ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
2996 Okunma
ALİİMRAN 142-148

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 37

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمْ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ(142)

وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَتَمَنَّوْن الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ أَنْ تَلْقَوْهُ فَقَدْ رَأَيْتُمُوهُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ(143)

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِيْن مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ(144)

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ كِتَابًا مُؤَجَّلًا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ(145)

 

أَمْ حَسِبْتُمْ (EM PaSıBtUM)  “Yoksa şöyle mi hesab ediyorsunuz?”

Em” harf-i atıflardandır. “E Cae Zeydun Em Amrun?” dersen, birinin geldiğini biliyoruz ama hangisinin gelmediğini bilmiyoruz. Burada ikisi gelmiş olamaz. “Em” eğer “Ev” diye sorarsak, ikisi de gelmiş olabilir, ikisi de olmayabilir. Aslında bu “Em” de “Ev”den dönüşmüştür. Söylemleri değişince manâlarında da farklar oluşur. Bir sorudan sonra “Em” gelirse, Türkçe’deki “yoksa” anlamındadır.

“Yoksa siz öyle mi hesab ediyorsunuz?” Yanlış hesab ediyorsunuz.

Beklenmeyen bir hesab için söylenir. Genel olarak dinler yahut sosyal gruplar kendilerini daima kurtulmuş kabul ederler. O topluluğa katılmış olmakla, hattâ o toplulukta doğmakla, kurtulduğunu, en doğru yolda olduğunu zanneder ve dalâletten dışarıya çıkmadığı gibi; o gruptan olmayan insanlara düşman olurlar. Bu husus eski dinlerde görüldüğü gibi; bugünkü Müslümanların ciğerine işlemiştir. Bir partiye girer, yahut bir tarikatta yer alır; artık o kendisini diğer insanların üstünde görür. Başkalarını küfürle itham eder!..

Bağımsız Türkiye Partisi’nin bir yetkilisi, Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen’i tekfir etmedik diye, bizi küfürle itham etmiş ve yan yana kıldığımız namazı iade edeceğini söylemiştir. Mü’minlere karşı bu kadar haşin ve cesur olan bu kimseler, TV ve diğer programlarını yaparken gerçekleri söylemekte lâl (dilsiz) olmuşlardır. Sadece ruhsat verilenleri konuşabiliyorlar. 28 Şubat’tan önce İslâm’ın şampiyonları olup Erbakan’a caka satanlar, 28 Şubat’tan sonra köçek oynatmaya başladılar, kursları ve yurtları kapattılar…

Şurasını tekrar hatırlatarak bu âyetin anlamını vermeye devam edelim.

Müslimler” vardır. Bunlar dünyada ve âhirette hasene isterler. Eğer günah işlemezlerse onlara cennetin kapıları açıktır. Cihat etmelerine gerek yoktur. Ancak bu dünyada bunlar kâfirlerle beraber helâk olabilirler. Bunların hükümleri ayrıdır.

Mü’min olanlar” ise mallarını ve canlarını cennet karşılığı satmışlardır. Onlar artık bu dünyada bir şey isteyemezler. Çünkü onlar mü’minlerdir. Bu âyet onlara hitab etmektedir.

Buradaki muhatap müslimler değil, mü’minlerdir.

أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ (En TaDPuLUv eLCanNaTe)  

“Cennete dahil olacağınızı mı hesab ediyorsunuz?”

İnsanlar dünyada yaşarlar, imtihan olurlar, âhirete giderler. Orada hesab verirler. Kimi cennete, kimi cehenneme gider. “Ben müslimim” diyen, “Ben mü’minim” diyen kimseler cennete giderler.

Müslimler de, mü’minler de imtihandadırlar. İmtihanı kazananlar cennete, kazanamayanlar cehenneme gider. Ne var ki, bugün nasıl meslek okulları ve liseler varsa ve bunların eğitimleri ile yükümlülükleri farklı ise, âhiret okulu da farklıdır. Yahut, askeri lise ile sivil lise arasında fark varsa, mü’minlerin okudukları İslâmiyet ile müslimlerin okuduğu İslâmiyet de farklıdır. Mü’minler askerî disiplinle yetişirler. İhaneti kabul etmezler. İrtidatları hoş karşılamazlar. Mü’minlerin dereceleri yüksektir. Ama sorumlulukları da o kadar büyüktür.

Her müslim her zaman mü’min olur, ama mü’min artık müslimlik derecesine inemez.

وَلَمَّا يَعْلَمْ اللَّهُ (Va LamMAv YaGLaMı elLAHu)  “Allah ilm etmeden.”

Allah her şeyin alimidir, O’nun denemesine gerek yoktur. Ancak Allah insanlığı ve topluluğu kendisine halife yapmıştır. Halifesi olan insanlık, halifesi olan topluluk, yani tarih bilmeyecek.

Demek ki, Allah bu dünyayı öyle yaratmış, öyle olaylar cereyan eder ki, o sayede gerçekler ortaya çıkar.

İnsanlığı kandırmak için genellikle tarihte uğraşılmıştır. Ancak, sonra insanlar belgelere ve beyanlara dayanarak gerçekleri hep bulmuşlardır, bilmişlerdir. Âhirete varıldığında ise herkesin tüm hayatı hesaba geçmiştir, borç ve alacaklar işlenmiştir. Bir şey eksik bırakılmamıştır. İşte o defterde alacaklı çıkarsan cennete gidersin. Her gün o defterimizdeki alacak hanesini çoğaltmak için gecemizi gündüzümüze katmalıyız.

الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ (elLaÜIyNa CaHaDUv MıNKuM)  

“Sizden cihad edenleri Allah bilmeden cennete mi gireceğinizi hesab ediyorsunuz?”

İşte bunlar mü’minlerdir. Bunlar cihad yapmadan cennete gidemezler. Bunlar baskılardan ve tehlikelerden korkmazlar. Bunlar suç işlemekten korkarlar, ama cezalanmaktan korkmazlar. Bunlar öldürmekten korkarlar, ama ölmekten korkmazlar. Bunlar için mal ve can kaybının hesabı yoktur.

Allah bunları, bu cihad edenleri bilecektir.  

وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ (VaYaGLeMe elÖAvBıRIyNa)  “Sabredenleri bilecektier.”

Bunlar yukarıda anılan kimseler değildir. Bunlar başka grupturlar. Nereden biliyoruz? Çünkü burada “Yag’lamu” iade edilmiştir. Ayrıca yukarıdakilere “Ellezîne câhedû” denmiş, burada ism-i fail ile gelmiştir.

“Ellezîne” ile gelenlerde hem cihad edenler, hem de cihadın şekli bilinmektedir. Oysa “sabredenler”de ise sabredenler biliniyor ama sabır türü nekiredir. İşte bunlar müslimlerdir. Bunlar da cennete gideceklerdir. Ama cihad edenler uçarak, bunlar yürüyerek; cihad edenler yücelerde, müslimler yerlerde olacaklardır.

O halde müslimler de sıkıntı çekeceklerdir. Onlardan istenen sabırdır, yani savunmadır.

Oysa mü’minlerden istenen ise saldıranlara darbe indirip işini bitirmektir.

Bu sebepledir ki Medine’de savunma anlaşması yapıldığı zaman müslimlere sadece Medine müdafaasına katılma yükümlülüğü getirilmiş, mü’minlere ise cihad yapma ve düzen kurma görevi verilmiştir.

وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَتَمَنَّوْن الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ (VaLaQaD KuNTuM TaManNaVNa eLMaVTa)

“Daha önce mevti temenni ediyordunuz.”

Kur’an Mekke’de nâzil olduğu zaman, müşrikler müslümanlara çok ağır zulümler yapıyorlardı. Müslümanlar Hz. Peygamber’den el kaldırmalarına izin verilmesini istiyorlar. Ama bu izin çıkmıyor. Müslümanlar zulüm görecek ama karşı çıkmayacaklardır. Bu şekilde tahkir edilerek yaşamaktansa, ölmeyi tercih edenler vardı. Buna rağmen izin verilmemiştir. Medine’ye hicret edildikten sonra savaşa izin verildi.

Bizim hatamız, kendimiz olmadan siyasete atılıp iktidar olmamız olmuştur. Olan hayırlıdır. Olanda hayır vardır. Ama Adil Düzenciler, önce sabrı öğrenip bir defa sadık Mekke müslimi olmalılar. Ondan sonra kendiliğinden Medine mü’minliğine sıra gelir. Acele etmesinler.

