ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 35
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنْ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(134) وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللَّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ ذَكَرُوا اللَّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا اللَّهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ(135) أُوْلَئِكَ جَزَاؤُهُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَنِعْم َأَجْرُالْعَامِلِينَ (136)
الَّذِينَ يُنْفِقُونَ (elLaÜIyNa YuNFIQUvNa) “Onlar infak eden kimselerdir.”
Boyutları yer ve gök boyutları olan cennetlerin kendileri için hazırlanmış veya vaadedilmiş kimseler infak ederler. “İnfak etmek” demek, ayırmak demektir, Harcamak demektir. Tüketirler demektir.
Burada müslimlerin vasıflarını saymaktadır. Muttakiler ve infak edenler kurallı çoğulla çoğaltılmıştır. Ortak harcama müessesesine sahiptirler demektir. Yani, zekâtlarını toplarlar, sonra da Kur’an’da yazıldığı gibi dağıtırlar demektir. Bu muttakilerin vasıfları sayılırken namazları ikame ederler, toplantılar yaparlar demiyor. Bunlar için “infak ederler” diyor. Bu âyetlerin başında da “Ey mü’minler” diye başlamaktadır. Dolayısıyla muttakilerin cennetine mü’minler de gideceklerdir.
فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ (Fıy elsSarRAEı Va elWarRAEı) “Sararda ve dararda.”
Zaruret hâlinde iken, darda iken de; surur, sevinç hâlinde, meserret hâlinde iken de infak ederler.
“Serir” kanepe demek, koltuk demektir. Arkasına yaslanıp oturulacak yerdir. Kanepenin altına konup saklanan şeye “sır” denir. Kanepede oturup rahatlamaya da “surur” denir ki; sevinç, neşeli hallerinde demektir.
“Darar” da gözleri tam görmeyen kataraktlı kişi demektir. Sıkıntılı veya zararlı hâli ifade eder.
Burada zengin olanların sevinçli oldukları zamanlarda da, sıkıntılı oldukları zamanlarda da infak ettikleri ifade edilmektedir. Başka bir manâsıyla da, kendileri zengin olsalar da olmasalar da infak ederler demektir. Çünkü kendisinden daha darda olana karşı infak farzdır.
Bir bucakta servet sayımı yapılır. Varlıkları yarısından az olanlara “fakir”, çok olanlara “zengin” denir. Onlardan (zenginlerden) alınıp onlara (fakirlere) verilir. Sonra bunlar bedelli oldukları için askerlik yapmamakta, savaşa gitmemektedirler. Dolayısıyla bunlar servet sahibidirler. Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da azınlıkların zengin olmalarının sebebi bu idi. Bu zenginlikleri hâlâ devam ediyor. Kendileri %1 oldukları halde Türk sermayesinin belki yarısını hâlâ etkileri altında tutuyorlar.
Başka bir ifade de şudur. Müslimler vergilerini ayrı ayrı değil, birlikte öderler. Cizyelerini kişi başına verseler de vergileri cemaatçe öderler. Kendi ocaklarında ve kendi bucaklarında bağımsız olurlar.
وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ (Va eLKAvJıMIyNa eLĞaYJa) “Ve gayzı kezm ederler.”
“Kezm etmek” tulumun ağzını kapatmaktır. Tuluma su konur ve çölde onunla seyahat edilirdi. Bugün matara taşınmaktadır. Kezmi matara kapağı olarak adlandırabiliriz. Yahut, tulumun ağzını sıkan sırım veya iptir.
“Gayz” köpük demektir. Gaz kelimesi buradan gelmiş olabilir. Hırsından, kinden solumak, ağzından tükürükleri saçmak demektir. Türkçede “köpürmek” kelimesi aynı anlamdadır.
Kızgınlık veya kin insanın elinde değildir. Hissîdir. Ancak bunu etkisiz hâle getirip içte saklamak irade ile ilgilidir. Bunu ayrı ayrı kimselerin yapmasından ziyade, toplulukların yapması gerekir.
Genel olarak küçük topluluklar büyük toplulukları kızdıracak işler yaparlar. Ama büyük devletler bunlara aldırmaz, onlara karşı sabırlı olurlar. Bunu dalgaların kayalara çarpması gibi bir şey kabul ederler. İktidarda olanlara karşı da halk böyle yapar.
Bu ağırbaşlılığı Allah Müslimlerden de istemektedir. Her toplulukta terbiyesizlik yapanlar olabilir. Varolan durumu sindiremeyenler olabilir. Kızmamak gerekir. Zaten hazımsızlık onları yeter derecede rahatsız ediyor. Ayrıca bizim ceza vermemiz gerekmez.
وَالْعَافِينَ عَنْ النَّاسِ (Va eLGAvFIyNa GaNı elNAvSı) “Ve nâsı afvedenlerdir onlar.
“Afv etmek” demek, otları yolmamak, sakalı ve bıyığı kesmemek anlamındadır. Biz sakalı uzattı deriz. Yani uzamasına izin verdi demiş oluruz. Kötülük yapanların kötülüklerinden vazgeçirip cezalandırmama “mağfiret” ise; “afvetme” demek, o kötü hallerinde onların o işleri yapmalarına izin verme demektir.
Basın bugün bize her türlü kötülüğü yapmaktadır. Bize yalan haberler vermekte, haberleri çarpıtmakta, bize hakaret etmektedir. Şimdi biz onları bu yaptıklarından vazgeçirebiliriz. İktidar olduğumuzda baskı yapar, susturabiliriz. 27 Mayıs ihtilâlinin bir subayı bir arkadaşımıza anlatmış. Basını ne yapalım diye düşünmüşler. Bir gemiye doldurup seyahate çıkaralım, sonra gemiyi batıralım bile düşünmüşler. Tabii öyle yapmadılar. Ama yapsaydılar şimdi çok daha şirret bir basın oluşurdu.
Adil Düzenciler de iktidar oldukları zaman basını tenkil etmek cihetine gitmeyecekler, onları serbest bırakacaklar, “bu yaptıklarınızı yapmaya devam edin!” diyecekler. Yani onları affedecekler.
Onların zararlarını millî basını oluşturmakla karşılayacaklar. Yani, doğru haberi veren televizyon olursa, sağlıklı yorumu yapan yazar olursa; isteyen yalanı dinlesin, isteyen doğruyu.
Bugün bizim çektiğimiz sıkıntı şudur. Doğru haberi okuyacağımız bir gazete yoktur, bir dergi yoktur, bir televizyon yoktur. Taşların arasından pirinç tanelerini bulup olayları değerlendirmek zorunda kalıyoruz.
Demek ki, kötülükleri yok etme yerine, kötülükleri etkisiz hâle getirmek gerekmektedir.
Hastalık için de durum budur. Şimdiye kadar hiçbir mikrobun kökü kurutulamamıştır. Ancak hastalıklara sebebiyet veren mikroplar etkisiz hâle getirilebilmektedir. İlâhi nizam budur.
وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (Va elLAvHu YuXıbBu elMuXSıNYvNa) “Allah muhsinleri sever.”
“Hasen” güzel demektir. Yan yana bulunan sırtların içinde yükselmiş iki dağdan büyüğüne “hasen”, küçüğüne “hüseyn” denmektedir. Sonra “hasen” kelimesi mecazi manâda iyilik anlamına gelmiştir.
“İhsan etmek” demek, iyilik etmek demektir. İnfak etmek maddî iyiliktir. İhsan etmek daha çok bedenî iyiliktir. Mesela, bir hastaya bakmak, yahut birisine bir şey öğretmek bu kabil iyiliklerdendir. Bununla beraber maddî iyilikleri de içine almaktadır.
İnfakta karşılık bekleyebilirsin. Mesela, tarlaya tohum saçarsın ekin gelsin diye, bu infaktır. Eve nafaka getirirsin, eşim çocukları büyütsün diye. Zekâtta da, verilen zekât miktarınca ve karşılık olarak kredi alınmaktadır. Altyapı hizmetlerinden verilen zekâta göre yararlanılmaktadır. Zekâtı verilen mal sigortalanmaktadır.
İhsanda ise sen iyilik edersin ve artık ondan hiçbir şey beklemezsin.
Burada, yukarıda sayılan infak, kezm ve afların da ihsan olarak yapılmasına işaret etmektedir.
Allah’ın ihsan edenleri sevdiğini ifade etmektedir. İnsan olarak Allah’ın sevgisinden daha büyük bir mükâfatın olamayacağını düşündüğümüzde, ne büyük ücretlerle taltif edildiğimiz ortaya çıkar. Devlet de böyle yapanları gözetmelidir.
Müslimleri bu vasıflarla tavsif etmiş olması, bunların siyasi haklar dışında yönetime katılma hakları olduğunu ifade eder. İlmî, meslekî ve dinî kuruluşlarda ve bunlara bağlı hizmetlerde bunlar da mü’minler gibi kamu görevlerinde ve hizmetlerde yer alırlar. Sadece güvenlikle ilgili konularda bunlar katılmak zorunda değildirler ve bundan dolayı da kamu yetkilerini kullanamazlar. Bunların muhalefeti icmayı bozar. Beşeri icmada müşrik olmayan her alimin iştiraki gerekir.
وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً (Ve elLaÜIyNa EıÜAv FaGaLUv FavXıŞaTan)
“Ve fahişei fiil ettiklerinde.”
Burada “Ellezîne” iade edilmiştir. Yukarıdaki kimseler değil, başka kimselerdir. Bunlar da muttakilerdir. Yalnız yukarıdakilerden farklı yönleri öne çıkmıştır. Yukarıda infak eden, gayzı bastıran, nâsın isyanlarına göz yuman, ihsan eden kimselerdir. İyilik edenlerdir. Burada ise kötülük yapıp kötülükten vazgeçip tevbe edenlerdir.
“Fahşa” kelimesi suue, Allah’a bilmediğini söyleme, fakar, münker ve bağy, münker, zulm, maktan ve sae sebiyla, zina, eşcinsellik, bâtın ve zâhir, kebire’l-ism kelimeleri ile beraber kullanılmıştır. “Fuhş” kelimesiyle kastedilen; bunlardan her biri olmaktan çok, bunların aşırı yapılmış olması fuhuştur. Sürekli yapılması fuhuştur. Evlilerin zina yapması fuhuştur.
