ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – XXVIII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
لَيْسُوا سَوَاءً مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَائِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللَّهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ(113)
يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَأُوْلَئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ(114) وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ(115)
لَيْسُوا سَوَاءً (LaYSUv SaVAyEun) “Seva değildirler. Onlar bir değildirler.”
Buradaki zamir mü’minlere gitmektedir. Yani, ehli kitaptan mü’min olanlar olmayanlarla bir değildirler. Kimlerle bir olmadıkları söylenmemiştir. Hazfedilmiştir. Diğerleri ile bir değildirler demektir. Onlardan mü’minler vardır. Bir değildirler. Zamir kendilerine kitap verilenlere değil de, kitap ehline gitmektedir.
Komünistler lâik kitap ehli olabilir. Ancak bunların içinde dinleri ilâhî olan kitap ehli de vardır. Onları diğerlerinden ayırdetmektedir. Bunlardan Kur’an’da açıkça geçen Yahudi ve Hıristiyanlar vardır. Ama bunlardan Mecusiler, Sabiiler, Brahmanlar ve Budistler de vardır. Bunlar acaba kendilerine kitap verilenlerden midir? Yoksa komünistler gibi kendi kitaplarını kendileri mi yazdılar? Bunun alâmeti nedir?
Bundan sonraki âyetler bunu anlatacaktır.
مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (MiN EaHLı eLKITavBı) “Kitab ehlinden.”
Burada kitap kelimesi müfrettir. Ahit için gelirse bir kitap kastedilmiş olur. Yalnız Tevrat’ı okuyanlar veya yalnız İncil’i okuyanlar manâsı çıkar. Ama cins için alınırsa bütün kitap ehli çıkar, sosyalistler ve lâikler de bunlara dahil olmuş olur. Bu cümle “bir değildirler” cümlesini açıklamaktadır. Onun için “Va” atıf harfi gelmemektedir. Bir değildirler, çünkü onların içinde bunlar vardır.
Burada “Minhum” denmemiş de ehli kitap lafzan söylenmiştir. Çünkü “Leysu”daki zamir mü’minlere gitmektedir. Burada ise bütün ehli kitap kastedilmektedir. 110’uncu âyette ise Yahudi ve Hıristiyanlar kastedilmektedir. Bunun için tekrar etmiştir.
أُمَّةٌ قَائِمَةٌ (EumMatun QAvEıMatun) “Kaim ümmet vardır.”
“Kaim” gece kalkıp namaz kılan anlamında olabilir. Cümledeki sıralanış, bu sıfatın genel bir sıfat olduğudur. Kaim bir ümmet ki diğer özellikleri taşır. Diğer özellikler âyetleri okumak, Allah ve âhirete iman etmek, marufu emredip münkeri nehy etmek ve hayırda müsaraat etmek. Bu kaim ümmetin özelliğidir. Kaim ümmet demek; hem gece kalkıp kıraat etmek, hem de işlerde müstakim olma görevini tam yerine getirmektir.
Demek ki mü’min olmanın iki özelliği varmış; biri gece kıyam, diğeri de görevinde sadık olma, çalışma, gevşetmeme, üzerinde durma.
يَتْلُونَ آيَاتِ اللَّهِ (YaTLUvNa EAvYAvTı elLAHı) “Allah’ın âyetlerini tilâvet ederler.”
Allah’ın âyetleri nelerdir? Tüm Kâinat ve insan Allah’ın âyetleridir. Onları okumak demek, oradaki ilimleri öğrenip öğretmektir. Tilavet etmek demek, aktarmak demektir. Ay Güneş’in ışığını nasıl aktarırsa, insan da bilgileri alıp başkalarına aktarır. Allah’ın âyetleri demek, O’nun gönderdiği ilâhi kitaplar demektir.
Demek ki mü’minlerin bir özelliği gece çalışmalarını yapmak demektir. Akşam namazından sonra evlerde yemek yenir, ondan sonra toplanılır ve orada Allah’ın âyetleri aktarılır. Sosyal ve tabiî ilimler okunur. Semavi Kitaplar okunarak tefsir edilir. Mü’min olmanın vasıfları budur. Buna tek başına başlanacak, ancak cemaat olunacak. Onun için çoğul gelmiştir.
İnsan beşikten mezara kadar ilim tahsil edecek. Ne yapacak? Allah’ın hilkat ve münzel âyetlerini ömrü boyunca tilavet edecektir. Müslim olmak kolaydır, ama mü’min olmak kolay değildir.
آنَاءَ اللَّيْلِ (EAvNAyEa elLaYLı)
“Ina” tas demektir. Gecenin içinde, ortalarında demektir.
Mü’minler akşam namazından sonra evlere giderler, yemeklerini yerler, temizliklerini yaparlar, sonra mescide gelirler. Gecenin yarısına kadar, saat 12’ye kadar âyetleri tilâvet ederler, sonra dağılırlar. Sabah saat 06’da kalkarlar. Kalan 1 veya 2 saatlik uykularını gündüz öğle vakti tamamlarlar.
Demek ki, bir dinin ilahi olup olmadığını tesbit etmemiz için birlikte ölünceye kadar tedrisat yapmak demektir. Gündüz değil, gece tedrisatı yapmak demektir. Çünkü gündüz maişet işleri ile meşgul olunacaktır.
Demek ki tedrisat var mı ve bu tedrisat gece mi? Buna bakmamız gerekir.
Bu emir bütün ilahi dinlerde emr olunmuştur anlamı var burada.
وَهُمْ يَسْجُدُونَ (Va HuM YaSCuDUvNa) “Onlar secde ederek.”
Müminlerin başka bir özelliği de secde ederek ibadet etmektir. Secde, beynin kalpten daha aşağı inerek kan basıncının yükseltilmesi ve böylece beyin sağlığının sağlanmasıdır. Adeta bir bahçe sular gibi beyin kanla sulanmaktadır. Secde ederken tesbih etmek de beynin hücrelerini, iplikçiklerini titreştirmektir. Tarlayı çapalamaktır. Gece insanın çevreden ilişkisini kesmiş olması halidir. Lambanın söndürülmesi efdaldir.
İşte ibadetlerinde secde olmayan dinler semavi din değildir. Sonradan terk etmiş olabilirler. Öyleyse Budistlerde secde varsa o zaman semavi din demektir.
Kur’an bize bir dinin semavi din olup olmadığını gösteren ipuçlarını vermiş bulunmaktadır. Toplantılarımızda namazsız dağılmamamız gerekir. Mü’minler abdestli gezerler, abdesti bozdukları zaman alırlar. Hz. Peygamber böyle yapardı. Toplantının sonunda secdeli namaz kılınarak dağılmak gerekir. Mü’min olma yolunda olan cemaatin vasfı budur.
يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ (YuEMıNUvNa BielLAHı) “Allah ile emniyete alırlar.”
