ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 33
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَمَا جَعَلَهُ اللَّهُ إِلَّا بُشْرَى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُمْ بِهِ وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ(126) لِيَقْطَعَ طَرَفًا مِنْ الَّذِينَ كَفَرُوا أَوْ يَكْبِتَهُمْ فَيَنْقَلِبُوا خَائِبِينَ(127)
لَيْسَ لَكَ مِنْ الْأَمْرِ شَيْءٌ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أَوْ يُعَذِّبَهُمْ فَإِنَّهُمْ ظَالِمُونَ(128)
وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ(129)
وَمَا جَعَلَهُ اللَّهُ (VaMAv CaGaLaHu elLAvHu) “Allah onu ca’letmedi.”
Burada “Hu” zamiri nereye racidir? “Ca’letti” mazidir, imdad edecektir. Dolayısıyla imdad edecektir fiilinin mastarına gitmez. O halde hazfedilmiş bir ifade vardır, o ifadedeki mastara gitmektedir.
“İmdad edecektir”den sonra “imdad etti” fiili hazfedilmiştir. Böylece beşbin melaike ile imdad edildiği bildirilmektedir. İmdadı “ca’l” ile ifade etmekle bu tür imdatların kural olarak mevcut olduğunu da ifade etmiş oluyor. Yani bu imdad sadece Uhut’la sınırlı olmayıp, savaşlarda galip getirmek istediği tarafa meleklerle Allah imdad etmektedir. Az veya güçsüz olsalar da, eğer bir taraf Hakka iman etmiş ve ölümü göze almış olarak hareket edip savaşa girerse, Allah o topluluğa meleklerle imdad eder.
إِلَّا بُشْرَى لَكُمْ (EılLAv BuŞRAv LaKuM) “Sadece size büşra olarak ca’letti.”
Melekler gelmiştir. Neler yapmışlardır? Savaşı insanlar yapmaktadır. Beden reflekslerle hareket etmekte, onların hareketi sonunda silahlar devreye girmekte ve insanlar ölmekte, binalar yıkılmaktadır.
Mesela, bir elektrik tesisatı ile donanmış olan bir kenti birinin basacağı bir düğme ile aydınlatabilirsiniz; yahut o düğme ile karanlıkta bırakabilirsiniz. O düğmeye komuta eden de insan beynindeki bir hücredir. O hücreyi harekete geçiren insanın ruhudur. Sosyal olaylar hep böyledir. İnsanın bedeni bir araba gibidir, ruhu ise bu arabanın şoförüdür. Şoförün yanında melekler de şeytanlar da oturabilir. Onlar şoföre telkin ile veya yanıltıcı bilgi vermekle istedikleri istikamete götürebilirler. Korkutabilir veya cesaret verebilirler. “Galip geldiniz” der, buna inanan kimse cesaretlenir ve düşmanın üstüne yürür; “Mağlup oldunuz” der ve düşmanı kaçırabilir.
Bir birlik bozulup kaçmaya başlayınca orada bulunan kimseler ayrı ayrı hareket ederek bunu durduramazlar. Cesur bir komutan emir verirse belki moralleri düzelir ve artık ona göre hareket ederler. Savaşta insanlar akılları ile değil refleksleri ile hareket ederler. Bu refleksler de hep birlikte beraber hareket ile oluşur. Yani, savaş kişisel reflekslerden ziyade birlikte reflekslerdir. Birbirini görerek veya bağırarak bu birlik sağlanmaktadır. Savaş bu birliği sağlayanlarca kazanılır. Komutanın emrinde birlikte refleksi daha iyi gösteren başarır. Savaş esnasında bu refleks birliği dağılırsa, artık gücünüz ne olursa olsun o savaşı kazanamazsınız.
Buradaki “Büşra” yani sevindirme bu birliği sağlamıştır. Melekler bu işi yapmışlardır.
وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُمْ بِهِ (Va Lı TaOMaEınNa QLUvBuKuM BiHiy)
“Onunla sizin kalblerinizi tatmin için yaptık.”
“Mutmain olmak” demek, galip geleceğine inanmak demektir. Bu nasıl sağlanır? Beyinde mevcut olan devrelerde ruha gönderilen sinyallerin tatmin edici olmasıyla sağlanır. Elimize bir diken battığı zaman elektrik sinyalleri doğar. Beynimize gider ve çeşitli devrelere haber verir. Bir de ruhla irtibat kuran yere gider, ondan sonra ışıktan hızlı dalga hâline girer ve ruha ulaşır. Orada ya endişe ve korku oluşur, ya da sükunet ve huzur oluşur. Korku kalkar. Ondan sonra beyne gelen sinyaller de ona dayalı olarak gelir.
“Melekler” burada ruha giden sinyalleri ifade eder. “Tatmin” ise beyne gelen sinyalleri ifade eder.
İnsanın beyne giden damarları vardır. Siz eğer devreye girerseniz istediğinizi beyne ulaştırırsınız. Beyinden vücuda gelen sinyaller vardır. Araya girerseniz istediğinizi söyletebilirsiniz. Ama bir de beyinden giden sinyal vardır. Bu sinyal ruhta duygular oluşturur. “Buşra” onu temsil eder. Bir de beyinden gelen sinyaller vardır, beynimizi onlar düzenler. Melekler ruha giden sinyallere müdahale ederler, yahut ruhtan gelen sinyallere müdahale ederler. Böylece kişileri ona göre harekete geçirirler. Karşı tarafa da aksini yaparlar ve böylece zafer Allah’ın istediği tarafa kazandırılmış olur.
وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (Va Mav elNaÖRu EılLAv MıN GıNDı elLAHı)
“Nasr yalnız Allah’tandır.”
“Avn” insanın işine yardım etmektir. “Nasr” ise düşmana karşı yardım etmektir.
Düşmana karşı zafer ise Allah’ın indindedir. Yani, dünyadaki olaylar sebep ve sonuçlara göre olmaktadır. Ancak yapan Allah’tır. Nasıl siz düğmeye bastığınız zaman tren harekete geçmektedir, ama hareket ettiren düğme değil elektrik enerjisi ise; siz sadece elektriğin harekete geçmesi için bir komut veriyorsanız; aynı şekilde Kâinatta olan her olay Allah tarafından yapılmaktadır, O’nun enerjisi ile yapılmaktadır. Savaş kuralları içinde cereyan etmektedir. Melekler sadece anahtarı çevirmek için etki etmektedir.
Bu âyetle meleklerin tanrı olmadığını ifade etmektedir.
Nasıl bir devlet görevlisinin gücü kendisinden değil devletten gelmekte ise meleklerin de kendi güçleri yoktur. Onların güçleri Allah’ın onları görevlendirmesinden ileri gelmektedir.
Bu âyet aynı zamanda devlet görevlisinin yetkilerini de göstermektedir. Görevli sadece kendine verilen işleri yapar, sonrasına karışmaz. Sonrası sistem tarafından toplulukça sonuçlandırılır. Mesela, hakim karar verir ama o kararın uygulamasına karışmaz. Başkan emir verir ama o emrin uygulamasına karışmaz. Uygulamanın denetimi hakemlere aittir.
Burada “Allah’ın indindedir” derken, Allah’ın düzenindedir, kurallarındadır, sistemindedir anlamı çıkar. “Minellah” denmemiş, “İndellah” denmiştir. İnsanlık tarih içinde akıp gitmektedir. Genel bir planlama vardır. O öyle olacaktır. Uhud’da Müslümanlar yenilse bugünkü uygarlık olmayacaktı. Benzer şekilde eğer Sakarya’da yenilseydik bugün Türkiye’de biz değil, bizimle savaşanlar var olacaktı.
الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ (EalGaZıyZı eLPaKIYMı) “Aziz hakim olan Allah”
“Azîz” saygı ile insanlara sözünü geçirendir. “Hakîm” ise zorla sözünü geçirendir.
Burada mü’minlere “izzeti” ile, kâfirlere ise “hükmü” ile söz geçirmiştir. Bunları galip, onları mağlup etmiştir. Bunlar kimdi?
Bunlar Allah’ın Kitabı’na inanmış ve tüm dünyayı kıyamete kadar değiştirme emrini almış bilinçli bir cemaatti. Bunların karşısına çıkan çapulcular, şuursuzca sadece intikam hisleri ile hareket eden bir güruh idi. Allah kendi düzenini kurmuştu. Bunları galip getirecek, onları mağlup edecekti. Asıl güç buradan geliyordu.
Adil Düzenciler bilmelidirler ki “Adil Düzen”i onlar getirmeyeceklerdir. Onu getirecek azîz ve hakîm olan Allah’tır. O’na karşı kinlerini gizlemeyenler adım adım kahroluyorlar. “Adil Düzen”i terk ettirenler şimdi karışlarında Adil Düzenci Anayasa ekseriyetini buldular. Şimdi bunlar da onlarla beraberdirler. Yarın daha güçlüsünü bulacaklar. Adil Düzenciler onlara bir şey yapmayacaklar ama kendi kendilerini kahredecekler.
Bu dünyada mağlup, âhirette mahkum olacaklardır.
Zalim düzen isteyenler kendi kendilerine zulmederek kahroluyorlar. İşte Sovyetler; ve işte ABD...
Demek ki mü’minlere azîz, kâfirlere hakîm olan Allah’tan gelmiştir nasr. Bu ifade ile olaylar tabiî ve sosyal kanunlar dışına çıkmamıştır. Bu ifade edilmektedir. Savaşçılar acaba bu melekleri gördüler mi? Rüyada görür gibi görmüş olabilirler. Herkese farklı görünebildiği gibi birlikte de görünebilir. Bu hususta tam bir bilgiye ulaşmamız için rüya üzerinde ve savaş psikolojisi üzerinde daha çok araştırma yapmamız gerekmektedir.