“Fahiş” kötülükte aşırılığı ifade etmektedir. “Bahıs” eşeleyen demektir. “Fahaşa” fataşa gibi karıştırdı demektir. Fiil olarak kötülük yaptı anlamı gelmez. “Fahiş” demek aşırı demek olduğundan, aşırı olanı işlerler manâsı çıkar. Burada “fuhş” nefsine zulmedenlere karşılık kullanılmıştır. Çoğul olarak kullanılmıştır.
Demek ki, işlenen kötülükler iki kısımdır. Biri, insanın kendisine zararı vardır. Bu zulümdür. Bir topluluk bir kötülük yapmış ama o kötülük kendilerinde kalmışsa o zulümdür.
Ama eğer bir kötülük fahiş ise o başkalarına da yaygın kötülüktür. Yalnız yaşayanlara değil, sonra gelecek olanlara da fuhuştur. Zina bu husus âdet hâline getirilirse en ileri bir fuhuş olmaktadır. Bir insan sigara içer ve kendisine zarara verir. Bunun kötülüğünü görür, vazgeçer. Oysa fuhuş kendisine zevk verir ama başaklarına kötülük olur, nesle kötülük olur, insanlığa kötülük olur.
أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ (EaV JaLaMUv EaNFuSaHuM) “Ya da kendi nefislerine zulmettiler.”
“Nefislerine zulmetmek” demek, kuralsız davranmak, karanlıklara sürüklenmek demektir. Çünkü insanlar kuralsız davranınca kimse ne ile karşılaşacağını bilemez ve helâk olur.
Onun içindir ki içtihadı yap, kendi yaşayacağın kuralı kendin koy, ama kuralına uy. Çünkü herkes senin nasıl davranacağını bilsin ve o da ona göre hareket etsin. Sözleşmeleri yap, serbestsin; ama sözleşmelere uy.
Ocağını ve bucağını kendin seç veya kur; ama o ocaktaki kurallara uy, yetkilileri dinle.
Nihayet haksızlığa uğrarsan hakemini seç. Karşındaki de hakemini seçsin. Onlar da baş hakemi seçsin. Ama sonra hakemlerin kararlarına uy.
İşte bir toplulukta insanlar böyle kendi koydukları kurallara kendileri uymazlarsa, bu durumda onlar kendi nefislerine zulmediyorlar demiş oluruz.
Bu izahtan şunu anlıyoruz ki, kendi koyduğumuz kurallar dışında beşeri kurallar vardır. Onları mübah hâle getiremeyiz. Onlar tabiî ve sosyal kanunlar gereği kötüdür. Bunların kötülükleri icma ile sabit olmaktadır.
Bir şeyin insanların iradesi üstünde kötü sayılması onun fahiş olmasını yanı kötülüğün açıkça belirli olmasını gerektirir. Şimdi cezalarda kıyas olup olmadığı tartışılıyor. Biz deriz ki; fahiş olanlara kıyas caiz değildir. İcma ile sayılmış olması gerekir. Ama topluluğun kendi iradeleri ile koydukları kurallara uymamak zulümdür ve orada kıyas vardır.
ذَكَرُوا اللَّهَ (ÜaKaRUv elLAHa) “Allah’ı zikrettiler.”
Allah’ı andılar. Birbirlerine hatırlattılar. Kâinatı var eden Allah’ı andılar. O’nun değişmez tabiî ve sosyal kanunlarına uymak gerektiğini hatırladılar ve aynı zamanda topluluklarını, insanlığı hatırladılar, kendi koydukları kuraları hatırladılar ve yanlış olduğuna kani olup istiğfar ettiler.
فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ (Fa iSTaĞFıRUv Lı ÜuNUvBıHıM) “Zenblerine istiğfar ettiler.”
Demek ki “zenb” deyince fuhuş da zenbdir, zulüm de zenbdir.
“Zeneb” kuyruk demektir. Fiili topluluğa karşı gizlemek durumunda olduğun her şey zenbdir.
“İstiğfar etmek” demek, onu gömmek ve üstünü kapatmak demektir. Yani, ister zulüm olsun, ister fuhuş olsun bir suç işlendiği zaman onları muhakeme edip cezalarını vermek istiğfardır. Topluluğun istiğfarıdır.
Cezaların iki gayesi vardır. Biri, zulme uğrayanların zulümlerini ortadan kaldırmaktır, diyetleri ödemektir. Diğeri ise caydırıcılıktır. Yani bir başkasının onu işlemesini önlemektir.
İşte topluluk için istiğfar budur.
Zina cezalarında dört adil şahidin şehadeti şart koşulmuştur. Bu şahitleri getirmeyenler kendileri cezalanmaktadırlar. Ancak zina suçu sabit olursa artık afv edilmemektedir. Yüz sopa vurulmaktadır. Cezadan sonra da artık insanlar suçlu sayılmamaktadır.
Cinayetlerde afv müessesesi bunun için getirilmiştir. Kısas caydırıcılıkta etkindir. Diyet ise zulmü gidermektedir. Cinayet işleyen affedilip edilmeyeceğini bilmediği için kısası göze alarak cinayeti işler. Böylece kısas caydırıcılıkta etkin olur. Ama sonra afv edilirse mirasçılar yararlanmış olur. Ölen ölmüştür. Bu da mağfiret gereği işlenmiştir. Ancak burada afv kararını öyle birisi vermelidir ki caydırıcılığı kaybolmamalıdır. Kendi çıkarı da olmalıdır. Ölenin vârisi olan en yakınlısı verir. Yani kardeşi verir.
وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا اللَّهُ (Va MaN YaĞFıRUv elÜuNUvBa EılLAv elLAvHu)
“Allah’tan başka zunubu kimse mağfiret edemez.”
Bu dünyada cezasını çekmese bile âhirette çekecektir.
Burada afv yetkisinin topluluğa ait olduğu da ifade edilmiştir. Yani, afv asıl değildir. Asıl olan suçun cezasının çekilmesidir. Ama şer’an affetme yetkisi verilen kimseler affedebilirler. Dolayısıyla hırsızı malı çalınan affedemez. Gizli işlenen suçlar affedilemez.
Yakını olmayan kimseyi affedecek kimse olmadığından ona kısas uygulanır. Böylece gariban korunmuş olur. Cezalandırmak yetkisi topluluğa ait olduğu gibi affetmek de topluluğa aittir. Kişinin hakkı cezalandırmak değildir, kaybettiği hakkını almaktır. Bizzat ihkak-ı hak da kendi adına değil, topluluk adınadır, Allah adınadır.
وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُو (Va LaM YuÖırRUv Ala Mav FaGaLUv)
“Fiil ettiklerinde ısrar etmezler.”
“Sar” şiddetli esen rüzgardır. Sarsıntıdır. “Israr etmek” demek, bir işte bazen geri çekilsen bile tekrar tekrar onu yapmak demektir. Fuhuşta kurallara uymamada ısrar vardır. Yani, eğer topluluk artık onu suç saymıyorsa, herkes rüşvet alıyor ve veriyorsa, herkes vergi kaçırıyorsa, herkes serbest cinsi ilişkide bulunuyorsa; burada zulüm ve fuhuşta ısrar vardır. Fıkıhçılar bu duruma “belvi umumi” demişlerdir.
Topluluğun işte bu belvi umumiden vazgeçmesi gerekir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay değildir.
Bugün bütün insanlık bu belvi umumun içindedir.
وَهُمْ يَعْلَمُونَ (Va HuM YaGLaMUvNa)
“Onlar bile bile zenblerini işlemede ısrar etmezler.”
İşte bu duruma düşmüş olan topluluğumuzu kurtarmak için çalışmalıyız. Biz bunların dışına çıkmalıyız. Çareler bulmalıyız. Bu hususta verilen emir yalnız mü’minlere değil, müslimleredir. Daha mü’min olamadık. Ama müslimiz. Bunları yapmak zorundayız.
Şimdiye kadar bilemediğim bir hususu bu âyetler şimdi bize aydınlatmış oluyor. Mü’min olmak için hicret etmek, dayanışma ortaklıkları kurmak, gece namazları, beş vakit namazları birlikte kılmak gerekmektedir.
Biz bunu yapmadığımıza göre; market açabilir miyiz, ekonomik faaliyet gösterebilir miyiz? Biz Akevler’de bunu yaptık mı? Yoksa ille aşiretimizi ve kabilemizi yani ocağımızı ve bucağımızı kurmamız mı gerekir? Başka bir deyişle, siyasi bir oluş olmadan ekonomik oluş mümkün müdür?
İşte bu âyetler bize bunun olacağını bildirmiş oluyor. Çünkü namaz şartı koymadan da infakı emretmiş, fuhuş ve zulümden dönülebileceğini bildirmiştir.
Ancak ilme ihtiyacımız olduğunu da bu âyet bize anlatmış oluyor. “Akevler” Adil Düzencilere Allah’ın büyük rahmeti olmuştur. Siteleşmeden de ekonomik işletmeleri kurabileceğiz.
أُوْلَئِكَ جَزَاؤُهُمْ مَغْفِرَةٌ (EuLAEıKa CaZAEuHum MaĞFıRaTun)
“İşte onlar için mağfiret vardır.”
Burada “Ulâike” nereye gidiyor? Muttakilere gidiyor.
Muttakileri iki grupta toplayarak vasıflandırdı. Kimileri kötülüklerle mücadele edip ahlâklarını düzeltmek ile meşgul olurlar. Kimileri ise ekonomik işletmeler yaparlar. Ama bunlar bir cemaattirler. Birbirlerinden ayrılmazlar. Çalışıp kazananlar oluşturdukları ortak bütçe ile ilmî kuruluşlar kurarlar. Bunlar fuhşu ve zulmü ortadan kaldırmak için meşgul olurlar.
İş yapanlar baştan kendilerini faiz ve ekonomik zulümden koruyamazlar. Ancak onlar kazandıklarından paylar ayırırlar ve bu payları ortak bütçede toplarlar. İlim adamları bu bütçeden yararlanarak zulüm ve fuhşu kaldırmak için faaliyette bulunurlar. İşte böylece Adil Düzen ocağı ve bucağı kurmadan da “Adil Düzen”in gelmesini gerçekleştirme imkânı ortaya çıkabilir.