“Emine” emin olmak demektir. “Âmene” başkasını emniyete almak demektir. “Amene Bi” birbirini emniyete almak demektir. Kişinin topluluğu, dolayısıyla kendisini emniyete alması demektir. Allah ile emniyete almak demektir. Biz Kâinatı var eden Allah’ın şeriatına girerek, O’nun tabiî ve sosyal kanunlarını benimseyerek birbirimizi ve diğer insanları emniyete alıyoruz demektir. “Mü’min” demek bu demektir. Allah’ın yeryüzündeki halifesi topluluk olduğu için topluluk kurarak insanları güven altına almak demek iman etmek demektir.
Biz ne daman dayanışma ortaklıklarını kurarak bir topluluk oluşturursak o zaman iman etmiş oluruz. Şimdilik sadece birer müslimiz.
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va eLYaVMı eLEAvPıRat) “Ahiret yevmi”
Ahiret yevmini onun hazırlığını yaparak güvene alırlar. Ahiret yevmi öldükten sonraki yevmdir. Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Burada ekip orada biçeceğiz. Topluluk nasıl Allah’ın halifesi ise, ahiret yevminin halifesi de bu dünyanın geleceğidir. İlkbaharın ekeriz, sonbaharda biçeriz. İsraf yapmayız. Yatırımlar yaparız.
Demek ki mü’minlerin bir vasfı da topluluğu oluşturma ve geleceğe yatırımlar yapma, israf etmemedir.
وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ (Va YaEMuRUvNa Bi eLMaGRUvFı) “Marufu emrederler.”
İçtihatları ile, sözleşmeleri ile, istişareleri ile, hakem karaları ile maruf hâle gelmiş olanların yapılmasını emrederler. Hatırlatırlar. Uyarırlar. Dinlemezlerse, hakem kararları ile hukukun koruması dışına çıkarırlar. Topluluktan uzaklaşmalarını sağlarlar.
وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنْكَرِ (VaYaNHaVNa GaNı eLMuNKaRı) “Münkerden nehy ederler.”
Yapılmaması gerektiği hususlarda da nehy ederler. Yasakların yapılmaması hususunda uyarırlar. Yapanları hakemler kararı ile cezalandırırlar, cezaları çekmeyenleri hukuk dışı yaparlar.
“Maruf” ve “Münker” kelimeleri ıstılahi manâlar almıştır. “Maruf” matlup, mahut demektir. Yani bilinen ve istenen demektir. “Münker” ise istenmeyen, nefret edilen demektir. Varlığına meşruiyet verilmeyen demektir. Buradan şu manâ çıkıyor ki, münker olmayan şey maruftur. Yani şeriatın yasaklamadığı ve nehy etmediği şey maruftur. Çünkü insanların hür oldukları yani zararlı olmayan şeyleri yapma hürriyetinde oldukları da maruftur.
Buradaki emir insanların bunları kendi içtihatları ile yapmalarıdır. Yahut marufu emrederler, münkeri nehy ederler, arasında kalanlar da karışmazlar demek olur. Bu ikinci anlamı bundan sonra gelene hayratta müsaraat sözü ile ifade etmektedir. Yani, maruf demek, yapmamız gerektiği hususunda yaptığımız ittifaktır. Münkeri nehy demek, yapmamamız gerektiği hususunda ittifakımız var demektir. Kalan işler mübahtır. Onların bir kısmı da hayrattır.
وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ (Va YuSAvRIGUvNa Fı elPaYRAvTı) “Hayırda müsaraat ederler.”
“Hayır” kazanç demektir. Daha çok ekonomi ile ilgilidir. “Hayratta yarışırlar” demek, ekonomik sahada da serbest rekabet içindedirler demektir. Sosyal yapıda da imtihanlarla yarışırlar demektir. “Hayrat” kelimesi dişi çoğul gelmiştir. İşbölümü içinde birinin yaptığını diğerinin bozmaması şartı ile yarışırlar demektir.
Demek ki ilahi dinlerin temel özelliği hayrat içinde yarış düzenini içermesidir. Bugünkü imtihanlar kamu görevleri tevcih sistemi içinde gelişmiştir. Demek ki onların dininde de hayırda yarış vardır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bu hayırda yarışma düzeni yasasıdır. Kendi işletmemizde de daima bunlar göz önüne alınmalıdır. Bilgide de yarışmalıyız. Kendi çalışmalarımızı imtihanlarla değerlendirmeliyiz. Kişiler önce sıkılırlar, cahillikleri ortaya çıkacaktır diye. Oysa herkes cahildir. Mü’minler böyle yarışa girmekten kaçınmazlar, başkalarının kendilerini geçmesinden üzülmezler, sevinirler. Mü’min olmak, başka türlü insan olmaktır. Hem yarışacaksınız, geçmeye uğraşacaksınız, hem de başkaları sizi geçtiği zaman üzülmeyeceksiniz. Mutasavvıfların şeriat, tarikat, marifet ve hakikat diye sıraladıkları basamaklar bu olmazları olur yapmaktır. Geceleyin Kur’an okumalar insanları bu seviyelere ulaştırır.
وَأُوْلَئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ (Va EuLAEıKa MıNa elÖAvLıXIyNa) “Ve işte onlar salihlerdendir.”
Burada işaret edilen kimseler “Ümmetün Kaimetün”dür. Demek ki onların işleri kaim ümmet olmaktır. Ve salih olanlar da bunlardır. Bu arada “Va” harfi “salih” olmanın “kaim” olmadan farklı olduğunu ifade etmektedir. “Kıyam” daha çok kendi işlerini düzgün yapmaktır, kendi topluluğunu düzenlemektir. Oysa “salih olmak” diğer insanlarla da uygunluk içinde yaşamaktır. Biz öyle şeyler yapmalıyız ki, diğerlerinin yaptıkları ile uygunluk sağlamalıdır. Namazda nasıl herkes birbirine hiza alır ve tek sıra olurlarsa, hayatta da hepimiz birbirimize hiza alarak iş yapmamız gerekecektir. Değişik din ve inanışların ve ülkelerin arasında bir uzlaşma, bir ahenk olma, bir işbirliğine gitme gerekecektir. Ancak bunu bir merkez değil, halk kendi kendilerini hazırlayarak yapacaklardır. İnsanlık ilk yaratıldığından bugüne kadar hep bu hizalamayı yapmıştır ve bundan sonra da yapmaya devam edecektir. İnsanlıktaki evrim ancak bu sayede olabilmektedir.
وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ (Va MAv YaFGLu MıN PaYRın) “Hayırdan ne fiil ederlerse.”
Bu âyetlerin bize öğrettikleri başka bir şey, kitap ehli de mü’min olabilmektedir. Yani onlar da askerlik yapabilmektedir. Askerlikle dinin farklı olduğu ifade edilmektedir. Yani bir Kur’an ehli mü’min olmayı istemeyip müslim olmayı isterse biz ondan cizye alır, savaşa götürmeyiz. Bu İncil ehli müslim olanlar cizye vereceklerine askerliklerini yapıp mü’min olmak isterlerse onu da askere alırız. Askerliklerini kendilerinin oluşturdukları birlikte yapacaklardır. Kendilerine göre toplantılar yapacaklardır. Bu sebepledir ki çoğul sıgası ile hükümleri tesis etmektedir.
