ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXI
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنْ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنْ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ(78)
مَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُؤْتِيَهُ اللَّهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا لِي مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ كُونُوا رَبَّانِيِّينَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنتُمْ تَدْرُسُونَ(79)
وَلَا يَأْمُرَكُمْ أَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلَائِكَةَ وَالنَّبِيِّينَ أَرْبَابًا أَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْتُمْ مُسْلِمُونَ(80)
وَ (Va) “Ve”
75. âyette “Men İn Te’menhu” denmiştir. 72. ayette ve “Min Ehli’l-Kitabi” denmiştir.
Bu âyet daha çok “Kâlet” kelimesine atıf yapmıştır. Çünkü burada da lisandan bahsetmiştir. Sonra orada “taife”den, burada ise “ferik”ten söz etmektedir. “Taife”, bir topluluk içinde küçük bir birliktir.
“Ferik” ise bir parça birliktir. Türkçe’de eskiden partiye “fırka” denmekte idi. Üçte bir ile yirmide bir büyüklüğünde bir bölüm ferik olmalıdır. Orada söylüyorlar, burada kitaptan imiş gibi okuyorlar.
إِنَّ (EinNa) “Gerçekten”
Bundan önce ne “Kâlet”de ne de “Minhum Men”de “İnne” getirmediği halde, burada “İnne” ile gelmiştir. Çünkü insanlar onların böyle yaptıklarına ihtimal vermezler. Tevrat’ta ve İncil’de yazılı pek çok husus böyle bizim öyle sanmamız için söylenmiştir. Uydurmadır. Bu sebepledir ki, biz o kitapları okuduğumuz zaman yanlış şeylerle karşılaşabiliriz. Kur’an ve müsbet ilme başvurmalıyız. Ona göre o tür yanlışlara düşmemeliyiz.
مِنْهُمْ (MiNHuM) “Onlardan”
“Onlardan” yani Kitap Ehlinden. Yani, müşrik olmayanlardan. Kanunları olanlardan demektir.
Bu ifade ile anlaşılıyor ki; kendi kanunlarını tahrif eden, kanunları istedikleri gibi yorumlayan kimseler vardır. Kelimeleri tanımlamayıp yerine göre anlayan kimseler vardır.
Bunu yalnız Hıristiyan veya Yahudiler yapmamakta, bunu bütün Kitap Ehli olanlar yapmaktadır. Bu sebepledir ki bir ülkede kanunun olması yeterli değildir. Kanunun doğru yorumlanması da kanun kadar önemlidir. O sebepledir ki medreselerde okunan tek ilim vardır, o da “fıkıh usûlü ilmi”dir. Sonra metinlerin resmî yorumu sistemi kaldırılmalıdır. Hakemler sadece hükmettikleri yerdeki uygulama yorumlarını yaparlar.
Bugün bizim Anayasamızda da resmî yorum mevcut değildir.
لَفَرِيقًا (La FaRIyQan) “Bir fırka.”
Buradaki “La” harfi “İnne”nin te’kidi içindir. “İnne” gelirse, sadece yanlış bilenler var demektir, “La” ile gelirse iddia edenler vardır demektir. Yani, kasden kanunları yanlış yorumlayanlar vardır demektir.
Muhkem ve müteşabih âyetleri nasıl tevil ettiklerinin örneğini anlatmaktadır. Fırka, Taife, Şıa, Raht Kur’an’da geçen gruplardır. Taife, fırkaların yöneticileri olarak düşünülebilir. Bunlar fikirde grup oluştururlar. Şıa, soy birliğidir. Raht de soy birliğinin ileri gelenleri olarak anlaşılabilir. Kanunları tahrif ederek yorumlayan soydaşlar değil, ülküdaşlar olmaktadır. Bunlar yorumları parça parça yapmamaktadırlar. Bir ağız olup aynı yanlışları söylemektedirler. Günümüzün Türkiye lâiklerini ne güzel tasvir etmektedir.
يَلْوُونَ (YaLUvNa) “Levn etmekteler. Boyamaktalar.”
Bir şeyin aslını, görünüşünü değiştirip başka renge sokmak demektir. Boya için kullanıldığı gibi burada dil için de kullanmaktadırlar. Yani, kelimeleri, cümleleri başka şekle sokmaktadırlar.
“Lın” kelimesi ile de akrabalığı vardır. Yumuşak demektir. Yani, dillerini eğip bükerler demek olur. O zaman “YaLIne” olarak söylenirdi.
أَلْسِنَتَهُمْ (EalSiNaTaHuM) “Lisanlarını.”
“Lisan” ağzımızdaki et parçası anlamına geldiği gibi onunla ifade ettiğimiz lügat anlamına gelmektedir. Kavminin lisanı denmektedir. Lügatleri dendiği zaman, dilleri anlamında dillerini değiştirirler. Yani, Türkçe’de olduğu gibi öz Türkçe yaparlar denmiş olur.
Burada kastedilen o değildir. Kelimelere değişik manâ vermek demektir. Kelimelerin manâsını değiştirmek. Onun için dillerini denmektedir. Kavmin lisanı dediğimizde müfret kullanıyoruz. Burada ise cem’ kullanılmıştır. Çünkü burada değiştirme cemaatçe vazda değil, kişisel olarak fıkıhtadır.
بِالْكِتَابِ (BiLKıTABı) “Kitab ile”
Dillerini kitap ile boyarlar. Yani, kendi amaçlarına doğru götürmek için kitaptan delil getirmeye çalışırlar, kanunları tahrif ederler.
Başkalarının başını örtme veya açmasına karışmak lâikliğe aykırı olduğu halde, onlar tam tersine baş örtmenin lâikliğe aykırı olduğunu söylerler. Anayasanın bunu böyle söylediğini söylerler. Anayasa mahkemesinin bunu böyle söylediğini yayarlar. Oysa, mahkemenin kanun yapma yetkisi yoktur, yorumlama yetkisi vardır. O sadece uygulamadaki yanlışlığı denetler. Buradaki kitaptan maksat sadece Tevrat veya İncil değildir. Herhangi yasadır. Kitabı bile değildir. Öyle bir yasa olduğunu iddia ederler.
لِتَحْسَبُوهُ (LıTaXSaBUvHu) “Onu hesap etmeniz için. Onu sanmanız için.”
Buradaki “Hu” zamiri söylenen sözdür veya kitaptır. Yani kitaptan parçadır. Yasaların bir parçasına benzetmek isterler. “Hesap etmek” inanmak demektir. Zannetmek ile hesap etmek aynı anlamdadır.
İman etmek hissî bir olaydır. Duygudur. Oysa zan ile hesap fikrî bir olaydır. İlim kesinliği ifade eder, zan ile hesap ihtimaliyatı gösterir. Şek var, reyb var. Onlarda menfi tarafta galebe vardır. Şek, yanlışlık, belirsizlik tarafı tartmaktadır. Reyb ise daha çok karışıklığı ifade etmektedir. Zan olumludur ama az olumludur. Hesap ise çok daha yakın olumludur. Bunlardan %50 muhtemel olana reyb, %80 muhtemel olana şek, %90’dan fazla muhtemel olana zan ve %99’dan fazla muhtemel olana hesap diyoruz. Bir de %99 muhtemel olana da ilim diyebiliriz. Bu yüzdeleri Kur’an’da geçen yüzdeler olarak alıyoruz.
مِنْ الْكِتَابِ (MıNa eLKıTABI) “Kitaptan zan etmeniz için.”
“Bi’l-Kitabi” ile “Mine’l-Kitabi” karşılaştırılmıştır. “Minhu” denmemiş, “Mine’l-kitabi” denmiştir. Çünkü yukarıda bahsedilen kitaptan birisidir. Yani, kanun olmayan bir şeyi kanunmuş gibi göstermedir.
Burada ise kanunlar kastedilmiştir. Orada cins isim, burada ise istiğrak vardır, yahut ahit vardır. Yani, belli kitap kastedilmiştir. Bu kitap bizim için Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıdır.
وَمَا هُوَ مِنْ الْكِتَابِ (Va MAv HuVa MıNa eLKITABı) “Oysa o kitaptan değildir.”
Buradaki “Va” harfi hal vavıdır. Kitaptan olmadığı halde sizin onu kitaptan zannetmeniz için dillerini boyarlar. Ona göre gösterirler. Yorum yaparlar. Önce mevzuatın hacmi mümkün olduğu kadar küçük olmalıdır. Kur’an bunun bir örneğidir. Ne büyüklüktedir ama tarihte neler yapmıştır. Şimdi de neler ifade etmektedir. İnsanlar böylece onu öğrenme imkanını bulsunlar.
Demek ki, tüm kanunların toplamı 600 sahifeyi geçmemelidir. Buna karşılık, onun yorumu da kurallara tabi olmalıdır. Herkes istediği gibi yorumlayıp da başkalarına bu böyledir dememelidir. Yorum icma ile olursa herkesi bağlayacaktır. İhtilaflı olursa yalnız kendisini bağlar. Cezada icma şarttır.
Ne kadar güzel bir sistemle oluşmuştur.
وَيَقُولُونَ (Va YaQUvLUvNa) “Ve diyorlar.”
Kendileri kendi istedikleri gibi yorumlarlar, uydururlar, ondan sonra dönerler, bunun yasa olduğunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden çıktığını söylerler. Oysa, o oradan çıkmamıştır.
“Anayasa, Anayasa…” demektedirler. AK Parti de “Anayasa benim” diyemiyor. Kendileri nerede güçlü iseler orası onların sahasıdır. Millî Güvenlik Kurulu’nda güçlü iseler oranın kararı kesindir. Kendileri Meclis’te hakim iseler oranın kararı kesindir. Kendileri yargıda üstün iseler oranın kararı kesindir.
Görülüyor ki, bunların bir düzeni, bir inandıkları şey yoktur. Sadece topluluğu kandırmak için böyle yaparlar. Bir zamanlar krallık mukaddesti. Sonra diktatörler mukaddes oldu. Sonra demokrasi, sonra meclis mukaddes oldu. Şimdi globalizm mukaddes. Mü’minlerin kökleri sabit gövdeleri, dalları ve çiçekleri vardır. Onların ise oradan oraya sürüklenen köksüz, gövdesiz dal parçaları vardır.
هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (HuVa MıN GıNDı elLAHı) “O Allah’tandır.”