ٌ مِنْ رَبِّهِمْ (Mın RabBıKuM) “Rabbinizden bu mağfiret olacaktır.”
Rabları tarafından karşılığı, mükâfatı mağfirettir deniyor. Yani, siyasi bir birlik oluşturmadan da ekonomik birlik içinde fuhuş ve zulümden kurtulmaya çalışan müslimlerin mükâfatı mağfirettir.
Şimdiye kadar işlemiş oldukları zenbleri mağfiret edilecek, fuhuşları mağfiret edilecek, zulümleri mağfiret edilecek. Bu dünyada mağfiret edilecek. Adil Düzene kavuşacaklardır. Bu Rablarından olacaktır.
Allah öyle sosyal ve tabiî kanunlar koymuştur ki, böyle yapanlar, bu gibi faaliyetlerde bulunanlar beklenmedik yerlerden destek alırlar ve başarılı olurlar.
وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ (Va CenNAvTın TaCRIy MıN TaPTıHAv eLEaNHARu)
“Ve onlara altında nehirlerin aktığı cennetler vardır.”
“Cennet”ten bahsedilmişti. Onun boyutları Kâinatın boyutları olarak gösterilmiştir. Burada da nekire olarak “cennetler”den bahsetmektedir. Rahmân Sûresi’nde belirtilen dört cennet burada açıklığa çıkmaktadır.
Müslimler de ikiye ayrılmaktadır. Birileri barışçıdır. Günah zaruret olmadıkça işlenmemektedir. Ama kötülüğün ortadan kalkması için mâlen de cihat yapmamaktadır. Bunlara bu Kâinatın devamı olan bir cennet vardır. İkincileri ise bedenen cihat yapmasalar da, siyasî cihat yapmasalar da, mâlî cihat yapanlardır. Kötülüğü ekonomik desteklerle kaldırmak isteyenlerdir. Bunlar için yukarıdaki vaadedilen cennetin dışında bir cennet vaadedilmiştir. O bu Kâinatın dışında, dördüncü boyutta daha üst bir cennettir. Oraya birinci grup gidemez.
Bu müslimler her iki tarafa gideceklerdir. Ayrıca mü’minler için de böyle iki cennet daha vaadedilmiştir. Bunlardan biri ashabı yemin olan mü’minlere aittir. Onlar bedenleri ile cihat yapmaktadırlar. Diğerleri ise mukarrabun olanlardır.
خَالِدِينَ فِيهَا (PAvLıDIyNa FıyHAv) “Orada sürekli olarak kalacaklardır.”
Bu ifadeden anlaşılıyor ki, bu cennetler dünya cennetleri değil, âhiret cennetleridir.
Yukarıda bahsedilen cennette “halidîne fîhâ” denmemiştir. Bu cennet için “halidîne fîhâ” denmiştir. Çünkü âhirette de ameli salih vardır. Bu sayede insanların dereceleri yükselmektedir.
Bu cennette bu Kâinatın devamı olan cennetten daha üst cennete gidebilmek için orada herkes çalışacak ve başaranlar sınıflarını geçeceklerdir. Kıyas yoluyla diğer cennetler için de aynı hususlar söylenebilir.
وَنِعْم َأَجْرُالْعَامِلِينَ (Va NıGMa EaCRu eLGAvMıLIyNa) “Amillerin ücretleri ne kadar iyi”
“Amillerin ücretleri ne kadar iyi” denmektedir; “iman edenlerin” denmiyor, “amel edenlerin” diyor. Çünkü mâlî cihat amel ile yapılmaktadır. Herkes çalışıyor, kazanıyor, yaşıyor, işini geliştiriyor. Kazancının bir kısmını ise ortak hesaba koyuyor, onunla Adil Düzene göre bir işletme kuruyorlar. O işletme ile fuhuş ve zulmün kalkması için ekonomi yoluyla cihat yapılıyor. Böylece bu ameller sayesinde zulüm ve fuhuş bitiyor. Kendileri de büyük başarıya ulaşıyorlar.
Burada bir hususa daha işaret edelim. Fuhuş ve zulmün ortadan kalkması için insanlar sadaka vermekten çok, ortaklık(lar) kurmalıdırlar. Yani, helal kazançtan ayırmalı ve ortaklıklar kurmalıdırlar. Böyle yapanlar ücretlerini alacaklardır.
Adil Düzen işletmesini şöyle kuruyoruz:
Baştan herkesin nesi varsa ortaklığa koyuyor. Binayı koyuyor, emeğini koyuyor, sermayesini koyuyor, kefaletini koyuyor. Ortaklık böylece kuruluyor. Peşin olarak ortaklıktan kimse bir şey istemiyor. Herkes yakın geleceği değil, uzak geleceği istiyor. İşletme kurulup da market faaliyete geçtiğinde, bütün ortaklar eskiden konan payların karşılığını fazlasıyla alıyorlar.
“Akevler”, kırk seneye yaklaşıyor, hep bu amaçla çalışmıştır. Henüz bu çalışmalarımızın meyvelerini almamış bulunuyoruz. Ama bu âyet bize müjdemizi vermektedir. Yalnız sabırlı olmalıyız. Başladığımız işleri yarım bırakmamalıyız. Akevler henüz işleri bırakmamıştır. Ama çalışmaya ara vermiştir. Beklenmektedir.
Âhirette ise bunların karşılığının verileceğini Allah bildirmektedir.
Bu bilinç içinde Adil Düzenciler çalışmalıdırlar.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus vardır. Yöneticilere düşen görev; kendi hayatlarını onlardan (yani halktan) daha müreffeh hâle getirmemelidirler. Herkes bu nimetlerden yararlanmadan önce kendileri yararlanmamalıdırlar. Hazreti Muhammed, Ebu Bekir, Ömer ve Ali hayatlarını böyle sürdürdüler. Müslümanlar büyük refaha erdikleri halde, kendileri hayatlarını değiştirmediler. Lüks yaşayışa gitmediler.
18. yüzyıldan sonra İslâm âlemi gerilemeye başlamıştır. Her tarafta mağlubiyetler ve gerilemeler vardır. Şaşkına dönen Müslümanlar, önceleri Osmanlı padişahından imdat beklemiş ve hepsi kurtuluş ümidini ona bağlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile bu ümit de sona erdi.
Dindarların mağlubiyeti yalnız Müslümanlar için sözkonusu değildi. Kilise de çökmüştü. Budizm de yıkılmıştı. İnsanlık yalnızlık içinde ve ümitsiz bir halde kıyameti bekliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması dünyanın mağlup halklarını ümitlendirmiş, ancak inanmış kimselerin ümitleri birden sönmüştür. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra bağımsızlık rüzgârları esmiş ise de, ateizm inananları bağımlılıktan daha beter hâle getirmişti. İnsanlık 21. yüzyıla sosyalizm yani ateizm çökmüş bir durumda girmiştir. Ancak, şimdi de dünyayı saran yeni belâlar vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
- Dünyanın her yerinde “enflasyon” vardır. Yani para paralık görevini görmüyor. Enflasyon sebebiyle ülke ekonomileri çökmektedir.
- Dünyanın her yerinde “dış borç” vardır. İç borç da dış borç şeklindedir. Böylece insanlar özgürlüğünü kaybetmiş, her an can havliyle ekonomi ile boğuşma durumundadır.
- Dünyanın her yerinde “işsizlik” vardır. İşi olanlar da her gün işsiz kalacağım korkusu içindedirler.
- Dünyanın her tarafında “dengesiz bölüşme” vardır. Çalışanlar veya çalışmayanlar her zaman açlık korkusu içindedirler.
-Bu ekonomik çöküşe kim çare bulacaktır? Bu gidişe nasıl dur denecektir?
Bunun yanında çevre kirliliği, işkence, rüşvet ve mafya dünyayı sosyal çöküntüye götürmektedir.
Soru şudur:
-Acaba önce ekonomi sonra sosyal düzen mi düzelecek; yoksa, önce sosyal düzen sonra ekonomi mi?
Peygamberler ekonomiden önce sosyal düzeni düzelttiler. Buna bakarak bizim de önce parti kurmamız gerektiği görüşü hakimdir. Akevler buna tam olarak katılmamakla beraber, bu görüşün uygulaması denendi. Sonunda ne “sosyal düzen” ne de “ekonomik düzen” düzeldi. Sadece ahlâkı düzelterek düzeni değiştirme denemesi de yapıldı. Ne var ki, bu deneme sonunda da ne “sosyal düzen” düzeldi, ne de “ekonomik düzen”.
O çalışmaların yararı olmuştur. Bugünkü duruma o çalışmalar sayesinde gelindi.
Bu âyetler bize yeni şeyleri denememiz gerektiğini söylüyor:
- Her şeyden önce günlük hayatımızı sürdürürken, kazancımızın veya sermayemizin bir kısmını ayırarak “Adil Düzene göre işletmeler” kurmalıyız. Zamanla işimizi o işletmelere aktarmalıyız.
- Diğer taraftan ekonomik kuruluşlarla elde ettiğimiz artı değerlerle Kur’an’ı müsbet ilme göre yorumlayıp “III. Bin Yıl Uygarlığı”na hazırlık yapmalıyız.
- Sosyal yardımlaşma ve ahlâkî davranış cemiyetleri ve ortaklıkları kurmalıyız.
- Siyasi partiler arası uzlaşma ile “Adil Düzen”i siyasi olarak da getirmeliyiz.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 36
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ فَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُروا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ(137)
هَذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقِينَ(138) وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمْ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ(139) إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ(140)
وَلِيُمَحِّصَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ(141)
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ (QaD PaLaT MıN QaBlıKuM) “Sizden önce halvet etti.”
Bundan önceki âyetlerde, ey iman edenler, riba yani faiz yemeyin nehyi ile başlamış ve mü’minler için iyi işleyenlerin ücretleri ne iyidir diyerek bitirdikten sonra, “sizden önce kurallar geldi” ifadesiyle mü’minlerin hallerini anlatmaktadır. Bugün bize hitap ederek diyor ki, faizi katlayarak ekletmeyiniz. Faizli düzen içinde yaşamayınız. “Sizden evvel de kurallar geçti” demektedir.