لِيَقْطَعَ طَرَفًا (Lı YaQOaGa OarAFan)
“Bir tarafı kat’etsin, bir ucunu kessin diye böyle yaptı.”
“Taraf” bizde yan olarak kullanılıyorsa, Arapçada uzun şeyler için uç anlamına gelmektedir.
“Bir ucunu kesmek için böyle yaptı.” denmektedir.
Müslümanlar Arabistan’ın süper gücü olan Mekkelilerle dört defa karşılaştılar. Bedir’de ve Uhut’ta; sonra Hendek Savaşı’nda ve Mekke’nin Fethi’nde. Mekkeliler Bedir mağlubiyetini ortadan kaldırmak için Uhud’a gelmişlerdir. Buradaki mağlubiyet artık Mekkelilerin üstünlüğünü bitirmiştir. Bundan sonra Araplar için Mekke ve Medine eşit hâle gelmiştir. O sebeple “Tarafen” kelimesini kullanmaktadır.
Türkler de Sakarya’da düşmanların bir tarafını çökertmişlerdir. Başkomutanlık Savaşı ikinci tarafı teşkil etmektedir.
Burada kastedilen “grup” demektir. “Koparsın, ayırsın” demektir. Savaştan sonra birlikte hareket eden kabileler kopmuştur. Mağlubiyetten sonra birlik dağılır. Güce inanan ve birliği güç hâline getirenler, mağlubiyetten sonra hemen karşı tarafa geçme hazırlığına girişirler. Topluluğa hükmeden küçük bir kısımdır. Savaş vereceğiniz kısım o küçük kısımdır. Onu yendiğiniz zaman diğerleri hep sizin yanınızda yer alırlar.
Nitekim 1960’da ve 1980’de iktidara el koyan birkaç kişi idi ama tüm ülkeye hakim oldular.
Bu iktidara sahip olabilmeniz için sizin sabırlı olmanız, size yapılan zulme dayanmanız gerekir. Onlar size zulmettikçe siz duyulursunuz. Zamanla sizin güçlü olduğunuza inanırlar. Sonra birden cephe değiştirirler. Onun için zafer sabırdadır, yani Hak yolunda dayanmakta ve devam etmektedir.
“Adil Düzen”den vazgeçtiğiniz anda çökersiniz, kaybolursunuz.
مِنْ الَّذِينَ كَفَرُوا (MiNa elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimselerden”
Küfretmiş olan kimselerden bir tarafı koparmak için Allah o melekleri gönderdi ve size yardım etti.
Burada “küfretmiş olan kimseler” Mekkelilerdir, Mekke müşrikleridir. Anlatılan savaş Uhud Savaşı’dır. Muhatap olanlar da mü’minlerdir. İleride buna benzer savaşlar olacaktır. Buna benzer karşılaşmalar olacaktır.
Allah bazen mü’minlere yardım etmemiştir. Neden hep mağlup olunmaktadır? Çünkü mü’minler hatadadır. Hatada olanları muvaffak etse o zaman hata meşrulaşmış olur. Hazreti Muhammed’den sonra artık “vahiy” yoktur. Dolayısıyla her zaman hata içinde oluruz. Hata ettiğimizde işte orada mağlubiyetimiz gelir. Ancak öyle bir mağlubiyet vermez ki biz onun altından kalkamayalım.
Tarihte böyle mağlubiyetlerimiz çok olmuştur. Moğollara karşı yenildik… Timur’a karşı yenildik… Osmanlılar Viyana kuşatmasından sonra hep yenildiler... Ama yok olmadık. Çünkü “Adil Düzen”i getireceğiz.
Cumhuriyette yenildik, Demokrat Parti hareketinde yenildik, 60’da yenildik, 71’de yenildik, 80’de yenildik, 97’de yenildik. Niçin? Çünkü hatada idik.Yine yenileceğiz, çünkü hatadayız.
Düşmanların sonu ise -galip gelseler bile- sonra yenilme değil, yok olmadır.
“Bir tarafı kat’ etmek” demek hepten yok etmek demek değildir. Allah kâfirlere de iman edip yola gelmeleri için zaman verir, mühlet verir. Bundan sonra Hendek Savaşı’nı deneyeceklerdir. Onda da başarıya ulaşamayınca Hudeybiye Anlaşması’na yanaştılar. Ondan sonra da ahdi bozdular. Ama Mekke Fethi’nde teslim oldular. Onlar iman ederek kurtuldular ama Mekke kenti artık müşriklerin kenti değildi.
أَوْ يَكْبِتَهُمْ (EaV YaKBıTaHuM) “Yahut onları ikbat etsin diye böyle yaptı, melekleri inzâl etti.”
“Kebed” ciğer demektir. Üzüntü için kullanılır. İnsan sıkıldığı veya üzüldüğü zaman hormonlar vücuda bir salgı salgıar, bütün vücut etki altına girer. “Haibîn” haifîn demektir. Korkarak geriye dönsünler demektir.
“Havf” kelimesinde, korksa da kişide canlılık devam eder ve korku yavaş yavaş oluşur.
“Havb”da ise birden dehşet içine düşersiniz ve hareketsiz hâle gelirsiniz. Geriye dönmeleri böyle olmuştur. Savaşta refleks hareketler olduğu için saldırıda geri çekilme de böyledir.
Bugün başka türlü savaşlar olmaktadır. Saldırı sonunda taraflar karşı karşıya gelmektedirler. O anda ülkeyi teslim alıyorlar ama sonunda bir değişme olmuyor. Zamanla galip devletler zayıf düşüyor, mağlup olanlar da daha sonra bağımsızlıklarını ilân etmiş oluyor.
“Adil Düzen” bunların hükümranlığı içinde de faaliyet gösterebilir. Bu bir “işletme”de veya “site”de başlar. İktidar sözkonusu olmaksızın her tarafa yayılır. İktidarlar kendi aralarında savaşa devam ederler. Sonunda onlardan “Adil Düzen”i benimseyen iktidar olur. Hazreti İsa tebliğini böyle yaptı. Sonunda Bizans Hıristiyanlığı benimseyerek varlığını bin sene sürdürdü. Avrupa’nın bugünkü uygarlığı onun sayesindedir.
فَيَنْقَلِبُوا خَائِبِينَ (Fa YanQaLıBu PAEıBIyNa) “Haib olarak inkılâb etsinler.”
Buradaki “Fa” “Lı Yakta’a”ya bağlıdır. “Ev” onun içinde parantezdir. Bir tarafını koparsın veya onlara hüzün versin ve korku içinde dönsünler deniyor. Burada “F” “B”ye dönüşmüştür. Hem sert hem de süreksizdir. Korku hem daha hafif, hem de süreklidir. “Havb” ise birden ve çok daha şiddeti olarak ortaya çıkan bir duygudur. Nitekim döndükten sonra korkuları geçecek ve yeniden saldırıya geçeceklerdir. Hendek Savaşı’nı yapacaklardır. Her üç savaşta da düşman kuvvetler sayıca çok daha fazla idi.
Korkuyu karşı korku yok edebilir. Eğer siz birinden korkuyorsanız, başka taraftan gelen korku daha fazla ise ikisinden korkmaya devam etmezsiniz, daha fazla tehlike olana yönelirsiniz. Halkın devlete itaat etmesi buradan gelir. Eşkıyalardan korkarken, devletten daha fazla korkar hâle gelince eşkıyadan artık korkmaz olursun. Bu sebepledir ki kefe bir tarafa tarttı mı artık kitle sizin tarafı olur. Uzlaşma ile iktidar olunmaz. ‘İktidar’ olmak için uzlaşacaksın. ‘Muktedir’ olmak için dişlerini göstereceksin. Yoksa halk karşı taraftan korkmaya devam eder.
AK Parti bugün bunun için iktidar değildir. Bu gücü gösterirken bazı kurallara uymak gerekir.
a) Yenemeyeceğin yere güç gösterisinde bulunmayacaksın. Dolayısıyla eğer yenemeyeceksen, yeterli hazırlık yaptıktan sonra saldıracaksın.
b) Haksız yere katiyen gücünü denemeyeceksin. İnsanlar birleşip sana saldırırlar. Güç gösterdiğin yer haksız olmalıdır. Halkın nazarında da haksız olmalıdır. O sebeple önce fikren haklılığını çevreye duyuracaksın. Aksi halde halk zulmettiğinize karar verir ve kendisine zulmedileceğine hükmeder.
c) Haksız olduğu halde onu haklı gösterip saldırıya zorlarlar. Sonra da onun haklılığı ortaya çıkar, fatura sizin üzerinize yıkılır. Dolayısıyla gerçekten haksız ise ve halk onu haksız görüyorsa, kuvvetinizi ona deneyeceksiniz. Bunun en etkin yolu adil mahkemelerin oluşturulmasıdır. İlk reformu buradan başlatacaksınız. “Bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın bir yargı” kararını yerine getirdiğin anda artık iktidar senindir.
d) Ceza caydırıcı olduğu için verilir. Eğer caydırma gerçekleşmişse o zaman af cihetine gidilecektir. Genel afla herkesi takipten kurtaracaksın. Yoksa ben eskiden işlenmiş suçları cezalandıracağım diye kalkışırsan yahut af etmeden cezadan vazgeçersen, o zaman yine sen muktedir olamazsın. Demek ki iktidar olduktan sonra bir de muktedir olmanın kanunları vardır, onları uygulamak zorundasın.
لَيْسَ لَكَ مِنْ الْأَمْرِ شَيْءٌ (LaYSa LaKa MiNa eLEaMRı ŞaYEın) “Emrden sende bir şey yoktur.”
