ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
1964 Okunma
ALİİMRAN 55-63

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XV

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

إِِذْ قَالَ اللَّهُ يَاعِيسَى إِنِّي مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنْ الَّذِينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فِيمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ(55)

فَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَأُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ(56)

وَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ(57)

ذَلِكَ نَتْلُوهُ عَليْكَ مِنْ الْآيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَكِيمِ(58)

إِِذْ (EıÜ)  “O gün.”

“Onlar mekr ettiler, Allah da mekr etti. Allah makirlerin hayırlısıdır.” âyetinde bildirilen günde, o zaman Hazreti İsa’ya Allah diyor ki; “Onlar seni katledemeyecekler, ben seni vefat ettireceğim ve bana raf edeceğim. Seni küfredenlerden temizleyeceğim. Onların mekirlerini ben hayra çevireceğim. Onlar sana küfredecek, öldürmek isteyecek. Ama ben seni vefat ettireceğim ve bu senin için iyi olacak.”

قَالَ اللَّهُ  (QAvLa elLAHu)  “Allah kavletti.”

Allah Hazreti İsa’ya doğrudan kavletmiş veya melek vasıtasıyla kavletmiş olur. Elçinin kavli kişinin kendisinin kavli gibidir. Havariler Hazreti İsa’yı tasdik ettiklerinde Yahudi halkı rahatsız oldu, dinlerinin dağılacağından korktular. Hazreti İsa’yı ortadan kaldırma kararını verdiler. Bunu ancak Roma yönetimi yapabilirdi. Ona şikayet ettiler, onu zorladılar. Ama hedeflerine varamadılar.

يَاعِيسَى  (YAv GIySAv)  “Ey İsa!”

Ey beklenen adam! Ey Tevrat’ı insanlığa yayacak ve onlara İncil’i götüren adam. Şimdi sana havariler inandı. Artık onlar senin yerine geçecekler ve dünyanın her tarafında senin getirdiğin dini yayacaklar. Sen ise görevin bittiği için dünyadan ayrılacaksın.

Hazreti İsa hayatta kalsaydı havariler orayı terk etmeyecek ve dünyaya Hıristiyanlık yayılamayacaktı. Çünkü onlar yaşlanacaktı. Yahudilerin aldığı tedbirlerle de yeni havariler gelmeyecekti. Hazreti İsa yaşasaydı belki de Yahudiler Hıristiyan olacaktı. O zaman da Yahudilik sona erecekti. Halbuki Allah Yahudiler için de kıyamete kadar yapacakları işleri görmeleri için yaşamalarını takdir etmişti.

إِنِّي مُتَوَفِّيكَ (EınNIy MuTaVafFıKa)  

“Ben seni tevfiye edeceğim. Ben seni vefat ettireceğim.”

Vefa” görevi yerine getirme, karşılığı verme anlamındadır. “Tartıyı ifa edin” denir de “Tartıyı eda edin” denmez. “Eda” daha çok borcu, emaneti iade anlamındadır. “Vefa” ise herhangi bir görevi eksiksiz yapma demektir. “Tevfiye etme” demek, görevi yerine getirme demektir. “Vefat ettirmek” öldürmek anlamındadır.

Burada “Sen katl olunmayacaksın, ben seni vefat ettireceğim.” deniyor. Başka yerde de “Sen beni vefat ettirdiğinde” denmiştir. “Mevt” kelimesi yerine “vefat” kelimesinin kullanılması, Hazreti İsa’nın da şehitler gibi zaman kaybetmeden Cennet’e gitmesidir. Peygamber olduğu için kendisinin vereceği hesabı yoktur. Ümmeti ile de hesaplanacak şeyleri yok gibidir. Çünkü havariler “Âmenna/ Îmân ettik.” dedikten sonra çok az kalmıştır.

وَرَافِعُكَ إِلَيَّ (Va RafIGuKa EiLayYa)  

“Ve seni bana ref’ edeceğim. Ve seni bana yükselteceğim.”

Bu söz ile; Hazreti İsa’nın ölmediği, kendisinin yanında bekletildiği, sonra tekrar dünyaya geleceği inancı Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yaygındır. Allah İdris aleyhisselâm için de bana ref’ edeceğim diyor. “Ref’ etmek”, nezdine almak, cennete götürmek anlamındadır.

Burada bir hususu açıklamak gerekir. İnsanlar ölecek, kıyamet olacak, herkes dirilecek ve birbirleriyle hesaplaşacak. Kimi cennete kimi cehenneme gidecek. “Cennet” herkesin gitmek istediği yerin adıdır. “Cehennem” de kimsenin gitmek istemediği yerin adıdır. O zaman şu ortaya çıkar. Önce dünyaya gelenler daha uzun zaman sonra dirilecekler, buna karşılık kıyamete yakın olanlar kısa zaman sonra dirilecekler.

Bu böyle olmayacaktır. Çünkü zaman izafidir. Deneyler göstermiştir ki en büyük hız ışık hızıdır. Işık hızından fazla hız olmaz. Kur’an da bunu “leyl neharı sebkat etmez” âyeti ile açıklamıştır.

Şimdi birbirine doğru hareket eden cisimlerin ışık hızları cismin hızı ile ışık hızının toplamı uzaklaşanları da farklı olmalıdır. Oysa en büyük hız ışık hızıdır.

(C+V)*t = C*to

(C -V)*t = C*to

Bunlar çarpar ve t yi çözersek  t=to/(1-(V/C)^2)^.5  buluruz.

Yani belli bir hızla bu dünyadan ayrılan kimsenin yılları yerdekinden çok kısa sürer. Bu ayrılma hızına bağlıdır. Işık hızına ulaşmışsa hiç zaman saniyesi   saniyesi kadar olur. Hesapla bilinen bu durum bugün deneylerle sağlanmıştır. Uzaya gönderilen saatler geri kalmıştır.

O halde buradaki “rafıuka ileyye” demek, senin için zaman geçmeden âhiret olacaktır demektir. Bu haber şehitler için de doğrudur. İyiler için zaman kısalacaktır. Kötüler için ise uzamış olacaktır. Einstein tarafından ortaya atılan zamanın izafiliğini bu husus çok kolay açıklıyor.

Kur’an’ın diğer âyetlerinden çıkan anlam Hazreti İsa’nın öldüğü şeklindedir. Ama ölmemiş ise yine sorun çok kolay açıklanmaktadır. Biz henüz ışık hızına yaklaşamadık. İleride yaklaşabiliriz. Eğer yüksek hızla bir füze atsak. Işık hızına göre hareket edip diyelim ki bizden 10 bin ışık yılı mesafeye gitsin ve dönsün. Dünyada 20 bin yıl geçmiş olur. Onun için birkaç yıl geçmiş olabilir. Hıza göre mesela 10 yaşında olmuş olabilir. Hattâ uzaya göndermesek de bir küre içine koyup süratle çevirsek. Asırlar geçer ama onun için bir hafta geçmez. Kelamcılar buna tay-yi zaman diyorlar.

وَمُطَهِّرُكَ  (Va MUOahHıRuKa)  “Seni tathir edecek.”

Taharet” pislikten arındırmak demektir. Üstündeki pası ve kiri kaldırmak demektir. Kur’an’da Hazreti Muhammed aleyhisselâma ilk emir olarak elbiseni tathir et deniyor. Burada gerçek manâda “seni tathir edecek” anlaşılabilir. Yahut mecazi manâda seni şirkten, küfürden ve isyandan tathir edecektir.

Seni küfretmiş olanlardan tathir edecektir. Onların üstünlükleri sona erecektir. Onların pisliklerinden ve iftiralarından seni arındıracaktır.

Bugün Hazreti Meryem ve Hazreti İsa’ya bühtan eden birkaç milyon Yahudi vardır. Diğerleri bir şey demiyor. Ama dört milyar insan onu takdis ediyor. Ona saygı duyuyor. Çünkü uygarlık dünyaya onun tâbileri tarafından yayılmıştır.

مِنْ الَّذِينَ كَفَرُوا  (MıNa elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş olanlardan.”

Hazreti İsa’ya küfretmiş olanlar Yahudilerdir. Romalılar daha başlarına gelecekleri bilmiyorlar. Hazreti İsa’yı diğer Yahudiler gibi zannediyorlar. Yahudiler, dinleri gereği kimseyi kendilerine katmak istemiyorlar. Onlar Hıristiyanlara en büyük zulmü yapmışlardır. Ama sonra ne olmuştur? Roma’yı doğusu ve batısı ile Hıristiyanlık almıştır. Sonra ateist batı Avrupa’sından bile Hıristiyanlık dünyaya yayılmıştır. Karşı ideoloji sosyalizm ise zulmünü ancak 70 yıl sürdürebilmiştir.      

وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ (Va CAGıLu elLaÜIyNa ıtTaBaGUvKa)

“Sana tâbi olanları ca’ledeceğim.”

Ona tâbi olanlar kimlerdir? Hıristiyanlardır. Bir de Müslümanlardır.

Müslümanlar daha Mekke’de iken Hıristiyanları tutmuşlardır. Persleri (İranlıları) ise müşrikler tutmuşlardır. Persler Bizanslıları yenmiş ve İstanbul surlarına dayanmışlardı. Bu durum Müslümanları üzmüş, müşrikleri sevindirmişti. Rum Sûresi gelmiş ve galip geleceklerini bildirmiştir. Rumlar dokuz sene içinde galip gelmişlerdi. Ayrıca Habeşlilerle de yakın dostluk kurulmuştu.

Bizans yönetimi ile savaş olmuştur. Hıristiyanlarla savaş olmuştur. Ama Hıristiyan halkı ile savaş olmamıştır. Biz Hazreti İsa’ya Hıristiyanlardan daha çok tâbi olanlarız. Çünkü onlar Hazreti İsa’yı dinlemeyip Hazreti Muhammed Aleyhisselâma inanmaları gerektiği talimatını dinlemediler. Biz ise dinledik. Onlara şirk koşmayın dendiği halde onlar onu tanrılaştırdılar. O halde mü’minler onlardan daha fazla Hazreti İsa’ya tâbi olan kimselerdir. Hıristiyanları Hazreti İsa’ya tâbi kılıp da mü’minleri kılmamak diğer âyetlerle çelişki olur. “Nûrunu tamamlayacaktır” âyeti nasıl izah edilecektir?

Biz Hıristiyanlara galip gelebiliriz, onlar da bize galip gelebilir; ama sonuç itibariyle hepsi Hazreti İsa’ya tâbi olanların galibiyetidir. İslâmiyet dünyayı hakimiyetine almıştı. Sonra Hıristiyanlık aldı. Bundan sonra yine İslâmiyet alacak, ama başka insanlar bunlara galip gelemeyecek. Aksi tarihte olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır.

Burada tâbi olanlardan bahsetmektedir. İman edenler dememektedir. Yani inanmasalar da tâbi olanlardır. Halk olarak Hıristiyan ve Müslümanlardan bahsediyor. İçlerinde inanmış olanlar ve inanmamış olanlar olacak, adil olanlar olacak zalimler olacaktır. Ama Hıristiyan veya Müslüman olacaklardır.

فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُوا (FaVQa elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş olan kimselerin fevkine.”

Burada küfretmiş olanlardaki “ellezî” istiğrak için olabilir. Doğrudur. Çünkü kıyamete kadar denmektedir. Özel olarak Hazreti İsa’ya suikastta bulunan Romalılarla Yahudilerdir. Onların üzerinde üstün yapılacaktır. Tarih boyunca Müslümanlarla Hıristiyanları savaştıracaklar, kendileri hükümran olacaklardı. Ama öyle olmadı. Bunlar birbirleriyle savaştılar ama birbirlerini imha etmediler. Dolayısıyla savaş onları güçlü hâle getirdi. Şimdi ve ileride onları yenebilecek olanlar yoktur.

Bugünkü “kâfirler” ateistlerdir, bunlar da sosyalistlerdir. Yahudilerle bir olup Hıristiyanlığı ve İslâmiyet’i yok etmeye  çalışıyorlar ama sonunda Kur’an’ın dediği oluyor. Tarihte Kur’an’ın dediği olduğu gibi; gelecekte de onun dedikleri olacaktır.

Buradaki “fevk”den maksat sadece savaştaki galibiyet değildir; uygarlıktaki üstünlüktür.

Evet, uygarlık topu  kıyamete kadar Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında gidip gelecektir. Hukukta ve yönetimde uygarlığı Müslümanlar, ekonomide ve teknikte uygarlığı Hıristiyanlar ellerinde tutacaklardır. Daima diğer insanlardan üstün olacaklardır. Bu Hazreti İsa’ya vaat edilendir. 2000 yıl içinde hep gerçekleşti; bundan sonra da gerçekleşecektir.

إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ (EıLAv YavMI elQıYAMaTı)

“Kıyamete kadar bu böyle devam edecektir.”

Kur’an’da bildirilen bir Ye’cüc ve Me’cüc meselesi vardır. Moğol istilâsında bu gerçekleşti. Ancak kısa zaman sonra dev imparatorluğun dörtte üçü Müslüman oldu. Diğerleri de kaybolup gittiler. İleride böyle uygarlıkta değil de savaşta zafer kazananlar olabilir. Nitekim Sovyetler de bunlardan sayılır. Bugün de sosyalistler böyle uyarıcı zaferler kazandılar ama kısa zamanda eriyip gittiler.

İşte biz bu âyete dayanarak diyoruz ki, zafer Adil Düzencilerin olacaktır. Hıristiyanlar bizimle beraber olacaklardır. Nitekim Bediüzzaman da buna işaret etmektedir. Gönlümüz Yahudilerin de bizim yanımızda olmasını ister ama ne var ki Kur’an’ın haberleri bu yönde değildir. Kur’an bunların en büyük güce ereceklerini bildirmiştir. Ama sonrasını da bildirmiştir.

Bundan sonra ne olacaktır? Hıristiyanlarla Müslümanlar dünyada üstün olacaklardır. Uygarlıkta üstün olacaklardır. Çinliler ve Hintliler ortadan kalkmayacak, onlar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Çünkü üstün olma demek, oların üstünde olma demektir. Ama uygarlıkta önderlik Hıristiyanlarla Müslümanların olacaktır.

Hıristiyanların şeriatları yoktur. Şimdiye kadar Tevrat şeriatı ile yaşadılar. O şeriat 3000 yıldır insanları yönetebilmiş ama artık çok gerilerde kalmıştır. İslâm fıkhı da böyledir. Yapılacak iş müsbet ilme göre Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’an’ı yorumlayarak yeni uygarlığı ortaya çıkarmadır. Bu husustaki ilim olan “Fıkıh Usûlü İlmi” Müslümanlarda durmaktadır. Onlar da bu ilimden yararlanabilirler. Onların kitapları daha fazla tevile ihtiyaç gösterir.

Buna bakıldığında III. Bin Yıl Uygarlığı”nı Avrupa Birliği ile birlikte Müslümanlar kuracaklardır. Kısmen bu görüş veya düşünce doğrudur. Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeyecektir. Ama Türkiye Avrupa ile Asya arasında yalnız maddî köprü değil, aynı zamanda manevî köprü olacaktır. Avrupa Birliği çıkmaza girdiği zaman “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı okuyacaktır. Kendini ona göre düzenleyecektir. Çöküşünü böylece geciktirecektir. Avrupa Birliği Papalığı daha çok takdis edecektir. Papalık da reformlar yaparak Protestanlıkla olan ayrılığını sona erdirecektir. Mezhep farklılığını din farklılığı olarak görmeyecektir.

İsrail Devleti ülkesinde varlığını sürdürecek, ilimde ve ticarette hizmetine devam edecektir. Ama siyasi ve askeri üstünlüğü olmayacak, Müslümanların koruması altında olacaktır. Sömür sermayenin ömrü ise sona ermek üzeredir. (İsra Sûresi’ne ve bizim yorumlarımıza bakınız. 133 ve 204. Seminer Notları.)       

ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ (ÇumMa EıLayYa MaRCıGuKuM) “Sonra merciiniz banadır.”

Bu hitap bizedir. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındadır. Sizi kıyamete kadar kâfirlerin fevkine ca’ledeceğiz diyor. “Sonra” kelimesi ile kıyametten sonraki durumumuzu tasvir ediyor. Aramızda ihtilaflar olacaktır. “Merciiniz banadır” demektedir. Âhiret’te normal olarak kişiler sorumlu olacaklardır. Topluluk sorumlu olmayacaktır. Ama topluluğun baskısı olduğu için sonunda kişiler de kendilerini korumak isteyeceklerdir. Ancak kişiler o topuluğun hesabını da verecekledir.

Buradan şunu anlıyoruz ki, bir taraf Hak medeniyetlerinin, diğer taraf kuvvet medeniyetlerinin uygulayıcıları olacaktır. Ancak her iki taraf da sonunda Allah’a hesap vereceğini bilsin ve ona göre oyunu kurallarına göre oynasın.

فَأَحْكُمُ بَيْنَكُم (Fa EaXKuMu BaYNaKuM) “Aranızda hükmedeceğim.”

Yani bu dünyadaki görevlerinizi yaparken şeriata göre hareket etmelisiniz. Zalim olmayacaksınız. Kural dışına çıkmayacaksınız. Savaşsanız bile savaşları şeriatın hükümleri içinde yapacaksınız. Âhiret’te birbirinize hesap vereceksiniz. Haklarınız aranızda dengelenecektir.  

Ben hükmedeceğim” deyince, başkaları hükmetmeyecektir demektir. Bu dünyada sizin üzerinizde bir güç olmayacaktır. Birbirinizle itişip çekişeceksiniz.

Şimdi Yahudi sermayesi şunu planlamaktadır: Dünyayı Ortadoğu, Orta Asya ve Sibirya’dan ikiye ayırsın. Dünyanın zengin kaynaklarını kendisi işletsin. Doğu ile Batı’yı savaştırsın ve dengeyi korusun. Bu plân doğru ise uygarlıklar Budizm ile İbrahimî dinler arasında gidip gelecek demektir. Ama Kur’an böyle söylemiyor. Uygarlıklar Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında gidip gelecektir.   

ْ فِيمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُون (FIyMAv KuNTuM FIyHı TaPTaLıFUvNa)

“İhtilaf ettiklerinizde ben hükmedeceğim.”

Demek ki Hıristiyanlarla Müslümanlar ihtilaf edecek, aralarında da ayrılıklar ve savaşlar olacaktır. Allah Âhiret’te hükmedecektir. Avrupa’nın son beş asrı hep iç savaşlarla geçmiştir. Ancak bu savaşlar sayesinde savaşı öğrenmişler ve dünyayı öyle fethetmişlerdir. Hâlâ dünyanın en güçlü silahlarına sahiptirler. Ne var ki sahip oldukları silahlar kitle imha silahlarıdır. Ülkeler bunlarla fethedilse bile bunlarla yönetilemiyor.

Yönetim ancak “Adil Düzen”le mümkün olacaktır. Şimdiki Batı dünyasının silah üstünlüğü sömürücü sermayenin hizmetindedir. Ama yakında ABD’de bu sermayenin hakimiyeti sona erecektir. Dolayısıyla silah üstünlüğü insanlığın olacaktır. Artık sömürü sermayesinin emrinde değil; “Adil Düzen”e göre oluşan insanlık teşkilâtının emrinde olacaktır.

Hazreti İsa’ya tâbi olanlar arasında savaşların sürüp gitmesi onların eğitilmeleri içindir. Aralarında savaş olmazsa savaşı nerede öğrenecekler ve düşmanlarla nasıl savaşacaklardır. İslâm inanışına göre birbirini öldüren sahabelerin ikisi de şehittir. Çünkü onlar Hak uğruna savaştılar. İçtihatlarında hata vardı, inançlarında değil. Bu anlayış küçük tadilatla doğrudur. Ne tarafta savaşma değil, ne amaçla savaşma önemlidir. Müslümanlarla Hıristiyanlar aralarında savaşacaklardır. İhtilafları olacaktır. Bunlar onlar için rahmet olacaktır. Üstünlük böyle sağlanır.

فَ  (Fa)

Bundan önce Hazreti İsa’ya tâbi olanlardan bahsetti. Tâbi olmak demek; “Ben Hıristiyanım”, “Ben Müslümanım” demektir. Tabiiyetine girmek demektir. Vatandaş olmak demektir. Bunların içinde herkes mü’min olmayacaktır. Kimi mü’min, kimi kâfir olacaktır. Yalnız bunların içinde değil; uygarlıkta bunlardan geri olan ülke halkları içinde de kimi kâfir, kimi mü’min olacaktır.

İşte onları anlatmak için burada “Fa” harfi gelmiştir. Uygar ülkeler ile huzur ülkeleri birbirinden farklı olacaklardır. Huzur ülkeleri arasında savaşlar olmayacaktır. Huzur içinde yaşayıp gidecekler, ama uygarlıkta hep Hıristiyan ve Müslümanların arkasından gideceklerdir. Savaş ülkeleri ise savaşıp duracaklar ama aynı zamanda uygarlığın gelişmesine de böylece hizmet edeceklerdir. Yalnız insanların bir taraftan diğer tarafa kolayca göç edebilecekleri yerinden yönetim sistemi ile buralarda yaşayan huzur ülkeleri, huzur illeri, huzur bucakları olacaktır. Askerlik zorunlu olmayacak, bedelli olunacaktır. Dolayısıyla kişiler veya topluluklar için bu ayırım olmayacak, bu uygarlıklar içinde olacaktır.

Her yerde insanlar kâfir ve mü’min olarak ayrılacaklardır. Kişi her zaman istediği dinde ve anlayışta olacaktır. Yani tam lâiklik olacaktır. Ne Hıristiyanlar, ne Müslümanlar dinde baskı yapmayacaklardır.

أَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا (EamMA elLaÜIyNa KaFaRUv)  “Küfretmiş olan kimseler ise,”

İster Müslümanlar, ister Hıristiyanlar, ister diğer topluluklar arasında olsun, hep küfretmiş olan kimseler olacaktır. Hem de bunlar küfür içinde cemaatleşeceklerdir. Bu işi nasıl yapacaklardır? Partileri olacak, cemaatleri olacaktır. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî gruplar oluşturacaklar ve küfür üzerinde cemaatleşeceklerdir. Bunların teşkilâtlanmalarına izin verilecektir.

Bunun dışında kâfirler kendi bucaklarını, kendi ocaklarını, kendi illerini, hattâ kendi ülkelerini kuracaklar ve küfürlerini dünya çapında sürdüreceklerdir.

Burada Allah’ın bize vaat ettiği bizim onlardan üstün olacağımızdır. Yani, ister Hıristiyan olsunlar, ister Müslüman olsunlar, hakimiyet bunlarda olacak; ama lâiklik ve demokrasi dolayısıyla kâfirlerin de yaşamalarına ve cemaatlaşmalarına imkân vereceğiz. Hani onlar diyorlar ya; demokrasi düşmanları demokrasiden yararlanamazlar! İşte biz onu da demiyoruz. Demokrasi düşmanı olsalar da onların yaşama hakları vardır. Fiilî saldırıda bulunmadıkça biz onlara dokunmayız. Çünkü biz güçlüyüz ve kendimizden eminiz. Onlardan korkmuyoruz. Suç işlerlerse, savaş çıkarırlarsa, o zaman hesabı görürüz.     

فَأُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا (Fa EuGaüÜıBuHuM GaÜAvBan ŞaDIyDan)

“Onları şiddetli azabla ta’zib edeceğim.”

“Onları ben ta’zib edeceğim.” diyor Allah. Küfretmiş olanlar azaba uğrayacaklardır.

Azab” sıkıntı çekmedir, acı duymadır. İnanmış insan bedenen acı duysa bile o Rabb’ine teslim olmuştur. Sabır onun için hesap defterine yazılan kazançlardandır. Onun için bedeni acı duysa da ruhu zevk almaktadır. Küfretmiş olan kimseler için ise hep korku, sıkıntı ve üzüntü vardır. Onlara mü’minler eziyet etmez, mü’minler ceza vermez. Onlar kendi kendilerini yerler ve Allah onlara çeşitli âfetler gönderir. Onun için “Onları ben ta’zib edeceğim.” diyor. Sana tâbi olanlar onların fevkinde olacaklar ama onlara da azaplarını ben vereceğim diyor.

Yukarıda sana tâbi olanları olmayanların fevkine çıkaracağım demiyor; “Sana tâbi olanları kâfirlerin fevkine çıkaracağım.” diyor. Yani, kâfir olmayan mü’minler üzerinde uygar olanların üstünlüğü olmayacaktır. Çünkü iman etmiş olanlar nerede olursa olsun, Çin’de veya Hint’te olsun, uygarlıkta aynı yerde olacaklardır. Oralarda ülkeler kurabilecekler, oralarda iller kurabilecekler, oralarda bucaklar kurabileceklerdir.

Oralarda Budist mü’minler de olacaktır. Bizim onların üzerinde bir üstünlüğümüz olmayacaktır. Çünkü biz kâfir olmayanların hepsini bizimle beraber sayarız. Uygarlığımızda onların katkılarını da alırız. Nitekim tarihte biz barutu, pusulayı, kâğıdı Çinlilerden öğrendik.      

فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ (FIy eLdDuNYAy Va eLEaPıRaTı)  “Dünya’da ve Âhiret’te.”

Dünya’da ve Âhiret’te Allah kâfirleri ta’zib edecektir. Kâfirler Dünya’da da başarılı olmayacaklar, Âhiret’te de başarılı olmayacaklardır. Onlara Allah tarafından beklemedikleri belalar geleceği gibi; zaten kendi ahlaksızlıkları, kendi fesatları sebebiyle Dünya’da cezalarını çekecekler, Âhiret’te de cezalarını çekeceklerdir.

Kâfir olan aşiretler olacak, kâfir olan kabileler olacak, kâfir olan şa’blar olacak ve kâfir olan kavimler olacak; onların da “Adil Düzen” örgütlenmesinde yerleri olacaktır. Biz küfrü yasaklamayacağız.

Bir şey dinî olduğu için suç olmayacak, ama bir şey dinî olduğundan suç olmaktan da çıkmayacak. Kişilere suç işleyebilmelerinden dolayı değil, suç işlemelerinden dolayı ceza verilecek. Suç işlemelerine izin verilecektir. Sonra cezaları verilecektir. Cezalarını Allah verecektir. Ya mahkeme kararı ile ceza verilecek ya da Allah’ın bir afeti ile ceza verilecektir.

وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (Va MAv LaHuM MıN NAvWıRIyNa)

“Ve onların bir nasiri olmayacaktır. Ve onların bir yardımcısı olmayacaktır.”

Allah kâfirlere cezalarını verirken onları destekleyen ve koruyan kimse bulunmayacaktır.

Yirminci yüzyıl sosyalizm fırtınaları ile geçti. Nasyonal ve enternasyonal sosyalizm dünyayı kasıp kavurdu. Bu onların zaferi değildi. İnsanlık tarihî kalıntılar içinde yaşıyordu. Gerek Müslümanlar, gerek Hıristiyanlar, gerek Budistler ve Hindular hep bozulmuş zulüm düzeni içinde yaşıyordu. Eski müesseseler işe yaramaz olmuştu. İşte bunları ortadan kaldırmak için sosyalizm diye bir âfet dünyayı sardı ve eskimiş bozuk anlayışları silip süpürdü.

Şimdi insanlık yeni düzeni beklemektedir. Tarla açılmıştır. Tohum bekleniyor. O tohum “Adil Düzen” tohumudur. Biz o tohumun çekirdeğiyiz. Kendimizi tamamladığımız zaman çimleneceğiz. Nerede ve nasıl? Onu bilemiyorum.

وَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا (Va EamMa elLaÜIyNa EaMaNUv)  “Îmân etmiş olanlar ise,”

Küfretmiş olanlara karşı iman etmiş olanlardan bahsedilmektedir. İster Hazreti İsa’ya tâbi olanlardan olsun, ister Hazreti İsa’ya tâbi olmayanlardan olsun; tâbi olanlar ister Müslümanlardan olsun, ister Hıristiyanlardan olsun, iman etmiş olanlara gelinirse, onlar için ecirler vardır.

Burada da teker teker mü’minlerden bahsetmeyip mü’min olan gruplardan bahsetmektedir. Yeryüzünde kâfir devletler olacak, mü’min devletler olacak; kâfir iller olacak, mü’min iller olacak; kâfir bucaklar olacak, mü’min bucaklar olacak; kâfir ocaklar olacak, mü’min ocaklar olacaktır. Bunlar dağılmış ve iç içe girmiş bulunacaktır. Kâfir ülkede mü’min iller olabilecektir. Mü’min ülkede de kâfir iller olabilecektir.

Bunların içinde her iki tarafta Hıristiyan ve Müslüman devletler olacak, bunlardan da kimi kâfir kimi mü’min olacaktır. Uygarlık bunların elinde olacaktır. Hak uygarlıklarını Müslümanlar, kuvvet uygarlıklarını Hıristiyanlar alıp götüreceklerdir. Zaman zaman Hak uygarlıkları yani Müslümanlar üstün olacaklar, zaman zaman da kuvvet uygarlıkları yani Hıristiyanlar üstün olacaklardır. Kıyamete kadar bu böyle devam edecektir.

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMILUv elÜAvLIAvTı)  “Salihatı amel etmiş olanlar.”

Kâfirler için sadece küfretmiş olanlar demiştir. Onların Dünya’da ve Âhiret’te cezalandırılacağını bildirmiştir. Mü’minler için bu yeterli sayılmamış, salihatı da amel etmiş olmaları istenmektedir.

Salihat” demek, uygun işler demektir. Siz bir iş yaparsınız. Diğerleri de bir iş yapar. Bu işler birbirini tamamlıyorsa bu “salihat ameli”dir. Ama biri diğerinin yaptığını bozuyorsa veya uyum yoksa o zaman o salihat ameli olmaz. Burada hem amel edenler çoğuldur, cemaattir, hem de ameller dişi kurallı çoğuldur. Yani düzen çoğuludur, sistem çoğuludur.

O halde burada müjdelenen nedir? Dayanışma ortaklığı içinde olanlar ve çalışmalarında organize olmuş topluluklar demektir. İşte “Adil Düzen” bunu yapan düzendir. Liberal düzendir. Halk ekonomisi düzenidir. Ama organize olmuş, taazzuv etmiş bir düzendir. “Genel Hizmet” dediğimiz dördüncü girdi bunun için gereklidir. Yani; tesisler, ham madde (sermaye), emek ve genel hizmet. İşte bu âyette sözü edilen salihatı amel ancak bu sayede salihat olur.Eskiden birbirini tanıyan insanlar arasında işler yapılırdı.

فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ (Fa YuVafFIyHıM EUCUvRaHuM)

“Onların ücretlerini ifa edecektir.”

İfa etmek” demek, tastamam ölçmek, asla eksiklik yapmamak demektir.

Burada iman etmiş olan kimselerin ücretlerinin tamamen ifa edileceğini bildirmiştir. Dünya veya Âhiret’te dememiştir. Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İmtihanda sıkıntılar çekilir. Okulda not alınır. Ama onun semeresi sonra hayatta görülür. Okulda imtihanın karşılığı ödenmez. Bunun gibi bu dünyada iman edip ameli salih işler işleyenlerin ücretlerinin çoğu öbür dünyada verilecektir. Bu dünyada hepsi görülmemiş olacaktır. Kimi şehit olacak, kimi sıkıntı çekecektir. Bu sebepledir ki burada “Fi el-dünya ve’l-ahiret” dememiştir. Çünkü inananlar için bu husus değişmez.   

وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ (Va elLAHu LaYuXıbBu elJAvLıMIyNa)

“Allah zalimleri hubbetmez. Allah zalimleri sevmez.”

Âyette mü’minlere müjdeler yapılmaktadır. Sonunda “Allah mü’minleri sever” deneceğine; “Allah zalimleri sevmez” şeklinde ifade edilmiştir. Küfür zulümle bir tutulmuştur. Mü’min olmanın zalim olmamayı gerektirdiğini ifade etmiş oluyor. Mü’min olmak demek, Hazreti Peygamber Aleyhisselâmın ifadesi ile insanların canlarını ve mallarını onlara emanet ettiği kimse demektir.

“Siz hayırlı ümmetsiniz. İnsanlara marufu emretmek, münkeri nehy etmek ve hayra dâvet etmek için çıkarıldınız.” Yani, zulmü ortadan kaldırmak için varsınız. Evet, o sebepledir ki zulümle mücadele etmiş olan mü’minlerin ücretleri ifa edilecektir. Bu ifade mü’minlerin görevini ortaya koyar.   