Birinci Kur’an Uygarlığı bizden önce geçmiştir. Birinci Kur’an Uygarlığı’ndan önce Tevrat Uygarlığı örnek olarak geçmiştir. Sonra o uygarlık Tevrat ve İncil Uygarlığı olmuştur. Şimdi biz de İkinci Kur’an Uygarlığı’nın fecrindeyiz. Ufukta ezan sesi ha duyuldu, ha duyulacaktır.
“Hali” boşluk demektir. “Mali” dolu demektir. İki bardaktan biri dolu, diğeri boş olsa, dolu olana “memlu”, boş olana “hali” denmektedir. Yahut, çardakların kurulduğu yer “meskun”, boş olan yerler “hali” olan yerlerdir. “Halvet etmek” demek, yerini boş bırakmak demektir. “Halâ” demek, gelip geçti demek, boşaldı demektir. “Qad” kelimesi olayın devam etmesi demektir. “Cae” geldi demektir. “Qad Cae” geldi ve şimdi buradadır demektir. Yani, sünnetler geçti ama sizin için de o sünnetler duruyor demek olur. Siz zannetmeyin ki Medinelilerin başına gelenlerden farklı şeyler gelecektir. Tabiî ve sosyal kanunlar değişmez.
سُنَنٌ “Sünnetler, kurallar”
“Sinn” diş demektir. “Sünnet” bir kuraldır. “Sünen” çoğul olarak kurallar demektir. Birbiri arkasından gelen ve birbirine benzeyen olaylar demek olur.
Allah Kâinatı var etmiştir. O kurallar içinde hareket etmektedir. Bu sayede insanlar ne olacağını bilmektedirler. Ellerini ateşe soktukları zaman ateşin yakacağını “sünnetler” sayesinde bilmektedirler. Elmayı yedikleri zaman karınlarının doyacağını bilmektedirler. Yoksa elma yerine zehirli bitki yer ve ne olacağını bilmezlerdi. Tabiî kanunlar olduğu gibi sosyal kanunlar da vardır. Kur’an sosyal kanunlarının da değişmez olduğunu bildirmektedir. Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in başına ne gelmişse, onların cemaatlerine neler olmuşsa, sizde de onlar olacaktır. Kur’an bize “bunu bilin” diyor.
Mekke ve Medinelilere bu âyetler okunduğu zaman onlar bugün bizim bildiğimiz tarihi bilmiyorlardı. Daha İslâm Medeniyeti oluşmamıştı. Ama benzer olay oldu. O halde şimdi de benzer olay olacaktır.
Nasıl Mezopotamya medeniyetleri doğdu, yaşadı ve battı… İbrani medeniyeti doğdu ve tarih oldu… Hıristiyanlık uygarlık olarak yok oldu… İslâm uygarlığı yok oldu... Ancak, bunların hepsinin yerlerine daha iyi medeniyetler doğdu… Şimdi ve gelecekte de yeni medeniyetler doğacaktır... Daha taze ve daha dinlenmiş gün doğsun diye, gece olmaktadır. Yaz gelsin ve daha şenlikli bir mevsim yaşansın diye, kış olmaktadır. Daha ileri seviyedeki Yeni İslâm Uygarlığı, II. Kur’an uygarlığı ortaya çıksın diye, I. Kur’an Uygarlığı da çöktü.
Bunlar sünnetlerdir, bunlar kurallardır; değişmez.
فَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ (Fa SIyRUv Fı elEaRWı) “Arz içinde seyr edin. Yerde dolaşın.”
“Seyr etmek”, “seyl etmek” kelimesi ile akrabadır. Seyl, sehl ova anlamındadır. Coşan suyun akması anlamındadır. “Seyahat” kelimesi de bu anlamda yakındır. Seyahat, sadece dolaşmak için dolaşmaktır. Turizm anlamıyla dolaşmaktır. “Seyr” ise bir amaç için, mesela ticaret için dolaşmaktır. Burada dolaşın, araştırmak, iş yapmak amacıyla dolaşın demektir.
“Ala’l-erdi” denmemiş de “Fi’l-erdi” denmiştir. Yani, yerin üstünde de altında da dolaşın emri vardır. Bu, kazılar yapın anlamına gelmektedir. Bu emir verildiği zaman, dünyanın hiçbir yerinde arkeolojik kazılar yapılmamıştı. Tarihten bilinenler sadece Tevrat’ta yazılanlar idi. Tevrat’ı taklit ederek Halikarnaslı (Bodrumlu) Herodot’un yazdığı tarih de unutulmuştu. Ama bu emri alan Müslümanlar, dünyanın her tarafında dolaştılar, tarih kitaplarını tercüme ettiler. Bizans’ta unutulan ama Nasturiler arasında yaşayan Eski Yunan kitaplarını, Hint kitaplarını, Çin bilgilerini Arapça’ya aktardılar. Bu çalışmalara yalnız Müslümanlar değil, Yahudi ve Hıristiyan alimleri de katıldı. Sonra Taberi gibi tarihçiler cilt cilt tarih kitapları yazdılar. İbni Haldun tarihin sosyolojisini yaptı. Batılılar Arapça eserlerini Lâtince’ye çevirmeye başladılar. Bugünkü Avrupa uygarlığı ortaya çıktı.
Şimdi arkeolojik araştırmalar vardır. Arkeoloji etkin bir ilim olmuştur. Artık tarih sadece Tevrat’ın veya Herodot’un bildirdiklerinden ibaret değildir. Sümerlerdeki çivi tabletleri ile ve yeraltı araştırmalarıyla yalnız insanların değil, çağların ve Kâinatın tarihini biliyoruz. Kur’an’ın Hazreti İsa’ya vaat ettiği “Sana tâbi olanları kıyamete kadar kâfirlerin üstünde kılacağız.” âyeti ortaya çıkmaktadır. Tevrat ve Kur’an’ın bildirdiklerini yalanlamak için ortaya çıkanlar, bu işi onların dediklerini ispat ederek bitirdiler.
فَانْظُروا (FaNJuRUv) “Nazar ediniz.”
Burada “Fa” sebebiye olur. Yani, nazar etmek için dolaşınız, görmek için dolaşınız. Yahut, “Fa” takibiye için olabilir. Kazılar yapın, sonra hemen oradan çıkan eserleri değerlendirin demek olur.
“Nazar etmek” demek, üzerinde bakarak düşünmek demektir. Zihnî araştırma yapmak demektir. Münazara, tartışma demektir. Gerçekten, topraktan çıkan eserler üzerinde çok çalışılarak manâlar çıkarılabilmektedir. Bulunan yazıların okunması onlarca yıl almıştır. Hâlâ okunamayan yazılar vardır. Eski insanların bıraktıkları eserleri manâlandırmak çok zor olmaktadır. Ama bugün bilinen şeyler vardır.
Uygarlıklar tabaka tabakadır. Birileri boşaltmış, başkaları oraları doldurmuş. Bunu kullandıkları eşyaların, yaptıkları yapıların, yazılarının ve uygarlık seviyelerinin farklı olmasından biliyoruz. Sonra, şunu biliyoruz ki, üst tabakada yaşayan alt tabakada yaşayanlardan daha ileri ve daha uygar topluluk olmuştur. Uygarlıklar da doğar, gelişir, yaşar ve yaşlanıp gider. Yerlerine yeni uygarlıklar doğar. Ne var ki, yeni uygarlık eski uygarlıktan ileri uygarlık olur.
Bugün Batı uygarlığı İslâm uygarlığından ileridir. Onun için dünyaya hakim durumdadır. Ama olgunluk yaşına gelmiş ve çökmeye başlamıştır. Artık sistemi içinde sorunlarını çözemiyor. Faizli ekonomik sistemi onu kanser gibi kemiriyor. Serbest cinsi ilişkiler düzeni sebebiyle AİDS gibi hastalıkların ortaya çıkması dışında, Batı dünyasının nüfusu gittikçe azalıyor. Dünyanın her yerinde Hıristiyanların nüfusu azalıyor, diğer ulusların nüfusu artıyor. Bundan daha açık çöküş olur mu?
كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (KaYFa KavNa GaQıBaTu elMuKazZıBIyNa)
“Mükezziblerin akıbeti nice oldu, görün.”
Bir topluluk yaşlanıp çökmeye başlayınca, uyarıcılar gelir ve onlara yeni toplulukları nasıl kuracaklarını anlatırdı. Bunlara kulak vermeyenler, sonunda çöküp giderlerdi. Bu uyarıcıların sözlerini dinleyenler ise yeni uygarlık kurarlardı. Bunun başka türlü olması da mümkün değildi. Yaşlanan insanlar ölmezse yeryüzü hastahane hâline gelir. Bazı aileler çocuk bırakmadan ölüp giderler. Bazıları ise kendilerinden daha ileri nesil bırakırlar. Bunlar sayesinde uygarlık gelişiyor.
Topluluklar da böyledir. Yalanlayanlar, yani uyarıları kabul etmeyip çöküp gidenler yok olur. Yerine yeni uygarlık ortaya çıkar. Eskiden uyarıcılar peygamberlerdi. Bunlar gökten kitap getirir yahut eski kitabı yeniden açıklar, çağa göre yorumlar ve halka tebliğ ederdi. Kabul edenler yaşar, diğerleri tarihten silinip giderlerdi. Bugün ise yeni peygamber gelmeyecek, yeni kitap da inmeyecektir. Bu husus Kur’an’da çok açık ifade edilmiştir. İslâm âlemi bu hususta ihtilâfsız icma içindedir. Gerçekten 1400 yıldır yeni kitap gelmedi, yeni peygamber çıkmadı. Onun yerine Kur’an’ın yeniden ilim adamlarınca açıklanması ile bu iş yapılacaktır.
Yirminci yüzyılda bu işleri yapan alimler ortaya çıkmıştır. Pakistan’da Muhammed İkbal, Türkiye’de Mehmet Akif bu hususta müjdeler veren alimlerdir. Türkiye’de Bediüzzaman bunun sahabi çabasını göstermiştir. Bu çaba ikiyüz yıldır devam etmektedir. Bir tarafta İslâmiyet’in çöktüğüne, artık dirilmeyeceğine inanan batıcılar ortaya çıktı. Bunlar Avrupalılaşmak için ikiyüz yıldır canhıraş bir çabayla çalışmaktadırlar.