Hayır kelimesi daha çok ekonomik iyilikleri ifade etmektedir. Yani, onlar kendi sosyal yapılarını yaşarlarken, ekonomik olarak ne katkıda bulunurlarsa karşılığını aldıkları gibi, ülkenin korunmasında da ne katkıları olursa karşılığını alacaklardır, onlar da mü’min iseler Kur’an ehli gibi ganimetten yararlanacaklardır.
فَلَنْ يُكْفَرُوهُ (FaLaN YuKFaRUvHu) “Tekfir olunmaz. Karşılıksız bırakılmaz.”
“Küfretmek” kapatmak demektir. Yaptıklarını görmemek, karşılık vermemek demektir. Meçhul sıgası kullanılmaktadır. Yani, bu dünyada da tekfir olunmamalıdır. Hakları ne ise almalıdırlar. Ayrıca ahirette de Allah onların haklarını tekfir etmeyecek, göreceklerdir.
Dinlerde daima bâtıl bir itikat vardır. Yalnız biz cennete gideceğiz, diğerleri hep kâfirdir, cehenneme gideceklerdir. Oysa bütün insanlar Allah’ın kullarıdır, iyi olanlar cennete, kötü olanlar cehenneme gideceklerdir. Ahirette toplu cezalandırma sözkonusu değildir. Herkes kendi yaptığının cezasını çekecektir. Ancak toplu mükâfatlandırma vardır. İyi topluluklar içinde yaşayanlar birlikte orada olurlar. Komşuları ve akrabaları ile iyi geçinenler, onların sevgilerini kazananlar, ahirette günahları olsa da affedilir, onlarla beraber cennete giderler. Yani, bu dünyada kendi isteği ile iyi cemaate katılanlar, yahut cemaatlerinin iyileştirenler ahirette onlarla beraber olurlar. Buradaki çoğul sığası bunu ifade eder.
Yine kimileri cehenneme gidenlerin bu dünyada yaptıkları hayırdan yararlanmayacaklarını iddia ederler. İyilik, iyilik amacı ile yapılmışsa o tekfir olunmayacaktır. Cehennemde azabın tahfifine sebep olacaktır. Buradaki “Hu” zamiri “Mâ”ya gidiyor, “Mâ” da umum içindir. Amel için iman şarttır. Ancak buradaki imandan kasıt o iyiliği hayır kastıyla yapmaktır. Siz kötülük yaparsınız, o sonunda iyi olur, o hayrı siz işlemiş olmazsınız. Tabii ki ondan size bir hayır yoktur.
وَاللَّهُ عَلِيم
Buradaki “Va” istinaf “Ve”sidir. Beklenen bir soruya cevap mahiyetindedir. Onların hayır işledikleri nasıl bilinecek. Belki niyetleri kötü idi. Bu dünyada zahire göre hükmedilir. Ama ahirette Allah onları bilmektedir. “Alimun” bunun için nekire gelmiştir. Yani, Allah bildiği gibi topluluk da bilmektedir. Belli kurallara göre hareket edenlerin muttakiler olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Sonunda o kurallara uyup uymadığına hakemler karar verirler. Askerlikte ise komutan karar verir. Onun takdirine kalmıştır.
بِالْمُتَّقِينَ (Bi elMutTaQIyNa) “Muttakileri bilmektedir.”
“Muttaki” takva sahipleri, dindarlar demektir. “Muhtedi” de hidayet verenler demektir. Takva kalbi fiildir, muhtedi ise bedeni fiildir. Mü’min olanların inanarak savaşa katılmaları gerekmektedir. Önün için imanın kalbe girmesi gerekmektedir. Bu ne demektir? Müslimler kim iktidar olursa onun yönetiminde kendi yaşayışlarına barış içinde devam ederler. Cizyelerini ona verirler. Onların yönetimi koruma gayeleri yoktur. Oysa muttakiler o devletin, o topluluğun yaşaması için canlarını vermeyi göze almış kimselerdir. Malları ve canları ile cihat etmektedirler. Böyle olmayan kimselerin mü’minler arasında yer almaları sözkonusu değildir.
Burada önemli bir hüküm daha çıkarabiliriz. Bir ilin jandarma teşkilatı vardır. O il şöyle bir şart getirebilir. Benim ilimde nöbetli olan ülkem için de nöbetlidir. Bunlar mü’min illerdir. Hayır, biz il olarak sizlere cizye vereceğiz, il olarak askerliğe katılmayacağız, bunlar askere alınmazlar, halkından nöbetli olsun olmasın cizye alınır. Münferiden askerlik yapmak isteyenler de mü’min olabilirler. Bütün bunlarda hakem kararlarına uyma temel koşuldur.
Burada muttakilerin erkek kurallı çoğul olarak getirilmiş olması onlara cemaat halinde muamele edileceği ortaya çıkmaktadır. Buradaki “Bi” harfi izafet “Ba”sıdır. “Alim” nekire, “Muttakiler” marife olduğundan “Bi” ile tamlama yapılmıştır. Muttakilerin marife olması belli grupları ifade eder. İttika nekiredir. Yani belirli ittika yerine herhangi bir şekilde ittikadır. “Ellezine ittaku” denseydi belirli ittika olurdu. Dolayısıyla değişik dinlerde olunabilmektir. Müminun için de aynı hususiyet vardır. “Ellezine Amenu” dersek Kur’an’a inananlar anlamı çıkar, oysa “Mu’minun” dersek herhangi kitaba inananlar anlamı çıkar.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 30
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا
وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(116) مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ فِي هَذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رِيحٍ
فِيهَا صِرٌّ أَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ فَأَهْلَكَتْهُ وَمَا ظَلَمَهُمْ اللَّهُ وَلَكِنْ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ(117)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالًا وَدُّوا مَا عَنِتُّمْ
قَدْ بَدَتْ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمْ الْآيَاتِ إِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ(118)
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا (EinNa elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimseler.”
Bundan önceki âyetlerde “Onlar bir değildirler, onlarda doğru dürüst olanlar vardır.” denmiş ve onların amellerinin zayi edilmeyeceği bildirilmişti. “Onların içinde küfretmiş olanlar vardır.” denmektedir. Ehl-i kitaptan kâfir olanlardan bahsetmektedir. Küfür ile iman birlikte zikredilmektedir. Hem küfrün hem imanın dünyevi manâsı vardır, uhrevi manâsı vardır. Uhrevi manâsı Allah’a ve Ahirete inanmaktır.
Kâinatın bir düzeni vardır. Kanunlar vardır, onlara uyulması gerekmektedir. Tabiî ve sosyal kanunlarla hareket edilmelidir. Biz tabiî ve sosyal kanunları değiştiremeyiz, ancak onları kullanabiliriz. Bu Allah’a imandır.
Ahirete iman ise; Allah’ın bana bahşettiği bu tabiî ve sosyal kanunlarda yararlananlara yardımcı olursam mükâfatlanırım, onların bundan yararlanmalarına mani olursam cezalanırım demektir. İşte böyle demek de ahirete inanmaktır. Sorumluluğu yüklenmektir.