Şimdi biz iktidardakileri uyarmaya çalışıyoruz. Bu da yanlıştır. Onların yapacakları hiçbir şey yoktur. Çünkü daha İslâm sabrını yaşamdılar ve iktidar oldular. Şimdi işte bu durumdadırlar.

Biz iktidarı temenni etmeyelim. Bugün iktidar olduğumuzda çevremizi çeviren dev güçler vardır. ABD, AB, Eski Sovyet Ülkeleri, Çin, Hindistan… İktidar olduğumuzda çevremiz mazlumlarla dolu. Her taraf ateş içinde. Irak, Suriye, Balkanlar, Kafkasya… Ortadoğu’nun tamamı ateş çemberi içinde. Bunlara yardım etsek olmaz, etmesek hiç olmaz.

-O halde iktidara ne zaman talip olabiliriz?

Ancak “Adil Düzen”i öğrendiğimiz ve o sayede üç ayda işsizliği, altı ayda bağımlı yargıyı, bir senede sermaye esiri olan basını, nihayet iki sene içinde dışa borçları ödediğimiz zaman, işte o zaman bizim iktidar olma hakkımız vardır.

-Peki, bunları nasıl çözeceğiz?

Samimiyetle ve inanarak söylüyorum. Bunun yolu “Yenibosna Marketi”nden geçer. Buna inanmış ve bunu başarmış cemaat olduğumuz zaman biz mü’min olacağız. Yoksa müslim olarak kalacağız. Din ve düzen düşmanları ile beraber biz de helâk olacağız. Âhiretimiz inşaallah kurtulacaktır.

Basit bir market nasıl olacak da Türkiye’nin işsizliğini halledecek, dış borçları ödeyecek? Asıl olan tohumdur. Koskoca tarlada bir tek buğday tohumu atsan, iki sene içinde tüm ülkeyi ekebilirsin. Ama o tohum konmadıkça milyon sene geçse o tarlada buğday olmaz.  

أَنْ تَلْقَوْهُ (EaN TaLQaVHu)  “O’na mülâki olmak istiyordunuz. Ölmeyi istemiştiniz.”

Yani, müslimler için de sabır dönemi vardır.

1969’dan beri hep siyaset yapıyoruz. Önümüz açılıyor, iktidar oluyoruz. Anayasa ekseriyetini alıyoruz. Ordu yanımızda oluyor. Ama ondan sonra halkın karşısına çıkacak yüzümüz kalmıyor!..

Tayyip Beye öneride bulunmuştum. Gelin, siyaseti tatil edelim, ekonomik girişimlerde bulunalım demiştim. Sonra o başbakan olunca, herhalde ben yanlış öneride bulundum diye düşündüğüm oldu. Duam, o önerimin yanlış olması. Ama bu dua sadece Hz. Muhammed’in amcası için yaptığı duadır diye korkuyorum.

Önce öğreneceğiz, sonra kendimiz uygulayacağız, göstererek anlatacağız, ondan sonra onları dâvet edeceğiz. Biz öğrenmeden, kendi partimizde uygulamadan, kimseye bir şey anlatmadan iktidar olmaya kalkışıyoruz.

Bugün Allah onları iktidar etti. Onlar da biliyorlar ki hiçbir şey yapamayacaklar.

İhanet mahiyetinde olan Avrupa’da hazırlanan kananları Meclis’ten geçirip duruyorlar. İçinde ne olduğunu kendileri de okumuş değillerdir. Altında hangi ilim adamının imzası var?

Onların iktidarı bize yaramaktadır. Şimşekler onların üzerinde. Bizim bunlardan yararlanarak hareket etmemiz gerekmektedir. Bu Allah’ın bize verdiği en büyük fırsat ve nimettir.

فَقَدْ رَأَيْتُمُوهُ (FaQaD RaEaYTuMUvHu)  “İşte şimdi onu gördünüz. Ölümü gördünüz.”

Biz daha o güne gelemedik. “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman Türkiye’nin işleri iki sene içinde düzelecektir. İşsiz insan kalmayacaktır… Yargı bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın olacaktır… Basın serbest ve ulusal basın olacaktır… Ve nihayet dışarıya borcumuz kalmayacaktır…. Bütün bunlar iki sene içinde olacaktır.

İşte böyle bir başarıya ulaştığımızda dünya birleşip hep birden bize saldıracaktır.

Medineliler için Arabistan ne ise, bizim için de dünya o olacaktır. İki sene sonra Bedir Savaşı olacaktır. İşte o zaman ölümü göreceğiz. Ama Kur’an’a inanacak ve dünyaya meydan okuyacağız. Ülkemize saldıracaklar, ama Bedir’de olduğu gibi yenileceklerdir. Çanakkale’de yenildikleri gibi yenileceklerdir. İşte o andan itibaren de artık dünya “Adil Düzen”e kavuşmuş bulunacak ve 500 yıllık sermaye hakimiyeti son bulmuş olacaktır.

وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ (Va EaNTuM TaNJuRUvNa)  “Ve siz nazar ediyordunuz.”

Medine’ye gelince rahatlamışlar ve onunla iktifa etmeyi düşünmüşler. Biz Medine’de kendi işimize bakalım, Mekke de onların olsun demişlerdi. Yani, kaybettikleri malların veya yurtların peşinde değildiler. Oysa, asıl savaşlar, asıl ölümler ondan sonra başlamıştı. Ama asıl zaferler de ondan sonra olmuştur.

Koskoca Arabistan’da İslâm devletini tesis ettikleri zaman Müslümanların verdikleri şehit sayısı 250 kadardı. Biz bu kadar şehidi sadece Kıbrıs için verdik. Yaptığımız ise sadece başımıza bela almak olmuştur.

Oysa Kıbrıs’ta biz “Adil Düzen”i kursaydık, Güney Kıbrıslı Rumlar bile; “Hayır, biz Avrupa Birliği’ne girmek istemiyoruz, Kuzey Kıbrıslılara katılmak istiyoruz.” derlerdi. Tarihte hep böyle olmadı mı?  

Bu âyet bizim önümüzü daha da aydınlattı. Bize düşen “müslim” yani “barışçı” olarak her türlü zulme sabırla dayanmaktır. Bundan sonrası kendiliğinden gelecektir.

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ  “Muhammed bir resulden başkası değildir.”  

Medine’ye hicret edildikten sonra Müslümanlar Medine’de kendi site devletlerini kurmuş ve önce Medine içinde barışı temin etmişlerdi. Civardaki kabilelerle de barışçı ilişkiler kurmuşlardı.

Kimseyi İslâmiyet’e girmeye zorlamıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.), savaşmaktan çok, Kur’an düzenini Medine içinde tesis etmekle meşgul idi. Ancak bütün Arabistan’da Hicret duyulmuş ve Medine’nin adı Mekke gibi Araplarca ilgilenilen yer olmuştu.

Bu husus Mekkelileri rahatsız etti ve Arabistan’daki merkezîliklerini kaybetmemek için Medinelilere baskı yapmaya başladılar. Muhacirleri beldelerinden çıkaracaklardı. Civarda Medine ile rekabet içinde olan yerler ile işbirliği yapmaya başladılar. Yahudilerle işbirliği içinde oldular. Mekkelilerin bu düşmanca davranmalarına karşılık Mekkelilere Medine civarından geçmek yasaklandı. Ebu Süfyan bir ticaret kervanı ile Suriye’ye gitmişti. Ticaret malları ile Mekke’ye dönerken, Medine mü’minleri silahlanıp yola çıktılar. Maksatları silahsız Ebu Süfyan kervanın vurmaktı. Ebu Süfyan bunu haber almış, Mekke’ye haber göndermiş, kendisi de yolu değiştirerek deniz kenarından gitmiştir. Mü’minler Ebu Süfyan kervanı ile karşılaşacaklarına, bu sefer Ebu Cehil’in ordusu ile karşılaşmışlardır. Düşman kuvvetleri üç misli idi. Savaştılar ve yendiler. Ebu Cehil öldü. Ebu Süfyan onun yerine geçti. Kervanın kârını dağıtmayarak onunla komşu kabilelerden asker topladı.

Ebu Süfyan büyükçe bir ordu ile Medine’ye yürüdü. Hedef olarak Medine’yi işgal edecekti. Medineliler müşrikleri Uhud’da karşılamaya karar verdiler. Çetin bir savaş oldu. Hz. Muhammed düştü, yaralandı, dişi kırıldı. Her tarafa ölüm haberi yayıldı. Nihayet bir sahabe “O yaşıyor!” diye bağırınca, tekrar toparlandılar.  