Bu âyet yukarıdaki âyetlere atıf harfi getirilmeden söylenmiştir. Buradaki ihtar sadece Uhud Savaşı işinden mi bahsediyor ve artık onların akıbetine senin işin bitmiştir mi demiş oluyor. Bu manâ doğrudur. Çünkü Uhut’tan sonra onları fazla kovalamamıştır.
“El-Emr” marife olmuş oluyor. Bundan sonra “Ev” harfi gelmektedir.
Sende emrden hiçbir şey yoktur. Onların tevbesini kabul eder, müslüman eder senin emrine verir, o zaman sen onlara hükmedersin. Ya da onları yenersin böylece senin elinle ta’zib edilmiş olurlar. Ya da yenilmez veya yenmezsiniz. Onlar kendi işerine, siz de kendi işlerinize gidersiniz. Hiçbir şey yapman gerekmez.
Bu anlam en uygum anlam ise de buna mani bir husus var. Menfi cümle müsbet cümleye atfedilmiş, mazi muzariye atfedilmiş, manâsıyla isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiş. Bu sahih midir? “CaE veLem Yeci’” uygun olmaz ama “CaE ev Lem Yeci’” olur. Yani “Ev”le atfedince bir eksiklik sözkonusu değildir. Ahmet çalışkandır, ya da şimdi ağlıyordur denebilir. Burada şu anlamlar çıkar. Komutan savaş zamanında yetkilidir. Hükümler verir, icra yapar. Ama savaştan sonra artık iş komutanın emrinden çıkar. Savaş bittikten sonra artık hukuk düzeni geçerlidir. Savaştan kalmış olsa bile komutan herhangi icraat yapma yetkisine sahip değildir. Savaştan çıkma komutanın savaş görevini sona erdirir. Ondan sonra sivil mahkemelerde muhakeme edilir.
Örfi idare hükümleri de böyledir. Örfi idare esnasında komutan yetkilidir. Örfi idare kalktıktan sonra artık askeri yönetim kimseye uygulanamaz. Orada yapılan anlaşmalar da değiştirilmez.
أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ (EaV YaTUvBa GaLayHıM) “Veya onların tevbesini”
Onların tevbesini kabul etmek işi de ayrı hukuka tâbidir. Savaşta Müslüman olan kimselerin İslâmiyet’ini kabul edip etmeme komutanın emrinde midir? Ta’zibe atfedilmiş, başka âyetlerde ta’zib müminlere bırakılmış olduğu için tevbede durum böyle olabilir. Ancak onların her zaman hakemlere gitme hakları vardır. Savaş suçluları öldürülebilir, köle yapılabilir, cizye karşılığı terk edilebilir, fidye alınıp vatanlarına iade edilir, yahut karşılıksız bırakılabilir. Bu kararlara karşı hakemlere gitme yetkileri vardır.
Bunu Hendek Savaşı’ndan sonra Yahudilere yapılan uygulananlarla biliyoruz. Bu âyet de bunu gösteriyor. Çünkü Allah tevbelerini kabul eder deniyor. Tevbe “mü’min” olmayı gerektirmez, “müslim” olma yeterlidir. Yani kendi dinlerinde kalırlar ama “vatandaş” olabilirler. Yanlış anlayışınızı düzeltmeniz gerekir.
أَوْ يُعَذِّبَهُمْ (EaV YuGazZıBAHuM) “Yahut onları ta’zib eder.”
Bu da onları köle etme veya öldürmedir. Ancak savaşçılar öldürülebilir. Kadınlar, çocuklar, savaşmayan din adamları öldürülmez. Savaştaki azap işledikleri suçlarına ceza olarak değildir. Caydırıcılık amacı ile değildir. Yani, bir daha savaşa girmesinler şeklinde değildir. Savaştaki azap tenkildir, yanı ileride bir daha böyle bir şeyi bunlar yapmasındır. Serbest bırakmada bir tehlike yoksa serbest bırakılacaklardır. Komutanın takdirinde ise de yargı yolu açıktır. Demek ki, burada hukuk düzeni yoktur ama hukuk denetimi vardır.
فَإِنَّهُمْ ظَالِمُونَ (Fa EınNa HuM JavLıMUvNa) “Çünkü onlar zalimdirler.”
Buradaki “Fa” de sadece en son olanla ilgili değildir. “Ev”ler arasında olanların hepsini affeder. Zalim oldukları için affetse de olmakta, cezalandırmakta da olmaktadır. Kaçıp kurtulmalarına da bir şey denmemektedir. Bu ifadeden çıkaracağımız en önemli hüküm; savaş meşru başlamamışsa, hakem kararları yoksa, yahut sonradan hakem kararları alınamıyorsa ta’zip edilmeleri caiz değildir. Yani savaştan sonra da olsa ta’zip edilmelerine hak kazanmaları için onların zalim yani haksız olmaları gerekir. Bu haklılık veya haksızlığa karar verecek olan şüphesiz hakemlerden oluşan mahkemelerdir. Savaşlar uluslararası olmaktadır. O halde savaşla ilgili kararlar da uluslararası hakemlerce alınacaktır. Uluslararası hakemlerin sayısı 20 civarındadır. Bu hakemler uluslararası ilmî şûra ile uluslararası siyasî şûralar tarafından seçilirler.
“Uluslararası Şûra” şöyle oluşmaktadır. Yaklaşık olarak her devlette bir üniversite var. Üniversitenin başkanı aynı zamanda ilmî dayanışma kurucusudur. Bunlar Mekke’ye birer âlim gönderirler. O üniversiteyi o âlim temsil eder. 100’e yakın âlim bir “Uluslararası İlmî Dayanışma Ortaklığı”nı kurar. Bunlar “İlmî Şûra”nın üyeleridir. Uluslararası hakemleri bunlar atarlar. Her şûra sahibi %5 üyesi için bir hakem adayı gösterir. Uluslararası hakemler bunlardan seçilir.
“Uluslararası Siyasi Şûra” da şöyle oluşur.
Her ülkede yaklaşık 10’a yakın ordu vardır. Yaklaşık 100 ordu komutanı sıralama usûlü ile kendilerine bir dayanışma ortaklığını seçer. Böylece “Uluslararası Şûra” oluşur. Bu seçme bağlanma yoluyla olur. İşte siyasi şûra üyeleri hakemleri sıralayarak atarlar. Bir ulusun meşru savaşı ilân edebilmesi için bu hakemlerden tarafların seçeceği hakem ile, hakemlerin baş hakem tarafından haksızlığına karar verilmiş olması gerekir. Hakem kararlarına uymayan devletle savaşmak meşru olur. Acil hallerde savaşa başlanır. Sonra hakem kararı alınabilir. Alınmazsa azab edilmeleri ve ganimet alınmaları caiz olmaz. Buradaki “Fa” harfi bunu ifade eder.
Uluslararası soruşturmacılar vardır. Savaş sebebinin gerçekleştiğine dair soruşturmanın en az dört soruşturmacı tarafından tesbit edilmesi gerekir. Bunların şahadetiyle hakemler karar verirler. Soruşturmacı bunlardan mağdurlar seçerler. Yani savaşacak olan devlet seçer. Ayrı ayrı soruşturma yaparlar. Bunlar soruşturmalarını yaparken yerel soruşturmacılardan da yararlanırlar.
Sonunda hazırladıkları dosyayı hakemlere verirler. Dosya gizlidir. Hakemler dosyaları yeterli görürlerse şahadetlerini kabul ederler. Aleni şahadetleri sonunda devlet mahkum edilmiş olur. Savaşı istihkak eder.
Uluslararası bir ordu yoktur. Ancak böyle devlete saldırmak için devletler ülkelerinde gönüllü birlikler hazırlarlar. Bu birlikler ortaklık yaparak saldırır ve ülkeyi ganimetleyebilirler.
Yani savaş kararı çok zor şartlar altında alınır. Tüm devletler eşit şartlar içinde alırlar. Süper güçler yoktur. Ama savaş kararından sonra da artık merhamet edilmez. Bu savaştan caydırmak için şarttır.
Uluslararası siyasi dayanışma ortaklıkları diyetlerin ödenmesi için vardır. Bir de hakemlerin ve soruşturmacıların atanması da vardır.
Soruşturmacıları dinî dayanışma ortaklıkları gösterir, siyasi dayanışma ortaklıkları seçerler. Böylece hem soruşturmacıların hem de hakemlerin arkasında devletler içinde dayanışma ortaklıkları vardır.
وَلِلَّهِ (Va Lı elLAHı) “Ve Allah’ındır.”
Buradaki “Va” emirden sende bir şey yoktur, emir Allah’ındır ifadesine bağlamaktadır. Hak vardır. Yani göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Senin elinde bir yetki veya görev yoktur ifade edilmiş olur.
Burada ifade edilen “Allah” kendi zâtıdır, halifesi olan insan değildir. Çünkü insanlar hiçbir zaman semavata hükmetmediler, bundan sonra da etmeyeceklerdir. O halde “Emr”in tamamı Kâinatı var eden Allah’a aittir. Savaş ve kuralları da O’nun tasarrufundadır. Tarihte cereyan eden savaşlar hep Allah’ın takdiri ile olmuştur. Öyle olması gerektiği için olmuştur.
Tarih insanlar tarafından oluşturulmuyor, Allah’ın takdir ettiği tarih içinde biz rolümüzü oynuyoruz. Karar verilmiş, o olacaktır. Ama Allah onu bizim yapmamızı istiyor, biz de onu yapmaktayız.