“Küfür” ise Allah’ı veya Ahireti reddetmektir; bunu bile bile reddetmektir. Ya Kâinat düzen içinde değildir, ben onun kanunlarını bozabilirim dersin, yahut öyle olsa bile ben onları istediğim şekilde kullanırım, kimse beni sorumlu tutmaz dersin. Bu da ahirete küfürdür.
Küfrün ve imanın dünyevi manâsı ise; “iman” askerliğe katılma demektir. Hak için savaş yapma demektir. Bu iman küfür karşılığı değil İslâm karşılığıdır. “Küfür” de askerliği kabul ettikten sonra onu yapmamaktır. Hakemlerin kararlarına uymamak küfürdür. İman karşılığıdır. Burada kastedilen küfür daha ziyade ahiretle ilgili küfürdür. Çünkü sonunda ahiretteki azaptan bahsetmektedir.
لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ (LaN TuĞNIya GanHuM) “Onlardan ığna etmez.”
Onları gereksinmeden kurtaramaz. “Ğani olmak” demek, başkasına muhtaç olmamak demektir. Küfretmiş olan kimselerin ne malları ne canları onları kurtaramaz demektir. Allah’tan gelen şeylere karşı durmalarını sağlayamaz.
Bugün bâtıl olduğunu, yanlış olduğunu bildikleri halde faizli sistemin içinde sürüklenip gidenler, gözleri önünde bindikleri gemi bata bata, “Bu dünyanın gerçeği!” deyip Hakka kulak vermeyenler, Ahirete vardıkları zaman ne malları ne canları onları ateşten kurtaramayacaktır. Gerçekleri öğrenmemek, kulak tıkamak da küfürdür. Bununla beraber bunların cezalarının bu dünyada değil, ahirette verileceği bildirilmektedir.
أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهمْ (EaMVAvLuHuM Va LAa EaVLADuHuM) “Malları ne de evlatları.”
İnsanda iki maddî güç vardır. Biri maldır, diğeri insandır, askerdir. Birine ekonomik güç, diğerine ise siyasi güç denmektedir. Onlar ahirette ne ekonomik ne de siyasi güçleri ile cehennemden kurtulamayacaktır.
Buradaki bu ifade bunun büyük suç olduğunu ifade etmektedir. Ancak dinde zorlama olmadığı için de dünyevi ceza uygulanmamaktadır. Bu dünyada onların lehine görünen güçler onları ahirette güçlü yapmayacaktır. Bir yenilik ortaya çıktığı zaman halk bunlara karşı direnir. Çünkü yeni şeyin ne olduğunu bilemez. Bilmediği yoldan gideceğine, bildiği uzak ve bozuk yoldan gitmesini tercih edecektir. Ancak mü’minler de gerçek mü’min ise bunda direneceklerdir. Bu direnme hem mü’minlerin oluşmasına ve eksikliklerini tamamlamasına sebep olur, hem de karşı tarafı söylenenleri anlayacak hâle getirir. İşte o zaman mü’min ile kâfir birbirinden ayrılır. Mü’min yeni öğrendiği gerçeği kabul edendir. İman etmeyen kâfir olur.
مِنْ اللَّهِ شَيْئًا (MiNa elLAHı ŞaYEan) “Allah’tan gelecek azaptan hiçbir şeyi iğna etmez.”
“Allah’tan gelecek azaptan hiçbir şeyi iğna etmez.” denmektedir. Allah dünyayı böyle kurmuş; kimi zaruret içinde, yokluk içinde, kimi ise servetü saman içinde. Herkes imtihanda. Zengin zenginliği ile imtihanda, yoksul yoksulluk içinde imtihan edilmektedir. Allah insanları yarattığı zaman şunu takdir etti. İnsanlar kendi emekleri ile derece alsınlar, imtihan olsunlar, başarıları nisbetinde derecelerini yükseltsinler. Başarısız olanların ise derecesi düşsün. Bu sünnetullahtır. Kimse bunu değiştiremez.
وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (VaEUvLAEıKa EaÖXABu ELNAVRı) “Onlar nâr ashabıdırlar.”
Kur’an ahiret azabını cehennem ateşi ile tasvir etmektedir. Neden cehennem ateşi seçilmiştir? Maden filizleri ateşte maden olur. Yenmeyen gıdalar ateşte pişince yenir hâle gelir. İnsan da ateşte terbiye edilecektir.
Ayrıca ateşte atom kimyasına dayanan molekül ve hayat vardır. Ahiret hayatında cennettekiler de cehennemdekiler de cinlerin moduna geçebilecekler, cinler de zaten şimdi bile insanların moduna geçebilmektedirler.
Kimileri Kur’an Arabistan’da geldiği için azabı ateşle tanımlamaktadır. Sibirya’da gelseydi o zaman buzla tarif ederdi. Bu cümle doğrudur. Ancak buz ile azap gerçek olmadığı için Kur’an Sibirya’da değil de Arabistan’da nâzil olmuştur. Mekke Allah tarafından Kur’an’ın inmesi için hazırlanmıştır. Soğuğa dayanmak elbise ile mümkün olmaktadır, ateşe karşı ise hiçbir şey dayanmamaktadır..
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (HuM FıyHAv PavLıDUvNa) “Onlar orada haliddirler.”
Onlar nâr eshabıdır denmiştir. “Ateş halkı” bu dünyada da sözkonusu olabilir, “yangın halkı” gibi manalar verilebilir. Bu yorumdan uzak tutmak için “Onlar orada haliddirler” demektedir. Hep orada kalacaklardır demektir. Bunun anlamı müebbed hapis anlamı gibidir. Ölünceye kadar orada kalacaklardır demektir. Ahirette ölüm olmadığı için hep orada kalacaklardır anlamı çıkar.
Bu ifadelerin zahirinden cehennemden asla çıkmayacakları anlamı çıkar. Kur’an’da mutlak ifadeler birbirleri ile tearuz ederse tevil edilerek birleştirilir.
Hiç kimseye zerre kadar zulüm yapılmayacak, herkes ancak suçu kadar tecziye edilecek. Muhkem ifadelerle bu ifadeler arasında tearuz vardır. Tevil yapılması gerekir. Ya küfür o kadar büyük suçtur ki, onun cezası sonsuzdur şeklinde tevil olunur, ya da buradaki “halid” kelimesi tevil olunur.
Biz bunu şöyle tevil ediyoruz: Bizim kâinatımız büyüyor, sonra büzülecek ve kıyamet olacaktır. Bu belki on milyar yıl sonra olacaktır. Sonra tekrar genişlemeye başlayacak ve o ahiret hayatı olacaktır. Ancak o ahiret hayatı da tekrar büzülüp başka ahiret hayatı olacaktır. Evrim gereği daha iyi hayat olacaktır. Zaman yeniden başlayacaktır. İşte o zaman içinde onlar haliddirler. Hep cehennemde kalacaklardır. Ancak o cehennemde ıslah olurlarsa ondan sonra gelecek ahirette cennete gideceklerdir. Yine burada zamanın izafi olması sebebiyle ölmeden de onlar için ahiret hayatı kısalmış olur. Yani, bizim için milyar yıllarla ifade edilen zaman onlar için birkaç yıl olabilir. Bunun yanında müebbet hapislerde nasıl af ile çıkmak mümkünse, af ile de bundan sonraki ahirette cehennemden kurtulmak mümkün olmaktadır. Kur’an’da bazı yerlerde “Hâlidîne Ebeden” kelimesi de eklenmektedir. “Ebed” kelimesi sürekli anlamında olabilir. Yani, ara verilmeksizin demek olur. Şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin denmektedir. Ondan sonra da istisna getirilmektedir.