Ebu Süfyan muzaffer bir şekilde geri çekildi. Medine savunmasız idi. Ebu Süfyan Medine’ye yürüseydi işgal edebilirdi. Ama paralı askerler çok şeyler istediler. Bu istenenleri vermektense, Mekke’ye dönmeyi tercih etti. Böylece Müslümanlar Uhud’da mağlup olmuş ama sonuçta Medineliler de galip gelmişti.

İşte bu âyet önemli olan bir hususu hatırlatmak için Hz. Muhammed’in sadece resul olduğunu, o ölmüş olsa da görevinize devam etmeniz gerektiğini bildirmiştir. Yani, bu âyetten sonra artık Hz. Muhammed (s.a.v.) olsa da, olmasa da, mü’minler devletlerini yaşatmakla görevlidirler.

İşte o tarihte mü’minlere verilen görev günümüze kadar devam etmektedir. Aramızda resul olsun olmasın, biz mü’minler vazifelerimizi yapmakla görevliyiz ve yapıyoruz.  

Kur’an’da “Hz. Muhammed”in adı sadece dört yerde geçer. “Hz. Musa” 136 defa geçmektedir. Bununla beraber “Ey nebi” ve “Sen” hitapları ile pek çok defa geçmektedir. Ancak Hz. Muhammed’den sonra gelen, ilim ve devlet adamlarına da hitap ettiği için özel hitap olmamaktadır. Bu sebeple Kur’an’da çok az defa tekrar edilmiştir. Bir de “Ahmed” olarak geçmektedir. “Muhammed bir resulden başkası değildir.” denmektedir.

Burada savaştaki başkandan bahsettiği için “resul” denmektedir, “nebi” denmemektedir.

Bu hitap bundan sonra gelen bütün başkanlar için ve alimler için sözkonusudur.

Başkanların başlattıkları ekol sürdürülmelidir.

Bediüzzaman Said Nursi Ekolü, Süleyman Tunahan Ekolü sürmektedir. Duamız, “Adil Düzen Ekolü”nü de sizlerin sürdürmeniz ve sizden sonra gelenlere aktarmanızdır. Bunun için hedefiniz bir “Adil Düzen İşletmesi”ni ve bir “Adil Düzen Sitesi”ni kurmak olmalıdır. Önce cemaat olacak, sonra kuracaksınız.

Biz önce kurmaya kalkıştık. Akevler Sitesi oldu ama Medine olmadı.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ (QaD PaLaT MıN QaBLıHı elRuSULu)

“Daha önce de resuller halet etti.”

Hazreti Muhammed’in de sadece bir resul olduğunu ifade etmektedir. Onlardan farklı olmayan resuldür.

Hz. Muhammed (s.a.v) bütün mü’minler için nebidir. Kur’an’ı bize getirmiş, biz o Kur’an’ı öğreniyoruz. Ama o başkan olarak sadece o günkü Arapların ve çağın başkanıdır. Ondan sonra halifeler gelmişler ve onlar yönetmişlerdir. Hattâ, her kabilenin, her bucağın bir başkanı olacak ve orayı onlar yönetecektir. Cuma imamı kim ise resulün halifesi odur, yani halefi odur.

أَفَإِيْن مَاتَ أَوْ قُتِلَ (EaFaEıN MAaTa EaV QuTiLa)  “Mevt eder veya katledilirse.”

Burada Kur’an; sen ölürsen veya öldürülürsen onlar gerisin geriye dönecekler şeklinde ifade edilmemiş, yani resul aracılığıyla konuşulmamış, direkt olarak mü’minlere hitap etmiştir. Yani, bize hitap etmiştir. Aramızdaki başkanları da devre dışında bırakmış, cemaate hitap etmiştir.

Başka yerlerde de “Ey iman edenler” hitabı vardır ama oralarda onların içinde Resul de vardır.

Oysa burada doğrudan Hazreti Muhammed (s.a.v.) hitap dışı bırakılmış, “o ölürse” denmiş ve müslümanlara hitap etmiştir. O halde Kur’an bize peygamber aracılığı ile doğrudan hitap etmektedir.

“Kul/ Söyle” olarak söylediği yerlerde bile bizim Cuma imamımıza hitap etmektedir. Bunun anlamı şudur ki; âhirete gittiğimiz zaman biz hesabımızı Hz. Muhammed’e değil, Allah’a vereceğiz. Bu dünyada da biz uygulamalarda hata yaparsak, başkana karşı değil, hakemlere karşı sorumlu olacağız.

انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ  (EıNQaLaBTuM GaLAv EaGQABıKUM)  

“A’kablarınıza inkılâb mı edeceksiniz? Topuklarınıza mı döneceksiniz.”

Gerisin geriye dönüp yapmak yoktur. Girişilen Adil Düzen çalışmalarımızdan vazgeçmeyeceksiniz.

O halde, iman etmiş olan kimse odur ki, yalnız kalsa da Kur’an’ın hâdimi olmaya, Kur’an’ın mübelliği olmaya ve bu uğurda sabretmeye, sonra da cihad etmeye devam eder.    

وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ (VaMaN YaNQaLıB GaLAv GaQıBaYHı)  

“Kim a’kabına inkılâb ederse.”

Burada “Adil Düzen”i tesis etmeye başlayıp vazgeçenlere de büyük müjde vardır.

Mü’min olduktan sonra cihattan vazgeçmek başkadır. Daha mü’min olmadan bizim gibi “Adil Düzen” uğruna sabredip devam etmek başka bir şeydir. Başkan vefat ettiği veya vazgeçtiği zaman vazgeçenler için burada hiç cezadan ve azaptan bahsetmemektedir. Bu sizlere de, bizlere de büyük bir müjdedir. Biz bu çalışmalarımızı yarım bıraksak da, sevabımızı yine alacağız demektir. Allah bizi cezalandırmayacaktır.

Benimle beraber çalışan çok sevdiğim fedakâr kardeşlerimiz vardır. Olanca güçleriyle çalışmışlardır. Sonra onlar gevşemişlerdir. Bizi bırakmışlardır. Allah onların sa’yini meşkur edecektir.

Demek ki, bazı Millî Görüşçüler hakkındaki aşırı görüşümüz yanlışmış. Daha iman safhasına gelmemiş kabul edilerek, eski çalışmalar me’cur edilecektir. Bu çabadan vazgeçmiş olsalar bile, eski çalışmalarının karşılığı verilecektir. Bu âyetlere hamd etmemiz gerekmektedir.

فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا (FaLaN YaWurRu elLAHa ŞaYEan)  “Allah’a bir zarar veremezler.”

Yani, biz daha ileri bir adım atmasak da, Yenibosna marketini kurmasak da, Allah’a zarar vermeyeceğiz. Allah yine “Adil Düzen”i tesis edecektir. Biz bu çalışmalarımızın ücretlerini de alacağız.  

Bu âyet bizim rahatlık içinde olmamızı sağlamıştır. Herkes servet ve iktidar peşinde koşarken, bizler buraya gelip sadece “Adil Düzen”i öğrenmek için hizmet vermişiz. Mâlen ve bedenen veya sadece mâlen, yahut sadece bedenen katılan kardeşlerimize cenneti müjdeleyebiliriz artık. Bu âyetlerle bu müjdeyi verebiliriz.

وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ (VaSaYaCZI elLAHu elşŞAKıRıyNa)

“Allah şükredenleri yakında cezalandıracaktır.”

Allah müjdesini vermektedir. Yani, “gerisin geriye dönenleri cezalandıracaktır” demiyor; “şükredenleri cezalandıracaktır” deniyor.

İşte II. Cihan Savaşı’ndan sonra hep bu durumda olmuşlardır. Mü’min olup cihad yapamamışlardır. Ama müslim olup şükreden olmuşlardır. İslâmiyet’i yaşatmak için sabretmiş, malları ve canları ile Kur’an’ı yaşatmaya ve yaymaya gayret göstermişlerdir. İşte bugünkü anayasa ekseriyetini böylece elde etmişlerdir. Şükretmeleri gerekir. Allah’tan Mehdi değil ama bir mü’min cemaatin oluşması için de dua etmelidirler.

HEDEFİMİZ NEDİR?