İndirilmiş kitapları taklit edenler bu Kâinat’ı var eden Allah’ın gönderdiğidir derler. Yorumunu veya sözlerini iletirler. Yani, lafzı değiştirmeseler bile manâsını değiştirirler. Bu sebepledir ki mü’minler Kur’an’ı yorumlarlar, ama, “Bu Allah’tandır” demezler; “Bunlar benim Allah’ın sözlerinden anladıklarımdır” derler. Çünkü hiçbir beşeri cümle Allah’ın cümlesi değildir. Allah’ın indinden yerine benim anladıklarım dememiz gerekir. Benzer şekilde kanunlar için de böyle söylemeliyiz. Kanun böyledir demeyip, kanundan ben böyle anlıyorum dememiz gerekir. Ancak icma ile sabit yorumlar için böyledir diyebiliriz. İhtilaflı kısımlarda herkes kendi anladığına göre hareket eder, cezada icma şarttır. Diğer hususlarda ise hakem kararlarına göre uygulama yapılır. Bu yoruma göre buradaki Allah’tan kasıt, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluktur.
وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (Va MAv HuVa MıN GıNDı elLAHı) “Oysa o Allah’ın indinden değildir.”
Allah’ın indinden olan sadece Kur’an’dır. Topluluk için de sadece kanunların metnidir. Ne Kur’an ne de kanunların cümleleri tek başlarına bir şey ifade eder. Ancak yorumlardan sonra anlam kazanır. Yorumlar ise kişilere mahsustur. Ancak icmalar Allah’tandır veya topluluktandır. İcma olmadığı halde burada icma vardır derler, kanunların o şekilde anlaşılmasında icma olmadığı halde öyle imiş gibi gösterirler. Birçok şeyleri tartışmasız yuttururlar. Oysa o hususta Allah’ın veya topluluğun iradesi yoktur.
وَيَقُولُونَ (Va YaQUvLUvNa) “Kavl etmektedirler.”
Böylece onlar yani ehli kitaptan bir taife söylemektedir.
İnsanlarda kavil vardır, fiil vardır. Kavil de bir fiildir, ağzın hareketleri ile çıkar. Ancak bu sayede ortaya çıkan sesler eşyaları da titreştirir. Özel olarak insan beynine etki eder. Oradan da ruhlara intikal eder. Bu maddî titreşim değildir. İşte manâsı olan bu sözlere “kavil” denmektedir.
عَلَى اللَّهِ (GaLAy elLAvHı) “Allah üzerine”
Allah’ın böyle söylediğine veya topluluğun böyle kanun çıkardığına dair söz söylemektedirler. Onun hakkında konuşmaktadırlar. İndirilmiş kitaba inananlar o kitapların yorumunda, lâik düşünceliler veya topluluğu Allah’ın halifesi olarak kabul edenler ise topluluğun öyle istediğini söylerler. Millî iradenin öyle tecelli ettiğini savunurlar.
Eskiden din adamlarının yahut hanedanların dünyayı yönetme hakları olduğu iddia ediliyordu. Bunu kaldırmak için demokrasi icat edildi. Halkın ekseriyetinin iradesi ikame edildi. Şimdi de Anayasa mahkemesi onun yerine geçti. Bütün sorun insanları sömürmekten ibaret. Güçlülerin halkı kendilerine uydurmasıdır.
Oysa, Kur’an içtihat ve icma müesseseleri ile gerçek demokrasi ve gerçek lâikliği getirmiştir.
الْكَذِبَ (eLKaÜıBa) “Kezib söylüyorlar. Yalan söylüyorlar.”
“Kezib” yalan veya yanlış olabilir. Türkçe’de yalan yanlışı içermez. Onlar yanlış değil yalan söylüyorlar. Bundan sonraki bile bile ifadesi bunu gösterir. Yani, onlar bunun yanlış olduğunu bildikleri halde iftira ediyorlar. Hazreti İsa’nın Tanrı oğlu olmadığını, bunun Hz. İsa’dan sonra uydurulan bir şey olduğunu Hıristiyanlar da biliyorlar ama bile bile hâlâ o yalana devam ediyorlar.
Türkiye’de kanunları yorumlayanlar millî iradenin öyle olmadığını biliyorlar ama yine de onu öyle göstermeye devam ediyorlar. İşte Kur’an böyle içtihatlardan bizi men etmektedir.
وَهُمْ يَعْلَمُونَ (Va HuM YaGLaMUvNa) “Onlar ilmetmekte iken.”
Yani, onlar bunun yanlış olduğunu biliyorlar ve bile bile yalan söylüyorlar.
İnsanlıkta böyle yanılmalar çoktur. Mustafa Kemal’in Avrupa Birliği’ne girmeye taraftar olamayacağı açık iken, herkes yalan söyleyip onun isteğine göre Avrupa’ya Türkiye’yi satmaktadırlar. Topluluk bile bile böyle yalan söyler. Herkes onun yalan olduğunu bilir ama onu söylemeye devam eder.
İşte içtihat ve icma müesseseleri bu dengeleri ortaya koyar. İcma, toplantıda alınan ortak kararlar değildir. Herkes ayrı ayrı birbirinden uzakta araştırma sonunda vardığı kararlarda birleşirlerse icma olmuş olur. O sebeple sükuti icmayı kati icma saymamaktadırlar.
مَا كَانَ لِبَشَرٍ (MAv KAvNa Lı BaŞaRın) “Beşer için olmadı.”
İnsan ve beşer Ademoğlunun adıdır. İnsan “üns” kökünden oluşmuştur. Vahşinin karşıtıdır. Buşr da “bişr”den gelmedir. “Edm” siyah deridir. Belki de tüylü deridir. İnsanlar Adem oğullarıdır ama Adem değillerdir. Oysa beşer oğulları değiller ama beşerdirler.
İnsan Neadentral soyunu da almış olabilir. Beşer ise yalnız Homosapins insanı içine alır. Beşer denmiş olmasının sebebi, yüz ifadesidir. İnsan konuşurken mimikleri ile de meramını anlatmaktadır. Ayrıca gülmek, ağlamak gibi insana has özellikleri ile de yüz ifadeleri onu beşer yapmıştır. Peygamberlere kitap verilmeye Hazreti Nuh (AS) zamanında başlanmıştır. Neadentral insanın kitaplı peygamberi yoktur. Onun için bu ifadede beşer kelimesi geçmektedir.
اللَّهُ أَنْ يُؤْتِيَهُ (EaN YUETıYaHu elLAHu) “Allah ona versin.”
Hayvanların bir kısmı ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratılmış, bir kısmı ise topluluk olarak yaşayacak şekilde yaratılmıştır. İnsan ise topluluk içinde hür yaşayacak şekilde yaratılmıştır.
İnsan, bir taraftan kişiliğini korurken, diğer taraftan da topluluğun üyesi olmaktadır. Topluluğu ise sözleşmeler oluşturmaktadır. Kitabı uygulayacak olanlar ise hükkamdır, yani ümeradır. Kitabı yorumlayacak olanlar ise nebilerdir, müçtehitlerdir. Bunlar Allah tarafından tarihte verilmiştir. Şimdi topluluk tarafından verilecektir. Kanunları şûralar yapacak. Uygulamaları ise başkanlar ve alimler yapacaklardır.
Yani, Allah hem kendi zatıyla hem de dünyadaki halifesi ile de anlaşılabilir
الْكِتَابَ (eLKıTAvBa) “Kitab verilsin.”
Burada kitap marifedir. Kur’an, Tevrat, İncil gibi ilâhî kitaplar kastedilmektedir.
Peygamberlere herhangi bir kitap verilsin de ondan sonra O’nun emri dışında bana ibadet edin densin; bunu söylemeleri mümkün değildir. Kitab kurallardır. Yazılı kurallar olarak da kabul edilebilir.
İnsan topluluklarını yöneten mevzuattır. Ehli Kitab denen kimselerin aldığı kitaplardır. Allah tarafından insanlara bildirilmiştir. Arıya kendi yapacakları işler nasıl öğretilmişse, insana da böyle yapacakları işler öğretilmiştir. Bunların bir kısmını arılar gibi her insanın beynine yükleyerek öğretti. Bir kısmını da indirdiği kitap şeklinde bildirdi. Arının küçücük beynine o kadar bilgiyi şarj eden biri, Muhammed (AS)’ın kafasına Kur’an’ı şarj edemez mi? İnsanlar neden inanamıyorlar?
وَالْحُكْمَ (Va el HuKMa) “Hükmü vermiştir.”
“Hüküm”, atı veya deveyi dizginleyen gemdir. Verilen komut ile onu sağa-sola çevirir. Hükümler de böyledir. İnsanlara doğru yolu gösterir. İcra etmez. Mahkeme kararlarının icrası ise kaza olarak ifade edilir.
Kitabın yanında hüküm de ifade edilmektedir. Hüküm, Kitaba dayanarak uygulama yapma demektir. Olaylar üzerinde hükmetme demektir.
وَالنُّبُوَّةَ (Va elNuBuvVata) “Ve nübüvvet verilsin.”
Bu nübüvvet kitap ve hükümden farklı ifade edilmiştir. Kitap kanunlardır. Yazılı mevzuattır. Hüküm yöneticiliktir, hükümetliktir. Nübüvvet ise içtihattır, vahiy almaktır.
Peygamberlere nübüvvetten ayrı olarak nübüvvet de verilmiş oluyor. O sayede Kur’an’ı doğru anlayıp uygulamaktadırlar. Sünnet işte budur. Dördüncü delildir. Kur’an’ı doğru anlamak için Hazreti Peygamber’in sünnetine ihtiyaç vardır. Bu her peygamber için doğrudur. Devlet yapısında kitap yasama meclisini, hükümet icra gücünü, nübüvvet de yargıyı ifade eder. Bu da hakemlerin fakih olmaları şartını getirmektedir.
ثُمَّ (ÇümMa) “Sonra”
Buradaki “Sümme” arkasından demektir. İster hemen ister biraz sonra olsun hepsini ifade eder. Buna göre “Sümme” “Fa”yı da içerir. Eğer hemen veya daha sonrayı içerecekse “Sümme” gelir demektir. “Fa” denseydi manâsı çıkar, ileride söyleyebilir demek olurdu. Ama “Sümme”de ne ileride ne de yakın demek olur.
يَقُولَ (YaQUvLa) “ Kavletsin.”
İta olunsun da sonra desin. “Sümme” “En Yu’tiyehu” atfettiği için “Yekule” üstünlüdür.
Hazreti Peygamber kendisine gelen vahye aykırı şeyleri söyleyemez. Buna gücü yetmez. Bu sebepledir ki mü’minler eğer din adına yanlış işler yapmaya kalkışırlarsa Allah onları muvaffak etmez. Oysa kâfirler yanlış işler yapsalar da dünyada onları muvaffak edebilir. Çünkü peygamberler hem mucize gösterip inandıracaklar, sonra da küfrü söyleyecekler. O zaman mucizenin ne manâsı kalır. Kur’an’da da yanlışlık olamaz. Yanlışlık olsa bizim anlayışımızda olur.