Burada bizim kesin olarak anladığımız; buradaki “nâr” dünya ateşi olmayıp ahiret ateşidir. Güneş’in yeryüzündeki sıcaklığından daha şiddetli sıcaklığı vardır.
مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ (MaÇaLu MAv YuNFıQUvNa) “İnfak ettiklerinin meseli.”
“Mesel” benzetme demektir. Kur’an olayları mesellerle izah eder, benzetme yapar.
İslâmiyet’in dayandığı dört temel delilden biri kıyastır. Resim veya heykel birer meseldir. Piyes ve romanlar, tiyatro ve sinemalar, televizyonda gösterilenler birer meseldir. Meşruluğu bu âyetlere dayanır.
Peygamberlerin de resimleri yapılabilir, tiyatrolarda ve piyeslerde temsil edilebilir. Hattâ Allah bile ışıkla, ateşle temsil edilebilir. Küfür olan onu takdis etmek, resimlere ve heykellere saygı göstermek, onlarda bir varlık atfetmektir, filmi gerçek kabul etmektir. Bugün diktatörlerin heykellerine ve resimlerine tapılmaktadır. Putperestlik olan bunlardır. Günah olan budur.
“İnfak ettikleri” demek, yatırım yaptıkları demektir. İnsanın kendi yediğine infak denmektedir. Ailesine ve çocuklarına harcadıkları bir infaktır, bir yatırımdır. İkinci yatırım ise ileride mahsul almak için yapılan harcamalardır. Bu dünyada bu dünya için yaptıkları yatırımlar demektir. Bu dünyada ahiret için yatırım yapmak gerekecektir.
فِي هَذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا (Fıy HaÜıHı elXaYayTi eldDuNYAy) “Bu dünya hayatında”
Bu dünya hayatı içinde yapılan yatırım denmektedir. Ahiret hayatı için bu dünyada yatırım yapmaları gerekir, harcamaları gerekir.
Dünya ve ahiret kelimelerinin de iman, islâm, küfür ve şirk gibi ikişer manâsı vardır. Dünya ölümden önceki hayat, ahiret ise ölümden sonraki hayat anlamına gelir. Burada bu manâ daha uygundur. Zira yukarıda ahiretteki ateşten bahsetmiştir. Arada “Va” harfi getirmeksizin cümle getirilmiştir. Yani, bu yukarının bir açıklamasından ibarettir.
Dünya ve ahiretin başka manâsı; dünya, günlük harcamalar demektir, ahiret ise sonra elde edilecek yatırımlar içindir. Kâfirler önce veresiye alıp harcarlar, sonra çalışıp öderler; “faizli sistem” budur. Oysa mü’minler önce tasarruf edip kazanırlar, sonra harcarlar; “selem sistemi” budur.
İşte kâfirlerle mü’minler arasındaki fark budur. Müslimler çalışıp biriktirirler, kendileri sahip olurlar ve hür yaşarlar. Kâfirler ise çalışıp biriktirdiklerini zenginlere verirler, sonra onların kölesi olarak yaşarlar.
Görülüyor ki İslâm hikmeti her yönüyle bir bütündür.
كَمَثَلِ رِيحٍ (Ka MaÇaLı RıyXın) “Rıhın meseli gibidir.”
“Mesel” de benzetmeyi, “Ka” de benzetmeyi ifade eder. “Ka” ile bir yönü ile diğerine benzemedir. “Zeydun Ka Amrin Fi’l-kameti” derseniz; boy bakımından Zeyd Amr gibidir olmuş olur. Boylarda hakikaten bir benzerlik vardır. “Meselu kameti Zeydin mislu tûli Amrın” dersiniz. Yani, Zeyd’in boyu Amr’ın boyuna benzer denmiş olur. Buradaki benzerlik tekabül bakımındandır. Gerçek bir bezerlik değildir.
“Ke Meseli” derken bir sistemin diğer sisteme tekabül etmesidir. Şekilde benzemez, ama fonksiyonda benzer. Ağacın kökleri insanın ağzı meseli gibidir dersin. Batılılar buna analog demektedirler. Matematikte de konfor traform denen bir işlem vardır. Formüller tamamen aynıdır, ama şekil asla birbirine benzemez.
“Rih” rüzgar veya güç anlamına gelir. “Ruh” kelimesi de buradan gelir. Sadece rüzgar anlamına geldiği gibi sel de bir rih olarak kabul edilebilir. Koku anlamına da gelir.
فِيهَا صِرٌّ (FıyHAv SırRun) “Onun içinde sır vardır.”
“Sır” kelimesini soğuk veya ateş sesi olarak yorumlayanlar olmuşsa da, bunların hiçbirisi etimolojik manâsı ile değil de, sadece burada verilebilecek manâ olarak alınmıştır. “Safr” sarı demektir. Bu Türkçede sarı olarak geçmiştir. Sır, bir tür eşyayı kaplayan boyadır. Rüzgarda bulunan tozdur. Esince yaprakları kirletir. Gözenekleri yıkar veya pas dediğimiz virüsleri taşır. Sonra sararıp solar. Halkımız buna ‘sam yeli’ der. Aslında hafif yeldir ama ekinleri sarartıp hasta eder, işe yaramaz hâle gelirler. Bunun fırtına anlamında helâk edici bir şey olmayıp sadece canlıları öldüren bir şey olduğu, bundan sonraki “Hars” kelimesinden anlaşılmaktadır.
أَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ (EaÖAvBat XaRÇa QaVMın) “Bir kavmin harsına isabet etmiştir.”
Bir kavmin harsına isabet etmiştir. Kısa vadeli olarak harcama yapanları misal olarak anlatmaktadır. Dışarıdan borç alır, onu üretime değil de tüketime harcarsanız, sonra onu ödeyemezsiniz. Ülkenin tamamını krize sokarsınız. Borçla İstanbul’un sokaklarını asfaltlayabilirsiniz, Haliç Körfezi’ni berraklaştırabilirsiniz. Ama sonra o borcun faizi bütün milleti çökertir. Ekinin ekmek suretiyle üretilmemesi demektir. Kısa vadeli yatırımlar yapanların, faizli yatırım yapanların ürünlerine sam yeli vurur ve sarartıp soldurur.
“Kavm” kelimesini kullanmıştır. Demek ki bu tür krizler ulus çapında olur.
“Hars” denmiştir. Çünkü kriz ekonomi üzerine gelir, ürün üzerine gelir. Borçla yatırımlar yerine iştirakle yatırımlar yapılır. İstanbul’un körfezi temiz olursa, yolları asfalt olursa, buranın arsaları çok kıymetli olur. Yabancı sermayeye bütün İstanbul’u satacağımıza, belli semtler ayrılır, onlar körfezi arıtırlar. Boğaz’da villa yerlerine sahip olurlar. Bu ilerisi için yatırımdır. Bizim için temiz sokak ve körfeze sahip olmadır, onlar için de boş olan yerlerde yerleşebilmedir.
ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ (JaLaMUv EaNFuSaHuM) “Nefislerine zulmettiler.”
Faizli yatırımlar yapanlar, peşin ve garantili gelirler peşinde koşup ilerisini düşünmeyenler kendilerine zulmederler. Daima köle ve işçi olarak kalırlar. Oysa şimdi tasarruf edip kârlı işler için yatırım yapanlar nefislerine zulmetmemiş olurlar.
“Faizli sistem” deyince kimileri sadece para üzerinden alınan faiz olarak anlıyorlar. Oysa “faiz” demek; biri zarar ederken diğeri kazanıyorsa; birinin kazancı garantili, diğerinde ise zarar ihtimali varsa o faizdir.
İşte böyle yatırım yapanlar dünya hayatı için yatırım yapmış olurlar. Faiz virüsü kendisinde taşır. Tam ekini biçeceğiniz zaman helâk eder.
Faizi dört şekilde tanımlıyoruz:
- Sermayeye tanınan “garantili kâr” faizdir.
- Ekonomik işletmede işçiye verilen “garantili ücret” faizdir.
- Ekonomik işletmeden tesislere verilen “garantili kira” da faizdir.
- Üretim dışı kazançlardan alınan “vergi” faizdir. Ücretlerden, kiralardan, sermaye katından, kişilerden alınan vergiler faizdir. Vergi hâsıladan alınmalıdır. Sermayeden alınan kırkta birler de faizdir.
Bunun için şu şartlar getirilmiştir:
- Bu faizi yalnız devlet alabilir.
- Bu faizin miktarı %5’den fazla olamaz.
- Bu faiz sadece kâr eden sermayeden alınabilir.
- Buna mukabil sermayeye faizsiz kredi sağlanır.
Bunun dışında hareket edip “yakın garantili kazancın peşinde koşanlar” kendilerine zulmetmiş olurlar.
فَأَهْلَكَتْهُ (Fa EaHLaKaTHu) “Onu helâk etmiştir.”
Buradaki “O” zamiri harsa yani ekine gitmektedir. O rüzgâr, faiz rüzgârı, faizli sermaye içinde taşıdığı faiz virüsü ile ekini yani tüm topluluğun ekonomisini helâk etmiştir. Faizin özelliği, sermayeyi tekelleştirir. Halkta satın alma gücü kalmaz, halk parayı bulamayınca mağazalardan malları alamaz, mağazalar fabrikalara sipariş veremez, fabrikalar işçi çalıştıramaz. Hayat kilitlenir. Böylece kavim helâk olur. Yani, ekini sararıp solan halk açlıktan helâk olur.
Bakınız, açıklamalarımız ne kadar açık ve sadedir. Matematikteki ihtimaliyat kanunları ile kesin olarak ispatlanır ki, faiz sonunda tekeli doğurur. Ondan sonrasında ise tekel mallarını satamaz, satamayınca da üretimi durdurur. Bu da tüm ülkeyi krize sokar. Tam tekel oluşsa belki artık kendi çıkarı için ülke çıkarını da düşünecektir. Ama iş yapma bakımımdan tekel oluşmuş, fakat sermaye tam tekel olmamışsa, o zaman aralarında çekişme olduğu için ülkeyi düşünmezler ve kendileri de helâk olurlar.
Bugünkü Türk masonlarının akıbeti bu olmaktadır. Toplanıp toplanıp iktidarları devirdiler, ama şimdi kendileri de krizdedirler. Bu gidiş kavmi helâke götürmektedir. Dünya Yahudi sermayesinin akıbeti de budur. Faizli sistemde en güçlü yere geldiler. Dünyayı avuçlarının içine aldılar. Ama şimdi birden çökeceklerdir. Karşılıksız para onları yıkacaktır. Bir gecelik işleri yani ömürleri vardır. Hollanda’da benzer çökme lale soğanı senetlerinde olmuştur. Bir gecede senetler altın değerinde iken beş para etmez hâle gelmiştir.
وَمَا ظَلَمَهُمْ اللَّهُ (Va Mav JaLaMaHuMu elLAHu) “Allah onlara zulmetmedi.”
“Zulüm” kelimesi karanlık, karışıklık demektir. Karşı tarafa kuralsız davrandığınız zaman zulmetmiş olursunuz. Sizin evinize gelen misafire nasıl davranacağınız belli ise ne yapsanız zulmetmiş olmazsınız. Çünkü o misafir kuralları kabul ederek gelmiştir. Kurallara uymak istemediği takdirde bırakıp gider. Oysa siz eğer misafire kuralsız davranırsanız, onu bilmediği karanlıklar içinde bırakacağınız için zulmetmiş olursunuz.
Allah da kendisine misafir ettiği insanlara kendi koyduğu kurallara göre davranır. Kurallar içinde ne yapmış olursa olsun o zulüm değildir. İnsanları öldürmeyi kurala bağladığı için zulüm etmiş olmaz. İnsanlara ihtiyacı oldukları zaman acıkmalarını koyduğu için zulmetmiş olmaz.
Allah insanlardan da kurallara uymalarını istemektedir. Uymazlarsa onlar kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. Geleceklerini düşünmeyerek sadece günün zevklerine kendilerini esir ederlerse, faizli sistemle ekonomilerini yürütürlerse, sonunda kendilerine zulmetmiş olurlar.
Türkler Osmanlıların çökmeye başladığı günden beri faizli borçlanmalar yapmakta. Osmanlı imparatorluğu yıkıldı. Şimdi de borçlar içinde Türkiye yıkılacaktır. Allah onlara zulmetmedi, etmeyecek; kendi kendilerine zulmettiler ve zulmedeceklerdir.
وَلَكِنْ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (Va LavKıN EaNFuSaHuM YaJLıMUvNa)
“Velakin kendi nefislerine zulmettiler.
Kendileri kurallara uymayınca karanlıkta kaldılar ve zulme uğradılar. Çünkü kurala uymamak aralarında kuralsızlığı, dolayısıyla zulmü ortaya çıkarır.
Evlilik dışı ilişkiler kural dışı ilişkilerdir. Her gün cinsi tahrikle büyüyen gençler artık eski iffet anlayışını bırakmakta ve evlenmemektedirler. AİDS gibi korkunç hastalıkların kaynağı olmak bir tarafa, evlenmedikleri ve çocuk yapmadıkları için de her yıl nüfusları azalmaktadır. Bu intihar değil de nedir? Bu kendi nefislerine zulüm değil midir?
Faiz de enflasyonu doğurmaktadır. Enflasyon zulumatın zulumatıdır. Fiyat belli değil, ücret belli değil, kira belli değil. Mukaveleler keen-lem-yekün, yani yok gibi. Hesap, plan, proje yok. Zulumat ve zulüm.