  1. Faizli sistemden biz müslimler uzak duracağız. Bunun için her türlü peşin ödemeleri Türk Lirası olarak yapacağız. Borçlanmayı Merkez Bankası’nın altın satış değeri üzerinden hesaplayacağız. Bir kuruş ne eksik ne fazla alacağız. Bütün belalar faizden gelmektedir.
  2. Fuhuştan uzak duracağız. Sokak kıyafetinden daha açık saçık giyinenleri teşhir eden yerlerden, yayın organlarından uzak olacağız, bunlara boykot ilan edeceğiz. Böyle sinemalara gitmeyeceğiz.
  3. Sigara dahil her türlü bağımlılık yapan içkilerden kesin olarak uzak duracağız. Bunları imanımızın esası yapacağız.
  4. Kumar, eğlence, oyun, gösteri gibi her türlü zaman israfından ve mal israfından kaçınacağız. Bunlar kişisel ahlâkımızı oluşturacaktır. Tevillerle haramları helal yapmayacağız, yine tevillerle helalleri haram yapmayacağız.

Bunlar kişisel ahlâktır. Bir de sosyal ahlâk ihtiyacımız vardır.

  1. Kanunları kendimiz yorumlayacağız. Hüsnüniyet esasları içinde yorumlayacağız, ama sonra da mümkün olduğu kadar var gücümüzle uyacağız. Topluluğun yararlı olan kurallarını savsaklamayacağız. Zararlı olanları yararlı kılacak şekilde tevil edeceğiz.
  2. Yetkililere uyacağız, zulümlerine sabredeceğiz. Ama cezadan değil, suç işlemekten korkmalıyız; ölmekten değil, öldürmekten korkmalıyız. İktidar zalim de olsa karşı gelmeyeceğiz.
  3. Gerek yönetirken, gerek şehadet ederken adil olacağız. Yakınlarımız olsa da taraf tutmayacağız. Daima adil olanı söyleyeceğiz.
  4. Vergi öderken, askerlik yaparken ülkemize karşı olan vazifelerimizi eksiksiz yerine getireceğiz. Vergi kanunlarını adalet içinde yorumlayıp uygulayacağız. Gerçek kazancımızdan kamu payını kaçırmamamız gerekir. Askerlik yaparken amirlerimiz zalim olsa da biz devletimiz için onlara sabredeceğiz.

İşte böyle yapanlarşakirlerdir, şükredenlerdir.”

Allah onları makamı mahmuda yani mü’minler mertebesine yükseltecektir.

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ (Va Mav KAvNa Lı NaFSıN EaN TaMUvTe)  

“Bir nefsin mevt olması olmaz.”

Kelam’ın en çok tartışılan bir konusudur, bu konu.

Biri diğer insanı ölürdü. İnsan mı öldürdü, yoksa Allah mı öldürdü? Bu âyete göre Allah öldürdü. Öyleyse kişiyi neden cezalandırıyoruz? Kelamcılar bunu kişi öldürdüğü için değil, öldürmek istediği için cezalandırılıyor diyor. Öldürmek istese ama adam ölmese, yine cezalanacak mı? Hayır, diyoruz. Niçin? Afv edildiği için. Şimdi Allah tarafından değil de, insan tarafından olaya bakalım. Acaba kaç çeşit olay vardır?

Önce olanlar iki çeşittir. Ya değişmez kurallar ve hesaplar içinde cereyan ederler. Mesela, su seksen derecede buz olur. Bu değişmez kurallar içindedir. Ancak bunlardan bir kısmı bugün böyledir ama böyle olması zorunluluğu yoktur. Mesela, Ay bir tanedir. Ama pek ala iki tane olabilirdi. Bunların oluşu kanunlara, hesaplara tâbidir. Başlangıca bağlı olur veya olmaz. Yani, bir tane olması, başlangıçta bir tane idi, ondan dolayı şimdi de bir tanedir, gelecekte de bir tane olacaktır. Ama bazıları ise başlangıçta da başka türlü olmazdı.  

Bu olaylara “zorunlu olaylar” diyoruz.

Bundan başka iki türlü olaylar daha vardır. Bunlar değişmez kanunların içindedir ama özel durumları vardır. Mesela, bir ırmaktaki çakıl taşları tabiî kanunlara tâbidir ama orada mevcut çakılların yer ve büyüklükleri tesadüflerle olmaktadır. Bir amaçla o taş oraya gelmemiştir. İhtimaliyata, kanunlara uyarak taşlar yerlerini almıştır. Buraya kadar olan kanunlarda ilk Yaratan’a ihtiyaç vardır, ama sonra da oluş kendiliğinden sürüp gider. Hani bir usta ev yapsa, sonra o usta ölse, o ev yaşamaya devam eder. Bu kanunlar da işte böyle kanunlardır.

Bunun dışında bildiğimiz olaylar vardır ki, bunlar sonradan olmuştur ve rastlantıdan ibaret değildir. Mesela, Kâinat 13,6 milyar yıl önce oluşmaya başladı.

Yer yuvarlağı da oluştu. Ama Yer’in bugünkü özel durumu ise bundan üç dört milyar yıl önce meydana geldi. İçinde canlının yaşayacağı bir ortam oluştu. On kadar gezegen vardır. Hiçbirinde dünyaya benzer özellikler yoktur. İhtimaliyat hesaplarına göre bunun ırmaktaki çakıl taşları cinsinden bir oluşma ile olduğu da söylenemez. Mümkün değildir. O halde bilinçli bir varlık bunu düzenlemiştir.

Sonra canlılar âlemi de DNA’larla düzenlenmiştir. Bunun da rastlantı ile açıklamak mümkün değildir. En son insan ortaya çıkmıştır. İnsan irade sahibi bir varlıktır. Yaptığı şeyleri bilinçle ve hesapla yapmaktadır.

Her birimiz bilinçli ve farklı davranışa sahibiz. Kâinatı var eden, Dünyayı düzenleyen, kromozomlarda DNA’ları dizen ve bilinçli varlığı var eden bir kimse her halde bilinçsiz ve iradesiz olamaz. Öyleyse, O bizim hayatımızla ilgilenmektedir demektir.

Herkes ancak eceli gelince ölür. Yani, Allah bütün insanlarla doğrudan ilgilenmektedir. Her insanın hayatını O düzenlemektedir.

Üç türlü ölüm vardır. Allah doğrudan doğruya birini öldürmeyi irade etmişse, o kimse o anda ölür. Ölmesin demişse, onu kimse öldüremez. Onun dışındakiler Allah’ın iznine tâbidir. Tabiî ve sosyal kanunlara bağlı olarak ölmesi gerekeni melekler Allah’a arz ederler, O izin verirse öldürürler.  

إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ “Ancak Allah’ın izni ile ölür.”

Yani, insanın ölümü de yaşaması da Allah’ın iznine tâbidir. Dolayısıyla Hazreti Muhammed’in ne zaman ölmesi takdir edilmişse o zaman ölecektir. Bu hepimiz için böyledir.

Turgut Özal’a kurşun atılmış, kurşun mikrofona değmiş ve o ölümden kurtulmuştur. O zaman “Allah’ın verdiği canı kimse alamaz.” deyip, konuşmasına devam etmiştir. Kıbrıs’ta Hüseyin Kıvrıkoğlu’na ateş edilmiş ama o anda eğilmesi ile kurtulmuştur.

Kendi hayatımızda da bunlara benzer olaylarla karşılaşırız. Kıl payı olaylar bizi ölümden korur. Bugünkü tahrip edici silahlar bile sayılı insanları öldürebiliyor.

كِتَابًا مُؤَجَّلًا (KiTABan MuECCeLen)  “Müeccel bir kitab olarak.”

Müeccel bir kitap olarak izin verilmektedir demektir. Yani, meleklere defter verilmiştir. O defterde kimin, nerede, hangi saatte öleceği takdir edilmiştir.

Kadir Sûresi’nin tefsirinden biliyoruz ki; aynen devlet bütçesi gibi, yeryüzünde cereyan edecek olayların bütçesi yapılmakta, melekler bu görevleri ile yeryüzüne inmekte ve bir yılın işlerini tedvir etmektedirler. Onlar da bizim gibi varlıklardır. Biz ancak kendi ölçeğimizde iş yaparız. Melekler ise daha geniş bir şekilde bunu yapmaktadırlar. Bir yıldan önce melekler ya hiç bilmemektedir, ya da sadece uygulayıcı melekler bilmemektedir.

İşte burada yazılanların bazıları dualarla değişebilir.

Bazen yeni infaz emirleri gelebilir. Bu gaybı da Allah kimseye bildirmez. Ancak gerekli olan kadarını bildirir. O halde bizim ölümümüze Allah karar verir ve uygulatır.

Bu biraz akla zor geliyor, ama tam tersine, bundan başkasını kabul etmek demek, Kâinatın sahipsiz, insanın da sahipsiz olduğunu kabul etmek demektir. Bu insanlar için böyle olduğu gibi; topluluklar için de, işletmeler için de, iktidarlar için de, “Adil Düzen” için de böyledir.