ذَلِكَ نَتْلُوهُ عَليْكَ (ÜAvLıKa NaTLUvHu GaLayKa)

“Bu sana tilavet etmekte olduğumuzdur.”

Bu haberi yani gelecek dünyanın oluşmasını biz sana aktarıyoruz. Böylece gelecek hakkında sizleri haberdar ediyoruz. Kur’an’da bu ifade söylendiği zaman dünyada başka büyük devletler vardı. Önce Persler vardı. Sonra Bizanslılar vardı. Ayrıc Çinliler vardı. Göktürkler vardı. Kur’an mü’minlere gelecek vaat ediyordu.

Ama Hazreti İsa’ya “sana tâbi olanlar” tâbiri ile kıyamete kadar onların üstün olacağı bildiriliyordu.

Sonra ne oldu? Önce Bizans İmparatorluğu yıkıldı. Türkler Viyana’ya kadar vardılar.

Sonra geri çekildiler. Sakarya’ya kadar gerilediler.

Şimdi de İstiklâl Savaşı sonrasında dünyaya yeni uygarlığı getirmeye hazırlanıyorlar.

مِنْ الْآيَاتِ (MiNa eLEaYAvTı) “Bunlar âyetlerdendir.”

Yani Kur’an’ın ve İncil’in mucizelerindendir.

Tarihte neler olmuştur? Önce Roma Hıristiyanlığı kabul ediyor. İkiye ayrılıyor. Doğu Roma kuruluyor.

Batı Germenler tarafından istila ediliyor ama Germenler Hıristiyan oluyor. Kuzeyde yaşayan Türkler Müslüman oluyor. Slavlar Hıristiyan oluyor.

O zaman verilen haberler bir bir geçekleşiyor. Bir taraftan Müslümanlar Hindistan ve Çin’e giderken, diğer taraftan Amerika keşfediliyor ve koskoca iki kıta Hıristiyan oluyor. Buharlı geminin keşfi ile tüm dünya denizlerini Hıristiyanlar istila ediyor. Bugün de dünya üzerinde hakim olan Müslüman ve Hıristiyanlardır.

وَالذِّكْرِ الْحَكِيمِ (Va eÜıKRı elXaKIyMı) “Ve hakîm zikirdendir.”

Hakim” muhkem ve sağlam anlamına geldiği gibi hükmeden ve hükümleri ihtiva eden anlamındadır. Yani Kur’an’ın söyledikleri bir hatırlatmadır. Çünkü Kur’an’dan önce de Hıristiyanlık hakim duruma gelmişti.

Hakimdir” çünkü bundan sonra da aynı üstünlükler yaşanacaktır. Şimdi de III. Bin Yıl Uygarlığı’nın nasıl kurulacağı anlatılmaktadır. “III. Bin Yıl Uygarlığı” Batı’nın müsbet ilimleri ile Müslümanların usûlu fıkhına göre yorumlanan Kur’an’a ve diğer mukaddes kitaplara dayanılarak kurulacaktır.

Yahudilerin beşyüz senelik bir planı vardır. Dünya üzerinde bir Yahudi yönetimi tesis etmek. Bugün bunu şöyle planlıyorlar. Dünyada tek merkez bankası oluşmalıdır. O da sermayenin bankası olmalıdır. Başka paralar hep bu paranın emrinde olmalıdır. Böylece tahsildarsız dünya devamlı olarak haraca bağlanacaktır. Yılda dünyada yapacağı %2,5’luk enflasyonla beşerî hasılanın %2,5’unu masrafsız tahsil edecektir. Dünya 6 milyar ise, Yahudiler de 12 milyon ise, binde 2 kadardırlar demektir. Demek ki Yahudi halkı dünya refahının on katı daha fazla refah içinde yaşayacaktır. Aralarında çıkaracağı savaşlarla kendisi saltanatını sürdürecektir.

Bunun için dünyayı ikiye ayırmak istiyor. Ortadoğu, Afganistan, Rusya ve Sibirya ile dünya ikiye ayrılacak. Bu ülkeleri küçük küçük devletçiklere ayıracak. Yahudi devletini silahlandıracak. Gelip geçenden haraç kesecek. İşte sömürü sermayesinin planı budur.

Bu planın bir yanı doğrudur. Dünya iki kutba bölünecektir. Çünkü insanlar kutuplaşmadan duramazlar. Mıknatıs gibi ortası nötr olacaktır. Ancak bu işi kimler başaracaktır? Yahudiler mi? Yoksa Hıristiyanlarla Müslümanlar mı? İşte Kur’an burada cevap veriyor. Hazreti İsa’ya tâbi olanlar.

Bundan sonra ne olacaktır?

Türkiye lâik bir ülke olarak uygarlığın kaynağı olacak. Çünkü Batı medeniyeti ile Doğu Medeniyeti’ni bilen ve sentez edebilen yalnız Türkiye’dir. Yahudilerin planladığı şerit oluşacaktır. Ancak burası Yahudilerin değil Adil Düzencilerin hakimiyetinde olacaktır. Bu “Adil Düzen”i Hıristiyan ve Müslümanlar oluşturacaktır. Hüküm budur.

 

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XVI

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

اِنَّ مَثَلَ عِيسَى عِنْدَ اللَّهِ كَمَثَلِ آدَمَ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ(59)

الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُنْ مِنْ الْمُمْتَرِينَ(60)

فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنْ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللَّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ(61)

إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلَّا اللَّهُ وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ(62)

فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِالْمُفْسِدِينَ(63)

اِنَّ (EınNa) “Gerçek”

Burada bir birleştirme harfi yani “Va” veya “Fa” getirilmemiştir. Buna “fasl” denmektedir. Fasl iki sebepten yapılır. Ya bundan sonra söylenenler daha önce söylenenin açıklaması farklı bir şey değildir, birleştirme harfine gerek görülmemiştir, yahut konu değişmiş olur, o sebeple aralarında birleştirme harfi konmaz. Burada bundan sonra gelen ayet Hazreti İsa’nın babasız yaratılmış olmasının izahıdır. Onun vefat ettirilmiş olmasının izah edilmiş olmasıdır. Yani Hazreti İsa’nın diğer insanlardan farklı olmadığının açıklamasına geçmiştir.

İnNa” kelimesi yanlış bilinen bir şeyin tashihi için getirilir. İnsanların Hazreti İsa hakkında yanlış bilgileri vardır. Bir kısmı Hazreti İsa’nın babasız yaratılmadığı ve asıldığı veya öldürüldüğü görüşündedirler. Oysa Hazreti İsa Hazreti Adem gibi babasız yaratılmıştır. Öldürülmemiştir. Asılmamıştır. Ancak Allah onu vefat ettirmiş ve kendisine ref’ etmiştir. Diğer taraftan Hıristiyanların bir kısmı Hazreti İsa’nın madem babası yoktur, o halde onun babası Allah’tır gibi saçma iddialara giriştiler. Müslümanlar da onun vefat ettirilmediğini söylüyorlar. Kur’an vefat ettirilip Allah’a kaldırıldığını söylüyor. Babasızdır ama Hazreti Adem gibidir deniyor. Babasız yaratılmış olsa bile Hazreti Adem gibi yaratılmamış olup babasının Allah olduğu iddiası hatalıdır.  

مَثَلَ عِيسَى (MaÇaLa GIySAy)  “İsa’nın meseli, İsa’nın benzeri.”

Mesel” benzeri demektir, modeli demektir. Bir oluş ile diğer oluş arasında benzerlik varsa o ona mesel olur. Denklik eşlik anlamına da gelir. Hz. İsa’nın doğumunun meseli Hz. Adem’in doğumuna benzetilmiş olmaktadır. Hazreti Adem nasıl yaratıldı ise Hz. İsa da öyle yaratılmıştır. Onun öyle yaratılmasını istemiştir. Hz. Adem’in yaratılması da melekler ve cinler arasında olay olmuştu. Hz. İsa’nın yaratılması da İsrail oğulları arasında aynı şekilde olay olmaktadır. İnsanların dikkatini çekmek için beklenmedik bir olay çıkmalıdır. Herkes onunla meşgul olmalıdır. Halk karşı çıkmalıdır. Nitekim “Adil Düzen” de böyle olmuştur. Bugün herkes birleşmiş “Adil Düzen”e karşı çıkmaktadır. Bu onun Hak olduğuna ve zafer kazanacağına delil teşkil eder.

عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa elLAHı)  “Allah’ın indinde”

“Allah’ın indinde” demek, Allah’ın işinde demektir. Allah’ın sünnetinde denemez, çünkü istisnai olaydır. Allah’ın yaptıkları arasında anlamındadır. “İnde”yi biz daha ziyade düşüncesinde anlamında anlarız. Allah ne düşünürse o olacağı için “Allah’ın indinde” denince, hem ilminde hem de fiilinde demek olur. Düşünce önermelerle olduğu için Allah için söylenemez. Allah kesbî olarak değil, varlığı ile bilir.

كَمَثَلِ آدَمَ (Ka MaÇaLı EAvDaMı)  “Adem’in meseli gibidir.”

Hazreti Adem insanların atasıdır. Eşi ile birlikte ilk insan türünü oluşturdular.

Tarihte canlılarda evrim vardır. İlk defa bir hücre var edildi. Bu hücre bütün canlıların genlerini taşıyordu. Genler canlıda belli iş yapan araçlardır. Ne var ki bunların iş yapmaları için şartların oluşması gerekir. Bu şartlar dış şartlar değildir, iç şartlardır. Döllenmiş ilk insan hücresi büyümeye başlar. Belli büyüklüğe ulaşınca bölünür. İşte bu büyüklük iç şarttır. İki hücre olur. Yaşama vasatı varsa her hücre büyümeye devam eder, yoksa parçalanıp dağılır. Kadınlardaki aybaşı olayı budur. Şartlar uygun ise büyümeye devam eder.

Şimdi bu bölünen iki hücre eğer birbirinden uzak kalmışlarsa hücrelerde asla değişiklik olmaz, yumurta ikizi yavru olmaya aday olurlar. Eğer birbirine komşu olarak kalmışlarsa hücrelerde kutuplaşma olur, hücrelerin biri bir kutup olur, diğeri diğer kutup olur. Elektrikî veya mıknatısî kutuplar olabilirler. İşte daha önce sessiz duran bazı genler kutuplaşmış hücrelerde faaliyete geçerler. Faraza, + kutupta olanlar vücudun durağan hücrelerini oluştururlar, - kutupta olan genler ise hareketli hücreleri oluştururlar. Durağan hücreler deri, sinir, kemik ve et hücreleridir. Hareketli hücreler de akyuvarlar, alyuvarlar yani kan, hormon ve cinsel hücrelerdir. Bu kutuplaşma ve buna göre genlerin farklı faaliyetleri sonunda insan oluşmaktadır.