لِلنَّاسِ (LınNAvSı) “Nâsa söylesinler.”
Bir kimse hitap ederken karşısında bulunan halka “nâs” denmektedir. Küçük kalabalığı içerdiği gibi bütün insanlığı da içerir. Yani, “ey nâs” ya görünen kimselerdir, ya da bütün insanlardır.
Burada “insanlar” deyince en küçük topluluk anlamında kimseye söylemezler demektir.
كُونُوا عِبَادًا لِي (KuNUv IBaVDan LIYa) “Bana ibad olun.”
Bana kulluk edin. Yani, görevliler insanları kendilerine hizmet ettiremezler. Görevliler kendi çıkarlarına işler yaptıramazlar. Görevliler görevleri gereği emir verirler. Kişi olarak bir üstünlükleri yoktur. Görevleri dışında da bir şey emredemezler. Kayıtsız şartsız itaat sadece Allah’a yapılır. İnsanlar peygamber olsa da onların şahsına itaat edilmez. Şeriat dışına çıkılamaz. Bu sebepledir ki başkanların tasarrufları da yargı denetimindedir. Başkanların hareketlerine de dava açılabilir. Görevlilerin yaptıkları da şeriatın denetimindedir. Bir tasarrufta bulunduklarında hakemlere hemen gidilebilir. Hakem kararları ile icra durdurulabilir.
مِنْ دُونِ اللَّهِ
Allah’ın dununda kendisine ibadet istenemez. Ama topluluğun çıkarına emretme yetkileri vardır. Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Görünürde faiz de alış-veriş gibidir ama aralarında dağlar kadar fark vardır.
Biz görevlilere itaat ederiz ama kanun emrettiği için itaat ederiz ve kanunun emrettiği kadarında itaat ederiz. Allah’ın emrettiği kadar itaat ederiz.
Başka önemli husus, görevlilerin kanunları yorumlama yetkisi yoktur. Herkes kanunları kendine göre yorumlar. Son söz hakemlerindir. Kanun yorumlamada görevlinin bir üstünlüğü yoktur. Kamu görevlerinde uygulamada görevlinin sözü, genel hizmette ise hizmet alanın sözü geçerlidir.
وَلَكِنْ كُونُوا رَبَّانِيِّينَ (Va LAvKIn KUvNUv RabBAvNıyYINa)
“Rabbanıy olunuz, terbiye eden veya olunan kimse olunuz.”
Eğitin veya eğitilin diye emr olunmuşlardır. İnsanların görevi öğrenmek, araştırmak, sonra da öğretmektir. Bunu birlikte yapmak. Bu kelimede bu dört emir de vardır.
“Rabban” olması nedeniyle ism-i faildir. İsmi tafdil olarak ifade edildiği için araştırmayı içermektedir. İsm-i mensub olmakla öğrenmeyi de içerir. Cemi müzekkeri salimi getirdiği için de cemaatçe yapılacağını ifade etmektedir. Peygamberler sadece öğretmenlik yapmışlardır. Okullar kurmuşlardır. Halk amelleri kendi istekleri ile kendileri yapmıştır. Bundan dolayıdır ki peygamberler büyük savaşlar da yapmışlardır ama hiçbir zaman bürokratik bir güç oluşturmadılar. Halk kendileri üstlerine itaat etti. Zorlama yapılmadı. Savunma savaşları yaptı. Komuta bile rebbanıydır.
“İnsanlık Anayasası”nda bu sebepledir ki baştan zimmi olanlar zorlanmadığı gibi; nöbetli olduğu halde ülkeyi terk eden de zorlanmaz. Sadece gönüllüler için meşru savaş vardır.
“Rabban” kelimesinin taşıdığı başka önemli manâ uygulama öğrenimidir. Yalnız öğrenme değil, öğrendiğini yaparak öğrenmedir. Zaten katkıda bulunma bu suretle mümkün olacaktır.
“Rabban” kelimesinin getirdiği başka bir manâ da evrim katkısıdır. Evrimleşiniz, daha ileri olunuz. Peygamberler hep medeniyetlere katkıda bulunmuşlardır.
بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ “Talim olunduklarınızla rabban olunuz.”
Yani, siz öğretilenleri öğreniniz, üzerinde araştırma yapınız ve öğretiniz. Talim ettiğiniz gibi hareket ediniz denmektedir. Demek ki, peygamberlerin görevi sadece talimdir. Ondan sonrası ise halka aittir.
Burada meçhul değil de malum sığası ile getirilmiştir. İnsanlar tedris ederler, ama zamanla tedris ettikleri ile değil de havalarına göre hareket ederler.
Osmanlılar “İmamlar Kureyş’’tendir.” derlerdi. Okurlardı. Ama Osmanlı padişahlarını Allah’ın gölgesi yaparlardı. Anayasamızda “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılıdır ama ülkemizi ya diktatörler ya da Avrupalılar yönetir. Doğu Almanya’nın adı Demokratik Cumhuriyet idi. Duvar yıkılınca halk kendisini hapishaneden çıkmış kabul etti. Ama Türkiye’de lâiklik ilân edildi, hiçbir şey değişmedi.
الْكِتَابَ (el KıTABa)
Peygamberler yalnız kitabı talim etmişlerdir. Sünnet, kitabın manâsını göstererek öğretmedir. Yoksa peygamberlerin ayrıca bir getirdikleri yoktur. Kitab ne yazıyorsa peygamber de onu öğretmektedir.
Hazreti Peygamber Cebrail’den öğrenmiştir. Biz ise hocalarımızdan, onlar da peygamberden. Fark bu kadardır. Bu sebepledir ki her mü’min peygamber gibi görevlidir. Her mü’min Kur’an’ı öğretmekle mükelleftir. Hiçbir kimse Kur’an’ı kendisine mâl edemez. Hiç kimse Kur’an benim yorumumdur diyemez. Kur’an’ı yorumlamak yetkisi Hazreti Peygamber’e de verilmemiştir. Bunun gibi, kanunları resmen yorumlama yetkisi de kimsede yoktur. Herkes kendisi için kanunları kendisi yorumlar. Tevhidi içtihat kararları İslâmiyet’te yoktur. Kararlarda icma olabilir ama tevhit caiz değildir. Anayasada da böyle bir yetki kimseye verilmemiştir.
وَبِمَا كُنتُمْ تَدْرُسُونَ (Va BıMAv KunTuM TaDRuSUNa)
“Neyi tedris ediyorsanız onun ile rabban olunuz.”
“Neyi tedris ediyorsanız onun ile rabban olunuz” denmektedir.
Talim etmekle tedris arasında şu fark vardır. Talimde öğretilir, kitap okutulur. Tedriste kitabı kendi kendinize okursunuz ve baştan sona her tarafını öğrenmeye çalışırsınız. Bunun içindir ki talimde meçhul, derste malum sığası kullanılmıştır. “Talim olduğunuz” denmiş, burada “ders ettiğiniz” denmiş.
Bu âyet aynı zamanda öğrenim sistemini anlatmaktadır. İlk öğrenimde yalnız talim vardır. İspatlar yapılmadan sadece sonuçlar öğretilir. Bunların dereceleri vardır. İlmin derse yaklaşanı, dersin ilme yaklaşanı. Böylece dört mertebe ilim ortaya çıkar; amel, zikr, fıkh ve rusuh. Rusuhta ders, amelde talim vardır.
وَ (Va) “Ve”
Buradaki “Ve” “Mâ Kâne”ye atıf yapar. Bana ibadet edin sözünü söylemez diyor ve size melaikelere veya nebilere ibadet edin diye emretmez diyor. Söylemesi olmaz, emretmez. Biri haber, diğeri emir sığasıyla gelmiştir. Yani, kendisine ibadet etmesini söylemediği gibi başka varlıklara da ibadet etmesini emretmez. Onları rab ittihaz etmenizi emretmez.
Burada “erbab ittihaz etme” “rabbanıy” kelimesi ile izah edilmiştir. Rab, terbiye eden demektir. Baba çocuğunu terbiye eden kimsedir. İncil’deki “baba” kelimesi buradan karıştırılmaktadır. “Abd” ve “Rab” kelimeleri yan yana getirilmiştir. Gerçek rab Allah’tır. İnsanlar da O’nun abdidir. Köleliğin yerini rakaba almıştır. Yani, borçlu olma anlamındadır. Rab da yalnız Allah’tır.
Köleliği kaldıranlar Kur’an’ın yasakladığı müesseseyi kaldırmışlardır. İslâmiyet’te harb esirliği vardır. Kölelik vardır. Ancak o köle kişiliğe sahiptir. Her zaman sahibini dava edip hak isteyebilir. Kişi kölesine yediğini yedirmek ve giydiğini giydirmek zorundadır. İsterse dava açarak mezun köle haline gelebilir. Sahibine hakemlerin biçtiği aylığı öder. İsterse hakemlere başvurarak mülateb olabilir. Bedelini ödeyerek hür hale gelir. İnsanın insana ibadeti yoktur.
Burada yasaklanan sadece peygamberlere ibadet değil, Allah’tan başka herkese ibadettir.
لَا يَأْمُرَكُمْ وَ (Va Lav YaEMuRuKuM) “Ve size emretmez.”
“Kavl”de söylersiniz, ister yapar ister yapmaz. Müeyyidesi yoktur. “Emr”de de ister yapar ister yapmaz, ancak yapmadığı takdirde cezası var, müeyyidesi var, katlanmak zorundadır. “Cebir”de zorla yaptırma vardır. “Emir”de cezayı kendisinin vermesi gerekmez, Allah’ın ceza vereceğini bildirmek de emir mahiyetindedir.
“Ehline namazı emret”te de böyle bir emir vardır. Namaz kılmayanlara da müeyyide uygulanır. Yani, toplantılara katılmayan kimselere toplantılara katılmaları emr olunur. Ehlin ise zorlarsın. Diğer kimseleri tehcir caizdir. Beş vakit namaza herkes katılacaktır. Yoksa o aşirette oturamaz. Cuma namazlarına da askeri mükellefler katılacak. Yoksa o bucakta oturamaz.
أَنْ تَتَّخِذُوا (EaN EltTaPıÜUv) “İttihaz etmenizi, edinmenizi.”
“Ehz” avuca almak demektir. “Keff” açık avuçtur. “Ehz” sapı tutma şeklinde avucu kapatmadır. “Cuma” ise yumruk şekline getirmektir. Meleklere tutunmak anlamındadır. Nasıl dala tutunursanız, melek veya nebileri rab ittihaz etme demektir.