O halde biz, bize düşeni yaptıktan sonra tasasız oturalım. O, günü gelince yapacağını yapacaktır.

وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَاَ  (VaMan YuRıD ÇaVaBa elDüNYA NuETıHIy MınHAv)  

“Kim bu dünya savabını murad ederse ona ondan veririz.”

Böylece burada müslimlerin isteklerini ortaya koymaktadır. Dünya nimetlerini isteyenlere Allah dünyada verecektir. Helalinden isterlerse helalinden verecektir. Âhirette günahkâr olmayacaklardır. Günahından isterlerse yine verecektir ama âhirette hesabını soracaktır.

وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا  (VaMan YuRıD ÇaVaBa eGEAPıRaTı NuETıHIy MınHAv)

“Âhiretin savabını murad edenlere de oradan veririz.”

Yani, âhiret için çalışanlara oradan veririz deniyor.

Burada şu manâlar çıkmaz. Âhireti murad edip dünyayı murad etmeyene dünyada bir şey vermeyiz demek değildir. Allah isterse bol bol burada da verir. Mesela, Hazreti İbrahim’e böyle vermiştir.

Yahut dünyayı murad edene âhireti vermeyiz anlamı da çıkmaz. Savab işlerse elbette âhirette de verir.

Her ikisini murad eden olmaz anlamı da çıkmaz. Her ikisini murad edene her ikisini de verir.

Yani, burada açık olarak müslimler tanımlanmıştır, mü’minler de tanımlanmıştır.

وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ (Va Sa NaCZıy elŞAKıRIyNa) “Şükredenleri cezalandıracağız.”

Yine burada “şâkirîn” kelimesini tekrar etti. Böyle yapmayanlara ceza vardır demedi.

Tamamen mü’min ve müslimlere ayrılan bu âyetler onların karşılıklarını alacaklarını ifade etmektedir.

Yukarıda “Allah yakında cezalandıracaktır.” demişti. Burada “Biz yakında cezalandıracağız.” demektedir. Yukarıdaki dünyaya ait mükâfattır. Topluluk eliyle, insanlık eliyle demektir.

Nitekim, Millî Görüşçüler çalıştılar, iktidar oldular. AK Partililer Millî Görüşte çalıştılar, mükâfatlandırıldılar. Sabrettiler, dünya muratlarına erdiler.

Siz de bu çalışmalarınızla eğer dünya nimetlerini isterseniz, bulursunuz. Ama şükretmeyi her zaman bilmeliyiz. Daha fazlasına şükrederek gitmeliyiz. Hırsımız olmamalıdır. Hırs, komşumda var, bende niye olmasın gibi, haset gibi şeyler; işte onlardan olmamalıyız.

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 38

 

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

وَكَأَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُوا لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ(146) وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ(147)

فَآتَاهُمْ اللَّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْآخِرَةِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ(148)

 

 

وَكَأَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ (Va KaEayYın Mın NaBıyYın)  “Nebilerden niceleri.”

Kur’an’da Allah’ın görevli kıldığı insanlardan “nebi” ve “resul” olarak bahsetmektedir. Bazıları için “nebi”, bazıları için “resul nebi” denmektedir. Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in “son nebi” olduğunu bildirmekte, ama “son resul” olduğunu söylememektedir. Kur’an’da “Ey nebi” çok kere geçtiği halde; “Ey resul” iki defa, “Ey resuller” bir defa geçmektedir. Oysa “Ey nebiler” geçmemektedir.

Resul ve nebi arasında değişik görüşler vardır. Biz burada sadece kendi içtihadımızı aktaracağız.

  1. Nebi, haber alan demektir. Yani, Allah’tan vahiy almıştır. Resul ise, bu vahyi tebliğ eden kimsedir.
  2. Hz. Muhammed (s.a.v.)’den sonra nebi yoktur. Artık vahiy yoktur. Onun yerine içtihat vardır, ilham vardır. İçtihat, akıl yoluyla delillerden yapılan istidlâldir. İlham ise, duygularla alınan sezilerdir. Bunların vahiyden farkı; vahiyde Cebrail geliyor, doğrudan söylüyor, hata olma ihtimali yoktur. Oysa içtihat ve ilhamda ise hata olma ihtimali vardır. Demek ki, nübüvvet görevi devam etmektedir, ama artık nebi yoktur.
  3. Resul, haberi ulaştıran demektir. Allah’tan aldığı vahyi insanlara tebliğ eden, ulaştıran demektir.
  4. Resullük görevi bitmemiştir. Bundan sonra kıyamete kadar Kur’an tebliğ edilecektir, bu tebliğ ile görevli kimseler olacaktır. Bunlar topluluğun başkanlarıdır. Ne var ki, bu başkan hangi mertebede başkandır? Esas olarak Cuma namazını kıldıran başkanlardır. Bunlar hukuk düzenini kurarlar ve adaleti tesis ederler.
  5. Kur’an’dan önce hem nebiler, hem resuller gelmiştir. Bir kimse hem nebi, hem de resul olmuştur. Yalnız nebiler vardı; yalnız resul olanlar da vardı, görüşündeyim. Son nebiden sonra artık nebi resuller yoktur. Müçtehit resuller veya müçtehit olmayan resuller vardır.

Şimdi bu âyette nebilerin ribbiyyunlerle birlikte mukatele ettiklerini burada bahsetmektedir. Oysa bizim kabulümüze göre resullerin savaşma hakkı vardır. Çünkü onlar cihadla mükelleftirler. Nebilerin görevleri ise tebliğdir. Burada “nice nebiler” diyerek onların da savaştıkları anlaşılmaktadır.

Burada şöyle yorum yapabiliriz. Nebi ve resul olan kimselerden bahsedilirken, “resul” değil de “nebi” olarak bahsedilir. Yani, yalnız “nebi” olanın adı “nebi”, yalnız “resul” olanın adı “resul”, hem “nebi” ve hem “resul” olanın adı da “nebi”dir. Yani, burada bahsedilen “resul-nebi” anlamındadır.

Bunun başka bir tevili de, nebilerin de savunma savaşları yapma görevleri vardır. İzin verildiği zaman yapılan savaşlar böyledir. Yani, savaşların iki meşruiyeti vardır. Biri müdafa savaşlarıdır. Bedir, Uhud, Hendek savaşları böyle savaşlardır. Bu tür savaşları yapmak nebilerin de yetkisindedir. Bu savaşa herkes katılma durumundadır. Savaşın ikinci meşruiyeti ise; fitne kalmayınca ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar, yani güven ve özgürlük için savaş, dinde/ düzende zorlama olmaması için, hukuk düzeninin kurulması için savaştır. Bu savaşla yetkili olan mü’min cemaatlerdir ve bunların başında asker bir resul yani başkan bulunmalıdır.

Bu yorumumuzu teyid eden bundan sonra açıklayacağımız âyetlerde (149) “iman edenler” diye hitaba başlanmakta ve savunma savaşları anlatılmaktadır. 161’inci âyette ise “nebinin ğalletmesi olmaz” denerek, savunma savaşında ganimet sözkonusu olmayacaktır. 164’üncü âyette, Allah mü’minlerin içinde kendilerine bir resul ba’sederek onları memnun etti denmektedir. Demek ki, önce mü’min olunmakta, sonra resul gelmektedir.

Adil Düzenciler de şimdi mü’min olmaya çalışıyor ve içlerinden bir resul bekliyorlar. Günü gelince Allah onların içinden birini bununla görevli kılacaktır.

قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ (QavTaLa MaGaHU RibByYuNa KeSıRun)  

Kur’an’da Ehbar, Kıssıs, Rebban ve Ruhban kelimeleri geçmektedir. Kur’an’da “Ahbar”, Rebban ve Ruhban kelimeleriyle beraber geçmektedir.” Kıssıs” Ruhban kelimesi ile birlikte geçmektedir.

Rabbaniyyun kelimesi ayrı, Rıbbıyyun kelimesi ayrı ayrı geçmektedir. Burada “Ribbiyyun” kelimesi geçmektedir. Rebban ile Ruhban kelimelerinden biri meslekî, diğeri dinî dayanışmadır. Rebban kelimesini meslekî dayanışma olarak alıyoruz. Çünkü terbiyeden, eğitimden gelmektedir. Ruhban ise çekinmeden gelmektedir. Biri isim biri fiildir. Burada rebbanilerden değil de ribbilerden bahsetmiş olması ayrı bir önem taşımaktadır. Bunlar devlet aşamasına gelmeden önce mü’minlerin örgütlenmeleridir.