Yukarıda tarla sahibinin zulmünden bahsedilmiştir. Burada ise dünya hayatına infak edenlerden bahsetmektedir. Faizcilerden bahsediyor.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHA elLaÜIyNa EaMaNUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Mü’min ve müslim bütün kitap ehli olanlardan olmaktadır. Onlara Müminîn ve Müslimîn denmektedir. Kur’an ehlinin mü’minlerine “Ey iman etmiş olanlar” diye hitab etmektedir. Yahudilere “Ey hidayete ermişler” denmektedir. Bundan önceki âyetlerde kitap ehli olan mü’min ve kâfirlerden bahsetmiştir. Şimdi ise Kur’an ehli olarak onlarla nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğini anlatmaktadır. Doğrudan bize hitap etmektedir.
“Elmü’minûn” dediğimizde kişiler marifedir, imanları marife değildir. Değişik inançta olabilirler. Oysa “Ellezîne Âmenû” dediğimizde hem inananlar hem de inandıkları marifedir. İşte bu marifelik de Kur’an’a iman anlamını taşımaktadır.
لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً (LA TatTaPıÜUv BiOAvNaTan) “Bitane ittihaz etmeyiniz.”
“Batn” karın demektir. “Zahr” arka demektir. Daha çok hayvanların sırtları ile alt tarafını ifade eder. Elbise için içi-dışı anlamına gelir. Sırdaş edinmeyin demektir. Yaptığın her işi ona anlatıyor ve onunkini de sen dinliyorsun. İnsanlar bir şeyden haberdar olunca onunla ilgilenir ve onun başarıya ulaşmasını sağlarlar. Bugün anayasalarda mevcut olan gizlilik bunu ifade etmektedir. Gerek özel hayatın gerekse topluluk hayatının gizliliği tanınmış olmaktadır. Diğer taraftan “necva” yasaklanmış bulunmaktadır. O halde bu sınırı nerede durdurmamız gerekir. Hukuk düzeninde açıklık esastır, necva yoktur. Askerlikte ve jandarmada ise gizlilik esastır. Siyaset gizliliğe dayanır. Millî Güvenlik Kurulu kararlarının gizli olduğu bundan dolayıdır. Uluslararası gizli anlaşmaların hükmü de böyledir. Ne var ki gizli anlaşmaların hukuki hiçbir değeri yoktur. Gizli anlaşmaların sadece askeri değeri vardır. Yine kişilerin gizli anlaşmaları sadece ahlaki değer taşıyıp hukuki hiçbir değer taşımaz. Millî istihbaratçıların şahadetleri muteber olmadığı gibi soruşturmalar için de delil teşkil etmez.
مِنْ دُونِكُمْ (MiN DUvNıKuM) “Kendinizden başka”
“Kendiniz” kimiz? Bu âyetler mü’min olanlara hitap ettiğine göre buradaki kendiniz, mü’minlerdir. Müslimleri de birbirine ittihaz etmemeliyiz. Sadece müminler birbirini ittihaz etmelidirler. Yani, aynı dayanışma ortaklıklarına bağlı olanlar birbirinin sırdaşı olmalıdırlar. Böylece askeri birliklerde sırdaş olacağız.
لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالًا (LAv YaELUvNaKuM PaBAvLAn)
“EaLV/Elv” atın yelesidir. At kendisini göstermek için yelelere sahiptir. Ayrıca ata binenler ona tutunurlar. Kâinatın nimetlerinden yararlanma da elvdir. Rahmân Sûresi’nde geçmiştir. “Alı” kelimesi de buradan gelmiş olabilir. Tutamağı, dayanağı anlamına gelir. Külfet olur anlamını da taşır.
“Habal” sürüde bulunan sütü ve yünü olmayan hayvanlardır. Sadece tüketicidirler. Kırıntıyı bile vermezler anlamında, onlar size kalabalık bile teşkil etmezler. Bir topluluk kalabalık olunca güçlü görünür. Düşman saldırmaktan korkar. Onların size o katkıları bile olmaz.
Buradan şunu anlıyoruz ki “Bıtane” demek gizli buluşmalar değildir. Beraber gezerler, herkes bunların birlikteliğini bilir, ancak sırlarını gizli tutarlar. Men edilen sırdaşlıktır, yoksa onlarla beraber olmak değildir. Açık olmak şartı ile her türlü ilişkiler kurabilirsiniz.
Sürünün kalabalık olmasının başka bir yararı, canavarlar genel olarak sürüden birini kapar ve onunla karnını doyurur. Kalabalık olunca herkesin yem olma ihtimali azalır. Onun için hayvanlar sürüler halinde dolaşır, yüzer ve uçarlar. Onlar ise size böyle bir fayda bile sağlamazlar. “Bıtanet”i bu manada anladığımız zaman zırh olur. Yani, kedinizi onlarla savunmayın demektir. Mustafa Kemal’in Kuvva-yı Milliye ilkesi bu âyetin bir uygulamasıdır. Avrupa Birliği’ne girme de bunun için manasızdır.
وَدُّوا مَا عَنِتُّمْ (VadDUv MAv GanıtTuM) “Anat edeni meveddet ederler.”
Sizi sıkıntıya sokanın olmasını isterler. “Anata” “Anada” kelimesine akrabadır. İndinde demek; nezdinde, içinde demektir. “Neht” yonga demektir. “Anata” insandan kopan parçalar, yolunan tüyler anlamına gelip, sıkıntı veren, acı veren şey anlamına gelir. Maddî kayıptan dolayı çekilen sıkıntıdır. Sizin zarar edip sıkıntıya düşmenizi isterler.
Batı dünyası Türk milletini hep anat içine sokmak istetmiştir. Borçlandırmış ve onu darlık içine almak istemiştir. Balkan Savaşı’ndan önce Türkiye’nin hukukunu bozmuşlar, borç vermişler, ondan sonra “Artık dost olduk, çünkü sizde yatırım yaptık.” deyip Trakya’daki orduyu Cezayir’e sevk etmişler ve İstanbul’a kadar savaşla gelmişlerdir. Bugün Türkiye bütçenin tamamını sadece faize verecek duruma düşürülmüştür. Bu borcu ödememiz mümkün değildir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktıkları gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de yıkma emelindedirler. Türkiye’deki bütün ekonomik krizleri çıkaranlar onlardır.
قَدْ بَدَتْ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ (QaD BaDaTı elBaĞDAEu MıN EaFVAvHıHıM)
“Femlerinden buğuz bedv etmiştir. Ağızlarında kin ortaya çıkmıştır.”
Tarihte zaman zaman beyanlarda bulunur, kin ve nefretlerini ifa ederler. Türkiye ilkel toplulukmuş, geri toplulukmuş, zalim toplulukmuş telkinlerini basınla her zaman yaymaktadırlar. Türk aydınları da onların ağzı ile her gün dersler de dahil olmak üzere telkin etmektedir. Buna rağmen okumamış halk kendisine olan güvenini kaybetmemektedir. Cahil dindarlarla Adil Düzen münevverleri ulusumuzun Batılılardan ne derece yüksek bir ulus olduğunu bilmektedir. Kur’an okundukça Kur’an’a inananların yüceliği ortaya çıkmaktadır. Bugün dünyada en yüce ulusun Türk ulusu olduğu ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce, hem Batı Uygarlığı’nı hem de İslâm Uygarlığı’nı birlikte yaşamaya yönelmiş tek ulus İslâm ulusudur. 200 yıllık Batılılaşma hareketinde başarıya ulaşmış ama kendi İslâmî varlığını da korumuştur.