Diğer tarafta İslâmiyet’in bitmediğini belirten, yeniden Avrupa medeniyetinden daha üstün medeniyet kuralım çabası içinde olanlar vardır. Bunların içinde İslâmiyet cephesinde yer almayan Mustafa Kemal vardır. 1933 yılındaki söylevinde “Batı medeniyetinin fevkine çıkacağız, elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.” diyerek, liderlik gözüyle geleceği görmüştür.
Diğer bir grup; İslâmiyet ilkel bir inanışla kalsın, ama biz uygarlık olarak batılı olalım demişlerdir. Dünya işleriyle meşgul olmayan, sadece bir eğlenme dini olarak İslâmiyet kalsın demişlerdir.
Ne yazık ki, günümüzde AK Parti bunun gibi bir gaflet içindedir.
Son olarak “Akevler” açık olarak içtihatlara girişmiş ve kooperatif kurarak uygulamaya geçmiştir. Bugün kırk seneye varan çalışmaları sonunda “Adil Düzen” adı altında 20 000 sahifeyi dolduracak yazılar yazılmıştır. Bunların hepsi yeni uygarlığın nasıl oluşacağını anlatan yazılardır. Tekzip edenler hep helâk olmuşlardır. Bugün AK Partililer de tekzip ediyor; onlar da helâk olacaklardır. Çok uzun geçmişe gerek yoktur.
Meşrutiyetçiler helâk olmadı mı?.. Halk Partisi helâk olmadı mı?.. Demokratlar helâk olmadı mı?.. Adaletçiler helâk olmadı mı?.. Refahlılar helâk olmadı mı?..
Bütün bunlara rağmen, Müslümanlar her on yılda bir adım atarak ilerlemediler mi? 1900’larda, bin yıldır kapalı bulunan içtihat kapısı açıldı… 1910’larda, kuvva-yı milliye oluştu… 1920’lerde, Türkiye halkı Müslüman olarak saflaştı; halbuki bin senedir Anadolu hâlâ Müslüman ülkesi olamamıştı... 1930’larda, muasır medeniyetin fevkine çıkma hedeflendi... 1940’larda, demokrasi yani çok partili şeriat düzeni geldi... 1950’lerde, Türkiye İslâmiyet’i bırakmadığını ezanla tescil etti... 1960’larda, Müslümanlar organize oldular.. 1970’lerde, Müslümanlar iktidara ortak oldular... 1980’lerde, Türk Ordusu İslâmiyet’i resmen benimsedi... 1990’larda, Müslümanlar iktidar oldular... 2000’lı yıllarda, Müslümanlar anayasa ekseriyetini elde ettiler…
Demek ki, uyarılara kulak vermeyenler helâk oluyor, ama İslâmiyet hep kazanıyor. AK Parti böyle tekzipte ısrar ederse o da helâk olacaktır. Ama İslâmiyet kazanacak, artık “Adil Düzen” Türkiye’ye gelecektir.
İşte bu âyet bize bunları haber vermektedir. Adil Düzen çalışanlarına müjde; mükezziblere ise tarihi hatırlatmaktadır. Başka bir oluş düşünülemez. Allah 2000 yıllarına kadar insanlığı başka türlü, 2000 yıllarından sonra başka türlü yönetecek demek, Allah’ı inkâr etmek demektir. Allah bundan sonra da kendi kanunları ile dünyayı ve topluluğu yönetecektir. Aksini düşünmek ancak cehalettir.
Sosyalistler yeni dünya kuracaklardı, ateist dünya kuracaklardı. Ama ömürleri yetmiş yıl sürdü. Şimdi helâk zamanı kapitalistlerde. ABD ve İsrail başta olmak üzere Batı dünyası, Tevrat’ın sömürücülerinin hayalleri peşinde koşup çökmekte olan faizli düzeni dünyada yaşatma çabasındadırlar. Türkiye’yi 2000’li yıllarda yıkıp İsrail imparatorluğunu kuracaklardı. Bütün plânları buna göre yaptılar. Ama Allah da Türkiye’nin “Adil Düzen”i getirmesi planını yaptı ve O galip gelmektedir.
هَذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ (HAvÜAv BaYANun Lı elNAvSı) “Bu nâs için beyandır.”
Buradaki “Bu” Kur’an’a gitmektedir. “Bu Kitap bütün nâsa beyandır.” Bundan sonra artık yeni kitap gelmeyecektir. Bu Kitap bütün insanlara gerçekleri anlatacaktır. Bundan önce gelmiş olan Tevrat ve İncil de bu Kitabın bir ilk uygulamasıdır. Projeden önce ortaya konan örnektir. Kur’an’ın anlaşılması için o kitaplardan yararlanmışlardır. Ne var ki, o kitapların uygulaması kendi çağlarına aittir. Her zaman ve her yerde uygulanamaz. Ama örnek alınarak diğer zamanlara ve mekânlara adapte edilebilir.
Aslında sünnetler de böyledir. I. Kur’an Uygarlığı’nın o çağa ait olan örnek uygulamasıdır. Biz onu bugün aynen yaşayamayız. Onu örnek alıp bugün Kur’an’ı yeniden yorumlayıp uygulamak zorundayız. Hıristiyanlık da böyle örnek bir uygulamadır. Kur’an bunun için mücmeldir. İçtihat ve icmalarla açıklanması gerekir. İşte Adil Düzencilere düşen görev, Kur’an’ı bugünkü müsbet ilimlerin verileri içinde tüm insanlara açıklamaktır. Biz seminerlerimizde “Kur’an Matematiği”ni bunun için anlattık. Şeytanlardan aldıkları emirlerle başlatanlar, hep birden bırakıp gittiler. Ama biz şimdi 256’ıncı semineri yaptık.
Kur’an’da deniyor ki; “Siz bırakırsanız Allah daha iyilerini getirir.” Onlar gitti ama hamdolsun şimdi siz varsınız. İzmir’de, Üsküdar’da, Yenibosna’da ve Ankara’da bu çalışmalar devam etmektedir.
Adil Düzen Çalışanlarının birinci hedefi, bu çalışmaları günlük hâle getirmektir. Adil Düzen Çalışanları artık her akşam iki saat toplanıp bu çalışmaları yapmalıdırlar. Bu inanç seviyesine daha çıkamadık. Ondan sonra da bu çalışmaları yaymaktır. Herkesin Kur’an’ı günün gereklerine göre yorumlayıp uygulaması gerekir.
“Beyan” demek, açıklama demektir, ispat etmek demektir. Yani, Kur’an bir beyyinedir, bir isnattır. Müsbet ilimle Kur’an’ı yorumladığımız zaman onun ilâhi söz olduğunu herkes bilecektir. Allah’ın yeryüzünde seyr ediniz ve nazar ediniz ve mükezziblerin akıbeti nice oldu âyeti, 1400 yıl evvel yazılmış. Ama bugün dünyanın bu âyetin gösterdiği istikamette harıl harıl çalışmış ve hâlen de çalışıyor olması, buluntuların Kur’an’ı ve Tevrat’ı teyid etmesi yeterli mucize değil midir?
وَهُدًى (Va HuDayn) “Ve hidayettir.”
Bugün insanlık teknikte ve ekonomide çok ileridedir. Ne var ki, birçok sosyal sorunları vardır. İnsanlık güvenlik içinde değildir. Bölüşüm adil değildir. Bir taraftan pazar bulunamıyor, mallar stokta, fabrikalar durmuş; diğer taraftan aç ve işsiz insanlar ölümle mücadele ediyor. İnsanlığı çevre kirliliği, silahlanma, mafya ve neslin dejeneresi âfetleri sarıp sarmalamış, dünyanın bu gidişle bir asırdan biraz fazla ömrü kalmış.
Bunları ilim adamları hep hesaplayıp bildiriyor. Bunların tek çaresi Kur’an’dadır. Kur’an’a dayanılarak ortaya koyduğumuz “Adil Düzen”dedir. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”ndadır.
Başbakan, “Türkiye’nin en büyük sorunu işsizliktir” diyor. Ama biz onlar iktidara geldiğinden beri diyoruz ki; “Bakınız, Türkiye’nin dört sorunu vardır: İşsizlik, dış borç, yargı bağımlılığı, yabancılaşmış basın. ‘Adil Düzen’de bunların çaresi var.” diyoruz. “Üç ayda işsizliği, altı ayda bağımlı yargı sorununu, bir yılda millî basın sorununu ve iki yıl içinde dışa borç sorununu çözelim.” diyoruz. “Bu ‘Adil Düzen’dir.”
“Biz partiyiz, bunu yapmayız.” diyorlar. İşte Allah aklı ancak böyle alır. Bu mantığı anlamak mümkün değil. Partiler adil düzeni uygulamaz, zalim düzeni uygular diye bir madde mi vardır.
“Hidayet”in iki manâsı vardır; biri doğru yolu göstermek, diğeri doğru yola götürmek. Bütün insanlara doğru yolu gösterir, muttakileri ise doğru yola götürür. Onun için orta yerde zikredilmiştir.Yani, kendilerini kurtarmak isteyenlere, mükezzibinlerin akıbetinden korunmak isteyenlere yol göstermekle kalmaz, onlara kılavuzluk ederek onları kurtuluşa götürür.
وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقِين (Va MavGıJatun LıLMutTaQIyNa) “Muttakilere mev’ızadır.”
“Beyan” bir şeyi kanıtlamak demektir. “Hidayet” ise bir şeyi fiilen yapmak demektir.
“Mev’ıza” ise bir şeye inandırmak, onu sevdirmek demektir. Kur’an ilmî delilleri içerir ve beyan olur. Bunu inceleyen ilme “Kelâm” denmektedir. Kelâm ilmi bugün çok geridedir. Bu ilim bugünkü müsbet ilme göre yeniden ele alınmalıdır. Bediüzzaman bunu başlatmıştır. Bizim çalışmalarımız da bu yoldadır.
“Huda olma” uygulama ile ilgilidir. “Akevler” uygulama alanında çalışmaya başlamıştır.