Peki, O’nun dediğini yapmazsak ne olacaktır? O’nun dediğini yapmazsak, Allah diyor ki;
“Başka kavim getiririm, sonra onlar sizin gibi olmazlar.” Siz evinize sıva yaptırmak istediğinizde bir sıvacıyla pazarlık yaparsınız, yapmazsa başkasını getirip yaptırırsınız. Allah da bir kavim yapmazsa başka kavim getirir ve ona yaptırır. Hattâ melekleri gönderir ve onlara yardım ettirir. Ama O’nun dediği mutlaka olur.
Şimdi bin senede bir uygarlıklar doğar. Çağımızdaki bu yeni uygarlık şimdi doğmaktadır.
Bu uyarlık Kur’an’a dayanılarak doğacaktır. Kur’an’ı da âlimler yorumlayacak ve uygulayacaklardır.
Allah uygarlığı bin yılın başında oluşturmak için iki üç asır önceden bir kavmi seçip yetiştirir.
Allah bu işi yapmak için “Türk Milleti”ni seçmiştir. Çünkü yeni uygarlık eski uygarlıkların sentezinden doğar. İki uygarlığı bilen kavme ihtiyaç vardır. İki uygarlığı bilen tek ulus vardır, bugün o ulus “Türk Milleti”dir. Çünkü harf inkılâbı yapıp reform yapan başka ulus yoktur. İslâmiyet’i de korumuştur. İşte bundan sonra cereyan edecek ve hep bu programa göre olacaktır. Türk Milleti yapmazsa İranlılar yapar ve Türkiye de ortadan kalkar.
مَا فِي السَّمَاوَاتِ (Mav Tıy elsSaMAVAvTı) “Semavatta olanlar.”
“Semavat” dişi kurallı çoğuldur. Ayrı ayrı semaları değil de, sistem olmuş semaları ifade eder. Başka yerde bildirildiği gibi yedi tabaka sema vardır. Su seması, şıhab seması, snah seması, kamer seması, şems seması, burç seması ve hubuk seması. Kâinatın çapı 10 milyar ışık yılından fazladır. İki milyon ışık yılında bir hubuk vardır. Yıldızdan dört senede ışık gelebilmektedir. Güneşten sekiz dakikada ışık gelmektedir.
İşte bütün bu semaları içerene hep birden “Semavat” denmektedir.
Buradaki Allah’ın halifesi Adem oğlu değildir. O halde burada kastedilen Allah’ın kendisi, zatıdır. Ne varsa hepsi O’nundur. O halde O’nun iradesi ile Kâinat oluşmakta ve düzenlenmektedir.
Buradan işaret ederek başlamıştır. Kazanılan savaş da takdiri ilâhidir. Çünkü bu savaştan sonra bir savaş daha olacak, sonra Mekke fethedilecektir. Sonra bütün Arabistan fethedilecektir. Sonra eski dünyanın her tarafına İslâm orduları gidecektir…
Avrupa’ya gidilecek ve yeni uygarlık kurulacak…
Üçüncü bin yılın başında da dünyaya “Adil Düzen” gelecektir… Çünkü Sünnetullah budur. Gökleri O yarattı, ama gökler içerisinde insan yoksa Allah abesle meşgul olurdu. Bir saray yapıyorsunuz ama içine insanları koymuyorsunuz. Ayrıca o sarayı kimse görmüyor. O zaman o saray ne işe yarayacaktır?
وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va Mav FIy elEaRWı) “Ve ardda olanlar.”
“Mâ” ve “Fi”yi iade ederek zikretti. Çünkü burada yerden bahseden ibare sebebiyledir. Savaşı da içine alması için zikretti. Yeryüzünde canlılar var, ama onların bütün işi insanlığa hizmettir. Yerde olan her şey insan için yaratılmıştır. İnsanlar Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Onun adına yeryüzünü imar eder ve düzeni kurarlar. İnsanlar yarışacaklar, yarışı kazananlar imar edecekler ve adaleti tesis edeceklerdir. Savaşlar insanları uygarlığa zorlar. Ancak zulmün olmaması için savaşı istihkak edenler yapar. Onlar da yeryüzünde olanlardır.
Ne var ki, Allah ne isterse o olur. Ekonomide bir kuralımız vardır. Makroda planlama, mikroda serbestlik. Allah da böyle yapıyor. Tarihin gidişini planlıyor, o ne istiyorsa o oluyor. Ama mikroda serbest bırakıyor. Kimse “Adil Düzen”i getirmekten alıkoyamaz. Kanla da olsa, kansız da olsa o gelecektir. Allah zalimlerin arasına kavga çıkarır, onlar birbirlerini yok ederler ve yine “Adil Düzen” gelir. Ama falan veya filanın bulunması ise mikrodaki olaydır. Bu insanların kendi inanç ve niyetlerini gösterir.
Okuyucularımızı bu kervana çağırıyoruz. Sizden savaş istemiyoruz. “Adil Düzen”i öğrenin diyoruz; uygulayarak öğrenin diyoruz. Sonrasını Allah’a bırakın. O getirecektir.
يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ (YaĞFıRu LıMaN YaŞAEu) “Meşieti olanı mağfiret eder.”
Savaş bittikten sonra isterse mağfiret eder, isterse azab eder.
“Mağfiret” açılmış olan bir çukuru toprakla kapatmak demektir. Günahlar ortadan kalkmaz ama cezalar da verilmez. Hükümler giyilir, infaz ertelenir. “Afv”da ise hükümler ortadan kalkar, suç işlenmemiş gibi olur. “Affetmek” demek silmek demektir. Sicilden de kaldırmak demektir.
Demek ki, savaş sonu afv suçu ortadan kaldırmıyor, sadece infazı kaldırıyor. Afv ederseniz cizye almazsınız. Oysa mağfiret ederseniz o savaşın izleri devam eder. O halde savaş hukukunda adil davranmak gerekmiyor. Yani, işte bunları esir ettik ama bunları serbest bıraktık, bunlardan bedel aldık ama bunlardan almadık. Bunlar her zaman mümkündür. Allah öyle istemiştir, öyle olur. Bu husustaki komutanın kararı Allah ona o izni verdiği için O’nun kararıdır.
.وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ (Va YuGazZıBu Man YaŞAyEu) “Meşieti olana da azab eder.”
Savaşın azabı nedir? Savaşa girmedir. O halde tek cezası vardır, o da öldürülmektir. Ancak kademe kademe bunları hafifletmiştir. Hele bugün savaşa girenler zorla savaşa götürülmektedir.
Oysa İslâmiyet’te istemeyenin savaşması sözkonusu değildir. Askerlik gönüllüdür. 15 yaşına gelen kimse isterse askerliği kabul eder, isterse bedel verir. Bedel verenler askere alınmaz ve savaşa götürülmez. Devleti yönetme hakkı, seçme ve seçilme hakkı askere gidenlerindir. Kişi hür iradesiyle ister askerliği seçsin, ister bedeli. Ülke işgal edilince bedellilerin statüsü değişmez. Bu sefer bedeli savaşı kazananlara verirler.
Kişi askerlik yapmayı baştan kabul etmişse artık dönemez. Bedelli kolaylıkla nöbetliliğe geçebilir, ama nöbetli bedelliliğe geçemez. Ancak hicret etmek tamamen serbesttir. Kimse mağdur edilemez. Yönetim hicret edenin taşınmazlarını hakemlerin belirleyeceği bedelle almak zorundadır. O zaman yeni gittiği ülkede yeni statüye tâbi olabilir, orada bedelli olur.
İşte bu durumda savaşa katılanlar gönüllülerdir. Hakem kararı ile de savaşılan ülkenin haksız olduğu sabittir. Onların hakkı ölümdür. Çünkü onlar savaşta iken zaten öldürüyorlardı. Topluca öldürdükleri için kısası istihkak ettiler. Eğer kan dökülmemişse ne esir alınabilir, ne de öldürülebilirler.
Bununla berber kısasta olduğu gibi burada da afv vardır. Esaret, cizye, bedel, fedaen hükümleri geçerli olur. Çünkü Allah öyle istemiştir. Buradaki azabın takdiri şeriatın koyduğu hükümlerdir. Ancak eğer savaştan kaçmış ise, yahut serbest bırakılmış ise, sonra artık komutan takip edip cezalandırmaz. Cezalandırılmazlar.
Barış döneminde, savaşta işlenen fiillere mahkemeler kurulup muhakeme yapılamaz. Savaşta işlenen suçlar askerî mahkemede savaş esnasında cezalandırılır ve infaz edilir. Katline karar verilir, kaçarsa; infaz sonra yapılır. Esir de kaçmakla kurtulamaz.
وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (Va elLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun) “Allah gafûrdur, rahîmdir.”
Burada Allah izhar edilmiştir. “Allah gafûrdur, rahîmdir” denmiştir. O gafûrdur, rahîmdir denmemiştir.
Yukarıdaki Allah zatını ifade ettiği halde, buradaki Allah zatını ve halifesi olan insanlığı ifade etmektedir. Yeryüzünde işlenmiş suçların cezalandırılması topluluklara verilmiştir. Devlet, mahkemeler, savaşlar bunun için vardır. Ama bu cezaların verilebilmesi için birtakım şartlar getirilmiştir. O şartlar yerine geldiği zaman ceza verilir. Bu şartların başında işlenen fiilde kasıt olmalıdır. Yani, kendi kastı olmadan işlenmiş fiillerin cezası yoktur. Savaşların çoğu savunma amaçlıdır. Düşman bana saldıracak diye taraflar savaşa girerler, ikisi de kendisini haklı görmektedir. Yani suçlar bilmeden işlenmektedir. Diğer taraftan suçların işlendiği kesin olarak sabit olmalıdır. İşlenip işlenmediğinde şüphe olan fiillere ceza verilmez.