İlk canlı yaratıldıktan sonra böyle bölünmeye başlamıştır. Belli bölünmeden sonra genler aldıkları emre göre yeni canlı türünü oluşturdular. İlk ayrılma bitki ve hayvan hücrelerinde olmuştur.

Bitki hücreler demirli molekülleri içeren klorofilli oldular. Magnezyumu içeren emin alyuvarı hücreleri oluşturdular. Dejenere olan bitki veya hayvan hücreleri dejenere olarak bakterileri oluşturdular. Yine hücrelerin içindeki kromozomların bağımsızlık kazanmasıyla virüsler oluştu. Zamanı gelince genler yeni türler ürete ürete bugünkü canlı türleri oluştu.

Omurgalı hayvanlar meydana çıktı. İlk memeliler balıklardır. Ondan iki kola ayrıldı. Sürüngenler ve kurbağalar, kuşlar ve memeliler. Kurbağa ve sürüngenler yavrularını büyütmezler. Kuşlar ve memeliler yavrularını besleyerek büyütürler. Memeliler ise karında büyütürler.

İşte bu memelilerden son nesil olarak insan oluştu. Yani Hazreti Adem oluştu. Hz. Adem nasıl oluştu?

Belli bölünme sonunda kotlanmış olarak insanın oluşması istendi ve insanın atası olan maymun türü bir varlığın karnında Hz. Havva oluştu. Doğurdu, büyüttü. Hz. Havva’dan da tıpkı Hz. Meryem’de olduğu gibi Hz. Adem doğdu ve büyüdü. Babasız doğdu. Çünkü insan kromozomu olmayan bir canlı yoktu ki birleşip onunla çocuk meydana getirseydi. Sonra oğlu koca oldu, ondan erkek ve kızlar doğdu. Onlar evlendiler ve onlardan da işte bugünkü insanlık türedi.

İşte Hz. İsa’nın meseli anneden babasız doğmuş olma bakımından Hz. Adem’in meseline benzemektedir. Hz. Adem için zaruri olan bu babasız oluşma Hz. İsa için neden gerek görüldü?

Allah birçok olayı sırf insanlar onları öğrensinler diye yapar. Mesela, Hazreti Aişe’nin gerdanlığı kaybetmesi, zina ve iftira hükümlerinin anlaşılması için bir vesile olmuştur. O âyet inecekti. O âyetlere dikkat çekilsin diye o olayı Allah ortaya çıkarmıştır. Hazreti Peygamber’in hayatı hep böyle örnek olaylardan oluşmuştur. Hazreti Meryem’in Hazreti İsa’yı babasız doğurmuş olması da böyledir. Bir taraftan çocuk doğurmanın zina işlediğine delâlet etmeyeceğini teşri etmekte, bekaret zarının zayi olması ile kişinin zani addedilmeyeceği hükümlerini getirmekte; diğer taraftan bize bu vesile ile evrim teorisini anlatmış olmaktadır.

Dr. M. Lütfi Hocaoğlu’nun bilgi olarak internetten alıp izah ettiği gibi, III. kromozomda bulunan erkeklik genleri hem kadında hem erkekte vardır. Bu her hücrede mevcuttur. Ancak bunlar etkin değildir. Şartlar müsait olmadığı için orada uykudadırlar. Genlerde değişme ve kopup eklenme gibi olaylar vardır. Bu hep görülmektedir. III. kromozomdan kopup X kromozomuna eklenerek onu Y kromozomuna çevirir, böylece kendi kendine yavru oluşur. Hazreti İsa’nın oluşu üzerindeki teoriler bizi evrim teorisini açıklamaya yardımcı olmaktadır. İleride çok daha geniş bir şekilde anlaşılır hal alacaktır.

خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ (PaLaQaHu Mın TuRaBın) “Onu turabdan halketti.”

Onu yani Hz. Adem’i dolayısıyla Hz. İsa’yı da “turabdan” yani topraktan yarattı. “Yer” üzerinde yaşadığımız gezegendir. “Erd” olarak Kur’an’da geçmektedir. Turab” ise arzı ve diğer gezegenleri oluşturan maddedir. Arzda 92 tür madde tesbit edilmiştir. İnsanı topraktan var etti.

Şimdi insanın topraktan nasıl var edildiği üzerinde diğer âyetlerin ışığında durabiliriz.

Bitki kökleri ile topraktan suyu ve maddeleri alır. Havadan CO2 alır. Güneş ışığını da yakalayarak onunla organik maddeler üretir. Kendisi yeni hücreler üreterek çoğalır. Başka canlılar ve hayvanlar da onları yiyerek kendi hücrelerini çoğaltırlar.

Şimdi hücreye girelim. Hücre bir çeperle çevrelenmiştir. İçinde belli işleri gören yerler vardır. Organeller vardır. Bunlar arasında taşımacılık yapan bir sıvı vardır. Buna sitoplazma denir. Bu insandaki kan gibidir. Hücrenin içinde devamlı hareket halindedir. Kur’an buna “sülale” demektedir. “Sülale” “silsile” kelimesi ile akrabadır, zincirler demeti demektir. Canlılar önce toprağı sülale yapmaktadırlar. Hücrede eğer bu sülalenin durması söz konusu olursa o hücre ölür. Tıpkı insanın kalbi durduğu zaman ölmesi gibi. Bu sülalenin hareketi sayesinde genler faaliyette bulunur ve yeni hücre oluştururlar.

Allah’ın halk etmesi bu demektir. Kurallar içinde hareket etmesi demektir.

ثُمَّ  (ÇümMa)  “Sonra”

Topraktan var etti sonra arada başka olaylar geçtikten sonra ona “ol” dedi o da oluverdi.

Buradaki “Sümme/Sonra” bize gösteriyor ki Allah toprağı almış, yoğurmuş, sonra ona üflemiş de insan olmuştur. Tam aksine insan olmadan önce uzun merhaleler geçirmiştir. Sitoplazma yani sülale değişik merhalelerden sonra bir ananın Havva’yı doğurması, Havva’dan da Adem’in meydana gelmesi ile sonuçlanan zamandan sonra Hz. Adem varolmuştur. Hz. Adem’den önce insana benzeyen, ayakta yürüyen, ateşi yakan, alet kullanan, toplayıcılık ve avcılık yapan canlılar vardı. Ama bunlar insan değildi. Çünkü bunlarda insan beyni henüz oluşmamıştı. Hz. Adem bedeni ile bunlara benzediği için bunlardan doğmuştur.     

قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (QAvLa LaHUv KuN Fa YaKUvNu)

“Ona (yani yarattığı Adem’e) ‘kün’ dedi o da oldu.”

Şimdi insanın diğer canlılardan farkı nedir? Bunu anlayabilmemiz için sizlere bilgisayarlardan kısaca bahsetmek istiyorum. Bilgisayar nedir? Odanızın girişinde elektrik anahtarı vardır. Çevirirsiniz yanar, çevirirsiniz söner. Bu yanan kısmına 1, sönen kısmına 0 diyelim ve binlerce lamba olan salonda her lambaya bir numara verelim. Yalnız bu numaraları rakamla değil de sıra ile gösterelim; sağdan sola doğru birinci, ikinci, üçüncü lambalara yer verelim. Şimdi salondaki lambalardan yanık olanların boş yerlerine 1, sönük olanların boş yerlerine de 0 yazalım. Bu 01 dizisi bize salondaki lambaların sönüp yanmış durumlarını gösterir.

Her lambanın yanında bir anahtar vardır. O anahtar seri bağlı ise başka lambaların anahtarları kapalı durumda değilse bizim lamba yanmaz. Biz lambamızı yaktığımız zaman başka lambalar da yanabilir. Salonda bu anahtarları öyle yerleştiririz ki, tavanda öyle yanıp sönerler ki, mesela salonda “hoş geldiniz” yazılsın, tekrar yazılsın. Biz bu yazılışa müdahale edemeyiz. Buna “kapatılmış bağlantısı” diyoruz. Yani başkaları onu değiştiremiyor. Bir de açık bağlantı olabilir. Biz onların anahtarlarıyla oynayabiliriz. İstediğimizi yazdırır veya sildirebiliriz. İkincisi de “açık bağlantı” demektir.

İşte insan beyni olsun hayvan beyni olsun böyle elektrik devrelerinden oluşmaktadır. Lambalar yanıp sönmüyor da onun yerine el hareket ediyor yahut göz görüyor oluyor.

Şimdi insanla hayvanı böylece tanımlayabiliriz. Hayvanların elektrik devreleri kapalıdır. Hayvan o devrelere göre yaşar, kendisi onda bir değişiklik yapamaz. İnsanların elektrik bağlantı devreleri açıktır. Bizzat insan kendisi o anahtarları açıp kapayarak ne gibi şeyler yazdırabilir, yani yaptırabilir? Cüz’i irade de budur. İradedir, çünkü istediğini yaptırabiliyor. Cüz’idir, çünkü devreler kuramıyor, ancak kullanabiliyor.

Hayvanlarda evrim yeni devreler kurma şeklinde olur, türden türe göre olur. İnsanlarda evrim ise devreleri farklı kullanma şeklinde olur. Kendi beyninde yeni devreler kuramıyor ama dışarıda yeni devreler kuruyor ve bilgisayarı üretiyor.

Şimdi salonda öyle lambalar olabilir ki o lambaların sigortaları atıktır. Sigortayı takmadıkça o lambalar yanıp sönmez. Canlılarda da böyle devreler vardır. Devre vardır ama faal değildir. Bu devreler nesilden nesile taşınır, o devreler asla faaliyet göstermezler. Belli nesil sonra o devrelere sigorta takılırsa o devre de faaliyete geçer. İnsana gelinceye kadar bu irade devresi hep sigortasız, sinik kalmıştır. Hz. Adem’e kadar bu hep genetik olarak gelmiştir. Allah’ın ruhundan üflemesi ile devrenin sigortaları takılmış ve faaliyete geçmiştir.

İşte Allah önce Adem’i yarattım diyor. Sonra ona “ol” dedim o da oldu diyor. İşte “ol” dediği bu irade devresine sigorta taktım demektir. Bu sigorta uzaktan kumanda ile sadece “ol” demek suretiyle de devreye girer. O zaman sigortasız olduğu için işe yaramayan bu devre bu sefer faaliyete geçmiştir.  

Hz. İsa’da da benzer olay vardır. III. kromozom sigortasız olduğu için bir işe yaramadan nesilden nesile geçmiş olmasına rağmen ona sadece Y kromozomuna eklen demesiyle eklenmiş ve faaliyete geçmişse, Hz. İsa olmuştur. Şimdi bazıları bunların daha önce bildiklerine aykırı olduğunu görerek karşı çıkacaklardır. Ama biz onların hatırı için Kur’an’ın bize söylediklerini gizleyemeyiz.

الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا (eLXaqQu MıN RabBıKa)  

“Hak Rabb’indendir. Hak Rabb’inden gelendedir. Rabb’inin anlattığıdır.”

