenleyen ve haber veren kitaplar hep âhireti haber verdiler. O halde bu hep yanılma olamaz.

Kur’an baştan sonuna kadar dünya hayatını düzenler, ama her yerde âhireti hatırlatır.

Biz Kur’an’ı sosyal oluşa göre yorumluyoruz. O sebepledir ki bunların üzerinde fazla durmuyoruz. Âhirete göre yorumlanıp açıklandığında âhiret hakkındaki kanaatimiz daha da netleşmiş olacaktır. Nitekim, müsbet ilimle ilgili âyetleri okudukça Kur’an’ın ilâhî söz olduğuna dair kanaatimiz netleşmektedir.

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2180 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2192 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2315 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2859 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3474 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2506 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2082 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
1964 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2269 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1864 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2355 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2329 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3294 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2331 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2668 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
1980 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2164 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3274 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2924 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2194 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2533 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2779 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2844 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2445 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2369 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3633 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2506 Okunma

© 2024 - Akevler