Üçüncü olarak dünyevi cezalar caydırıcıdır. İntikam alıcı değildir. O halde belv-i umumi gibi hallerde caydırıcılık ortadan kalkacağı için cezalandırma yapılmaz. Savaşta işlenen suçlar savaş hukukuna göre işlendiği için barış kuralları içinde cezalandırılmaz.
İşte burada “gafûr” ve “rahîm” nekire geldiğinden şunu anlıyoruz ki; affetmek veya cezalandırmak topluluğun da yetkisindedir. Kısasta af mağdurlar tarafından yapıldığı gibi; savaştan sonra af da komutanlar tarafından yapılabilir. Yahut eğer bir kanun değişiyorsa ve kanun hafifletici cezalar getiriyorsa, eskiden o fiilleri işlemiş olanlar da yararlanır. Bugün ceza hukuku usullerinde bunlar yer almıştır. Usûlün ana kaidesi Batı’da bu şekilde geliştirilmiştir. Burada “gafûr”un yanında “rahîm” de getirilmiştir. Yani, yalnız başına af etmek yetmez. Hapisten kişileri çıkarıp bırakmak, sonra da onların bir daha suç işlemelerine terk etmek cinayetlerin teselsülüne sebep olmaktadır. Herkese iş bulunmalıdır. Affedilen kimsenin yaşamasına imkân verilmelidir. Çalışması sağlanmalıdır. Savaşın sonunda sağ bırakılanların geçimleri de düşünülmelidir. Yoksa biz ganimet alalım gidelim, sonra onlar ne yaparsa yapsın dediğimiz zaman onların yeni cinayetler işlemelerine sebep oluruz.
Batı faizli müessesesini kurmuş, dünyayı sömürmeye devam ediyor. Dünyada ekonomik krizler doğuyor; ilgilenmiyor. Oysa sonunda bu krizler kendisine de bulaşıyor. “Çıkar çatışması” kısa zamanda başarılı olabilir. Biraz sonra herkes için zararlı hâle gelir. Oysa “çıkar paralelliği” kısa zamanlarda bazı sıkıntılar doğurabilir, ama uzun zamanda herkes için iyi sonuçlar doğurur. Mağfiretin yanında merhamet de olmalıdır.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 34
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ(130)
وَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ(131) وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ(132)
وَسَارِعُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ(133)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHav elLaÜIyNa AmaNUv) “Ey iman etmiş olanlar!”
“Ey dayanışma ortaklığı kuranlar!”
Bu hitap Medine Anlaşması yapıldıktan sonra nâzil olan sûrelerde kullanılmıştır.
Tevrat ehli “Yahudi” veya “Ellezîne Hadu”, İncil ehli “Nasara” ve Kur’an ehli de “iman etmiş olanlar” ifadesi ile adlandırılırlar. Bununla beraber Kur’an ehli olanlar içinde müslim kalanlar olabilir. “Biz Hıristiyanız” diyenler de mü’minler içine girmiş olabilirler, yani, askerlik yapıp siyasi haklara sahip olabilirler. Müşrikler ise asker olup mü’minler içine giremezler. Diğer dinlere mensup olanlara kıyas edilirler. Hıristiyanlara daha yakın iseler mü’min olabilirler, müşriklere daha yakın iseler mü’minler arasına giremezler. “Müslim” olmak tamamen serbest olduğu halde, “mü’min” olmak için bir dayanışma ortaklığını kabul etmesi gerekir.
Burada Yahudilerle olan ihtilaf şuradan gelmektedir. Yahudiler İsrail oğulları dışında kimseyi dinlerine almıyorlar. Diğer insanları aşağı görüyorlar. Bu durumda biz onları nasıl kendi ordumuza asker olarak alacağız?
Kur’an’da “Hepsi bir değildir.” deniyor. O halde onlar için de kıyas yoluyla mü’minler ordusuna alınıp alınamayacakları içtihatla karar verilecektir. Demek ki, bir dine mensup olmaktan ziyade, kişinin durumu sözkonusudur. Dayanışma ortaklığını kurmuş olan kimse ordusuna alırsa alır, almazsa almaz; zorlanmaz.
لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا (Lav TaEKuLUv elRıBAv) “Riba ekletmeyiniz.”
“Riba” kelimesi “rabvet”ten gelir. “Rabvet” tümsek demektir. Sonra tümsek gibi oluşan ağaçlığın veya çalılığın adı olmuştur. Sonra kendi kendine gelişip büyüyen canlı anlamındadır. ‘Su indiririz arz rebvet eder’ deniyor, yani yeşerir demektir. İnsanlar arasında alacağın durup dururken büyümesidir, artmasıdır.
Para bir alacak belgesi olduğu için onun artmasına da “riba” denmektedir. Benim sizde alacağım var. Bu alacak ister mal olsun, ister altın olsun, artıyorsa, bu “faiz”dir. Para olan altın ve gümüş de kendi kendine evimde de olsa artıyorsa, o zaman o da “riba”dır. Altın karşılığı çıkarılan bir kâğıt para altın alacağını ifade eder. Eğer zamanla artıyorsa, 10 gram iken 11 gram oluyorsa, bu “riba”dır. Azalıyorsa, karşı tarafın yani başkalarının artıyor demektir, dolayısıyla o da “riba”dır. Bu husus gümüş için de söz konusudur. Bu sebepledir ki gümüş ve altın değiştirildiği zaman peşin alınıp verilmesi gerekir. Yani şimdi gümüşü teslim edip de bir ay sonra karşılığı olan altını alamazsınız. Çünkü ne eski bedelle almanız, ne de aynı bedelle almanız meşru olur. Ama altını verirsiniz ve üç ay sonra altını aynen alırsınız. Gümüşü verirsiniz ve üç ay sonra gümüşü alırsınız.
Şimdi elimizdeki Türk Lirasının karşılığı yoktur. Ama halk ona karşılık olarak altını belirlemektedir. Çünkü bugünkü değeri bellidir. Kuyumcuya gitsen kaç lira ettiği bellidir. O halde altının satış değeri esas alınarak Türk Lirası ile öyle borçlanmalıyız. Türk Lirasını ileride altın değeri ile alırsınız. Kişi Türk Lirası yerine altın isteyemez. Ama değeri o günkü altın satış değeridir. Verdiğin Türk Lirasını altın değil de bir başka mal olarak değerlendirmeyi baştan kabul etmişseniz, günü gelince alacaklı isterse o günün değerini pazarlıkla tesbit ederek nakit alır, isterse malı aynen isteyebilir. Altını isteyemez. Onun resmî satış değeri esastır. Çünkü onunla alacaksın. Hz. Peygamber “Altını altınla veya gümüşü gümüşle değiştirirseniz eşit olsun ama hemen alın.” diyor. “Altını gümüşle, gümüşü altınla değiştirirseniz fiyat serbesttir, ama hemen yine ahzedin.” diyor.
Bu husus diğer paralar için de geçerli olabilir. Demek ki, “riba” alacak üzerinden geçerlidir ve alacak şeklinde olmazsa da altın ve gümüşte yine geçerlidir demektir.
Bu âyette geçen konuda Kur’an’ın başka yerinde ribanın ahzinden bahsetmektedir. “Ahzetmeyiniz” demiyor da “Ekletmeyiniz” diyor. Faizin nerelerde geçerli olduğu hususunda müçtehitler arasında tartışma olmuştur. Kimi paranın dışında yalnız yiyeceklerde geçerlidir demiş. Kimi ise yalnız saklanabilir yiyeceklerde geçerlidir demiş. Kimi tüketim mallarında geçerli olup yatırım mallarında geçerli değildir demiş. Kimi de ölçülüp tartılan veya birbirine eşit olarak sayılabilen her menkul eşyada geçerlidir demiştir. Bu buradaki “ekl” kelimesinin manâsından ileri gelmektedir. Kimi diyor ki, “ekl”den maksat “taam”dır, yiyeceklerdir. Kimi diyor ki, faiz zamanla ilgilidir. “Ekl”den maksat, depo edilip saklanan yiyecekleri ekletmeyin olur. Yoksa çürümekte olan meyveyi veya sebzeyi ekletmeyin nehyi, israf âyetine aykırıdır. Dolayısıyla burada faiz geçerlidir.
Mesela, ağaç üzerinde kiraz vardır. Dışarıda bıraksan çürüyecek. Götürüyorsun, soğuk hava deposuna veriyorsun ve diyorsun ki; “Bu sende kalsın, sonra bana yüzde seksenini iade et, kalanı senin kira payın olsun.” Acaba bu caiz midir? İmam Malik’e göre caizdir. İmam Şafii’ye göre caiz değildir. Biz de bunu caiz görüyoruz.
Ebu Hanife ise; “ekl”den maksat, kullanıldığı zaman artık yok olan şeyi ekletmiş oluyorsun. Çimentoyu kullandığın zaman artık o bir daha geri gelmediği için “ekl”dir. Dolayısıyla şimdi 50 torba verip gelecek sene 40 veya 60 torba almak caiz midir? Diğerlerine göre caizdir, Ebu Hanife’ye göre caiz değildir. Çünkü ekl olunmuştur. Bize göre ise sadece kamu ambarları için caizdir. 10 torba verirsiniz, bir yıl sonra 9 torba alırsınız. Bir torba zekâtınız olmuş olur. Çünkü kamu ambarı sizin malınızı muhafaza etmiştir.
O halde nasıl faizli bir bankayı işletmek haramsa, bir malı da ambara verip sonra mislini fazlasıyla ve eksiğiyle almak da haramdır. Sadece kamu ambarına verip ambar payını kamunun alması helaldir. Altında aslında kırkta bir faiz vardır. Çünkü kamunun olan altını kullanıyorsun, bir sene sonra bir altın eksik veriyorsun. Bu sebepledir ki “kasa hizmetleri” kamunun olduğu gibi “ambar hizmetleri” de kamunundur.
أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً (EaWGAFan MuWAvGaFat) “Mudaafaten ed’af olarak ekletmeyiniz.”
“Ed’âf” “Dı’f”ın çoğuludur. “Dı’f” demek, bir deriyi veya kâğıdı bükerek ikiye katlamak demektir. Kalınlık bakımından iki katına çıkartmak, satıh bakımından yarıya indirmek anlamında olduğu için iki zıt manâ taşır. Burada katlamak demektir. Çoğul gelmiştir. Ancak insanların çoğulu olarak anlarsak, herkesin servetini iki katına çıkarma anlamına gelir ki, bu ribada mümkün değildir. Sonra “Daıfın” şekilde çoğul olurdu. Burada “Ed’âf” ribanın hâlidir. Kat kat ekletmeyin demek olur. Mefhumu muhalefetle iki katlı faiz haram olur. Diğeri ise helal olur. Mefhumu muhalefeti kabul etsek bile, başka âyetlerde “Riba haramdır” denmiştir.
O halde faizin azı ve çoğu haramdır. Burada “kat kat yemeyin” denilmiş olan “riba”, diğer ribanın içinde özel bir ribadır demektir. Bunun için çeşitli manâlar verilebilir. Bu manâlar şunlardır:
- Faiz ikidir: Biri “fazlalık faizi”, değeri de “zaman faizi”dir. Fazlalık faizi nedir? Ambara bir mal verirsiniz, ona muhafaza bedelini de verirsiniz. Zamanla bu artmaz. Bir defaya mahsus olarak verirsiniz. Bu faiz de haramdır. Ancak iki kata kadar olan helaldir. Zamanla çoğalan faiz sonunda uzun zaman sonra ikiye çıkacağından onun kısa zamanı da haramdır. Mesela, fazlalık faizi alır da sonra gönünde ödeme olmadığı için artırılırsa işte faiz zaman faizi olur ve haramdır. Fazlalık faizi de iki mislinden fazla olamaz.
- Ekl edilen mallarda fazlalık faizi haramdır. Ama ekl edilmeyen mallarda fazlalık faizi helaldir diyebiliriz. Dolayısıyla, para ve yiyecek dışındaki mallarda fazlalık faizi helal, diğer zaman faizi ise her zaman haram olmuş olur.
- Bir malı stok edip fiyatların artmasını bekletmek, sonra pahalı satmak ihtikârdır. Ama ticaret de zaten bu demektir. Dolayısıyla ihtikârın helâl olup olmadığında ihtilâf vardır. Bir malın maliyetinden iki misli fazla satılması da ihtikâr olacağı için haramdır diyebiliriz.
- Burada nehy cemaate ait olduğu için, eğer ihtikâr sebebiyle mallar yoksa ve satıcılar depo mallarını satmıyorlarsa, devlet maliyetin iki misli fiyatla satın alıp halka satabilir demektir. Yani, devletin bir malı iki misli fiyat vererek satın alma hakkı vardır demektir. Biz bu kararlara dayanarak devlet bir taşınmazın iki misli bedelini vererek istimlâk edebilir diyoruz. Yani, ekonomide rıza şarttır. Ancak kamu yararı varsa, cari değerin iki mislini verip elinden alabilir. Mesela, bir tarlanın değeri yıllık hasılanın on katıdır. Bunun onda birini devlet almaktadır. Ödediği öşrün yirmi mislini vererek tarlayı alıp aldığı fiyatla satın alana devredebilir.
“Mudaafa” kelimesi “Ed’af”ın sıfatıdır, yahut zarfıdır. Yani, haram kılınan başkalarından iki misli değerle kâr etmek demek olup, kendi malın on misli de artıp değer kazansa o helâldir. Onun için başkasını zayıflatarak kendini güçlendirme anlamındadır. Burada “zayıf” kelimesi her iki manâsı ile birlikte kullanılmaktadır. Bu âyetin bu ifadesini değerlendirerek faizi şöyle tarif edebiliriz: “Faiz” birinin bir değeri artarken, başkasının ise azalmasıdır. Bu kelimenin tam anlamıyla “mudaafa”dır. Birisinde artarak dı’f vardır, diğerinde eksilerek dı’f vardır.
Bu ilkeden hareketle faizi dört çeşit olarak adlandırıyoruz:
- Kazanç veya hizmet işletmelerinde alınan “sabit kira” faizdir. Çünkü işleten zarar ettiği halde, kiralayan kazanmaktadır. Burada “Mudaafa” vardır.
- Kazanç veya hizmet işletmelerinde “sabit ücret” almak haramdır. Çünkü işleten zarar ettiği halde, işçi kâr etmektedir. “İşçi ne yesin?” sorusunun cevabı; “Sosyal güvenlikle ihtiyaçları karşılansın.” diyor, şeriat. Fakirlere ve yoksullara bunun için pay veriliyor.
- Sermayeye “sabit kâr” da faizdir. Çünkü sermayeyi işleten zarar ettiği zaman, sermaye sahibi kâr etmektedir. Bu “mudaafa”dır. Kıraz şirketinde ise zarar sadece sermayeye aittir. İşleten ise ücret almaz. O da zamanını harcamış olur. Kâr olunca da bölüşürler.
- Devletin “harç” alması, kişilerden herhangi “vergi” alması haramdır. KDV ve tapu harçları da haramdır. Faizdir. Çünkü daha kazanç olmadığı halde kazanç varmış gibi devlet vergisini almaktadır. Sermaye vergisi vasat sermayenin üstünden alınmaktadır. Eski kazançların vergisi alınmaktadır. Kâr sermayeye değil rizikoya tanınmıştır. Rizikolar eşit şekilde bölüşülmektedir. Nisabın altına düşünce vergi durur. Çünkü eski kazançların hepsi vergilenmiş olur.
Görülüyor ki, bizim faiz tanımımız “mudaafan” kelimesine tamamen uymaktadır.
“Riba” ile “Ribh” kelimeleri de birbirine yakın kelimelerdir. “Ribh” kârdır. “Riba” ise faizdir. Ribh, malın artmasıdır, yani bir tüccar malı pahalı satar, onun yerine başka yerden malı daha ucuz alır ve kâr eder. Burada kâr edilen maldır, para değildir. Aynı para kullanılmıştır. Yani parada bir artma olmamış, malda artma olmuştur. Buna “ribh” denir ve helâldir. Buna karşılık parayı faize verdiniz, sonra artarak aldınız. Bu parada artmadır. Mal aynı kalmış ve sizin paranız artmıştır. Sizin bu paranızın artabilmesi için başkasının bir yerde parasının eksilmesi gerekir.İşte bu mudaafadır ve haramdır.
Parada cari hesap geçerli değildir. Peşin almak gerekmektedir. Diğer malların alınıp satılmasında cari hesap geçerli değildir. Cari hesap veresiyeden farklıdır. Veresiye satışta belli gün dolmadan alacağınızı isteyemezsiniz. Oysa cari hesapta ise istediğiniz zaman alacağınızı isteyebilirsiniz.
Kur’an’da vadeli alacağa “deyn”, vadesiz cari hesaba “karz” denir. Faizsiz karz caizdir. Faizsiz de olsa malı verip karşılığında para alacaklısı olursanız (veresiye satış), bu haramdır. Çünkü karşılığı olmayan kimselere satın alma gücünü sağlıyorsunuz. Mal tüketilip bitiriliyor. Ama önce para verip sonra mal almak ise “selem”dir. Fark da helâldir.
Taşınmazların kiraya verilmesi veya veresiye satılması helâldir. Çünkü sattığın şey yok olmamakta, yerinde durmaktadır. Beyaz eşya için de aynı şey söylenebilir. Tuğla ve çimento şekil değiştirmekle beraber, değerini artırarak durmakta olduğu için veresiye satışı helâl olmuş olur.
Sosyal hayatta “evlilik”, ekonomik hayatta ise “ticaret” temel sorundur. Her şey bunlara dayanmaktadır. “Zina” haram, “evlilik” helâldir. “Faiz” haram, “bey’/ticaret” ise helâldir.
İşte “İslâm düzeni” budur.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va EıtTaQUv elLAHe) “Ve Allah’a ittika ediniz.”
“Allah’ın şeriat hükümlerine giriniz. Topluluğun korunmasına giriniz.
Çıkar paralelliği üzerinde oluşan şeriata mütemessik olunuz.”
Çıkar paralelliği demek; tarafların kazanması, topluluğun kazanması, kamu hizmeti görenlerin kazanması demektir. O halde bir şeyin helâl veya haram olduğunu tesbit etmek için elimizde çok sağlam bir kriter vardır. Eğer o muamelede herkesin yararı varsa o muamele helâldir. Bazısının zararı olursa, o zaman o haramdır. Yani, birinin zararı var, diğerinin kârı varsa o haramdır.
Demek ki, izale-i şuyu davalarında ortağı satışa icbar edebilmemiz için malın cari değerinin iki katı ile satılması veya iki katı bedelin verilmesi gerekir. Bu husustaki takdir yetkisi de topluluğa aittir. Yani, iki misli kazanıp kazanmamasının hükmü kamuya ait olmuş olur.
Nerede “Allah’a ittika ediniz” deniyorsa, yetki ittika edenlere verilmiş olmaktadır. Bu yoruma yakın takdir heyeti oluşturulur. Herkes takdir eder. Orta değer alınır ya da hakemlere gidilir.
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (LaGalLaKuM TuFLıXUvNa) “Böylece iflah edersiniz, refaha erersiniz.”