“Mev’ıza” ise tamamen hislerle ilgilidir. Bunları tarikatlar ve nur talebeleri yapmaktadırlar. Biz daha bu mekanizmaya ulaşamadık. Mevcut tarikatların bu işi benimseyeceklerini sanmıyorum. Onlar insanlara 1000 sene önceki şeriatı va’zediyor. O da sorunları çözmediği için halk zorunlu olarak lâik oluyor. Bugün Müslümanlar namaz kılmak ve içki, fuhuş gibi günahlardan uzak durmak dışında; alışveriş yaparken, çocukları okuturken Allah’ı hatırlıyorlar mı? Bugünkü Müslümanlar lâik Müslüman olmuşlardır.
Akevler olarak biz bunun çözümünü şöyle düşünüyoruz:
Marketler açalım. Marketlerde bir fon ayıralım, insanlara o fonla sosyal yardım yapalım. Hastayı tedavi edelim… Haksızlığa uğrayanın avukatını tutalım… Yaptığı işlerde ona teknik müşavirlik yapalım. Maliyeyle başı derde girerse yardımcı olalım… Bugün ezilmekte olan insan her şeye düşman kesilmiştir. Kendisini tedavi eden doktora düşmandır… Kendisini okutan öğretmene düşmandır… Davasına bakan hakime ve avukata düşmandır… İşçisi olduğu fabrikada patronuna düşmandır… Namazını kıldıran imamına da düşmandır… Sonunda bu insan topluluğuna, Allah’ına düşman olmuştur. Çünkü herkes ona düşmanlık yapmaktadır. Eğer Allah adına insana dost olan bir ortaklık oluşturursak, o zaman o kötülüklerden onu koruyan insanları bulur, herkese dost olur; Allah’ı da sever. Bunun için faizsiz adil düzen market işletmelerini kurmamız gerekmektedir.
وَلَا تَهِنُوا (Va Lav TaHıNUv) “Vehn etmeyiniz.”
“Vehn” gevşemek demektir. İpi gerersiniz temdid edersiniz, gevşetirsiniz ihanet edersiniz.
Şimdi bu nehiy tamamen bize gelen emirdir. Seçimlerde gevşedik. Hepimiz seçim derdine düştük, dersleri aksattık, toparlanamadık. Bu gevşekliğimiz devam ediyor. Bu gevşekliğe son verebilmeniz için İstanbul’da “market çalışması”na geçmemiz gerekmektedir. Erol ve Özket ailelerinin Yenibosna’ya taşınmaları gerekmektedir. Bendeki gevşeklik ancak öyle sona erer. Siyasetin bir sonuç getirmediği açık olarak görülmüştür.
Bize en yakın olanlar başkan olunca bizi unutmuşlar, gaz odasına girmişlerdir. Kartal Belediye Başkanı ile yaptığımız uzun görüşmelerden sonuç alınamamıştır. Yeniden kendimize gelmemiz gerekir.
Yenibosna marketimiz bizim nezrimizdir. Nezrimizi yerine getirmek için gayret göstermeliyiz. Diğer başladığımız bir iş daha var; ahşap evler. Onun üzerinde çalışmaya devam ediyorum. Başka. Poşet imalatına başlamıştık. Duruyor. İzmir’deki Akevler tamamen gevşeklik içindedir. Artık kendimizi uyandırmamız gerekir. İçimizden biri çıkmalı ve baş çekmelidir. Bu baş çekme benden, 63 yaşını aşmış kimseden beklenmemelidir. Allah’a dua ediyorum: Kedisine güvenen biri çıksın da Adil Düzenciler başlattıkları işleri hedefine götürme faaliyetinde bulunsun. Bizi gevşeklikten kurtarsın. Yahut, buna yaklaşmış olanlara son cesaret gelsin.
وَلَا تَحْزَنُوا (Va Lav TaXZaNUv) “Mahzun olmayınız. Üzülmeyiniz.”
“Hazne” depo demektir, ambar demektir. Noktasız “Ha”ya dönüşerek içe kapanmayınız. Cereyan eden olaylar sonunda sıkılıp ümitsizliğe kapılmak, ne yapalım bu iş olmuyor diye üzülerek içe kapanmaktır, hüzün.
Zaman zaman bu hüzün bizi de yakalamaktadır. Bir şey yapamamış olmamızdan hüzün içinde oluyoruz. Oysa, bizim istediğimiz her şey olmaktadır. Bizim için önemli olan Adil Düzen Çalışmalarına devam etmektir.
Her hafta dersler yapılmaktadır… Yazılar yazılmaktadır… Bunlar düzeltilmektedir… Bilgisayarlara geçmektedir… Tam olarak yapamamakla beraber, internete de geçmektedir…
Bu çalışmalar bir üniversitenin bile yapmadığı çalışmalardır. Biz bütün bu çalışmaları her türlü imkânsızlık içinde yapmaktayız. Gelecekte “Adil Düzen”i tesis etmeye başlayanlar bunlardan yararlanacaklardır. Bedenim yorgun olmasa, yedi yıldır her hafta İzmir’den İstanbul’a (ve Ankara’ya) yaptığım seyahatime devam edeceğim. Bir de, bensiz bir şeyler yapmaya arkadaşların alışması için Allah bu gevşekliği bize vermiştir.
Anayasa ekseriyeti almış bir partinin göz göre göre çökmeye gitmesi bizi üzüyor. Seksen yıllık Cumhuriyetimizin yıkılmasını göz göre göre seyretmek bizi üzüyor. Zaman zaman feryat derecesine varan sesimiz yükselmektedir; duyan yok! Bu durumda bizim yapabileceğibiz bir şey yoktur. AK Parti gidecek, daha iyi parti gelecek. Cumhuriyet yıkılacak, daha ileri bir cumhuriyet kurulacak. Üzülmemize gerek yoktur!
İşte Allah bizi uyarıyor; “üzülmeyin” diyor. Bazı kardeşlerimiz de geçim endişesi ile üzülmektedirler. Bu kadar insan yaşıyor. Açlıktan kimse ölmedi. Allah herkese rızık vermiştir.
Varlıklı olup kendini korumak çok zordur. Varlıklı olursunuz, kendinizi korursunuz, oğlunuzu korursunuz; ama torununuza sahip olamazsınız. Onun için hele bugünkü asırda sıkıntılı geçim içinde olanlar Allah’a şükretmelidirler. Az haram para yemektedirler. Zaruri geçinmek için haram olan da yenir. Ama israfa girdiniz mi, o zaman işte haramı iki defa katlamış olacağız. Elimize para geçince israfa dalmamak çok zordur. Onun için Allah bizi koruyor ve daha fazla günaha girmemiz önleniyor. Yani, fakirliğimize şükretmeliyiz.
İktidar olmak da böyledir. İktidar olanlar ne yapıyorlar ki? Sadece daha fazla günah işliyorlar.
Ben zulme uğruyorum. Sabrediyorum. Ama bana yapılan zulmü kaldırmak için adalet bakanı olan kardeşimiz, bana yapılan zulmün günahını yüklenmektedir. Hazreti Ömer ne demişti: “Fırat’ta bir kurt kuzuyu kapsa Ömer’den sorarlar!” Şimdiki iktidarın bu konuda derdi var mı? Bizzat kendilerinin yaşadığı zulmü şimdi daha da büyümüş olarak millet yaşıyor. Onlar ise tam tersini yapıp idam cezalarını kaldırıyorlar. Böylece zulmü yaygınlaştırma peşindeler. Biz de iktidar olsak, ondan fazlasını yapamayacağız demek. Daha şartlar gelmemiştir. O halde, sözümüz geçmeyen bir zavallı durumunda isek, günah yüklenmiyoruz. Bunun için hamd etmemiz gerekir. Üzülmemiz şöyle dursun, sevinmemiz gerekir. Allah bize kaldıramayacağımız yükü yüklememiştir.
وَأَنْتُمْ الْأَعْلَوْنَ (Va EanTuM eLEaGLaVNa) “Siz a’levsiniz. Siz üstünsünüz.”
Asıl zengin olan sizsiniz, asıl iktidarda olan sizsiniz. Çünkü siz geleceke zengin olacaksınız. Âhirette zengin olacaksınız. Âhirette iktidar olacaksınız. Ama “Adil Düzen”in gelmesi yakındır. O zaman siz hem varlıklı olacaksınız, hem de iktidarda olacaksınız. Müslümanların en zayıf olduğu dönem 1930’lu yıllardır. İnkılâplar yapılmış, Müslümanlar devre dışı edilmiş, devlet görevlerinden uzaklaştırılmış, yoksulluk ve fakirlik içinde oldukları hâlde dinlerine saldırılmakta idi. Müslümanlar sabrediyordu. Ondan sonra köprülerin altından çok sular aktı. Sermaye dünyayı ikiye böldü. Türkiye’yi Sovyetlere bırakmak istemedi. Zorunlu olarak çok partili sistem Türkiye’ye geldi. Demokrat Parti’yi iktidar ettiler. İktidar Türkiye’yi dinsizleştirmeye başladı. Ne var ki, aynı zamanda Türkiye’yi kalkındırdı. Batı bu partiyi iktidardan indirmek zorunda kaldı ve başbakanı da astı.
Bunun üzerine Türkiye’deki dinsizleştirme politikası durdu. Demokrasi geldi. İki partili dönem bitti. İşte bundan sonra, zavallı durumda iken Müslümanlar faaliyete geçtiler. Allah neler vermedi.
Zenginlik mi istiyorlar; işte büyük holdingler kurdular; ama, Allah’ı unutup faizli düzen içinde daha fazla haram para kazanmak içindeler… İktidar mı istediler; işte tek başına iktidar; ama, Allah’ı unutup “Adil Düzen” yerine Avrupa sokaklarında sürünüyorlar… Allah’a bin defa şükredelim ki; Allah bize böyle bir zenginlik vermedi, bize böyle iktidar vermedi. Biz üstün olacağız. Olacağız, ama ne zaman? Biz zengin olmadığımız zaman Allah’ı unutmazsak, o zaman. Biz iktidar olmadığımız zaman Allah’ı unutmazsak, o zaman.
إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (Eın KuNTuM MüEMıNIyNa) “Eğer siz mü’min iseniz.”
Yukarıda “muttakilere mev’ızadır” diyor ve orada mü’minleri sevindiriyor. Şimdi de “mü’min iseniz” diyor. Mü’min olmadan müslimlerin üstün olması mümkün değildir. Biz üstün olmak için mü’min hâle gelmeliyiz.