Hak” gerçek demektir. “Bâtıl” karşılığı kullanılır. İnsanda dört meleke vardır.

Doğrudan yanlışı ayıran meleke, iyiden kötüyü ayıran meleke, yararlıyı zararlıdan ayıran meleke, adaleti zulümden ayıran meleke. Bunlara fikir, his, irade ve ünsiyet melekeleri diyoruz. İşte doğru, iyi, yararlı ve adil olan haktır. Yanlış, kötü, zararlı ve zulüm ise bâtıldır. Hazreti İsa’nın olayında onun babasız doğması ve asılmamış olup vefat ettirilerek Allah’a yüceltilmesi haktır. Diğer söylentiler ise bâtıldır, yanlıştır.

فَلَا تَكُنْ مِنْ الْمُمْتَرِينَ (FaLAv TaKuN MıNa eLMumTaRIyNa)  “Öyle ise mümterilerden olma.”

Mümteri” “mirye” kelimesinden oluşmuştur. “Mirye” de “merve”ye yakın kelimedir. Saf karşılığıdır. Mermer gibi saf bir çeşit taştan oluşmuş taşlara “safa”, değişik moleküllerin karışımı olarak oluşmuş taşlara da “merve” denmektedir. Demir gibi bir atomdan yapılanlar vardır. Kur’an ona “Hadid/demir” demektedir. Onun dışında olanlara “hicare” denmektedir. “Hicare”nin mermer gibi saf olanlarına “safa”, diğer granit gibi taşlara da “merve” denmektedir.

Mirye” ise karışıklık, bulanıklıktır. İnsan beyninde de karışıklık varsa buna “mirye” denmektedir. “İmtira etmek” demek, kendi kendinden şüphelenmek demektir. Kendi bilgilerine inanmamak demektir. Onun bunun söylentileri ile kendi bildiğinden vazgeçmek demektir. Kararsız olmak demektir. Karar verdikten, söyledikten sonra başkalarının dedikodularına kulak vererek vazgeçmek veya tereddüde düşmek demektir.

O halde bir insan Kur’an’a ve ilimlere dayanarak içtihatta bulunur. O halden gelen haktır. Sonra onun bunun laflarına bakarak vazgeçmek mümteri olmak demektir. Böylece bu âyetler de bize içtihat ve icmalar hakkında kesin emir vermektedir. Karar verdikten sonra vazgeçmeyiniz. İçtihat kişinin kendisi hakkında kararıdır. İçtihatla değişebilir. İcma da topluluğun kararıdır. İcma da ancak yeni icma ile değişebilir.

Cümle “Fa” harfi ile ifade edilmiştir. Allah’tan gelen hak üzerinde mümteri olmaktan nehy edilmiştir.

فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ (FaMan XacCaKa FIyHı)  “Kim onda seninle huccetleşirse.”

Fîhi” zamiri Hakka gitmektedir. Hakta seninle kim hüccetleşirse. “Haccetmek” gidip-gelme demektir. Karşılıklı tartışmadır. İki taraf da delil göstermektedir.

Tarikatlarda tartışma yoktur. Kişi şeyhin sohbetlerini dinler, anladığını anlar, aldığını alır. Anlayabilmek için sohbetlere devam etmek, zikre devam etmek gerekir. Şeyhin de doğru söyleyip söylemediği toplayabildiği müritlerin çokluğu ile anlaşılır. Eğer müritler artmıyorsa veya azalıyorsa o zaman demek ki hata vardır. Şeyh bunu müşahede eder ve söylemini değiştirir. Yahut onun şeyhliği inkıraz eder, son bulur. Hâsılı tarikat için tartışma, sual sorma her an mahzurludur. Şeyhe sadece bir konu hakkında fetva istemek üzere soru sorulur, o çoğu zaman rumuzlu cevap verir. Onu sen yorumlar ve uygularsın. Ona tekrar tekrar soru sormazsın.

Bu metot Hazreti Peygamber zamanında Kur’an için uygulanmıştır.

Bu da bir metottur. Eğitim metodudur. Ancak bu ilmî metot değildir. İlimde ise siz delilinizi ortaya koyarsınız, karşı taraf karşı delilleri ortaya koyar; siz savunursunuz, o da savunur. Sonunda siz anlaşamazsanız bile halk sizin hanginizin haklı olduğuna karar vererek haklı olanın görüşünü benimsemiş olur. İşte bu tartışmada çoğu zaman kişi yanlış olarak bildiği halde doğru onun işine gelmediği için tartışmaya devam eder. Saçma sapan savunma veya saldırma araçlarını icad eder. O anda dinleyenlere kendisini haklı kılmaya çalışır.

Tartışma meşrudur. Hakkı ortaya çıkarmak için zorunludur. Ama hak ortaya çıktıktan sonra hâlâ savunulan yanlışta ısrar küfürdür. Yaşadığımız hayattan bir örnek alalım.

Bir kimse başını açsa, sen niye başını açtın diye baskı yapılırsa bu lâikliğe aykırıdır. Çünkü lâiklikte başkalarına zarar vermeyen her işi kişi yapmakta serbesttir. Ama bir dindar başı açmanın zararlı olduğunu ispat ederse, bunu ispatlamaya çalışırsa bu hüccetleşmedir. Buna hakkı vardır. Ama artık açıkça bunun zararı ispat edilemezse bu baskıyı isteme hakkı yoktur. Benzer muhakeme başı açacaksın diyenler için de geçerlidir. Başı açmanın zararı varsa bu iddia edilir ve zararlı olduğu için başı açmaya zorlanır. Ama biri çıkar da derse ki, başı örtme bir mesajdır, bunun için örtme yasaktır. Evet, başı örtme mesajdır. Bunda şüphe yoktur, bu sayede örtenler Allah’a inandıklarını ilân ediyorlar. Ama başı açma da mesajdır. Onlar da inanmadıklarını ilân ediyorlar. Yahut başka bir şeyi ilân ediyorlar. Mesaj vermek yasak değil ki. Herkes ne olduğunu ilân etmelidir ki biz onunla ona göre ilişki kuralım. O halde başı açma zorlaması lâikliğe aykırıdır.

Tartışmayı sürdürebiliriz. Evet, dışarıda başı açmak veya örtmek serbesttir. Ama kamu alanında başı açmak veya örtmek, yandaşlarına mesaj vermedir. O takdirde tek kıyafet kabul edilmelidir. O da başı açmak olabilir. Bu doğru ise başı örtmek tek kıyafet olarak kabul edilmelidir. Çünkü başı örtmek hiçbir dini inanışa aykırı değildir. Oysa başı açmak çoğu İslâm mezheplerine göre haramdır. Başı örtme kabul edildiği takdirde kimsenin inancına baskı yapmamış oluruz. Oysa açıklığı kabul ettiğimizde bu inanç sahibi olanların dinlerine baskı yapmış oluruz. O halde başı açmayı kamu alanı için kıyafet kabul etmek lâikliğe aykırıdır.

Şimdi siz bunları başı açmayı zorlayanlara anlatırsanız, bunun doğruluğunu anlar ve bilirler. Çünkü en gabi yani aptal kimsenin bile bunlara aklı erer. Ama onlar sizinle yine de tartışmaya devam ederler. Daha açık olarak baskıya devam ederler. İşte Kur’an bu takdirde “ibtihal yapılması” hükmünü getirmektedir.

مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ (Mın BaGDı MAv CAyEaKa) “Sana ciet ettikten sonra.”

Tartışma ilim hâsıl oluncaya kadar sürdürülür. İlimde sonuca vardın ve gerçekleri öğrendin. Bundan sonra soru soranlara anlatırsın. Onu ikna için delil gösterirsin. Ama artık senin onlarla tartışmayı sürdürmen sana farz değildir. İçtihadın temel kuralı sana ilim gelmesini sağlamaktır. Delil toplamaktır. Herkese kulak verip bilgiler edinmek, sonra da bilenlerle konuyu aydınlatıncaya ve hakkı ortaya çıkarıncaya kadar tartışmak. Sende ilim hâsıl olduktan sonra da içtihadını yapmak. Buna rağmen yine de tartışmayı sürdürürlerse o zaman ibtihal etmek emredilmiştir. Burada “Cae” denmiştir, “Caekum” denmemiştir.Yani insanın kendisi için ilim kendi kanaatidir. İcma gerekmez. İbtihal için ilmin icmaı gerekmez.

مِنْ الْعِلْمِ (Mı Na eLGıLMı)  “İlimden sana ciet ettikten sonra.”

İlim sana ciet ettikten sonra denmiyor. Çünkü bütün ilim sana gelecek değildir. Yeteri kadar ilim sana gelecektir. Yani seni tatmin edecek delil sana geldikten sonra, karşı tarafın da bile bile karşı çıktığı ve bâtıl şeyi savunduğunu görürsen o zaman ibtihal ediniz denmektedir.

فَقُلْ تَعَالَوْا (FaQuL TaGAvLaV)  “Söyle, geliniz.”

Tüm delilleri çok açık bir şekilde ortaya koyduktan sonra hâlâ aksini iddia eden kimselere bir diyeceğimiz kalır; gelin demek kalır; aramızda aile efradımızı şahit tutalım, bir araya gelelim ve onların huzurunda görüşlerimizi beyan edelim, onlar hakem olsunlar.

Buradaki “geliniz” gerçekten bir araya gelme midir, yoksa konu üzerine gelme midir?

Eğer konu üzerinde gelme beddua ederek halkın görüşünü soralım, onlar oylarını versinler; bakalım siz mi haklısınız biz mi haklıyız? Bu şekilde yapılan bir halk oylaması hukuki bir sonuç doğurmaz, ancak taraflar lânetlenmeyi isterler, dışlanmayı isterler.

نَدْعُ (NaDGu)  “Davet edelim.”

Sürülmede bucağı, ili veya ülkeyi terk etme davetinde bulunulur. Çocuklar ve eşler niçin davet ediliyor? Çünkü onların başına gelecek helâk hepsini ilgilendiriyor. Ülke dışına çıkacaklarsa da birlikte çıkacaklardır. Ülke içinde tecrit edileceklerse de yine ailece tecrit edilmiş olacaklardır. Halk onlarla konuşmayacaktır. Bu konuşmama kararını hakemler alacaklardır. Bu sebepledir ki oğullarımızı çağıralım denmektedir.   

أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ (EabNAEaNAv Va EaBNAEaKUKuM)

“Oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım.”

Toplulukta daima cepheleşme olur. Topluluğu yönetenler gruplaşırlar. Halk onlardan kimleri desteklerse onlar iktidar olurlar. Muhalif olanlar da tasfiye edilirler. Kötü yönetim başladı mı halktan kimi çıkar karşı partiyi oluşturur. Böylece halk bu sefer bunları tutar ve galip olan iktidar olur.

Kur’an bunu Medine’de yani iktidarda iken öne sürmektedir. İbtihal etmek, yani haklıyı haksızı halkın önünde beyan etmek. Halk tarafından haksız görülenler ise dışlanacaktır, iktidardan çekileceklerdir. Kendilerinin dışında yakınları da yer almayacaktır.

وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ (NıSAEaNA Va NıSAEaKuM)

“Kadınlarımızı ve kadınlarınızı da çağıralım.”

Arapçada “Nisa” kelimesi çoğuldur. Tekili yoktur. Ricalden olmayanlar nisa sayılır. Rical ise savaşa katılan erkeklerden oluşur. “Ebnâ/oğullar” derken askerlerimizi, “Nisa/kadılar” derken de oydaşlarınızı demek olur. Herkesin taraflısını çağırması demektir.

وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ (EaNFUSaNAv Va EaNFuSaKuM).

Buradaki “enfüsler” de parti yöneticileridir. Yani, sonunda seçime gidilecektir, sonunda seçime veya yargıya gidilecektir. Yerinden yönetim vardır. Uzlaşma içinde yönetilmektedir. Ama eğer uzlaşma sağlanamıyor da iki grup artık savaş durumuna gelmişse ne olacaktır?

Sayıları yeterli ise ayrılıp ayrı ocak, bucak, il ve devlet oluşturacaklardır. Eğer iki kuruluş oluşturmaya sayıları yetmezse o zaman ibtihal yapacaklardır. Karşı taraf savunmalar yaparak mahkemenin haklı veya haksız tarafı belirlemesini isteyecektir. Yahut halk oylamasına gideceklerdir. Halkın çoğunluğu ne tarafı isterse ona göre hareket edilecektir. Halk oylamasına gidilir. Onda yedi bir tarafa oy kullanmışsa o taraf haklıdır demektir. Ama oylamada onda yedi ekseriyet sağlanamazsa o zaman hakemlere başvurularak sorun çözülmüş olur. Halk oylamasına gidileceği; “Oğullarımızı, eşlerimizi ve kendimizi dâvet edelim.” ifadelerinden anlaşılmaktadır. Burada dua edilen Allah değil, dâvet edilen yakınlarıdır. Bunu beddua şeklinde anlamak mümkün değildir.

ثُمَّ (ÇümMa)  “Sonra”

Burada anlatılanlar, gelin toplanalım ve birlikte birbirimize beddua edelim şeklinde ifade olsaydı, burada “Summe” değil “Fa” olurdu. “Dâvet edelim”in anlamı “seçim yapalım”dır. Gelsinler ve oylarını kullansınlar demektir. Bu da gösteriyor ki kadınların da oy hakları vardır.

Kur’an düzeninde ekseriyet yönetimi yoktur. Dayanışma ortaklıkları oluşur, bu ortaklıların kurucuları bir araya gelerek şûra oluştururlar. Şûra sıralama usûlü ile kendilerine bir başkan seçer. Bu başkanın başkanlığında şûra ülkeyi yönetir. Bu “uzlaşmalı yönetim”dir. Ekseriyeti aşan bir partinin yönetimi yoktur.

Şûrada ayrılık çıktı ve birlikte yönetme imkânı kalmadı. İşte o zaman genel seçime gidilir. Genel seçim demek; belli bir gün belirlenir, taraflar kendi görüş ve düşüncelerini açıklarlar ve birlikte kalma imkânımız yoktur, mümkünse bölüneceğiz. Ama bu bölünmenin olabilmesi için ana kuruluşun sayısı yeter sayıdan aşağıya düşmemelidir. Ülke ise 30 milyondan aşağı inmemelidir. İl ise 300 binden aşağı inmemelidir. Bucak ise 3 binden aşağı inmemelidir. Ayrılan kısmının de yeteri kadar nüfusa sahip olması gerekir. Bu ayrılmanın olması için ibtihal gerekmez, ayrılma kuralları ile ayrılınır. İbtihalde biri yönetimden çekilir. Geçinemeyen iki gruptan biri yönetimden çekilir, aileleri ile birlikte ülkeyi, ili veya bucağı terk ederler. Oradan göç ederler.

نَبْتَهِلْ (NaBTaHiL)  “İbtihal edelim. Çekilelim.”

Âyetleri yorumlarken buraya gelmeden önce “ibtihal” kelimesinin lügat manâsını bilmiyordum. Evimde de Lisanü’l-Arap olmadığı için yorumlamayı bırakıp akşamki toplantıya kadar erteledim. (İzmir Akevler Sitesi’nde her akşam arkadaşlarla toplanıp meal yazma çalışması yapıyoruz.) Sonra derse gittiğimde lügate baktım. “Bahilet” yuları çözülmüş, memeleri bağlayan torbaları alınmış deve anlamındadır. Yavruları sütü emmesin diye süt veren develere torba takarlar veya ip sararlar. Deve yeni yavruya yüklenince sütten kesilir. Artık sütü olmadığı için bu torbayı çözerler; bunlara yük de yüklemezler ve yuları da çözerek serbest bırakırlar; işte bunlar “bahile deve”dir. “Fuhl” kelimesi ile akrabalığı vardır. Çiçeklenmiş hurma veya döllenmiş deve anlamındadır. “İbtihal” iftial babındandır. Kendi kendini çözmek demektir. Yani, kendi isteğiyle çekilmek demektir. Seçime girilecek, kaybeden taraf iktidardan çekilecektir.  

 “İbtihal”den yani “seçim”den sonra yenilen taraf hemen çekilecektir. Eğer ebnâ/oğullar ve nisâ/kadınlardan maksat seçmenler ise seçimi kaybeden iktidardan çekilir. Ama orada yaşamaya devam eder demektir. Yönetime karışmaz. Meclis’te de temsilci olamaz. Uzlaşamayan kimseler için kuraldır bu.

Eskiden Avrupa’da böyle kimseler düello yapar, biri diğerini öldürürdü.

İslâmiyet bunu kaldırmış, bunun yerine iktidardan çekilme seçeneğini getirmiştir.

Meclis seçimle değil de bağlanmayla yani dayanışma ortaklığı ile oluşur. Ama eğer yönetimde uzlaşma olmazsa o zaman genel seçime gidilir. Kaybeden iktidardan çekilir. Dayanışma ortaklığı kuruculuğu kalkar. Eğer ebnâ/oğullar ve nisâ/kadınlardan maksat yöneticilerin yakınları ise; o takdirde kaybedenler aileleri ile birlikte o kuruluşu terk ederler. Zorunlu göç söz konusu olur. Her iki hâl uygulanabilir. Çıkaracakları fitneye göre kazanan taraf buna karar verir. Yani, isterse ülkesinde bırakır, isterse tehcir eder.

فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللَّهِ (LaGNaTa elLAHı)  “Allah’ın lâneti onların üzerine olsun.”

Kur’an’da cezalarla ilgili değişik kelimeler geçmektedir. Bunların hepsinin ayrı ayrı manâları vardır. “Lânet cezası” dışlanmadır. “Nefy”den farkı, orada yaşamaya izin verilir, ama onunla olan ilişkiler kesilir.

Allah’ın lâneti” topluluğun lâneti demektir. Yani topluluk tarafından dışlanmasıdır. Bunların seçilme haklarını kaybetmeleridir. Yani, artık dayanışma ortaklıklarını kurmaktan men edilmeleridir. Halk bunları dayanışma ortaklıkları başkanı yapamaz. Bir tür siyasi haklardan mahrumiyettir. Seçme hakları devam eder.

Dayanışma ortaklığı içinde kalırlar ama kendileri dayanışma ortaklığının kurucusu veya temsilcisi olamazlar. Meclise giremezler. İslâmiyet’te “ekseriyet sistemi” olmadığına göre “kahir ekseriyet” aranmalıdır. Bu da 3’e 7 oranıdır. Eğer taraf olarak seçime girenlerden bir tarafın oyu %30’dan aşağıya düşmüşse, artık o iktidara ortak olmaktan çekilecektir demektir.

عَلَى الْكَاذِبِينَ (GaLAy eLKAÜıBIyNa) “Kâziblerin, yalancıların üzerine olsun.”

Yalnız bunu hak edebilmesi için yalancı olduğunun ortaya konması gerekir. Yalancı demek, aynı zamanda yanlış yapan demektir. Uyuşmazlığın kaynağı nedir? Uyuşmazlığın kaynağı mesela başörtüsü gibi bir iddiadır. Kamu alanında baş örtülmesi zararlıdır gibi bir iddiadır. Herkes; baş açılmalıdır diyen taraf ile başörtüsü zararlı değildir, serbest olmalıdır diyen taraf arasında çekişme var. Biz baş örtülüleri devlet yönetimine sokmayız diyorlar. Nitekim bugün böyledir. Başı örtenler de biz örteriz ama devlet yönetimine de gireriz diyorlar. Şimdilik her iki görüş de Meclis’te yer almaktadır. CHP açmamaya şiddetle karşı, AK Parti de serbestlik istemektedir. Bu durumda ne yapılacaktır? İbtihal yapılacaktır. Yani halkoyuna gidilecektir.

Eğer CHP onda yedi ekseriyet alırsa AK Partililer Meclis’ten çekileceklerdir. AK Parti yöneticileri de bir daha seçime giremeyecekler, parti kuramayacaklardır. Yok eğer AK Parti onda yedi ekseriyet ile serbestliği kazanırsa bu sefer CHP milletvekillerinin milletvekillikleri düşecek, CHP yöneticileri bir daha Meclis’e giremeyecekler ve parti kuramayacaklardır.

Hiç birisi onda yedi ekseriyet elde edememişse o zaman hakemlere gideceklerdir. CHP bir hakem seçecek, AK Parti bir hakem seçecek. İki hakem ittifakla bir baş hakem seçecektir. Baş örtmenin zararlı olduğunu CHP ispat etmeye çalışacaktır. Kamu alanı birlikteliğini ispat etmeye çalışacaktır. Tek tip giyim kazanırsa, bunun baş açmak mı olması gerektiği veya başı örtmek şeklinde mi birlikteliğin sağlanmasında başarılı olunacağı anlaşılır. Kazanan Meclis’te ve iktidarda kalır, kazanamayan çekilir. İşte ibtihal budur.  

İşte İslâm düzeni barış düzenidir. Müsbet ilmin hakemliğini kabul eden bir sistemdir. İnsanlar Allah’a inanmamış olsalar bile müsbet ilme inanmalı ve onun hakemliğini kabul etmelidirler. Bunları da kabul etmiyorlarsa, o zaman tek araç kalıyor, savaş! Bunu kabul etmeyen AK Parti veya CHP birbirlerine; gelin savaşalım, biz güçlü isek sizi öldürürüz biz yaşarız, yok eğer siz yenerseniz siz bizi öldürür siz yaşarsınız diyorlar demektir! Türkiye yüz yıldır böyle yönetiliyor. Halk iki tarafın çekişmelerine sabretmektedir. Ezilse de iç savaşa izin vermemektedir. Böylece iki cepheli yöneticiler arasında savaş devam etmektedir. Duamız, iç savaş çıkmadan ibtihale gelmeleridir.    