Bu örgütlenme ekonomik örgütlenmedir. Ama cihad için örgütlenmedir. Yani, imamları ile cihad yapacaklardır. Ekonomik olarak nebilerinin çevresinde birleşecekler ve bir taraftan içtihat ve icmalarla Kur’an’ı öğrenecekler, diğer taraftan bu öğrendiklerini ekonomide uygulayacaklardır. Yani, bir tür meslekî dayanışmayı oluşturacaklardır. Bu arada kendilerine saldıranlara karşı da direnme yapacaklardır. Mekke devrinde yaşarken silahlı mücadeleye girişmeyeceklerdir. Ama bir gün iktidar olabilirler. Bu iktidar iki şekilde olur.

Birinci şekil olarak, hicret ederler ve hicret ettikleri yerde “Adil Düzen”i kurarlar. Buna karşı saldırılara uğrarlar. Nitekim tarihte hep böyle olmuştur. Demokrasi Avrupa’ya gelmeye başlayınca, Avrupa krallıkları bileşip birlikte demokratik hareketlere karşı savaş açtılar. Sosyalizme karşı da böyle olmuştur. İşte o zaman savunma savaşını vermek durumundadırlar.

İkinci şekil olarak, seçimle iktidar olabilirler. Ekseriyeti elde eder ve onlar da iktidar olurlar. Millî mutabakat hükümetini kurarak “Adil Düzen”i getirmek isteyebilirler. Ama birtakım kimseler bu millî mutabakat hükümetini tanımayabilir ve o zaman iktidarlarını kendi ülkelerinde korumak durumuna düşerler. Burada rol oynayacak kimseler meslekî dayanışma ortaklıklarıdır. Yani, Adil Düzen sermayesidir. Onun için “Ribbiyyun” kelimesi geçmiştir.  

Bu âyet bize yeni bir şey öğretmektedir. Siyasi iktidar mı, yoksa ekonomik iktidar mı?

Ekonomik iktidar siyasi iktidardan daha önemlidir. Bugün Yahudilerin siyasi iktidarları yoktur. Ama ekonomik iktidarları ile bütün siyasi iktidarları emirlerine almışlardır. Onlar “faizli sistem” ve “karşılıksız para” ile bu iktidarı elde ettiler. Biz ise “karz-ı hasen sistemi” ile ve altınla değil, “altın karşılığı para” ile ekonomik iktidar elde edecek ve insanlığın zulümden kurtulması için vesile olacağız.

“İslâm devleti” yani “barış devleti” demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti oluştuktan sonra sermaye artık siyasete karışmaz, ribbiyunluktan rabbaniyinliğe geçer. Bununla beraber vergi vererek devleti onlar yaşatacaklarından kamu yönetiminde hâlâ sözleri geçerli olacaktır.

فَمَا وَهَنُوا (Fa MAv VaHaNUv)  “Vahn etmediler. Gevşemediler.”

Vahn” gevşek, sarkık demektir. Vehn etmediler. Gevşemediler.

“Katele” kelimesi, karşılıklı savaştır. Ancak silahla karşı gelme olmadığı halde, siyasi sebeple ölme de mukateledir. Yani, senin bir suçun yok, doğrusunu söylüyorsun. Silah kullanmaya izin olmadığı için karşındakine silah kullanmıyorsun, ama görüşlerinde ısrar ediyorsun ve o seni öldürüyor. Hapsediyor, kapatıyor.

Bu da kıtaldir.

Burada ribbilerin en önemli işi dayanmadır. Gevşememedir. Taviz vermemedir. Görüşlerden ayrılmamadır. “Adil Düzenden vazgeçtik” denmemedir. Yalnız Millî Görüş gömleğini değil, Adil Düzen gömleğini de çıkarmamaktır. Partileri kapatılabilir. Ellerindeki malları alınabilir. Hattâ öldürülebilirler. Ama onlar “Adil Düzen”den vazgeçmezler. Rüşvet vererek iş yapmayı asla meşru saymazlar, vergi kaçırarak iş yapmaya tenezzül etmezler, faizli işleri meşru görmezler. Ortaklığı bırakıp ücret sistemine geçmezler.

لِمَا أَصَابَهُمْ (LıMAv EaÖABaHuM)  “Kendilerine isabet etmiş olduğundan dolayı.”

Hak uygarlığını tesis edecek olan cemaat birtakım sıkıntılara girecektir. Onlara kötülükler isabet edecektir. Bulundukları mevkileri kaybedecekler, servetlerini yitirecekler, çevreden dışlanacaklar, yurtlarından sürülecekler… Bunlar hep olacaktır… Bu imtihandır... Hapishanelere girecekler, öldürülüp şehit edilecekler…

Ama onlar gevşemeyecekler. Mekkeli Müslümanlar bunlara örnektir.

فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBıYLı elLAHı)  “Allah’ın sebilinde.”

-Allah’ın sebili nedir?

Önce müslim olmadır, sonra ittika etmedir, sonra ihtida etmedir. sonra mü’min olmadır.

Müslim olma demek, şeriatın dediklerini yapma demektir. Bu da Kur’an’ı birlikte manâsı üzerinde düşünerek okuma ile olur. Sonra bu öğrenilenleri yapma demektir. Sonra kurtuluş yolu arayıp faizsiz ekonomik işletmeleri kurma demektir. Ondan sonra da İslâm düzenini, “Adil Düzen”i tesis etme demektir. İnsanlığı saadete ulaştırma demektir.

وَمَا ضَعُفُوا (Va Mav WaGuFUv) “Zaaf etmediler.”

Zafiyet” eriyip küçülmek demektir. Eğer baştan inanmamış kimseleri çevrenize alır büyürseniz, sonra birden onlar dağılır ve siz küçülürsünüz. Biz aynı zafiyeti İzmir Akevler’de gösterdik. Kooperatife herkesi aldık. Birden büyüdük. Ama sonra birden durakladık. Hâlâ yol alamadık.

Millî Görüşçüler de böyle yaptılar. Ondan sonra zayıfladılar. Şimdi AK Parti’nin büyümesi de böyledir.

Oysa, sahabelerden irtidat eden, gevşeyen, hemen hemen olmadı. Sahabelerin kendi aralarında kavgaya tutuldukları zaman duraklamalar olmuş, İslâmiyet ise daima genişlemiştir.

Bugün bile dünyada Müslümanlar mağlup durumda oldukları halde, dinlerine galip gelen bir din yoktur. Sağlanan büyük imkânlarla Müslümanlar kitleler hâlinde Hıristiyan veya dinsiz olmamaktadır.

Adil Düzencilerin dikkat edecekleri şey, kendilerinin sağlam olmaları, gevşememeleri ve fedakârlıklarda bulunmalarıdır. Onların bu azmini ve imanını görmüş olanlar zamanla onlara katılırlar. Kötü günlerde, sıkıntılı günlerde, zayıf günlerde katılırlar. Sonra ise onları “Adil Düzen”den kimse ayıramaz.

Gevşemezler. Çabuk büyüme yerine sağlam büyüme esas alınacaktır.

Buradaki “Ma”yı olumsuz “Ma” yaptık. Bu sula olup “Lima”ya atfolur. O zaman da manâsı, zayıf oldukları halde gevşemediler. Yani, zamanla zayıf hâle düşerler ama gevşemezler.

Bugün Millî Görüşçüler bunu yapıyor, çok zayıf hâle düştükleri halde gevşemiyorlar. Akevler’dekiler de böyle olmalıdırlar. Bu manâsıyla Millî Görüşçülere büyük müjde vardır.

وَمَا اسْتَكَانُوا (Va Mav iSTaKAvNUv)  “İstikan etmediler.”

Bu kelime “Kâne”den gelebilir. O zaman mekân istemediler demektir. Olmak istemediler demektir. Yani, makam ve servetin peşinde koşmadılar demek olur. Yani, zafiyet göstermediler. Sonra da zafer göründüğü zaman ganimet peşinde koşmadılar demektir.

Siyasiler bu işi başaramadılar. İktidar olunca gerek kendilerine, gerekse partilerine servet edinme peşinde koştular. Hepsinin akıbetleri hüsran oldu.

Akevler’dekiler zafiyet gösterdiler, gevşediler; ama servet ve iktidar peşine koşmadılar. Bu sebepledir ki tohum olarak varlıklarını koruyorlar. İleride “Adil Düzen”in oluşmasında rol oynayabilirler.