Hayat her zaman değişmektedir. Her olayda orada karar alman gerekir. Kararlar kurallara göre alınır ama yerine göre kurallar farklı şekilde uygulanır. Hayat hiçbir zaman tekerrür etmez. Benzer olur ama tekerrür etmez. Dolayısıyla bir olayla karşılaştığın zaman şeriatın içinde ama o olaya has olarak karar alacaksın. O anda Allah’a baş vuracak, sana ne ilham ederse ona göre karar alacaksın. Bu sebepledir ki ölmüş insanların ilkelerine uyulmaz. O, o zamanın şartlarına göre hareket etmiştir. Sünnet de böyledir.
Nasıl Mustafa Kemal’e tapmazsanız, Hazreti Muhammed’e de tapmazsınız.
الْمَلَائِكَةَ (MaLAEıKate) “Melekleri.”
“Melâike” meleklerin çoğuludur. Devlet anlamında olan mülk kelimesi ile eşit anlamdadır. “Milk” toprak işçisi demektir. “Bilek” kelimesi ile akrabadır. Güç anlamına gelir.
Allah kendisi rabdır. Bütün kudret O’nun elindedir. Ancak bunu insanlar gibi şuurlu varlıklarla tedvir eder. Çünkü onlar için var etmiştir. Allah’ın dışında şuurlu varlıklar dört çeşittir: Bâtın âlemde melek ve ruh, zâhir âlemde insan ve cin. Cin ve melek ışık hızına yakın olarak var edilmişlerdir. Ruh ve insan ise toprağa yakın yaratılmışlardır. Nasıl devlet Allah’ın yeryüzündeki tezahürüdür. “Malike’l-mülk” O ise, devlet görevlileri de O’nun adına yeryüzünde meleklerin gördüğü görevleri görürler. Devlet adamları demek olur.
“Meleklere ibadet etmeyin” demek, devlet adamlarına ibadet etmeyin demektir. Yani, devlet adamlarına yetkileri dahilinde şeriata uygun olan buyruklarına itaat edin demek olur.
“İnsanlık Anayasası”nın temeli, üstlerin astları yargılayamaması, yargının tarafların seçtiği hakemlerle yapılmasıdır.
وَالنَّبِيِّينَ (Va elNaBıyYIyNa) “Nebileri de rab ittihaz etmeyin.”
Meleklerden sonra nebileri saymıştır. Meleklerin yerini kamu görevlileri almaktadır, nebilerin görevlerini de milletvekilleri yani temsilciler almaktadır. Allah’ın melekleri var, nebileri var. Yeryüzünde Allah’ın halifesi devlettir. Melekler devlet görevlileridir, nebiler de milletvekilleri yani temsilcileridir. Bunlar rab değildir. Rab Allah’tır, yani devlettir. Dolayısıyla hakemlerden oluşan yargı son sözü söyler.
Melekleri mükesser çoğul olarak getirmiştir. Nebileri ise müzekker salim cem olarak getirmiştir. Dayanışma ortaklıkları içinde örgütlenmiş olacaklardır ve icmaları esas hükümleri ifade edecektir.
أَرْبَابًا (EaRBABan) “Rablar olarak ittihaz etmeyin.”
“Rabve” tümsek demektir. Topalak halinde olan bitkinin adı da rabvedir. Yavaş yavaş geliştiği için rabvet mastar olarak evrimleşmek demektir. Hilkatin tersidir. Hilkatte birden oluş vardır.
“Rab” kelimesi eğiten ve yetiştiren manâsındadır. Baba oğlunun yetişmesinde Rabb’in yani Allah’ın halifesidir. O’nun adına çocuğunu yetiştirir. İncil’deki “baba” kelimesi buradan oluşmuştur. Mecazi olarak söylenen İbranicedeki Rab sonra baba olarak tercüme edilmiştir.
“Peder” yerine “Rab” kelimesini koyunuz, İncil’in aslına gidersiniz. “Pederimin hanesinde çok meskenler var./ Rabbimin hanesinde çok meskenler var.” diye okuyacaksınız. “Beni tanısaydınız pederimi de tanımış olurdunuz./ Beni tanısaydınız Rabbimi dahi tanımış olurdunuz.” “Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” âyetinin İbranicesi. Bir ordu genelkurmay başkanına itaat eder, ama o emekli olunca artık onu dinlemez. Biz namazda imama itaat ederiz ama başkası geçerse ona itaat ederiz. İşte bu anlatış rab ittihaz etmeme demektir. İnsanlık bu anlayışa kaç yüzyılda gelebilmiştir?
أَيَأْمُرُكُمْ (Ea YaEMuRuKuM) “Size hiç emreder mi?”
Yani, emretmez. Nasıl vali, vali iken merkezin emirlerini yerine getireceğine kendisi kanunlara aykırı olarak ili yönetmeye kalkışırsa hemen görevden alınır ve cezalandırılırsa; eğer kitabi hükmü ve nübüvveti verilen kimse aksine hareket ederse derhal peygamberlikten alınır ve Allah damarı koparılır. Dolayısıyla böyle bir şeyi emredemez. Bu sebepledir ki devlet başkanı da kanunlara uymak zorundadır.
بِالْكُفْرِ (Bi eLKüFrRi) “Küfür ile”
“Küfür” kapatmak demektir. Gerçeği gizlemek demektir. Kişinin bile bile aksini iddia etmesidir.
Başka bir manâsı da nankörlüktür. Yani, nimeti inkârdır. Vali yapmakla elde ettiği şerefi inkâr ederek devleti kendi mülkü saymasıdır. Türkiye’yi Mustafa Kemal’e mal edenler böyle küfür içindedirler. Türk Milletini Mustafa Kemal var etmedi, Mustafa Kemal’i Türk Milleti ortaya çıkardı. Aksi iddia küfürdür.
بَعْدَ إِذْ أَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (BaGDa EıÜ EaNTuM MUsLIMUvNa)
“Siz Müslimler olduktan sonra emreder mi?”
Barışın temeli tek Allah’a iman etmek ve O’ndan başka rab ittihaz etmemektir. İnsanlar Hz. Adem’den türemişlerdir. Çoğaldıkça birbirlerinden ayrıldılar. Avların peşine takılarak birbirlerinden uzaklaştılar. Başlangıçta hepsi bir Allah’a tapıyordu. Tanrı’nın adı da birdi. Dağılıp uzaklaştıkça dilleri değişti. Tek olan Allah’ın adı da değişmiş oldu. O zaman yazı olmadığı için bir resimle veya heykelle Allah’ı gösteriyorlardı. Annenin Rabbini anne ile; Güneş’in Rabbini Güneş ile temsil ettiler. Sonra Güneş’i Tanrı sandılar.
Bir araya gelip de kentleşmeye başlayınca her kabilenin bir tanrısı ve bir tanrıyı temsil eden heykeli vardı. Herkes kendi tanrısını gerçek mabut, diğerlerini put kabul etti. Kabileler arasında din savaşları başladı. Peygamberler geldiler ve bunlara gerçekleri anlattılar. Onları tek Tanrı’ya çağırdılar. Böylece barış doğdu.
Burada açıklanan çok rab edinme savaşın kaynağıdır. Tek Tanrı ise barışın kendisidir. Eğer peygamberlere tapacak olursak, hükümdarlara tapacak olursak, o zaman din savaşları olur, barış kalkar. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki savaş budur. Yahudilerle Müslümanlar arasındaki savaş budur.
Oysa, Tevrat da Kur’an da aynı Allah’tan bahsediyor. Kur’an’ın ne derece büyük bir hikmetle insanları barışa çağırmakta olduğunu burada görüyoruz. Komünizmin getirdiği ateizm bu bâtıl inançları kaldırmıştır. Ormanı tarla haline getirmiştir. Şimdi tek Allah ormanını dikme zamanıdır. Onu da “Adil Düzen” yapacaktır.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XXII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا
قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنْ الشَّاهِدِينَ(81) فَمَنْ تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ(82)
أَفَغَيْرَ دِينِ اللَّهِ يَبْغُونَ وَلَهُ أَسْلَمَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ(83)
وَإِذْ (Va ElÜ)
Buradaki “İz” ile daha önce geçen “İz”lere bağlanmıştır. 55’inci âyette “Allah İsa’ya söylemişti” cümlesine bağlamıştır. Orada Hazreti İsa’ya; “Seni öldüreceğim ve sana tâbi olanları kıyamete kadar üstün getireceğim dedi.” deniyordu. Burada “Biz ahzettik” denmektedir.
Her ikisinde de gelecekten haber verilmektedir.
Tarihte iki koldan insanlara bilgi verilmiştir. İlim adamları geçmişte olan olayları ve gelecekte olacakları anlatırlar. Ne olduğunu haber verirler. Ne olacağını da söylerler. Peygamberler ise insanların yaptıklarını ve neler yapacaklarını, neler yapması gerektiğini bildirirler.
Hazreti İsa bundan sonra gelecek medeniyetleri kuracak olan iki uygarlığın iki peygamberinden biridir. Diğer nebiler, haber verenler, hep gelecek peygamberlerin habercisi olmuşlardır. İlk haber Hazreti İsa ile ilgili olarak verilmiştir. Hazret İshak ve Hazreti İsmail’in soyundan peygamberler geleceği bildirilmiştir.
Hz. İshak’ın soyundan gelenler Hazreti İsa’da son bulmuştur.
Hz. İsmail soyundan gelenler ise Hazreti Muhammed ile son bulmuştur.
Doğuya giden Hz. İbrahim’in hanımı Ketura’dan doğma çocukları ise doğu dinlerini oluşturdular.
Yeryüzüne böylece dört büyük din hakimdir: Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve Budizm. Bu dinlerin kitapları değişmiştir. Ancak Kur’an sayesinde bunlar da kendilerini müsbet ilmin ışığında yenileyebilirler. Yeni dünya düzeni böyle sürüp gidecektir.
أَخَذَ اللَّهُ(EaPaÜa elLAHu) “Allah ahzetti.”
“Misak almak”, söz almak demektir. Allah peygamberleri göndermiştir. Onlarla sözleşme yapmıştır. Bu sözleşme peygamberler için ihtiyari değildir. Allah onları onunla görevli kıldığına göre onların muhalefet etme yetkileri yoktur. Ancak bunlar bu sözleşmeleri kendi adlarına yapmadılar, cemaatleri adına yaptılar. Sonra onların cemaatlerine katılanlar kendi iradeleri ile katılmışlardır. Müslim olmakla kalmamışlar, mü’min olmuşlar. Dolayısıyla artık sözleşme olmuştur.