“İman” demek, malını ve canını onun için verebilmek demektir. “Allah canlarını ve mallarını satın almıştır” diyor. Bunu ayrı ayrı yapma da yetmiyor. Ben mü’min olabilirim, sen mü’min olabilirsin, diğeri de mü’min olabilir; ama üstün olmak için birlikte mü’min olmamız gerekmektedir. Bu da ancak hicretle başlar.
Hz.Musa’nın arkasından kırk yıl çölde dolaşan İsrail oğulları o sayede İbrani Medeniyeti’ni kurdular. Medine’ye göç eden Müslümanlar, ondan sonra Medine Devleti’ni kurdular ve dünyaya hakim oldular. Medine’ye göç edenler her şeylerini bırakarak gittiler.
Her şeyin formülü var. “Adil Düzen”in de formülü var. “Adil Düzen”in iktidar olması için o formüllere göre hareket etmek zorundayız. Biz şimdi “Adil Düzen”i kurmuyoruz, “Adil Düzen”e hazırlık yapıyoruz. Altmışlarda başladığımız bu hazırlıkla dünyaya yayılan okullar kuruldu. Anayasa ekseriyeti alındı. Ama “Adil Düzen” daha çimlenmedi. Yaklaşmıştır. Şafak sökmek üzeredir. Mü’min bir cemaat beklenmektedir.
إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ (EıN YaMSaSKuM QaRXuN) “Size bir karh mes ediyorsa, veya ederse.”
“Karh” çıbandan veya yaradan akan irindir. Onun verdiği acıdır. Allah yeryüzünü insanları imtihan etsin diye yaratmıştır. Allah, zalim takım ile adil takım arasında boks maçı başlatmıştır. Takımını seçmek kişilerin kendilerine verilmiştir. Ancak Allah adil olanları mükâfatlandıracaktır. Sonunda daima adil olanlar galip gelecektir. Ancak oyun normal kurallarla oynanacaktır. İltimaslı ve dampingli oyun yoktur.
Bütün peygamberler çok sıkıntılı günler geçirerek ve imtihan vererek peygamber olmuşlardır. Adil Düzenciler de böyle sıkıntıyı beklemelidirler. Bu sıkıntıların hepsine sabredildiği zaman, Allah’ın nezdinde başka türlü ulaşılamayacak mükâfata erişilir.
Buradaki fiil muzari sigasıyla getirilmiştir. Muzari sürekliliği ifade eder. Yani, sizlere de sıkıntılar ve yenilgiler gelecektir. Nitekim, Kur’an ehli ilk yıllarda ve asırlarda dünyaya zaferleri ile yayıldılar. Ama sonra Moğollar onlara saldırdı ve kısa zamanda tüm İslâm ülkelerini perişan hâle getirdiler. Çünkü Abbasiler yaşlanmıştı. Yeni döneme gerek vardı. Ama Müslümanlar Abbasileri ortadan kaldırmazdı. Abbasilerin kendileri de iktidardan ve yönetimden çekilme ihtiyacını duymadılar. Allah Moğolları gönderdi ve o hanedanı tarihe gömdü.
Sonra hakimiyet Türklerin eline geçti ve Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturdular. I. Cihan Savaşı ile Osmanlı kalktı, yerine Cumhuriyet kuruldu. Osmanlı yenilmeseydi Cumhuriyet kurulmaz, “Adil Düzen” doğmazdı.
فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ “Kavme de size benzer karh mess etti.”
Siz yenilip de Sakarya’lara kadar çekildiniz ise; onlar da Viyana’lara kadar çekilmişlerdir. Yahut, siz iktidardan indiyseniz; Demokrat Partililer de indi, Adalet Partililer de indi, Cumhuriyet Halk Partisi de kapatıldı.
Burada “Karh” kelimesi nekiredir. Yani, Müslümanlara isabet eden karh değil de, onlara da başka bir karh isabet etmiştir. Ama benzerdir. Karh, çıbandan akan irindir. Çıban nedir? Vücuttaki pisliklerin dışarıya atılmasıdır. Vücuttaki mikroplar orada toplanır. Kanda mevcut savaşçılarla birlikte dışarıya atılırlar. O halde savaş demek, pislikleri dışarı atmak demektir. Bu onlar için de böyledir, bizim için de böyledir.
Bu âyet yalnız savaşlara işaret etmiyor, sıkıntılara işaret ediyor. Herhangi bir başarı olduğu zaman hemen çevreye toplanıp pinekleşirler. Aslında 1973 başarısı ve iktidara ortaklık Millî Görüşçüleri o kirlerden uzak tutamadı. Hâlâ ümit olduğu için orasını bırakmıyor, başkalarını da yanaştırmıyorlar. AK Parti’de de durum budur. Birisi önerildiği zaman; “Onu biz sözümüzde gezdirmeyiz” deyip yanlarına almıyorlar. Zavallılar. Önce, onların babalarının malları mıdır ki, hep onların sözleri ile gezilecektir. Sonra, kendilerinin zavallı olduklarını baştan kabul ediyorlar ki, onlarla beraber işe girişmiyorlar.
Adil Düzenciler kendilerinden daha kabiliyetli kimseleri ararlar ve emirlerine girerler ki zafer elde edilsin.
Allah dengeli bir şekilde savaşı sürdürüyor. Söz dinleyenleri toplarsınız ama sonra cephede yenilirsiniz. O sebepledir ki orduda isteseler de istemeseler de en kabiliyetli olanları üste çıkarmak zorundadırlar. Savaş gerçek komutanları ortaya çıkarır. Mustafa Kemal herkesin sevdiği komutan değildi. Ama üstünlüğünü bildikleri için komutanlar onun emrine girdiler. Bilgili olursanız, cesur olursanız, başarı sonunda sizin olacaktır.
وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ (Va TilKa el EayYAvMu NuDaviLuHAv BaYNa elNAvSi)
“Bu eyyamı nâs beyninde (arasında) tedavül ettirmekteyiz.”
Canlılar arasında böyle dengeler vardır. Kurtlar kuzularla geçinirler. Kurtlar az, otlar çok olduğu zaman, kuzular çoğalır ve güçlü olurlar. Kurtlar kuzulara yetişemedikleri için karınlarını doyuramaz ve helâk olmaya başlarlar. Ancak kuzular çoğalınca koyunlar artar, otlar biter, zayıf düşen koyunlar bu sefer koşamadıkları için kurtlar bol yem bulur ve çoğalırlar. Kuzular azalır, otlar çoğalır ve bu sefer kuzular hem az hem de güçlü oldukları için kurtlar onlara yetişemezler. Böylece denge devam eder. Daima sağlam koyun ve kurt sürüleri ortada kalırlar.
Canlılık kendi kedini selekte eder. Allah mikroplarla insanlar arasında da böyle denge kurmuştur. Mikroplar insanları öldürürler ama kendileri de ölüp giderler. Allah “adil” olanlarla “zalim” olanlar arasında da böyle denge kurmuştur. Yani “kuvvet uygarlıkları” ile “hak uygarlıkları” arasında böyle denge kurmuştur.
Uygarlıkların ömrü biner senedir. İlk yazılı şeriat uygarlığı Mezopotamya’da doğmuştur. Milattan önce 3000 yıllarında ortaya çıkmıştır. Hz. Nuh’un getirdiği şeriat ile o uygarlık doğmuştur. MÖ 2000 yıllarında Hz. İbrahim Peygamber Mezopotamya’da gelmiş ve Hz. Lut Peygamber ile birlikte tebliğ yapmıştır.
İkinci uygarlık yine Mezopotamya’da devam etmiştir. Üçüncü uygarlık Filistin’de doğmuş ve bu İbranilerin Medeniyeti olmuştur. Dördüncü medeniyet Hıristiyanlıktır. Gene orada doğmuş ve dünyaya yayılmıştır. İbrani Medeniyeti Hz. Musa Peygamber’in getirdiği Tevrat ile kurulmuştur. Beşinci medeniyet ise Hz. İsa’dan bin yıl sonra Ortadoğu’da oluşmuştur. Bu medeniyet de Kur’an ile kurulmuştur.
Bunlar hep 1000’li yalların başında olmuştur. Hz. Nuh 300 yıl önce gelip uygarlığı kuracak topluluğu hazırladı. Hz. Musa 200 yıl önce gelip uygarlığı kuracak topluluğu hazırladı. Hz. Muhammed 400 yıl önce gelip Kur’an uygarlıklarını hazırladı. Ne var ki, 500 yüz yıl sonra Mezopotamya’nın karşısında Mısır, İbranilerin karşısında Yunan ve Roma çıktı. Kur’an Uygarlığı’nın karşısında Avrupa ortaya çıktı.
Hak uygarlıları ile kuvvet uygarlıkları hep böyle arka arkaya geldiler. Biri tepede iken, diğeri dipte olmuştur. Çobanlar ağacı bir kayanın üzerine koyarlar. İki kişi karşı karşıya binerler. Biri indiği zaman diğeri yukarı çıkar.
İnsanlıkta da böyle doğu ile batı arasında iniş çıkışlarla oynanmaktadır. Şimdi onlar en yukarıdan aşağıya doğru iniyorlar, biz en aşağıdan yukarıya doğru çıkıyoruz. Bugün oyunun yeni piyasaya çıkan oyuncuları Adil Düzen oyuncularıdır.
Kur’an’ın indiği tarihlerde böyle bir şey ne duyulmuş, ne de işitilmiştir. Hâlâ tarih kitapları bunu böyle anlatamamaktadır. Sadece bu âyet mucize olarak Kur’an’a yeter.
وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا (VaLIYaĞLaMa elLAHU elleÜIyNa EaMaNUv)
“Allah iman eden kimseleri bilsin diye böyle yapmaktadır.”
Yani, size sıkıntılar getirmektedir. Çünkü eğer siz hep iktidarda kalsanız içinizde iman edenlerle etmeyenler bilinmez ve ortaya çıkmaz. Burada şu sorulmaktadır. Allah kimin ne yapacağını bilmiyor mu? Kim böyle olaylarla kimin iman ettiğini ve kimin etmediğini ortaya çıkarmak istiyor. Allah her şeyi biliyor. Ancak buradaki Allah insanlıktır, insanlık topluluğudur. Başka bir deyişle, tarihtir.