إِنَّ هَذَا (EinNa HaÜAv)  “Bu”

Gerçekten bu hak kasasdır. Buradaki “Hazâ” nereye gitmektedir? İbtihal etmek yani seçime gitmek ve sonunda yanlışta ısrar edenin yönetimden çekilmesi esası hak kıssadır. Yahut da Hazreti İsa’nın doğumu ve ölümü ile ilgili haber anlamındadır. Her ikisi de doğrudur. Yani Hazreti İsa’nın yaratılışı ile ilgili kıssa da haktır. İbtihal kıssası da haktır.

لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّ (La HuVa el QaÖaÖu elXaqQu) “Hak olan kasas budur.”

İnne” ile “Lam” birlikte münkirlere hitap edilirken kullanılır. Yani, aksini iddia edenler için kullanılır. Hazreti İsa hakkında başka türlü iddia edenlere karşı bu cümle getirilmiştir. Oysa Hazreti İsa’nın gerçek kıssaları budur. “Hazâ” ismi işarettir. Marifedir. “El-kasasu el-hak” da marifedir. O halde tahsis vardır. “Bu hak kasasdır” değil de “Hak olan kasas budur” şeklinde tercüme etmeliyiz.

Hak” kelimesi masdar olarak alındığından müfret gelmiştir. “Kasas” ise cemdir, çoğuldur. Kıssanın da cemi olabilir. Bu hususta iyi araştırma yapmak gerekiyor.

İnsanlar eşittirler. Hukukta kişilere farklı statü tanınamaz. “CHP’liler üstün varlıklardır, onların dediği olacaktır, onlar baş açmak istiyorlar, o halde baş açılacaktır!” diye bir şey denemez.

“Ben kuvvetliyim, o halde benim dediğim olacak!” demek de yanlış olur.

Şöyle bir felsefe ortaya konabilir. CHP’nin arkasında ordu vardır. Ordu kuvvetlidir. O halde ordu öyle istediği için kamu alanında baş açılmalıdır. Ordu AK Parti’nin arkasında olsaydı o zaman başı açıp örtmek serbest olurdu. Yahut Saadet Partisi olsaydı herkes başını örtmeye zorlanırdı diyebiliriz. Evet, kıssa bakımından bu kıssadır. Kuvvetli olan için aynı imkân tanınırdı. Ama bu hak kasas olmaz, bâtıl kasas olurdu. O zaman Türk ordusu Türk milletinin ordusu olmaz, bir müstevlinin finanse ettiği ordu olurdu. Zorla vergi alan, zorla askere alıp savaştıran bir ordu olurdu. Zaten bütün istenen budur. Türk ordusunu millî ordu olmaktan çıkarıp müstevlilerin ordusu hâline getirmek, ondan sonra da desteğini çekip yok etmek. İstenen budur.

Şimdi borç dolarlarla ordu desteklenecek, kendi halkına paranın etkisiyle saldırtacak, sonra halkla arası açıldıktan sonra desteğini çekecek, dolarlarını kesecek. Memleketin ekonomisi de perişan olduğu için halk artık o vergi istese de veremeyecek, böylece bin yıllık muzaffer ordu, Sakarya’da, Dumlupınar’da yenilmeyen ordu birden yok edilecektir.

Başörtüsü hikâyesi bundan başkası değildir. Ordu da CHP de bu gaflet içinde seyredip duruyorlar. Hak kısas nedir? Millî iradeye ve hakemlere gitmektir. Adil Düzenciler her zaman ibtihale hazır olacaklardır.

وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلَّا اللَّهُ (Va MAv MıN İLAHıN EilLAv EalLAHı)

Başka âyetlerde “Lâ ilâhe” denmektedir. Orada nefy-i cins için gelmiştir. Burada ise nefy-i nevi için gelmiştir. Çünkü Hazreti İsa başka türlü bir ilâh olarak ortaya konmuştur. Allah’ın oğlu olarak ortaya konmuştur. Onu nefyeden cümle getirildiği için “Mâ min” ile ifade edilmiştir. Kendi gibi bir ilâh olmadığı gibi, kendisine benzemeyen başka bir ilâh da yoktur. Eğer kasas olarak alırsak haktan başka bir düzeni getirecek ilâh da yoktur.

Böyle hak kasas hükümlerine uymadan ben kuvvetliyim, istediğimi yaparım diyenlerin galip gelmeleri mümkün değildir. Ecelleri gelinceye kadar varlıklarını sürdürürler, sonra ilâhi güç onlara cezalarını verir.

Zora dayalı olarak oluşan orduların tarihte uzun zaman yaşadıklarını sanmak hatalıdır. Ordular hakkı korudukları müddetçe ordudurlar. O takdirde varlıklarını uzun zaman sürdürürler. Sadece kuvvete dayalı olarak varlıklarını sürdürmek mümkün değildir. Hattâ paralı askerlerle savaş kazanılır ama devlet kurulamaz. Zaten ordu ile eşkıya arasındaki fark, ordunun hakkı üstün kılma görevini yüklenmiş olmasıdır.

وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (Va EınNA elLAHa La HuVa el GazİYZu el XaKIyMu)

“Ve azîz ve hakîm olan Allah’tır. Sözünü dinleten ve hükmeden Allah’tır.”

Yukarıdaki Hak kasas budur. Daha çok Hazreti İsa’nın hikâyesini teyit etmektedir. Buradaki Allah’ın azîz ve hakîm olması ifadesi ise ibtihalle yani seçimle ilgilidir. Seçime gidildiği zaman Allah halka öyle ilham vermektedir ki, kimin iktidara gelmesini istiyorsa halk ona oyunu vermektedir. Bu sebepledir ki onda yedi ekseriyet sadık olmak için yeterlidir. Ayrıca hakemlere gitmeye gerek yoktur. Bu ekseriyet iktidara ortak olanlar içindir. Adil Düzenciler gibi iktidara ortak olmayanlar için ibtihal yoktur, onlar hakemler kararı ile susturulabilir. Söz hürriyeti ibtihal ile kısıtlanamaz. Hakim olan da odur. Yani, kuvvetli kim ise o hayatta kalsın dendiği yerde de sonunda haklı kim ise kuvvetli o olur. Zalimlerin geçici olarak üstün gelmeleri haklı olanların gevşemelerini önlemek, hantallaşmalarını gidermek içindir. Nitekim Türkiye Müslümanları yirminci yüzyılda çok büyük değişme ve gelişme gösterdiler. Kızlarının okuma yazma öğrenmelerini erkeklerle mektuplaşırlar diye men etmeye çalışan zihniyetten, kızlarını okutmak için savaş veren seviyeye yükselmişlerdir. Bu ancak yirminci yüzyılda başlarına gelen belâlar sayesinde olmuştur. Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmeseydik Cumhuriyet kurulmazdı. Medreseleri kapatmasaydık ilâhiyat fakülteleri doğmazdı. Böylece biz hâlâ 1000 sene evvel yazılmış kitapları anlamadan okumaya devam edecektik. 28 Şubat müdahalesi de aynı zihniyetin henüz kalkmamış olmasından dolayıdır. İmam-Hatipliler ve İlâhiyatlılar silkinsinler, uyansınlar, göreceklerdir ki önleri nasıl açılacaktır. Sadece İlhan Arsel’e verdiğimiz cevabımızı bile okuma cesaretini gösteremeyen bu camianın Allah tarafından bu seviyede tutulması onlara sadece rahmettir. Daha fazlasını istemeye hakları yoktur.

فَإِنْ تَوَلَّوْا (Fa EıN TaValLav)

“Tevelli ederlerse. İbtihalden, halk oylamasından kaçınırlarsa.”

Biz karşımızdakini halk oylamasına dâvet etmeliyiz; yani, AK Parti dâvet etmelidir; iktidara ortak olan parti dâvet etmelidir. Gelin uzlaşalım. Müsbet ilmin hakemliğine göre lâikliğin icabını yerine getirelim.

Baş açmak da kapalı olmak da serbest olsun. Eğer ille de tek kıyafetin olması zorunlu ise o zaman başı açmak değil, örtmek zorunlu olsun. Çünkü başı açmak hiçbir inanışta zorunlu değildir. Ama başı örtme İslâmiyet’te zorunludur. Türk halkının kahir ekseriyeti Müslüman’dır; inanmış Müslüman’dır. “Hayır, olmaz!” derlerse, halk oylamasına gidilsin ve %70 kazanamazsa hakemlere gitsin. Buna dâvet etsin.

Ya bunu karşı taraf kabul etmezse ne olacaktır? İşte bunun cevabını Allah burada vermektedir.

فَإِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِالْمُفْسِدِينَ “Allah müfsitleri bilmektedir.”

AK Parti bu teklifi yapmalıdır. Bunu kendi TRT’leri ile açık bir şekilde halka anlatmalıdır. Oğulları ve kadınları çağırmak bu demektir. Kabul etmezlerse o zaman bu kabul etmeyenler müfsittirler. Bu ortaya çıkmış olur. Bunu halk da öğrenmiş olur. Ondan sonra yapılacak iş AK Parti’nin işi değildir. Çünkü iktidarların zorla hükümet sürmeleri meşru değildir. Bu tebliği yaptıktan sonra o vazifesini yapmış olur ve çekilerek bekler. İktidarda kalır ve bekler; hükümeti bırakır ve bekler; Meclis’ten çekiler ve bekler… Halk ne yapacağını kendisi bilir. Çözümü o zaman parti değil devlet arar. İşte o zaman ordu devreye girer. Ya zulmü tercih eder, ya adaleti.

Adaleti tercih ederse devleti kurtarır. Zulmü tercih ederse Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi tarih olur. Onu kendi milleti isyan ederek, ihtilâl yaparak yıkmaz. Allah onlara düşmanları musallat edip yıkar.

Sonra ne olur? Eğer millet yaşamaya lâyıksa, millet müfsit olmamışsa, istiklâl savaşını kazanır, daha güçlü ve daha adil yeni devletini kurar. Yok, halk da müfsit olmuşsa, o zaman o topluluğu başka halk istilâ edip yok eder. İşte Bizanslıların yerinde şimdi biz oturuyoruz. Çünkü atalarımız adil di. Rum ve Ermeniler zalim olmuşlardı. Eski adaletlerini kaybetmişlerdi. Adil olmayan Türklerin akıbeti de öyle olur. Halk müfsitleri bilir, onları iktidardan o indirir. Halk müfsitleri indirmezse o halkı Allah helâk eder.

Halk iktidardan seçimle indirir. Seçim olmazsa seçime zorlar. Nitekim Sovyetlerde böyle oldu. Seçime zorladı. Seçim oldu. Sovyetler yıkıldı ama devletler vardır. SNG diye dostluk birliği de varlığını sürdürmektedir.

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2180 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2191 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2314 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2858 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3474 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2506 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2082 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
1964 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2268 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1864 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2355 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2327 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3294 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2331 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2668 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
1980 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2164 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3273 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2924 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2194 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2533 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2779 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2844 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2445 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2369 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3632 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2506 Okunma

© 2024 - Akevler