Kur’an’da “refah” kelimesi yoktur; o anlamda “felah” kelimesi vardır.
“Falaha” demek, hasadı toplayanlar demektir. Ekin ekmiş ve bir yıllık geçimini ambarına koymuş demektir. En güvenilir geçim yolu tarımcılıktır. İşsiz ve aşsız kalma sözkonusu değildir.
“İflah etmek” demek, geleceği güven altına almak demektir.
Daha çok ekonomik bakımdan güven “felah”tır, sosyal bakımdan güven “eman”dır.
Faizsiz düzende öyle ekonomi sistemi doğuyor ki; herkes ekonomik bakımdan hür, sosyal bakımdan güvendedir. Faizli ekonomide krizler gelmekte, işverenler iflas etmekte, böylece halk da işsiz kalmaktadır. Sosyal güvenlik de artık işe yaramamaktadır.
Biz, 1950’lerde faiz aleyhinde konuşmaya başladık. O zaman bazı mü’min kardeşlerimiz bize karşı çıkıyor ve “faizsiz bu işlerin yürümeyeceğini” söylüyorlardı. Gün geldi, artık faiz yükünün altından kalkamayacağımız sabit olunca, şimdi de; “Faiz gerçeği var. Türkiye artık bu borcu ödeyemez. Avrupa Birliği’ne girelim!” diye tutturdular. Sanki Avrupa Birliği’nin ekonomisi çok iyi…
Bugün Avrupa’da Euro devrede, onun sayesinde dünyayı sömürüyor. Çok yakında Çin kendi parasını konvertibl hâle getirecek, Rusya getirecek, Hindistan getirecek, Güney Amerika ülkeleri getirecek, Afrika ülkeleri getirecek ve ABD ile birlikte o zaman Avrupa Birliği de çökecek.
Kur’an çok açık olarak öyle diyor: “Allah ve resule harb ilân ederler.”
Bakalım AK Parti’yi “faiz gerçeği(!)” bu âyetin gerçeğinden kurtaracak mıdır? Belki günahtır ama gönlüm yine de kurtulmalarını istiyor. Dua edeceğim… Ama Allah Hz. Nuh’un duasını, Hz. İbrahim’in duasını, Hz. Muhammed’in duasını kabul etmemiş ki bir ümit olsun. Tek kurtuluş vardır, o da tevbedir.
“Adil Düzen”e geçildiği zaman; a) Üç ay içinde işsizlik kalkar. b) Altı ay içinde yargı bağımsız hâle gelir, c) Bir sene içinde basın millîleşir, d) İki sene içinde de dış borçlar ödenir. Böylece biz iflah etmiş oluruz.
وَاتَّقُوا النَّارَ (Va ıtTaQUv elNAvRa) “Nâra ittika ediniz.”
Allah’a ittika ediniz. Nâra ittika ediniz. Allah’a karşı gelmekten kendinizi koruyunuz. Şeriata karşı gelmekten kendinizi koruyunuz. Allah’a itaat edip onunla başkasından korunma vardır. Ateşe karşı korunma.
Demek “vıkaye” kelimesinden yapılan “ittika” kelimesinin iki manâsı vardır. Bir, onun kötülüğünden korununuz. Bir de başkasının kötülüğünden onda korununuz anlamı vardır. Allah’a ittika etmenin yanında, ateşe ittika ediniz. Bir de yemde ittika ediniz demek olur. Bir şeyden korkup sığınağa girmek o şeye ittika olduğu gibi; sığınağa girme de ittikadır. Kendini emniyete almak da ittikadır.
Burada “nâr/ateş” marife gelmiştir. O halda bu ateş cehennem ateşidir. Cinler nasıl şimdi ateşte yaşayabiliyorsa, insanlar da âhirette ateşte yaşayabilirler. Ne var ki, balıklar için deniz cennet, kara cehennemdir. Oysa kara hayvanları için de deniz cehennemdir. “Nâr/ateş” de insanlar için cehennemdir. Ama cinler için cennet olabilir. Bizim oralardan korkmamız ve kaçınmamız gerekmektedir.
Bununla beraber bazen ateş koruyucudur. Mikroplardan korur. Bu iki şekilde olur. Ya kurallara uyarak iyi işler yaparsınız; bu Allah’a ittikadır. Ya kurallara uyarak kötü işler yapmazsınız; bu da nâra ittikadır. Böylece marufu amel etmek Allah’a ittikadır, münkerden kaçınmak da nârdan ittikadır. İkisini birlikte zikretmiştir.
الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ (EuGıdDat LiL KavFıRIyNa) “Kâfirler için hazırlanmıştır.”
Cennet mü’minler için, cehennem de kâfirler için hazırlanmıştır. Bu dünya da insanlar için hazırlanmıştır. Yani insan, ruh, melek ve cin şuurlu varlıkları vardır. Kâinat bunlar için yaratılmıştır.
İçinde şuurlu varlık olmasa Kâinat ne işe yarar?
Cehennem de kâfirler için hazırlanmıştır. Atom kimyası ile oluşmuş hayat vardır orada. Oysa dünyada molekül dünyasına ait hayat vardır. Güneşte ateş dünyasına göre hazırlamış hayat vardır. Âhirete gittiğimiz zaman, cinler olsun insanlar olsun, mü’min olanlar cennete gideceklerdir. Bunlar mü’minlerdir. Cinlerin hayatı atomdan moleküle geçecektir.
Kâfirler ise cehenneme gidecekledir. Onların da molekülden ateş hayatına geçeceklerdir. Cennete gidemeyenlerin ebedi hayatta kalabilmeleri için atom hayatına geçmeleri gerekir. Bu arada günahlarının cezasını çekerler. Ceza bedene değil ruha yapılmadıkça ceza olmaz.
وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ (Va EaOIyGUv elLAHa VaerRaSUvLe) “Allah ve resule itaat ediniz.”
“Adil Düzen”de dört çeşit itaat vardır.
1) Birinci itaat şekli, kurallara uymaktır. Topluluk o kuralları değişik şekilde ortaya çıkarmıştır. O kurallara uyan Allah’a itaat etmiş olur. Allah’ın halifesi olan topluluğun koyduğu kurallara itaat etme Allah’a itaat etmedir.
2) İkinci itaat şekli Resule itaat etmedir, başkana itaat etmedir. Başkanın kurallar içinde yaptığı hareketlere tâbi olma, askerlikte vereceği emirlere itaat etmedir.
3) Üçüncü itaat şekli ise, Allah ve resule itaat, başkana hakem olarak itaat etmedir. Başkan, uygulamada bir niza yani anlaşmazlık çıkarsa, işlerin aksamaması ve gecikmemesi için orada geçici hakemlik yapar, geçici karar verir. Mü’minler b kaarındaona itaat ederler. Bu itaatten bahsederken; ‘buna itaat etmedikçe iman sahibi olunmaz’ deniyor. Başkansız topluluk olunmaz.
4) Dördüncü itaat şeklinde ise Allah’a ve resulüne itaat vardır. Bu da hakemlerin kararlarına itaat etmektir. Hakemler geçmişte olmuş olan haksızlıkları gidermekte hakemdirler. Başkan ise gelecekte işlerin aksamamasında hakemdir. Hakemler insanların haklarını düşünürler, başkanlar ise işlerin yapılmasını düzenlerler. Başkanın kararına uyulur. Uygulamada başkanın kararı hakemlerin kararından öncedir. Ama sonra hakemlerin kararı başkanın kararından öncedir. Hakemler, haksızlık varsa, başkanın kararlarındaki haksızlığı giderirler.
لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (LaGalLaKuM TuRXaMUvNa) “Merhamet olunursunuz.”
“Allah’a ittika edin, faiz almayın, iflah olursunuz.” deniyor.
“Ateşten ittika ediniz; Allah’a ve resulüne itaat ediniz, merhamet olunursunuz.” deniyor.
Faizsiz sistem maddî refahı getirir, başkana itaat ise manevî refahı getirir ki o da merhamettir, rahmettir.
“Felah” ve “rahmet” karşı karşıya getirilmiştir.
“Felah”ta dudak harfi baştadır. “Rahm”da dudak harfi sondadır. Yani, her ikisinde hem maddî hem manevî ilk vardır. Rahmet ve felah vardır. Birinde önce sosyal, diğerinde önce ekonomik genişlik vardır.
İşletmelerin işletmesinde askeri düzen yoksa da, işletme esnasında askeri düzen gibi başkanın kararlarına kesin olarak uyulur. Mesela, birisini toplantıdan çıkarmak, işten uzaklaştırmak başkanın yetkisindedir. Mağdur olan sonra hakemlerin nezdinde hakkını arayabilir. Askerlikte ise arayamaz.
İşte burada başkanın hakemliğine onun için işaret etmiştir. Başkan işletmede yönetmez, herkes kendi işini kendisi yapar. Eğer bir anlaşmazlık olursa başkan hemen çözer. Onun için burada ikisini beraber zikretti. Bir de kredilerin dağıtılmasında başkanın kararları önemlidir. Mağdur olan hakemlere gidebilir.
وَسَارِعُوا (Va SavRıGUv) “Müsaraat ediniz.”
“Müfaale” bâbı karşılıklı iş yapma için gelir. Türkçede görmek, gör(üş)mekteki “üş” ekine karşılıktır. “Müsaraat ediniz” yani yarışınız demek olur. Herkes diğerini geçmek için koşmaktadır. Herkes yarışı kazanmaktadır. Sadece kimi ilerdedir, kimi geridedir. Ama kimse kaybetmemektedir.