İkinci anlam ise “Sekene”den gelir. O zaman istifla babından olur. Duraklamadılar demek olur. Bu tam Akevler için söylenebilir. İstikân gösterdiler. Elleri ayakları bağlı hiçbir şey yapmaz bir durumdadırlar. Başarı için harekette olmak gerek. Tebliğ hareketini bile yapamıyoruz. Başkanlardan randevu alın, tebliğ yapalım diyoruz. Bir yerden alınıyor, görüşülüyor, tebliğ yapılıyor. Ama ondan sonra duruluyor. Başkalarından randevu bile alınamıyor. Market için harekete geçiliyor, hevesleniliyor, ondan sonra tam bir istikân içine giriliyor.

İşte şimdi başarısızlığımızın sebeplerini burada öğreniyoruz. Allah’ın bir güç vermesini dua ediyoruz.

Buradaki “Ma”yı mevsula yapabiliriz. İstikân etmiş olmalarından dolayı gevşemediler olur. O zaman istikân, mekân tutmak, yer tutmak olur. Gevşeme iki zamanda olur. Ya çok zayıf zamanında, ya da çok güçlü oldukları zaman. Biz artık güçlüyüz, bize bir şey olmaz dendiği zaman birden darbe gelir. Hazırlıksız iseler yok olup giderler. 1960 yılında Demokrat Parti’ye böyle geldi.

وَاللَّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ  (Va elLAHu YuXıbBu elöÖAvBıRIyNa)  “Allah sâbirleri hubbeder.”

Burada “Subarâ” değil de “Sabirîn” gelmiştir. Yani, ayrı ayrı, teker teker sabretme değil, cemaatçe sabretmemiz gerekir. Asan edersek Allah bize hub edecektir. İnsanlar dünyada sevilmek için yaşarlar.

Herkesin kendilerinden nefret ettiklerini hissederlerse, Allah’a da inanmıyorlarsa, insanlar intihar ederler. İntiharların başlıca sebeplerinden biri, toplulukla bağını koparma olur. Yani, insan canını çok sever ama sevilmeyi ondan daha çok sever. Allah tarafından sevilmenin manâsını burada anlamalıyız.

Burada “sabredenler” denmiştir. Savaşıp öldürenler denmiyor. Tam tersine, ölesiye kadar hak yolunda sabır gösterenler denmektedir. Buradan anlıyoruz ki “kıtal” kelimesi hak uğruna can verebilme demektir.

Sabır, savunma savaşının mağlup olmaz silahıdır.     

وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا (Va MAv KaNe QaVLuHuM IlLa EeN GaLu)  

“Ribbilerin kavilleri şöyle kavletmekten başkası olmadı.”

Ribbiler, yani İslâm düzeni, “Adil Düzen” gelmeden önce Adil Düzen hazırlığını yaparken, uğradıkları zulme karşı sabretmişlerdir. Mevkilerini kaybetmiş, mallarını kaybetmiş, çevrelerini kaybetmiş, hatta canlarını kaybetmişler ama sabırlarında devam etmişler. Bu durumlarından şikayetçi olmamışlar.

Niye başımıza bunlar geliyor dememişlerdir. Allah’a teslim olmuş ve “Adil Düzen”in, Hak düzeninin, şeriat düzeninin, İslâm düzeninin gelmesini, ellerinden ne gelmişse onu yaparak beklemişlerdir.

Anayasalarında demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti olduğunu yazanlar, onun gelmesinin tek yolunu gösterenlere ellerinden gelen her zulmü yapmayı esirgememişlerdir. Ama Adil Düzenciler sadece şunları, aşağıda geçen duâyı söylemişlerdir.

Bundan sonraki âyetlerde geçen duâ, bizim için ağzımızdan düşürmememiz gereken duâdır.

رَبَّنَا (RaBbAaNAv)  “Rabbimiz. Bizim Yetiştiricimiz.”

Bizi terbiye eden Rabbe, bizi yetiştirerek yüksek derecelere çıkaran Var Edicimiz demişlerdir.

Müslümanlar dualarını “Rabbenâ” diye yaparlar. Çünkü onların duaları, evrim kanunlarına uygun mümkün olan şeyleri istemektir. Sünnetullaha uymayan şeyleri istemezler. Dolayısıyla Allah’a zâtının ismiyle değil, “Rab” sözüyle çağırarak dua ederler. O’ndan Rabbin yapacaklarını yapmasını isterler.

اغْفِرْ لَنَا (EıĞFıR LaNAv)  “Bizim için ğufr et, bizim için ört.”

Ğufr etmek” çukuru kapatmak demektir. Kötü bir şeyin çevreye zarar vermemesi için onu çukura koyar ve üstünü kapatırız. Çevre kirliliğine karşı en kolay çözüm yolu çukura koymak ve üstünü toprakla kapatmadır. Çirkinlikler orada kaybolur. İstanbul’daki çöplükler böylece parklar hâline gelmiştir.  

Toplulukta işlenen suçlar da topluluğun sosyal çevresini bozar. Onun da kapatılıp çukura gömülmesi gerekir. Eski DEP milletvekillerinin dışarıya çıkarılması böyle bir ğufran olabilir. Eski işlenen suçlar tarih olur. Kendileri ve çevrelerinde olanlar, eski kötülüklerini telafi ederler.

ذُنُوبَنَا (ZuNUvBaNAv)  “Zenblerimizi”

Zenb” kuyruk demektir. Halka gösterilmeyen fiiller zenbdir. Suçları içerir. Siyasi suçlarla beraber sosyal suçları içerir. Yaşadığımız çevrede biz ne kadar iyi olmuş olursak olalım, kendimizi koruyamaz, devamlı olarak biz de günah işlemek durumunda oluruz. Bize saldıranlara karşı çıktığımız zaman, karşı taraftaki mazlumlara da zulmetmiş olabiliriz. Yalan söylemek, rüşvet vermek, vergi kaçırmak durumlarında kalırız.

Bizim bu günahlarımız var, o halde buralarda işimiz ne demezler, günahlarından istiğfar ederler. Yani, bir daha işlememek için gayret sarf eder, yaptıklarının görülmemesini isterler.

وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا (VaEıSRAFaNa Fıy EaMRiNAv)  

“Ve emrimizde israfimize de ğufr et, kapat.”

Bu işlerimizde israf nedir? Bu bizim kendi amellerimizdeki israf değildir. Bu zaman israfı veya mal israfı değildir. Bu görev israfıdır. Cihat yaparak “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı getirirken israf yaparız. Bazen yetkilerimizi ve görevlerimizi aşar, başkalarına zulmederiz. Yetkimiz olmayan baskı yaparız. Bazen de birden büyümek için daha çabuk ve daha büyük işler yapmaya kalkışırız.

Biz Akevler olarak bu israfı hep yaptık. Küçük ve basit iş yapacağımıza, büyük iş yapmaya başladık; yapamadık... Ahşap evlere giriştik, yarım kaldı... İşi biraz daha küçültmek istedik, poşet imalâtına başladık, o da yarım kaldı... Market kurmaya kalkıştık, yine yarım kaldı…

Yarım kaldı derken, belki hiç başlamadı diyebiliriz. Ama başladık ve hâlâ devam ediyor. Hiç birisi bırakılmış değildir. Bunlar bizim israflarımızdır. İşte bunlardan dolayı mağfiret talep etmeliyiz.

Başarısızlığımızın sebebi; günü gelmeden, biz olgunlaşmadan işe başlamamız olmuştur.

وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا (Va ÇebBıT EaQDAvMaNAv)  “Ve kademlerimizi tesbit et.”

Eğer israfı yaptığımız zulüm olarak anlarsak, o zaman ayaklarımızı tut da başkalarına zulmedip israf etmeyelim demek olur. Yokuş aşağı inen kimse ayakları kayarsa, düşer, yuvarlanır, başkalarını da ezer. Yahut vurmayım derken onu altına alır.

Bizim ayaklarımızı sağlam tut da israf yapmayalım. Başkalarına zulmetmeyelim.

Şayet israf işte ileri gitme şeklinde anlaşılıyorsa, o zaman bizim duamız onları tamamlamak olmalıdır.

İzmir’de, Kemalpaşa’da, İstanbul’da, Kırgızistan’da giriştiğimiz işler vardır Bunların hepsi yarım duruyor. Allah’tan duamız bunları tamamlamak olmalıdır.

Bizim kardeşlerimizde kötü bir huy vardır. Biri topluluk için bir iş yapmaya başlar. Başarırsa, herkes ister ki onun ortağı olalım. Sıkıntıya girerse, onu tek başına bırakırlar. O zaman bütün işler yarım kalır.  