Allah bunlardan söz almıştır. Dayanışma ortaklık başkanları nebilerin yerlerine gelmişlerdir. Halk onlara biat edince yani onları parti başkanı yapınca onlardan söz almaktadır. Yani, topluluk onlardan söz almaktadır. Allah nebilerden söz alıyor, onun halifesi olan dayanışma ortaklıklarından da topluluk misak alıyor.
مِيثَاقَ (MIyÜAQa) “Misak. Söz.”
“Vusk” denklerin bağlandığı sicimdir. Sözleşme, insanları birbirine bağlayan anlaşmadır.
Sözleşmeler iki türlüdür. Bunlardan bir kısmını istediğiniz zaman bozarsınız: Bir kısım sözleşmeler ise artık tek taraflı, bazen de iki taraflı olsa da bozulmaz. İşte buna “misak” denmektedir.
Tarafların birisinin isteğiyle bir sözleşme sona eriyorsa ona “akd” denmektedir. Ahitler de böyledir. İki tarafın rızası ile sona eriyorsa buna “misak” deniyor. İki taraf da bozamıyorsa buna “galız misak” denmektedir.
Allah’ın misakını yüklenenlerin onu feshetme hakları yoktur. O sebepledir ki nöbetli olanlar artık nöbetli olmaktan çıkamazlar, kimse onlara böyle bir şeye izin verme yetkisine sahip olamaz. Kimse hür iken köle yapılamaz. Taraflar istese de köle olamazlar.
النَّبِيِّينَ (elNaBıyYIyNa) “Nebilerden misak almıştır.”
“Nebiler” haber verenler demektir. Allah önce Hz. Yahya ve Hz. Zekeriyya gibi nebileri göndermiş, sonra arkasından resulü göndermiştir. Uygarlıkları değiştiren büyük peygamberlerden önce o peygamberlerin geleceğini haber veren ve topluluğu ona hazırlayan nebiler gelmiştir.
Tanzimat’tan beri Türkiye’de olan mücadele “Adil Düzen”in gelişini hazırlamak içindir. Kur’an’dan sonra artık “nebi” gelmeyecektir, onların yerini “ilim adamları” alacaklardır. İlmî dayanışma ortaklık başkanları nebiler olarak geçmektedir. “Nebi” kelimesi, kurallı erkek çoğulu olarak gelmiştir. Demek bunlar başkanlı bir çokluk oluşturacaklardır. İşte o da “resul”dür. Resulü bunlar seçeceklerdir.
“Nebi” demek, Kur’an’ı okuyup yorumlayan ve aktaran kimse demektir.
Bunlar üç mertebede sayılmışlardır:
- “Ehli zikr”, Kur’an’ın söylediklerini anlayıp aktaranlar demektir. Fiillerin hükümlerini bilen kimselerdir.
- “Fakihler”, Kur’an’ı bilinen usullerle yorumlayıp ameli içtihatları yapan kimselerdir. Bunlar hükümlerin delillerini bilirler.
- “Rasihler” ise Kur’an’ı anlama usullerini koyan ve tevil ilmini bilen kimselerdir.
İşte bucaklarda (kabilelerde) ehli zikr, illerde (şa’blerde) fakih, ülkede (kavimlerde) ise rasihler nebilerin yerine geçmişlerdir. Onların hizmetlerini yaparlar. Allah bu ilimlere ve bu mertebelere gelen herkesi görevlendirmiş demektir. Onlardan misak almış olmaktadır.
Demek ki, bir ilim adamı önce alim olacak, sonra bekleyecek, dayanışma ortaklığına katılacaktır. Eğer kendi çevresinde %5 ortak bulursa işte o nebilik görevini yüklenmiştir demektir. Allah’ın yani topluluğun misakını almış demektir.
لَمَا آتَيْتُكُمْ (LaMAv EaTaYTuKuM) “Size ita etmiş olduğuma göre.”
Size ita etmiş olduğuma göre, yani şimdi siz kitap ve hikmete sahip kimselersiniz.
“Lema” ile “İza” arasında şu fark vardır. “İza”, gelecekte olanı haber verir. “İz”, geçmişte olanı haber verir. Şimdi devam etmemektedir demektir. “Lema” ise geçmişte olmuş, şimdi vardır ve gelecekte de devam edecektir demektir. “Le” geleceği, “Ma” da geçmişi belirler.
İnsanlar kendi kişisel çalışmalarıyla ilme ve hikmete sahip olurlar. Bunu elde etmiş olan kimseler dayanışma ortaklıklarını kurabilirler. Ülkede (kavimde) dayanışma ortaklıları kurabilmek için “rasih”, illerde (şa’blerde) dayanışma ortaklıkları kurabilmek için “fakih” olmak ve bucakta (kabilede) dayanışma ortaklıkları kurabilmek için “ehli zikr” olmak şarttır diyoruz. Bunlar açılacak ortak imtihanlarla sabit olacaklardır.
Kur’an imtihan müessesesini de getirmiş bulunmaktadır. Kur’an “Ben size bu bilgileri verdim” demekle eğitimin serbest olduğunu, herkesin istediğini öğrenebileceğine işaret etmektedir. Biz size öğrettik denmiyor, Allah size öğretti demiyor, doğrudan “Ben” diyor. Yani, aracı kullanmıyor.
مِنْ كِتَابٍ (MıN KıTAvBın) “Kitaptan.”
“Kitab” nekire gelmiştir. O da “Min” ile ifade edilmiştir.
Nekire gelmiştir, çünkü her topluluğun kendi kitabı vardır, ortak yasaları vardır. Her bucağın yasası vardır. Merkez bucakların da yasaları vardır. Bu yasalar bucaklardan bucaklara değişirler. Merkez bucakların yasalarını taşra temsilcileri yapar ama yalnız merkez bucaklarda uygulanır.
Mekke’nin ve kıta merkezlerinin bir kitabı vardır. Mekke’deki İlim Meclisi tedvin eder. Ülke ve bölge merkez bucaklarının ülke meclislerince hazırlanan kitapları vardır. Yalnız bu merkez bucaklarda geçer. İl ve ilçe merkezlerinin bir kitabı vardır, yalnız bu merkez bucaklarında geçer. Her taşra bucağının kendi kitabı var, kendi bucaklarında geçer. Ayrıca dayanışma ortaklıkları var. İcma ile sabit olan kitaplardan kendilerine göre içtihat edip hüküm çıkarırlar ve bunlar da kendi aralarında uygulanır. Onun için “Min” harfi getirilmiştir.
وَحِكْمَةٍ (Va XıKMaTın) “Ve hikmetten.”
“Kitab” naklî ilimleri, “Hikmet” ise aklî ilimleri içerir. Peygamberler sadece naklî ilimleri bilmekle kalmaz, aklî ilimleri de bilmek zorundadır. İşte dayanışma ortaklıkları kuracak kimseler naklî ilimleri tedris edecekleri gibi, aklî ilimleri de tedris etmelidirler. Bunun için alim olmak isteyenin iki ilmi tedris etmesi şarttır diyoruz; “Matematik” ve “Kur’an Arapçası”.
Burada “Min Hikmetin” denmemiş de “Hikmetin” denmiş; çünkü, aklî ve naklî ilimler bir kumaşın iki yüzü gibidirler. Birden ve birlikte ele alınmalıdırlar. Tek başına kitap ve tek başına hikmet bilinemez. Hikmette de icma ve içtihat müessesesi geçerlidir demektir. Her mezhebin hem kitap hem hikmet külliyesi olacaktır demektir. İşte Adil Düzenciler bunları öğrendikleri zaman iktidarı hak ederler.
ثُمَّ (ÇümMa) “Sonra”
Yani, kitap ve hikmet verildikten sonra “resul” gelecektir demektir.
Yani, bizim şimdi hazır bir “Adil Düzen Anayasamız” olacaktır demektir. Bunu çalışarak hazırlamalıyız. Sonra bu “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı gerekçeleri ve hikmetleri ile öğrenmeliyiz. Bu yetmez; “İlmî Dayanışma Ortaklıkları”nı kurmalıyız. Bugünkü kanunlar böyle dayanışma ortaklıklarını kurmayı engelleyen bir hüküm içermemektedir. Bunların sayısı on civarında olmalıdır. Türkiye’de bunları “kooperatifler” olarak kurabiliriz. Biz “Akevler Kooperatifi”ni bunun için kurmuş bulunuyoruz.
Kooperatifler dayanışma ortaklıkları olarak kurulacaktır. İşte ondan sonra, kooperatifler arasında birlik sağlandıktan sonradır ki siyasi parti kurulacak, ondan sonra “başkan” ortaya çıkacaktır.
Biz kooperatiflerin kuruluşlarını tamamlamadan 1969 yılında siyasi parti kurmaya başladık. O zaman biz buna mecbur idik. Çünkü kooperatifimizin faaliyetine siyasi partiler izin vermiyordu. Savunmak ve tanışmak için buna ihtiyacımız vardı. Böylece bir taraftan siyasi zemin hazırlandı, diğer taraftan da “Adil Düzen Anayasası” otaya çıktı. Ama daha hikmetlerle öğrenilemedi.
Şimdi bizim yaptığımız çalışmaklarımız budur. Biz şimdi kooperatifleşmeleri tamamlamalıyız. “Adil Düzen”i işletmelerde uygulayarak öğrenmeliyiz. İşte ondan sonra biri gelecek ve “Adil Düzen Partisi”ni kuracaktır. Bizim görevimiz de onu desteklemek olacaktır.
جَاءَكُمْ (CAyEaKuM) “Size ciet edecektir. Size gelecektir.”
Buradaki “Siz” kimlerdir? “Nebiler”dir; nebilere tâbi olan cemaatlerdir. Yani, dayanışma ortaklıklarıdır. Buradaki “Size gelecektir” ifadesi; onu biz çıkarmayacağız, o kendisi ortaya çıkacaktır demektir. Ben parti kuruyorum diyecek ve partiyi kuracaktır. Siyasi parti kuracaktır. Bu bir başkanın etrafında toplanan siyasiler olacaktır. Bizim dışımızda oluşacaktır. Yani, biz parti kurmayacağız. Biz sadece kitabı ve hikmeti öğreneceğiz. Bunu öğrenebilmemiz için uygulamaları ekonomik işletmelerde yapacağız. Mala-Mal Ortaklıkları kuracağız. Bu kooperatiflerin imkânları içinde kitabı ve hikmeti öğrenmiş olacağız.
Kitap ve hikmet için “İta”, resul için “Ciet” kelimesini kullanmıştır.