- Ekonomide ülkemiz en güçlü durumdadır. Halk sermayesine dayanan gelişmiş bir ekonomi Türkiye’de en ileridedir. Batı’nın “faizli sermayesi” yanında Türklerin “ortaklık sermayesi” başa güreşmektedir. Gelecek o ekonomiye dönüşecektir. Bunun çığırını Türkiye açmıştır. Dış borcun faizlerini ödemeyeceğiz. Dolar batacak, borç da kendiliğinden sıfırlanacaktır. Ancak biz yine de aldığımız borcun faiz dışındakini ödeyeceğiz; altın değeri üzerinden ödeyeceğiz.
- Türkiye din bakımından en ileri durumdadır. Tarihi oluşun içinde olan dinlerin dışında, halkın müsbet ilme dayalı olarak bugünkü ilimlerin ışığı altında yorumlanmış bir din anlayışı yalnız Türkiye’de vardır. Dünya üzerinde hiçbir dış destek almadan organize olmuştur. Nur Risalelerine dayanan bir din anlayışı ve teşkilatı yeryüzünde kimde vardır?
- Siyaset bakımından Türkiye en ileri demokrasiye sahiptir. Batıda sermayenin oluşturduğu kukla ikili partiler vardır. Onların kuruluşları da çok zayıftır. Türkiye ise çok partili sistem içindedir. Halk son derece bilinçli olarak siyaset yapmaktadır. Batılıların Türkiye’deki sermayelerini harekete geçirerek ve orduyu da kullanarak her türlü baskıları yapmalarına rağmen, Türkiye demokratik ülke olma bakımından her yerden daha ileridedir.
- Son olarak Türkiye’de “Adil Düzen” ortaya çıkmış, insanın geleceğine ışık tutmaktadır. Sosyal ilimler yeniden oluşmaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde bu ilimler yoktur.
Görülüyor ki, Türkiye dünyanın en ileri ve en medeni ülkesidir. İç ve dış düşmanlarını sabırla yenen bir ulustur. Gerektiğinde silahını da alıp karşısına çıkanı perişan eden bir ülkedir. Beni ve bizi öyle bir ülkenin halkından kılan Allah’a hamd ederim.
Geçmişte cereyan eden sıkıntılar ve baskılar ulusum yetişsin diye Allah’ın takdiridir. Zafer ulusumundur. Ulusumun iç ve dış düşmanları helâk olacaktır. Adil Düzenciler hamd ederler.
وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ (Va Mav TuPFıy ÖuDUvRuHuM EaKBaRu)
“Sadırlarının hafyettikleri daha büyüktür.”
Yani, onların başlarında sakladıkları kin ve nefret çok daha büyüktür. “Sadr” baş demektir. Hâlen göğüs anlamında tercüme etmektedirler. “Hafyetmek” gizlemek demektir. “Haff” ayağı tamamen örten mestir. “Sır” sedir anlamında olan kelimeden alınmıştır. Sedirin altına sokup gizlemektir. “İhfa” ise görünür şekilde örtülü, kapalı anlamındadır. “Ekber” daha büyüktür demektir. Yaşça veya sayıca büyük demektir. “A’zam” ise hacimce büyük demektir. “Âli” ise rütbece büyük demektir.
Tarih boyunca hep İslâm düşmanlığı yapmışlardır. Hıristiyanlar açıkça düşmanlık yapmışlardır. Haçlı orduları kurmuşlardır. Yahudiler ise daima sinsi düşmanlık yapmışlardır. Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmışlar ve böylece 1400 sene hep kendileri üste çıkmak istemişlerdir. Sonra İslâmiyet yok oldu sanmış ve din savaşlarını rejim savaşlarına çevirmişler ama bu savaş 70 sene sürmüştür. Şimdi yine din savaşlarını ortaya çıkarmak istemektedirler. Batı dünyası ikiye bölünmüştür. Kilise Müslümanlarla savaş istemektedir. Kur’an, Müslümanlarla Hıristiyanlar bir olup Yahudi ve dinsizlerle birlikte savaşacaklardır ve galip geleceklerdir diyor. Avrupa Birliği’nde yanımızda yer alan devletler vardır. Yarın ABD de sermayenin pençesinden kendini kurtarıp bizim yanımızda olacaktır.
قَدْ بَيَّنَّا لَكُمْ الْآيَاتِ (QaD BayYanNAv LaKuM eLEAvYAvTı) “Sizin için âyetler tebyin ettik.”
Bütün bunlar zaten çok açık şekilde bilinmektedir. Allah da bize bunları beyan etmektedir. Buradan anlıyoruz ki Kur’an Allah’ın sözleridir. Kur’an’da söylenenler, sanki şimdi yazılmış gibi veciz bir şekilde olanları anlatmaktadır. O günkü Roma İmparatorluğu yıkılmış, Avrupa dinsizleşmiş ama İngiltere ve Amerika Hıristiyan kalarak tüm dünyayı fethetmişler, yeryüzüne hakim olmuşlardır. Ondan önce Müslümanlar da eski dünyaya hakim olmuşlardır. Bundan sonra da bu iki gücü alt edip yeni uygarlık kuracak kimse yoktur. Kur’an’ın bildirdiğine göre, belki Moğollarda olduğu gibi istila edeceklerdir, ama tutunamayacak ve yine İslâm dinine gireceklerdir. Müsbet ilimle teyit edilen hükümler de âyettir. Yani, kıssada hayat vardır der de öyle olduğu ilmen sabit olursa o âyettir. Burada anlatılan hükümler de hayata uyduğu için günümüzü anlattığı için âyettir.
إِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ (EıN KuNTuM TaGQıLUvNa) “Aklederseniz.”
Kur’an’ın âyetliği onun akılla denkleşmesinden ileri gelmektedir. Size birisinden mektup gelse, ben sizin kardeşinizim diye yazsa, ondan sonra bunu kanıtlamak için sizin her türlü bıtanesini bilse, kardeş olmayanın bunu bilmesi mümkün değilse, siz de o mektubu yazanın kardeş olduğuna inanırsınız.
Kur’an’da tabiî ve sosyal kanunlar anlatılmaktadır. Geçmişten ve gelecekten haber verilmektedir. Gerek kişilere ait gerekse topluluklara ait hükümler konmaktadır. Bunların tamamı sosyal ve tabiî ilimlerce zamanla ortaya konmaktadır. Tarih ve geleceğin tahmini müsbet ilimle yapılmaktadır. Konan hükümlerin yararlılığı müsbet ilimce saptanmaktadır. Bu bize Kur’an’ın Allah sözü olduğunu ispat eden kesin delil olmaktadır.
İşte bunun için “İn kuntum ta’kıllûn” denmektedir. Burada şartı sonraya almıştır. Âyet olması için akletmemiz gerektiğini ifade etmektedir. Daha önce söylenmiş olsa illet olurdu.