Bizim İzmir’de 1960’larda başladığımız bir faaliyet vardır. Bu sonraları Akevler’e geçmiş, sonra Kırgızistan’a taşınmış, sonra da İstanbul’a gelmiştir. Bunlar hep yarım durmaktadır. Bunları benim işlerimmiş gibi görmektedirler. Yahut, bunları geliştirme yerine, tasfiye etme çabası içindedirler. Kademleri tesbit olmuyor.

Kim ben bunu Allah için yapıyorum derse, o Allah için yapılmıştır. Ona sahip çıkınız. Müslümanların başlatıp da bitiremedikleri iş varsa, onları sizin yapmanız gerektiğini unutmayın. Kademlerin tesbiti budur. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmak için biri çaba sarf etmişse, o orada kalmışsa, siz onu bir adım ileri götürmelisiniz.

وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (Va EaNÖuRNAv GaLAav elQaVMı elKAvFıRIyNa)

“Kâfir kavim üzerine bize nusret et.”

Bu duâ ribbiyunların duâsıdır. Yani, Adil Düzencilerin duâsıdır. “Adil Düzen” için gerekli ekonomik ve ilmî faaliyetler gösterirken, sünnetullah budur ki, kâfirler onlara düşman olur, onları her çeşit zulme uğratmak isterler. Ribbilerin duâsı ise; bize kâfirlere karşı nusret et. Yani, duâyı yaparken duâlarını amelleri ile de desteklemeleri gerekir. Bunun için ellerinden gelen nusreti de yaparlar.

20. yüzyıla kadar Hıristiyanlar ümitlerini kesmiş, mağlup olarak kabuklarına çekilmişlerdir. Müslümanlar da Osmanlı İmparatorluğu’nu kendilerinin kurtaracağını sanmışlardır. 20. yüzyılın bilhassa ikinci yarısında dünyada büyük değişme oldu. Dinsizlerin dünyayı yönetemeyecekleri ortaya çıktı. Hıristiyanlar ve Müslümanlar bu durumdan cesaret alarak tekrar kâfirlerle mücadeleye başladılar. 50 yıldır büyük mesafe aldık.  

Tarihte Yahudi fitnesi Müslümanlara Hıristiyanları kâfir, Hıristiyanlara da Müslümanları kâfir göstermiş ve savaştırmıştır. Bu her iki din mensuplarının beyinlerine o kadar kötü sokulmuştur ki, aksine bir türlü inanamıyorlar. Aslında kâfir olanlar dinsizlerdir. Hattâ dinsizler bile değildir. Kâfir olanlar din düşmanlarıdır. Adil Düzenciler kâfir olarak din düşmanı olanları; yani demokratik olmayanları görürler, teröristleri görürler. Onlara karşı yardım isterler. Hıristiyanlarla ve gerçek lâiklerle işbirliği içinde olurlar.

فَآتَاهُمْ اللَّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا  (Fa EavTAvHuMu elLAHu ÖaVABa elDüNYAv)  

“Allah onlara dünya sevabını verdi.”

Yani, onlar dünyada zafer kazandılar. Onların dünyadaki sevapları elbette para, servet ve mevki değildi. Onların dünyadaki sevabı “Adil Düzen”in gelmesidir. Bu gelecektir… Gelmektedir...  

Müslümanlar 1900 tarihlerinden beri hep zulme uğruyorlar. Meşrutiyetle, kendilerini koruyan sultanları tahttan indirdiler… 1910’larda, imparatorluğu yıktılar… 1920’lerde, tarikatları ve medreseleri kapattılar… 1930’larda, inananları sakal ve çarşaf aracılığı ile devlet görevlerinden uzaklaştırdılar…. 1940’larda, Köy Enstitülerini diktiler… 1950’lerde, Mustafa Kemal’e taptırmaya başlattılar… 1960’larda, milletin başbakanını astılar, partilerini kapattılar... 1970’lerde, hükümeti haksız yere iktidardan indirdiler, komünizmi dayattılar... 1980’lerde, Müslümanları hapishanelere doldurdular... 1990’larda, 28 Şubat müdahalesini yaptılar...

Görülüyor ki, yüz senede on defa Müslümanların başına âfetler geldi.

Ama Müslümanlar bunların hepsine sabrettiler... Gevşemediler... Teslim olmadılar... İsyan da etmediler.

1910’larda, bin yıldan beri kapalı olan içtihat müessesesi açıldı... 1920’lerde, Anadolu gayrimüslimlerden arındırıldı... 1930’larda, hedef muasır medeniyetin üstüne çıkma olarak belirlendi. Araç olarak müsbet ilim kondu. Artık İslâmiyet’e dönülecekti... 1940’larda, demokrasi geldi, Müslümanlar serbest kaldılar… 1950’lerde Türkiye Arapça ezanla İslâmiyet’i seçti... 1960’larda Müslümanlar teşkilâtlandı… 1970’lerde, Müslümanlar iktidara ortak oldular… 1980’lerde, Türkiye Devleti resmen İslâmiyet’i benimsedi ve resmî eğitime geçti… 1990’larda, Müslümanlar en çok oya sahip olarak koalisyon hükümeti kurdular… 2000 yılında, anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular...

Demek ki, Allah onlara dünya sevabını verdi.

Akevler olarak da 1967’de faaliyete geçtik. Hedefimiz; Türkiye’de İslâmî düzeni getirmek; demokrasiyi ve lâikliği getirmektir. Baştan Risale-i Nur şakirtleri ile çalıştık. Bizden ayrıldılar, ama bugün dünyada en gelişmiş ilmî örgüt oldular; müsbet ilme dayanan dinî örgüt oldular. Siyasi parti kuruldu ve “Adil Düzen”i dünyaya yaydı. Ortaklarımız ANAP içinde yer aldılar. Ekonomide faizsiz sistemi bozdularsa da, Akevler’in öğretileri ile dünyanın tekel sermayesi ile yarışır hâle geldiler. AK Parti kadrosunun Akevler’le yakınlıkları bilinmektedir. O halde biz Akevler’de ne kadar çalıştık. Allah bize en az on misli sevabını verdi. Adil Düzen işletmesini kuramadık... Adil Düzen partisini kuramadık... Adil Düzen dergisini çıkaramadık... Henüz kitaplarımız yayınlanıp duyulmadı... Sabırlı olalım, bunların hepsi olacaktır.

وَحُسْنَ ثَوَابِ الْآخِرَةِ “Âhiret sevabının da hüsnünü verdi.”

Müslimlere âhiret sevabını verecektir; ribbiylere âhiret sevabının hasenini verecektir. Mü’minleri ise ahsen ile sevaplandıracaktır. Bunu bu sûrenin sonunda “Ahsen” olarak değil de, “Min İndillah” olarak zikretmektedir. O âyetten ribbiyunların da cihad edenlerle beraber olduğu anlaşılmaktadır. Amelleri farklı ama mertebeleri aynı demek olmaktadır. O halde, bir kimse hakkı tebliğ ederken zulümle katledilirse şehid olmaktadır. Demek ki Ebu Hanife şehittir.

وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (Va elLAHu YUHıBu elMUXsINIYNa)  “Allah muhsinleri sever.”

Yukarıda “sabredenlerle beraberdir”, burada da “muhsinlerle beraberdir”.  

Bu âyetler gösteriyor ki, yukarıda geçen “Katele”de katledenler değil, katl olunanlar kastediliyor.

Savaşta muhsin olunmaz. Ama tebliğde muhsin olunur. Faizsiz işletmeleri kurmakla muhsin olunur. Çünkü o sayede herkes helâl aş ve iş bulmuş olur. O sayede eş bulur ve topluluk zinadan uzak kalır.

Bunların hepsi ihsandır. Basit bir marketi çalıştırdığınız zaman herkes bizi taklit etmeye başlar ve Türkiye o kadar değişir ki, sanki o marketin teorisini biz kurmamışız gibi olur. Demek ki, Allah bizden iki şey istiyor; sabır ve ihsan. “Onlar ki zekât için çalışırlar” âyetine uyarak kazanmaya ve ihsan etmeye koyulmalıyız.

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2242 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2265 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2408 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2917 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3597 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2602 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2164 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
2046 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2347 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1923 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2434 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2402 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3352 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2400 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2755 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
2054 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2223 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3356 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2996 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2307 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2620 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2835 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2934 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2508 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2432 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3740 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2579 Okunma

© 2024 - Akevler