“İta” çok taraftan sürekli gelen, tedrici olarak kabımızı dolduran gelişlerdir. Bir arktan akarak gelen sudur. “Ciet” ise yağmur yağdığı zaman birden her taraftan toplanan sudur. Biz kitap ve hikmeti öğrenirken Kur’an ve müsbet ilme dayanarak tedris yoluyla zamanla öğreneceğiz demektir. Beşikten mezara kadar devam edeceğiz demektir. Oysa siyasi parti böyle AK Parti gibi birden ortaya çıkıp iktidar olacaktır demektir.
“Nebilik” Mekke devridir. “Resullük” Medine devridir.
رَسُولٌ (RaSUvLun) “Size bir resul gelir. Gelecektir. Gelmiştir.”
Her durumda anlaşılabilir. Mazi fiili kullanılmıştır. Ama “Sümme/Sonra” denmiştir. Bundan sonra muzari sığası kullanılmaktadır. Demek ki, gelecektir anlamı çıkar. Resul nekiredir. Değişik topluluklarda değişik zamanlarda değişik resul ortaya çıkacaktır.
Bundan önce bu hizmeti Necmettin Erbakan yüklenmiştir. O zaman “Akevler”i kurmuştuk. Nurculuk yaygınlaşmıştı. Tarikatlar faaliyette idi. Resul olarak Erbakan ortaya çıktı. Biz Allah’ın bu emrine uyarak “Akevler” olarak onu destekledik; hâlâ da desteklememizin sebebi budur. Bizim neslin dönemi görevini tamamlayıp buraya kadar geldi. Size Anayasa ekseriyeti olan bir siyasi güç bıraktı. Size 20 000 sahife içinde açıklanan “İnsanlık Anayasası”nı bırakıyor. Neslinizin görevi bunu öğrenmekten ibarettir.
Bir başkan çıkacaktır. “Adil Düzen”i benimseyen bir parti kuracaktır. Sonra siz onu destekleyeceksiniz.
Bu başkanın görevi ne olacaktır?
مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ(MuWadDıQan LiMa MaGaKuM)
“Sizinle beraber tasdik eden bir resul gelecektir.”
İşte burada en önemli olan husus; elinizdekini tasdik edici bir “resul” gelecektir.
İşte “Akevler”in elinde bulunan “Adil Düzen”i tasdik eden bir resul geldi. O da Erbakan’dı. Ne var ki, “Adil Düzen” ancak o zamanın şartları kadar biliniyordu ve o kadar uygulanabildi.
Hazreti İsa da öyle yapmadı mı? Kur’an sonra gelmedi mi?
O halde, geçmişte olanlara şükredip, gelecekte olacaklara doğru vazifemiz ne ise onu yapmalıyız.
Bizim siyasi parti kurmamız yerine, “Adil Düzen”i öğrenmemiz gerekmektedir. Bizim elimizdeki “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı tasdik eden bir parti başkanı, devlet başkanı, başbakan gelecektir.
Şimdi Tayyip Erdoğan tasdik etmemektedir. Dolayısıyla bizin de onu desteklememiz gerekmez.
Tasdik etmiyor, çünkü biz henüz hikmetini ortaya koyup öğrenmiş değiliz.
Türkiye’de kurulmuş hak partileri vardır. Ne var ki bunlardan hiçbiri bizi tasdik etmiyor, bizimle işbirliği yapmıyor. Bu durum bizi onları desteklemekten kurtarıyor. Saadet Partisi, AK Parti, Büyük Birlik Partisi, Bağımsız Türkiye Partisi aslında bu görevi yüklenebilirler; ama yüklenmiyorlar. Çünkü daha biz kitap ve hikmeti öğrenmede görevimizi tamamlamış değiliz.
Sizlere düşen görevin ne kadar büyük olduğunu görüyorsunuz. Allah sizlerden misak aldı demektir. “Adil Düzen” kervanına katılanlar böyle bir söz vermiş durumdadırlar. Öğrenmeye ve öğretmeye çalışsınlar. Uygulayarak öğrensinler.
لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ (La TuEMıNunNa BiHİy) “Siz onunla iman edeceksiniz.”
Onunla kendinizi güvene alacaksınız. Onun dayanışma ortaklıklarına gireceksiniz.
Nebiler ilmî dayanışma ortaklıklarına girerler, onların siyasi dayanışmaları yoktur.
Siyasi dayanışmaları ise resuller sağlar. Siyasi parti kurar, iktidar olur. Devlet oluşur o bizim güvenliğimizi sağlar. Biz bugün mevcut olan iktidarlara uyarız, ama ileride “Adil Düzen” iktidarını bekleriz. Çünkü bugünkü iktidarlar yeterli güveni sağlamamışlardır.
Hazreti İsa da bundan başka bir şey yapmadı. 12 havari kendisine inandı. Bunlar Roma İmparatorluğu topraklarına dağıldılar. Devlet onlara zulmetti. Onlar ise yeraltı kentleri kurdular. Ama sonunda bizzat imparator Hıristiyanlığı kabul etti.
Adil Düzencileri bekleyen yol da aynıdır. “Adil Düzen”i öğreneceksiniz. Kooperatifler şeklinde organize olacaksınız. Size zulmedecekler, ama sonra sizin düzeninizi resmen kabul edeceklerdir. Böylece dünyaya yayılmış olacaklardır. Siz de cennet ehli olacaksınız. Kiminiz bu günü görecek, kiminiz görmeyeceksiniz; ama çocuklarınız o “Adil Düzen” cennetinde yaşayacaklardır.
وَلَتَنْصُرُنَّهُ (Va La TaNÖuRanNAHUv) “Ona nusret edeceksiniz.”
Onun siyasi dayanışma ortaklığına katılacaksınız ve ona yardım edeceksiniz.
Biz Erbakan’a böylece yardım ettik. Siz de gelecek resule yardım edeceksiniz.
Adil Düzenciler “Adil Düzen”i kabul eden kimseyi desteklemek zorundadırlar. Eğer bunlar çok olursa onların birini seçip desteklemelidirler. Diğerleri onunla işbirliği yapmalıdırlar.
Biz Erbakan’ı bu amaçla destekledik.
Bizim neslin görevi bundan sonra bir şey yapmak değildir.
Bizim neslin görevi Allah’ın bize bildirdiklerini size aktarmaktır.
Oylarımıza varis olup “Adil Düzen”i benimsemeyenler helâk olurlar. Kimse Allah’ı ve mü’minleri kandıramaz. AK Partililer bu sözlerimden alınıyorlar ama bu bir gerçektir. Benim gizlememe imkân yoktur.
قَالَ (QAvLa) “Kavletti.”
“Nebilerden misak aldı” deniyor. Aldığı misak anlatılıyor.
Önce kitabı ve hikmeti alacaksınız, sonra size bir resul gelecektir. O sizin Adil Düzeninizi benimseyecektir. Sizin ilminizi tasdik edecektir. İlminize ve icmalarınıza uyacaktır. Böyle biri gelecektir diyor. Kesin olarak geleceğini ifade etmek için de mazi sığasını kullanmıştır. Ona inanın ve ona yardım edin diyor. Böyle bir misak almıştır. Nebilerden ayrıca ikrarını te’kit etmiştir.
Şimdi bizim bu sohbetlerimize katılanlar iki grup olacaktır. Birincisi, kitabı ve hikmeti öğrenmek isteyenlerdir. Bu elbette çok sevap bir şeydir. Bunlar buna devam ederken, bir de ikinci derecede bize katılan olacaktır. Bunlar ikrar edeceklerdir. Evet, ben sadece yararlanmak için gelmiyorum, aynı zamanda nebilik görevi yükleneceğimi de ikrar ediyorum, diyecektir. Bunu ne zaman diyecekler? Kendilerini hazır hissettikleri zaman diyecekler. “Ben artık “Adil Düzen”i öğrendim, orada fiilen görev yapabilirim” diyenler bunu diyebileceklerdir. İşte o zaman onlardan “galiz misak” alınmış olacaktır. Bu ikrarı yapanların görevleri nebilik görevi olacaktır. İkrarı yapacak seviyede olmayanlar nebilik görevini yüklenmiş olmayacaklardır.
أَأَقْرَرْتُمْ (Ea EaQRaRTuM) “İkrar ettiniz mi?”
Şimdi bu toplantıya katlıyorsunuz ve benimseyerek devam ediyorsunuz. Bu Allah’ın sizden aldığı misaktır. Ama daha siz ikrar etmediniz. Yani, kendiniz; “Ben artık kitabı ve hikmeti öğrendim, Allah’ın emrettiği hizmetleri yapacak seviyedeyim.” demediniz. Çünkü siz kendiniz sadece desteklemektesiniz, ama henüz böyle bir faaliyete geçmiş değilsiniz.
-Bu hususta kitap yazmaya başlamadınız.
-Bu hususta çevrenize ders vermeye başlamadınız.
-Adil Düzene göre teşebbüs kurup işletmeye başlamadınız.
-Daha bir yerde hep birlikte site kurup toplanmaya başlamadınız.
Yani; daha ikrarda bulunmadınız.
İşte “Adil Düzen Çalışanları” içinde böyle bir ikrarda bulunanlar olursa o zaman Allah’ın kendilerine yükleyeceği görevi yüklenmiş oluyorlar. Yani, “başkanın ilmî danışmanları” oluyorlar. Gelecek olan “resul” bunlarla iktidar olursa “Adil Düzen” de gelmiş olur.
“İkrar etmek” karar kılmak demektir. Buraya katılmış olan kimseler araştırma safhasında olacaklardır. Bunlar öğrenmek için buraya geliyorlar, daha burada söylenenlere katılma durumunda değildirler. Dolayısıyla Allah onlara bir yük yüklemektedir. Allah onlara teklif etmiş ama daha kabul etmemişlerdir.
İşte siz karar mevkiine geldiğiniz zaman sizden şehadet etmek istenecektir. İkrar etmeniz istenecektir. “Artık Adil Düzen çalışmalarına katılmaya hazır mısınız?” denecektir.
وَأَخَذْتُمْ (Va EaPaÜTuM) “Ahzettiniz mi?”
İkinci defa Allah soruyor. Kitabı ve hikmeti öğrenip de artık yükünü taşıyabilecek durumda mısınız? Öyleyse şimdi size görev veriyorum demektir. Allah görevi ancak onu yapacak seviyeye geldiklerinde verecektir. Tıp fakültesindeki öğrenci doktor olmayı öğrenmeye başlamıştır. Talebe ne yapıyor? Okulla sözleşiyor; ben tıbbı öğreneceğim ve ona göre hareket edeceğim diyor. Bu birinci sözleşmedir. İmtihanları verip geçtikten sonra sonunda diploma verilerek ikinci sözleşme yapılır. Artık kişi öğrenme sözünü değil, yapma sözünü verir. İşte burada anlatılan mekanizma budur.