Kur’an’da; Rabbinizden mağfirette müsaraat ediniz, Rabbinizden mağfirettte sebkat ediniz ifadesi kullanılmıştır. Müsaraatta yarışa eşit şartlarla başlanır ve daha fazla koşanlar daha çok başarıya ulaşırlar. Müsabakada ise önce davranırlar, başkalarından önce işleri yaparlar, yani onlar evvellerdir.
Mülkiyette olsun hizmette olsun, hem sebkatin yani önce başlamanın, hem de sür’atin yani daha fazla iş yapanın etkisi vardır. Burada sebkatten değil de sür’atten bahsetmektedir.
“İttika” ve “itaat”ten sonra burada “müsaraat” emredilmiştir.
İttika, kurallara uyarak iyi işler yapmadır. Yine kurallara uyarak kötü işler yapmama demektir.
Sonra da itaatten bahsetti. Yani kuralların uygulamada anlaşılması için niza hâlinde başkana uyulması gerektiğini emretmiştir.
Şimdi de üçüncü emri vermektedir. Aslında ikinci emri vermektedir. Bu da insanın sadece kurallara uyması, niza hâlinde başkanın kararlarının dinlenmesi yetmez. İnsan kendisi içtihat ve cihat içinde olmalıdır. Kendi içtihadı ve iradesiyle yola koyulmalıdır. Kimseden emir almadan işler yapmalıdır. Burada da yarış içinde olunuz. Yani birlikte bu yolu açınız.
Burada “Adil Düzen Anayasası”nın temel bir kuralı daha ortaya çıkmıştır. Çoklu sistem olacak, herkes yarışacak, başarı nisbetinde karşılığını alacaktır. Tekli veya ikili sistemde bu geçerli değildir. İkili sistem olsaydı tesniye kullanırdı, yani ikili sistem getirirdi. Bu sebepledir ki tek mühendisler odası, tevhidi tedrisat, merkezÎ yönetim İslâmiyet’te meşru yönetim değildir. Çoklu ve dengeli sistem olmalıdır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın her maddesinde çoklu sistem ve yarış düşünülmüştür.
إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ (EıLAv MaĞFıRatın MıN RabBıKuM)
“Rabbinizden mağfirete doğru yarışın.”
Neden “Rabbinizden mağfiret” kelimelerini getirmiş de, Rabbinizden rahmete koşuşun denmemiştir.
Çünkü insanlar devamlı günah içindedirler. Her şeyden önce kendini kurtarmaya gayret etmelidir. Ondan sonra hayır işlerine girişmelidir.
Bugün “faizli düzen” içinde yaşıyoruz. Kendimiz faizli düzende hayatımızı sürdürüyoruz. Çocuklarımız için de faizli sistem içinde iş ayarlıyoruz. Faizli sistemi adeta benimsiyoruz. İşte Allah bu günahı mağfiret edecek istikamette bizi koşturmak istiyor. Yaşamamız için çalışmamız gerekmektedir. Faizsiz sistem olmadığına göre bu düzende çalışacağız. Ama faizsiz düzeni kurmak için de yarışacağız. Adil Düzene göre işleyecek bir “market” çabamız bundan ileri gelmektedir. “Ahşap evler tesis etme” gayretimiz de buradan kaynaklanmaktadır.
İşte, Allah; kendinizi ve ailenizi ateşten kurtarmak için faizsiz işletmeyi kurmaya doğru koşunuz diyor.
“Faizsiz sisteme koşunuz.” dememizin nedeni şudur. Bu âyetlerin başında, “Ey iman edenler, faizi yemeyin.” emriyle başlamıştı. Yani, günahımız nedir? Faizli sistemdir.
Sabit kira alıyor muyuz? Sabit ücret alıyor muyuz? Türk lirasının enflasyonist hareketlerinde hakları yiyor muyuz? Faizle oluşturulmuş vergilerin maaşı ve emekliliği ile geçiniyor muyuz?
Öyleyse biz yukarıda nehy edileni yapıyoruz.
İşte oradan kurtulmamız ve felaha ermemiz için “marketi faaliyete geçirmek” ve “ahşap evleri tesis etmek” için yarışmamız gerekmektedir.
وَجَنَّةٍ (Va CanNaTın) “Ve Cennette”
“Ve cennete koşuşun” denmektedir. Rab’den mağfiret bu dünya için yeterlidir. Çünkü Rabbin mağfiret etmesi için faizli sisteme karşı karz-ı haseni tesis etmeniz gerekir. Bu da sizi dünyanızda hem felaha hem de rahmete götürür. Bunun yanında sizi cennete de götürür. Dünya ve âhiretiniz mamur olur.
Aynı amel hem dünyada yarar, hem âhirette yarar.
Zina ise sizi cehenneme götürür. Ve dünyanızı da zindan eder. Evlilik ise sizi dünyada saadete götürür, âhirette de cennete götürür. Hz. Peygamber’in “Cennet anaların ayakları altındadır.” hadisi bize bunu ifade eder. Çocuk büyüten analara her çocuk için cennette bir saltanat hazırlanmıştır. Çünkü o ana zina yapmadı, iffetini korudu ve Allah’a kul yetiştirdi.
“Cennet” kelimesi burada nekire ve müfret gelmiştir. Demek ki, başka cennetler de vardır. Bugünkü astronomi ve geometri ilimleri dört ve beş boyutlu uzayların varlığından bahsetmektedir. Bizim Kâinatımız onların içinde bir nokta gibidir. Demek ki, Allah’ın beş boyutlu uzaylarda gördüğümüz Kâinatı dışında da Kâinatı vardır. Biz âhirette dördüncü uzaya geçebildiğimiz için o uzaylarda da seyahat edebileceğiz.
عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ (GaRWuHAv GaRWu esSaMAVATI Vel EaRWı)
“Arzı semâvât ve arzın arzıdır.”
“Rabbinizin mağfiretine ve arzı semalar ve arzın arzı kadar olan bir cennete musaraat ediniz.” denmektedir. Başka âyette aynı âyet tekrar edilmektedir. Sadece şu değişiklikler yapılmaktadır.
- Burada “Sârıû”, o âyette “Sâbıkû” diyor; birinde “koşuşun”, diğerinde “yarışın” diyor.
- Burada “yer ve göklerin arzı”dır diyor; orada “yer ve göğün arzı gibidir” diyor. Yani, burada doğrudan odur diyor, orada arzı gibidir diyor.
- Burada “semâvât” çoğul gelmiştir; orada ise “sema” tekil gelmiştir.
- Burada “muttakilere hazırlanmıştır” diyor; orada “Allah ve resullerine iman edenlere hazırlanmıştır” diyor.
Bu âyet bize âhiret hakkında birtakım bilgiler vermektedir.
- Âyetlerde cennetler nekire olduğu için bu cennetler birbirinden ayrıdır. Demek ki iki çeşit cennet vardır. Bu cennetlerden Rahmân Sûresi’nde de bahsedilmektedir. Cennetlerden biri bu on milyar ışık yılı büyüklüğündeki Kâinatın tamamı, yıldızlar, yıldız yığınlarının hepsini içine alan bir cennette olacağız. Cehennem burada olmayacaktır. Bu konuyu eski alimler tartışmışlar ve bu Kâinatın dışında da kâinatları Allah’ın var edeceğine kelamcılar ittifak etmişlerdir. Yirminci yüzyılda bu astronomi ve geometri ilimleriyle kesin olarak ispatlandı.
- Bu uçsuz bucaksız uzayda artık böyle boşluklar, havasızlıklar, susuzluklar olmayacak, boş yerler olmayacak. Her tarafta altından ırmaklar akan yemyeşil yemişlikler olacaktır. Onun için âhiretteki yerimizin adı “cennet”tir. Sular, meyveler, bahçeler olacağına göre; güneş de olacak, enerji kaynağı da olacaktır. Acaba nasıl bir düzen olacak? Düşünebilirsiniz… Bunları öğreniyoruz.
- Yine bu âyetlerden öğreniyoruz ki, müslimler bu Kâinatımızın cennetine gideceklerdir. Mü’minlerin cenneti ise burada olmayacak, bu Kâinatta olmayacak. Yine bu Kâinata benzeyecek ama başka yer olacaktır. Mü’minler “sâbık” olanlardır, “evvel” olanlardır. Müslimler ise geri olanlardır. Çünkü “sebkatta iman edenler” diyor. Burada ise “ittika edenler” diyor.
- Demek ki muttaki dediğimizde müslimleri kastetmiş oluyoruz. İşte bu sebepledir ki topluluklar hukuklarında serbest bırakıldıkları halde, iki şeyde topluluklar serbest bırakılmayacaklardır. Biri, zina serbest olmayacaktır. Diğeri, faiz serbest olmayacaktır. Böylece şunu öğrenmiş oluyoruz ki, bucaklar kendi hukuklarını serbestçe düzenleyebilirler. Ama kesin icmalara aykırı hukuk düzenleyemezler. Bunları tesbit edecek olanlar hakemlerdir.
أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ (EuGıdDaT Lı eLMutTaQıYNa) “Muttakilere iadd edilmiştir.”
“Muttakiler için hazırlanmıştır.”
Burada “muttakiler için hazırlanmıştır” deniyor. Yukarıda “kâfirler için hazırlanmıştır” deniyor. Hadid Sûresi’ndeki “sâbikû” âyetinde ise “iman etmiş olan kimseler için hazırlanmıştır” deniyor.
Böylece cennet ve ikinci cennet, cehennem ve bu dünya hep insan için hazırlanmıştır.
Tabii melek, cin ve ruh da bunların yanında yer alacaktır.
Muttakileri kâfirler karşılığında getirdiğine göre, demek ki müslimler muttaki olanlardır. “Takva”yı bunun için “din” anlamında kullanıyoruz.