Allah biliyor ama onun halifeleri olan bizler bilmiyoruz. Böyle olaylar olacak ki, kimin mü’min kimin kâfir olduğu bilinsin. Kimin çıkarı için bizimle olduğu bilinsin diye Allah böyle yapmaktadır.
Saadet’te karhtan kalanlar oldu, gidenler oldu. Ne var ki, oradan hâlâ ümit kesilmemiştir. Onun için ajanlar hâlâ orada durmaktadırlar. Yarın bir karh da AK Parti’ye gelecektir. Asıl inananlar o zaman belli olacaktır. DSP’nin %23’ten %1’in altına düşmesi ne ile izah edilir? İktidarlar bir gecede değişir. Çünkü insanlar kimi güçlü görürlerse ona itaat ederler.
Bunların yönetmeye hakları yoktur, yönetilmeye hakları vardır. Ekseriyet demokrasisinin çıkmazı buradadır. Para ile, veya korkutularak, veya sevdirerek, veya haklı olduğun için seni iktidar ederler, ama ondan sonra seni desteklemezler. Sipsivri ortada kalırsın. Oyun olur ama gücün olmaz. İktidar olursun ama muktedir olamazsın.
Ama inanmış olanlar iktidar olursa, onlar zaten güçlü oldukları için halk itaate devam eder.
وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ (VaYatTaPıÜ MınKuM ŞuHaDAEa) “Sizlerden şahit ittihaz etsin diye.”
Bir kimseyi mahkum ederken onun yerinde mahkum edildiğini de bilmesi gerekir. Yani, mahkemeler kararları öyle vermelidir ki; mahkum, mahkemem bana zulmetmedi, ben hak ettim de onun için böyle karar verdi, demelidir.
Biz “Adil Düzen”de buna onu inandırmamız için hakemini kendisine seçtiriyoruz. Baş hakemi de hakemler seçiyor. Hakim bilse de ceza veremez, hükmedemez. Tarafları dinleyecek. Şahitler şehadet edecektir.
Bu âyetten o hüküm de çıkmaktadır. Kişinin mahkum edilebilmesi için ya ikrar etmelidir, ya da şahitler şehadet etmelidir. Hakim tahkikat yapmaz, şahitler tahkikat yapar. Şahitlerin şahadetini hakemler onaylarlar. Karhı bunun için vermektedir. Suçlular ortaya çıksın ve mahkum edilsinler diye böyle yapılmaktadır.
وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ (VaelLAHU Lav YuXıbBU elJAnLıMYıNa) “Allah zalimleri sevmez.”
Bu iki uygarlık karşı karşıya inip çıkarken, batı uygarlıklarında olanların hepsi zalimdir, doğu uygarlıkları içinde olanların hepsi adildir, anlamı taşımaz. Biri Hak uygarlığıdır, biri zulüm uygarlığıdır. Ama her iki tarafta adil olanlar vardır, zalim olanlar vardır. Günlerin devretmesi her iki tarafta da zalim olanlarla adil olanları ortaya çıkarır.
İşte Allah zalimleri sevmediği için, zalimlerin ortaya çıkması için günleri birbirine devrettirmekte ve karhler olmaktadır. Biz Kur’an okuyup muttaki olalım. Biz olamıyorsak, Allah bize mü’min cemaati getirecektir. Ve “Adil Düzen” dünyaya hakim olacaktır. Allah’tan bizi de o mertebelere ulaştırıp o cemaatin bir uzvu olmamız için dua etmeliyiz.
وَلِيُمَحِّصَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا (Va Lı YuMaxXıWa elLAHu elLaÜIyNa EaMaNUv)
“Allah iman edenleri mahs etsin diye böyle yaptı.”
Eyyamı tedavül ettirmekte, iki tarafa da karh isabet etmektedir.
“Mahs” kelimesi pasın döküntüleridir. Bir maden paslanır, onu alır ve parlatırsınız. Pasları dökülünce maden parlar. Allah da mü’minleri böyle paslardan temizlemek istemektedir. İnanmış ve kendisi Allah’ın halifesi olma seviyesine ulaşmamış olanlar varsa, onların dökülmesi gerekir. Yahut, insanda böyle pas varsa, karh ile temizlenmiş olacaktır.
Kâinatın çapı on milyar ışık yılından fazladır. Ömrü de o kadar yıldan fazladır. Binde birinin, binde birinin, binde biri zaman ve mekân içinde sıkışmış durumda, küçücük, küçücük ve küçücük bir zavallıyız… Ama bu Kâinatı var eden Allah’ın halifesiyiz. Yeryüzünde O’nun görevlisi olarak dolaşıyoruz. Hem de tam yetkili görevliyiz. Çünkü kendi içtihadımızla hareket ediyoruz. Bir amirimiz yoktur. Bir kapıcıya karşı gelseniz, devlete karşı gelmiş olursunuz. İşte bu kadar büyük görevi yüklenen insan imtihandan geçmeden görevlendirilebilir mi? Diplomasız kimseler devlet memuru oluyor mu?
Burada imtihan edilen teker teker ayrı mü’minler değil, mü’minlerin cemaatidir. Eğitiliyorlar. İşte eğitme karhlar ile olacaktır. Ne kadar mertebemiz yükselirse, bize isabet edecek karh da o kadar büyür. Sınıfı geçenler daha ağır sorularla imtihan olunurlar. Hiçbir sıkıntı bizi sıkıntıya sokmaz. Çünkü sorular ne kadar büyük olursa derecemiz de o kadar büyük olur. Cevap vermek de çok kolaydır; sabretmek.
وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ (Va YaMXaQu elKAvFıRIyNa)
“Ve kâfirleri mahk etsin diye böyle yapmıştır.”
İnsanlar arasında eyyamı tedavül ettirmiş, taraflara karhleri messettirmiştir. Messin anlamı, dokunuyor ama öldürmüyor. Yine taraflar varlıklarını sürdürüyorlar. Bundan sonra bu oyun hep Hazreti İsa’ya tâbi olanlar arasında oynanacaktır. Onlar da Müslümanlar ve Hıristiyanlardır. Moğolların dünyayı istila etmesi gibi dinsizlik de dünyayı istila etti. Ama devri bitti. Artık teslim oldular. Şimdi Avrupa’yı Katolikler mi idare etsin, yoksa onların yanında Ortodokslar olsun mu, olmasın mı? Müslümanlar da yer alsın mı, almasın mı? Tartışıyorlar.
Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almazlarsa, Batı Hıristiyan kulübü olacaktır. Yani, dine teslim olacaklardır. Alırlarsa, Türkler Müslüman olarak girmektedirler. Avrupa’ya bugün bile İslâmiyet’i yaymaktadırlar; o zaman hepten yayacaklardır. Bu sefer de Hıristiyanlığı kabul etmeyenler Müslüman olmuş olacaktır.
Her ne şekilde olursa olsun, kâfirler mahk olacaklardır.
“Mahs” ile “Mahk” arasında küçük bir fark vardır. O da pas döküntüsüdür. Ama parlatmak için değil de çürütmek için. Mahv, Mahs, Mahk, Mahn hep birbirine yakın manâlar taşımaktadır. “Mahk” bir şeyin yavaş yavaş erimesidir. Faiz de topluluğu böyle yavaş yavaş mahveder. Zina topluluğu böyle yavaş yavaş mahveder. Avrupa mahvolmaktadır. Nüfusu azalıyor… Çalışanı azalıyor... Teknolojideki üstünlükle dünyayı sömürüyor ve yaşıyor. Bunlar duracaktır. Elbette hepsi bir değildirler. Gerileye gerileye 500 sene sonra dibe vuracaklardır. Ama o zaman reform yapacak, İslâmiyet’ten alacakları uygarlıkla, yeniden Avrupa’nın üçüncü veya dördüncü kuvvet uygarlığını kuracaklardır.
Şimdi kendimize gelelim. Allah bizi bu takımda yani “adil” olanların takımına yazmış. Zalimlerin takımında da olabilirdik. Buna bin defa şükretmeliyiz. Ondan sonra da bize bu hususta imtiyaz verdi. Kur’an’ı asrın ilimleri ile öğrenme imkânını verdi. Şimdi bize diyor ki; haydi oynayın, maç yapın. KMaçtan kaçabilme şansımız olur mu? Yok. O halde var gücümüzle “Adil Düzen”i öğrenip uygulamak zorundayız. Yoksa, takıma transfer edilen oyuncu oynamazsa ne yaparlar? İşte bizim akıbetimiz de odur.
Bu âyet çok açık olarak sizi silecek, temizleyecek, parlatacak ve başarılı kılacak, galip getirecek; onları da mahvedecek diyor. Bu âyet ne zaman iniyor? Uhut’taki mağlubiyetten sonra iniyor. Ne oluyor sonra? Düşman hazırlanıyor. Hendek Savaşı saldırısını yapıyor. Kıl payı Müslümanlar bunu atlatıyorlar. Sonra Mekke alınıyor… Sonra Kuzey Afrika fethediliyor... Sonra İspanya (Endülüs) alınıyor... Kadisiye’de Sasaniler ortadan kaldırılıyor… Talas’ta Çinliler yeniliyor… Malazgirt’te Bizans yeniliyor... Bu âyet bu kadar başarılı sonuçların olacağını haber verdi. Hepsi gerçekleşti.
Arada bize de karhlar messetti. Osmanlı İmparatorluğu yenilmiş, Sevr dayatılmıştı. Atalarımız o gün ümitsizliğe düşmediler ve Türkiye’yi bize bıraktılar. Şimdi biz nasıl ümitsiz olabiliriz? AK Parti “Adil Düzen”i uygulamıyorsa, bilmediği için uygulamıyor. Siz biliyor musunuz? Uygulayacak durumda mısınız? Biz uygulayacak bir mü’minler cemaati olduk mu? Hayır? O halde, hangi hakla böyle talepte bulunuyoruz? Bizim görevimiz “Adil Düzen”i öğrenmektir.
Bunu da Yenibosna’daki Market uygulamasıyla yapacağız; yahut, benden sonra siz yapacaksınız. Yapmazsanız; başkaları yapacaklar. Ben uygulamasını göremeyebilirim; ama, uygulanmış gibi görmekteyim. Geçmişte olanı gördüğüm kadar, açık olarak geleceği de görebiliyorum. Siz gözlerinizle görürsünüz, inşaallah…