Bu derslere devam edeceksiniz. Kitabı ve hikmeti öğrendikten sonra kendinize güven gelecek; ben artık bunu yapabilirim. O kitabın ve hikmetin tamamını değil, bir kısmını öğrenecek, bir taraftan kol tutacaksınız. İşte o zaman “Adil Düzen” diplomasını almış olacaksınız. Allah sizinle ikinci sözleşmesini yapmış olacaktır.
عَلَى ذَلِكُمْ (GaLAy ÜAvLıKuM) “Bunun üzerine.”
Yani, resule inanıp ona yardım edecek seviyeye geldiniz mi? Geldiyseniz; ikrar ediniz, artık bir görevi yükleniniz, “Adil Düzen”in üreticisi olmaya başlayınız. Kitaptan ve hikmetten yeter pay aldınız mı diye Allah sormaktadır. Yani, kendinize ne yapacağınızı, “Adil Düzen”e nasıl hizmet edeceğinizi belirlediniz mi deniyor.
إِصْرِي (EıÖRIy) “İsrimi”
“İsr” yükü sırtlamak için kullanılan iptir. “Vask” ise herhangi bir dengi bağlamak içindir. Burada “İsr” demek, hamal yükü demektir. Yani, insanın sırtına yüklediği yük demektir. Bir eşyanız taşınacaksa bir hamala verirsiniz, onu taşıtırsınız. Kendinizin taşıma gücünüz olsa da siz taşımazsınız, ona taşıtırsınız.
İşte “nebilik” ilâhî hamallıktır. Allah’ın yükünü taşımaktır. O’nun ücretini istihkak etmektir.
Buradaki yük elbette Allah’ın temsilcisi olmak , onun taşıyacağı yükü yüklenmek demektir. Bu yükü biz müşahhaslaştırmak zorundayız. Bu da kitap ve ilimde başkanı destekleyecek durumda olmak demektir.
Demek ki, başkan alimlerden bir heyet oluşturacak, o heyet kitabı ve hikmeti öğrenmiş olacaklardır. Onlara dayanarak başkanlık yapacaktır.
Bugün eksik olan şudur: Hikmeti bilenler kitabı bilmiyor; kitabı bilenler hikmeti bilmiyor.
“Adil Düzen Çalışanları” bunları birleştireceklerdir. Bunu pratikte kolayca çözebilmemiz için ikili çalışmak gerekecektir. Matematiği bilenlerle Arapça bilenler birlikte çalışacaklardır. Onlar birbirine anlatacaklardır. Ondan sonra bunlar bir konuda kitap yazacaklar. Bu konuda aynı zamanda bir ortaklık kurup birlikte iş yapacaklardır. Sırtlarına yük alamıyorlarsa bir sedye yapıp yükü iki kişi omuzlarına alacaklardır. Zaten sonra yük bir cemaatin sırtına binmiş olacaktır. Onun için cemaat olarak hitap etmektedir.
قَالُوا (QAvLUv) “Kavl ettiler. Dediler.”
Diyenler kimledir? Nebilerdir. Kitabı ve hikmeti bilen alimlerdir. “Adil Düzen” alimleridir.
Peygamberlere melek geliyor ve onlardan misakı ahzediyordu. Bunlar bir arada olmamışlar. O halde bunlardan bahsedilen misaktan çok, burada bahsedilen bilen alimlerdir. Peki, bunlara kim söylemiştir? Cebrail söylemediğine göre bunlardan kim misak almıştır?
Allah olayları hazırlar, insanlara ilham eder ve olaylar öylece oluşur.
Şimdi her biriniz burada otururken hangi olaylarla geldiğinizi düşünün. Bir de Allah size ilham etmiştir, size buraya gelmenizi bildirmiştir, o sayede geldiniz. Buraya pek çok gelenler var; gelirler, giderler… Siz ise devam ediyorsunuz. Böylece ilk misak alınmıştır. Şimdi ikrar sözkonusudur. Bu da yine hadiselerle oluşacaktır. Kendiniz “Adil Düzen”de bir iş yapabileceğinize kani olduğunuz zaman ikrar etmiş olursunuz.
أَقْرَرْنَا (EaQRaRNAv) “İkrar ettik.”
“Allah’ın hamalı olmayı kabul ettik. O’nun yükünü üzerimize aldık, dediler.” diyor Allah.
“Adil Düzen çalışmalarında karar kıldık.” diyecekler. Demek ki böyle bir yükü tek başına değil de, cemaat haline geldiğimizde başlayacağız demektir. Başarı şansımız o zaman vardır.
Yani;
-Ahşap evleri o zaman yapacağız…
-Granür üretimini o zaman çalıştıracağız…
-Dergiyi o zaman çıkaracağız ve yayacağız…
-Marketi o zaman faaliyete geçireceğiz… Demektir.
Şimdi ne yapıyoruz? Misak içindeyiz; kitabı ve hikmeti öğrenmeye çalışıyoruz demektir.
Ne zaman ki en az on kişi oluruz ve artık kendimizi “Adil Düzen”e vakfedecek hâle geliriz; o zaman ikinci ikrarımızı alacağız ve yükü yüklenip yukarıda saydığımız teşebbüslerde başarılı olacağız...
İşte o zamana kadar yaptığımız denemelerdir. Sadece öğrenmek için alıştırmalardır. Şoförlüğü öğrenen kimsenin direksiyon kursundan başka bir şey yapmakta değiliz.
قَالَ (QAvLa) “Kavl etti. Allah dedi.”
Bu âyet ile Allah demektedir. Bu şekilde çalışanlar bir araya gelip de yeter derecede eğitildikten sonra, onlar da ikrar ettikten sonra, Allah bu âyetlerle onlara demiş olmaktadır.
Kur’an’daki her âyet bize bugün nâzil olmakta ve bize demektedir.
فَاشْهَدُوا (FaŞHaDUv) “Şehadet edin.”
Yani, bunu çevrenize duyurun Sizin ikrar ettiğimizi ve “Adil Düzen”i uygulamaya geçtiğinizi duyurunuz. On kişi olduğumuzda bunun kararını alıp faaliyete geçeceğiz demektir. O zamana kadar ise çalışmalarımıza devam edeceğiz. On kişi olunca o zaman ilân edeceğiz.
Bizim “Adil Düzen”i başta işletmelerde uygulamaya başladığımızı ilân etmemiz gerekmektedir. Bunun için denemeler yapmış olmamız, müesseseleri çalışır hâle getirmiş olmamız gerekir.
Başarısızlığımızın sebebi gayet açık olarak anlaşılmaktadır: Çünkü biz kitabı ve hikmeti öğrenmeden faaliyete geçtik; biz on kişi olmadan, cemaat etmeden faaliyete geçtik; biz ikrarda bulunmadan faaliyete geçtik… Onları yapmamız gerekiyor. O hususlarda bilgi sahibi olabilmemiz için buna gerek vardı. Bu faaliyetlerimizi teorik olarak kısmi mâlî fedakârlıklarımızla sürdürmemiz gerekiyor. Ancak, bunlardan başarı beklememiz gerekiyor demektir. Bunun pratik sonucu olarak bu işlere ancak hiçbir şey beklemeden katılanları ortak edeceğiz demektir. Bunun bir deneme odluğunu bilmeliyiz. Başarı ikrardan sonra gelecektir.
وَأَنَا مَعَكُمْ (VaEaNa MaGaKuM) “Ve ben sizinle beraberim.”
Yani, artık Allah bizimle beraberdir. Bunu istihkak eden kimseler Allah’ın halifesi olarak hareket etmektedirler. Allah onlarla bir olmuştur. Başınızda, üstünüzde demeyip; “sizinle beraber” demiş olması, o seviyeye gelen kimselerin hangi derecelere yükseldiklerini görmüş olacaklardır.
“Seninle” demeyip “Sizinle” demiş olması, cemaatleşmeden bu görevlerin yüklenemeyeceğini ifade eder. Tek başına insan veli olup cennete gidebilir, ama dünyada Allah’ın halifesi olarak “Adil Düzen”e katkıda bulunmak ancak cemaatleşmekle mümkün olur.
Kimse kendi başına bir iş yapmaya kalkışmasın. Boşa gider.
Her şeyi cemaat içinde yapmak zorundayız. Buraya gelip katılanlar ashabı yemindir. Bunlar başka cemaatlere de katılacak ve onlardan feyiz alacaklardır. Sonra belki orada mukarrabun olacaklardır. Şimdilik ashabı yemin olarak herkesle ilişkili. Mukarrabun olduktan sonra artık kendilerini sadece buraya hasrederler, yemin ashabı aracılığı ile onlarla temasta olurlar. Tabii bu arada temastan maksadımız ilmî temastır.
مِنْ الشَّاهِدِينَ (MiNa elşŞAvHıDIyNa) “Şahitlerden olacağım.”
Yani, ben de sizleri o zaman dünyaya duyuracağım demektir. Şimdi biz yazıyor, biz okuyoruz.
Oysa, ikinci akdi yapınca bizi herkes duyacak, yazdıklarımızı herkes okumaya başlayacaktır. Çünkü Allah “Ben de şahidim” deyince, ben de şehadet edeceğim demektedir.
Bizim haberimiz olmadan bir cemaat oluşacak ve bizim çalışmalarımızı yayacaktır.
فَمَنْ تَوَلَّى (FaMaN TaValLAy) “Kim tevelli ederse. Kim vazgeçerse.”
Yani, kim vazgeçerse; ikinci akitten, misakı galizden kim vazgeçerse denmektedir.
Demek ki, Allah insanlara bir araştırma ve geliştirme devresi tanımıştır. Değişik yerlerde değişik katkılarla çalışırlar, giderler-gelirler, her yerden bir şeyler öğrenirler. Sonra kendilerini bir cemaatin ferdi hâline getirirler. Sözleşme yaparlar, anlaşma yaparlar ve artık o işte çalışmaya başlarlar.
Bunlara “mukarrabûn” denmektedir; “sabikûn” denmektedir; “evvelûn” denmektedir.
Bunlar için artık istifa etme yoktur, geri çekilme yoktur. Bunlar nebiler gibidir. Nasıl nebilerin istifa ederek ayrılmaları sözkonusu değilse, bunlar da öyle kimselerdir. Başladıkları işleri tamamlamak zorundadırlar.
Ancak ashabı yemin için durum böyle değildir. Onlar bu çalışmalara, “Adil Düzen” çalışmalarına katkıda bulunurlar, ama onların misakı galizleri yoktur. İstedikleri kadar katkıda bulunurlar, istedikleri zaman da ayrılabilirler. Burada “tevelli” müfret getirilmiştir. Yani, cemaatten, nebiler cemaatinden kim ayrılırsa demektir.
بَعْدَ ذَلِكَ (BaGDa ÜAvLıKa) “Bunun ba’dinde.”
Yani, Allah’ın ikrar edip yükünü aldınız mı dedikten ve sonra te’yiden ikrar ettik, görevi aldık dedikten sonra tevelli ederse. Önce çalışmalar yapıyor, üniversiteye devam ediyor. Sonunda öğreniyor, artık mesleği yapacak duruma geliyor ve ondan sonra artık o işe başlıyor.
Kamu görevini kabul ettikten sonra vazgeçmek yoktur. Baliğ olan kimse kendisi karar verir, askere gidip gitmeyeceğine karar verir. Gitmeyecekse cizye öder. Her zaman cizyeden vazgeçip muharip olabilir. Ama muharipliği kabul ettikten sonra artık ben bundan vazgeçtim diyemez.
İşte bunun gibi; nebilik hizmetlerini yapmayı kabul ettikten sonra, artık ben vazgeçtim diyemez.
Bu kabul nedir? İşte bu hicretle başlar. Ne var ki, on aile oluncaya kadar her zaman vazgeçebilir, geri dönebilir. Bu amaçla on aile oluştuktan sonra artık geri dönüş caiz değildir. Sonradan katılanlar için de hükümler aynıdır. Bunların da duyurulması gerekmektedir.
فَأُوْلَئِكَ (Fa EUv LAEıKa) “İşte onlar.”
Yani, böyle bir hizmete talip olup sonra vazgeçenler fâsıktırlar. Ashabı yemin olanlar bunları desteklerler. Ama kendilerini ehil görmedikleri için bu hizmeti yüklenmezler. Mukarrabunlar ise görevi almışlardır. Bunlar vazgeçerlerse fâsık olurlar.
هُمْ الْفَاسِقُونَ (HuMu eLFAVSIQUvNa) “Bunlar fasıktırlar.”
“Fısk” fıfktan gelen bir kelime olup, patlatanlar veya patlayanlardır demektir. Fısk, insanları kamu hizmetlerinden yasaklayan suçtur. Kamu hizmeti yapamazlar.
Demek ki, böyle bir görev yüklenip sonra da bırakanlar kamu görevlerinden mahrum olurlar.
أَفَغَيْرَ دِينِ اللَّه (EaFa ĞaYRa DIyNı elLAHı) “Allah’ın dininden gayrisini mi?”
Allah’ı ilmî olarak tanımlayalım. Kâinat düzen içindedir. Yani, birtakım kurallar içinde ahenkli bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Bunların bir kısmı insanın etkisinin bulunmadığı kurallardır. Bunlara “tabiî kurallar” diyoruz. Bir kısmı de insanların katkısı ile oluşmuş kurallardır. Mesela Türkçe böyledir. Bunlara da “sosyal kurallar” diyoruz. Tabiî ve sosyal kurallarda büyük bir uyum vardır. Bu uyum tek bir güç tarafından sağlanabilir. İşte o gücün ne olduğunu bilmiyoruz, ama o gücün var olduğunu varsayıyoruz. Var olmasa bile, madem ki bu uyum var, farazi olarak da bunu yapan varlık vardır. Buna “Allah” diyoruz.
“Bunun dini” demek, “bunun düzeni” demektir. Yani, tabiî ve sosyal oluşları düzenleyen kurallara “Allah’ın düzeni” diyoruz. Siz buna isterseniz “genel düzen” diyebilirsiniz, fark etmez.
Konumuz Kâinat’ın ve insanlığın düzen içinde olduğudur. Bu düzeni beğenmeyip başka düzenler kurmak isteyenler olabilir. Buna diyeceğimiz bir şey olamaz. Ama onların bu düzeni terk etmeleri gerekir. Yani, kendileri bir kâinat var etsinler ve orada öyle düzen kursunlar. Bunu yapamıyorlarsa ne konuşuyorlar?!.
Bu genel bir kuraldır. Daha iyisi yoksa, o en iyisidir. Onda kusur aranamaz. Çünkü en iyisidir.
Sonsuz bile böyle tanımlanıyor, istediğimiz kadar büyük sayı demektir.
يَبْغُونَ (YaBĞUvNa) “Bağy ediyorlar. Arıyorlar.”
Şiddetli şekilde istemek demektir. Boğa kelimesinden gelmektedir.
“İbtiğa” teşebbüs demektir. Lâik düzen ne imiş; kendileri kuracaklarmış! Allah’ın öğrettiklerine ihtiyaçları yokmuş! Tamam, biz kabul ediyoruz; ama, siz kendi Kâinatınızda mı, yoksa Allah’ın Kâinatında mı yeni düzen kuracaksınız? Yoksa Kâinat’ı siz mi var ettiniz? İşte tam bir saçma mantık içindesiniz.
Şunu söyleyebilirsiniz; “Kur’an Allah’ın sözü değildir, Kur’an’da söylenenler Allah’ın söyledikleri değildir. Biz aklî ilimlerle gerçekleri bulabiliriz. Kur’an’a ihtiyacımız yoktur.” Böyle diyebilirsiniz. Burada haklı olabilirsiniz. Ama işte o zaman sizden şunu isteriz; tabiî ve sosyal kurallara uygun bir hayat düzenini getirin, görelim. O konuda tabiî ve sosyal kanunlara göre tartışalım. Ama “Tabiî ve sosyal düzen yoktur. Biz istediğimiz gibi düzen kuracağız!” dediğiniz zaman, bizim sizi ciddiye almamız mümkün değildir.
وَلَهُ أَسْلَمَ (Va LaHu EaSLaMa) “Ona islâm etmiştir.”
O’nunla barışıklık içindedir. Allah ile barış içindedir, kimse O’nunla savaşmıyor. Herkes istese de istemese de tabiî ve sosyal kanunlara itaat eder. Bu kanunları yanlış bilirse, yanlış koyarsa; hayat ona değil kanunlara uyar. İnsanlar yine kanunlar içinde yaşarlar. Sorun sadece isteyerek uymak veya zorlanarak uymaktan ibarettir. Bir kimseyle isteyerek savaşmazsınız, yahut korktuğunuz için savaşmazsınız. Sonuçta ona uymuş olursunuz. Mü’minler isteyerek barış içinde olurlar, kâfirler zorlanarak barış içinde olurlar. Ama her halükârda barış içinde olunur. Savaş Allah ile değil de savaşanların kendi aralarında olur. Semavatta ve arzda kim varsa herkes Allah ile barış içindedir. Kimsenin onunla savaşmaya gücü yetmez.
مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (MaN FIy elsSaMAVAvTı Va elEaRWı)
“Arzda ve semavatta olan kimseler ona islâm etmişlerdir.”
“Men” kişiler için söylenir. Burada göklerde olan melek, cin, ruh ve insanlardır. Melek ve ruh bâtınî âlemdedirler. Ancak bâtınî âlem zahirî âlemin diğer yüzüdür. Yani, kumaşın iki yüzü varsa, her noktanın bir zâhirî bir bâtınî noktası vardır. Dolayısıyla bu Kâinat’tan başka bir yerde değildirler.
Bir düzlemde birbirine dik doğrular çiziniz. Dik doğrular bâtın, yatay doğrular zâhir olsun; her noktada hem bâtın hem zâhir vardır. Zâhirde olanlar düzlemin yalnız yatay doğrultusunu görürler, öbürleri de düşey eksenini görürler. Gökte ve yerde olanlar bunlardır. Bunların hepsi ona teslim olmuşlardır. Üç boyutlu uzayda olanlardan bahsedilmektedir. Bu üç boyutlu uzayın zâhirî ve bâtınî boyutları vardır.
طَوْعًا وَكَرْهًا (OaVGan Va KaRHan) “Tav’an ve kerhen ona islâm etmişlerdir.”
Kâinat’ta Allah’ın dediğinden başka bir şey olmaz. Hep O’nun dediği olur. İnsanlar O’na uyarlar, O’nun dediğini yaparlar. Sadece bunu isteyerek veya istemeyerek yaparlar.
İşte asıl zorluk, nasıl oluyor da hem biz ne istersek o olacak, hem de O’nun istediği olacaktır. Buna insanın aklı ermemektedir. Ama Allah bunu yapmaktadır. İçtihat yapan kimseler, ne olacağını düşünerek değil de, kendisinin ne yapmayı istemesi gerektiğini düşünmelidirler. O’nun rızasını aramadan başka bir görevimiz olmadığını bilmemiz gerekir. Bizim istediğimiz olmuyorsa sıkılmamalıyız. Elbette bizim istediğimiz olmayacaktır, O’nun istediği olacaktır. Allah bizi yaptıklarımızdan değil de, yapmak istediklerimizden sorumlu tutacaktır. Çünkü bu dünya eğitim dünyasıdır. Eğitim de bedende değil, ruhta olmaktadır.
وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ (Va EiLaYHı YuRCaGUvNa) “Ve O’na rücu edeceklerdir.”
Bizim için rücu, öldükten sonra dirilmedir. Cinler de ölüyor. Bu âyette melek ve ruhların da O’na irca olunacakları bildiriliyor. O’na irca ne demektir? Denizden bulutlar çıkar, dönüp dolaşır, tekrar denize döner, sonra başkaları veya aynısı da Kâinat’a çıkıp dolaşır ve Allah’a döner. Nasıl denizde su molekülleri yok olmazsa insan da Allah’ta yok olmaz, sadece nezdinde olur. Sonra tekrar Kâinat’a dönebilir.
Allah’la beraber olmak demek, artık çalışıp iş yapmamak, harekette bulunmamak demektir.
Oysa âhiret de dünyanın devamı olan hayattır. Kanunlarında farklılık olabilir ama nihayet bu dünya benzeri bir hayat vardır. Zaman varoldukça biz de orada varlığımızı sürdürmüş olacağız. Allah her zaman vardır. Biz de varolmaya devam edeceğiz.
Bizim, bize düşeni yaptıktan sonrası için kaygı çekmemiz gerekir. Çetin âhiret yolculuğu da bizi korkutmamalıdır. Bizi, bizim yaptığımız filler korkutmalıdır.
Burada rücu edenler yalnız mü’minler değildir. Herkes O’na rücu edecektir.