ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 45
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ(169)
فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(170) يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ(171)
وَلَا تَحْسَبَنَّ (Va LAv TaXSaBanNa) “Hesap etmeyiniz.”
“Hisbe” nişangâh demektir. Bir şeye taş atarken düz olarak atamazsın. Mesafeye göre yukarıya doğru atarsın. O zaman hedefine isabet eder.
İlk dönemlerde meyveleri dökmek için kullanılan taş veya ağaç parçaları özel olarak seçilirdi. İnsanın elini deneye deneye alıştırması ve ilk hızını taşa ona göre vermesi gerekir. Atış eğitimi de ona göre verilir. Sonra bu tekniği ok atışlarında da kullandılar.
“Hesab” kelimesi, tahmin etmek, ayarlamak anlamlarına geldiği gibi; sanmak anlamında da kullanılmaya başlanmıştır.
Zan var, hesab var, şek var. Zanda olumlulukla olumsuzluk eşittir. Şekte tereddüt fazladır. Hesapta ise isabet tereddütten fazladır. Sayılarla işlem yapmak hesap yapmakta kullanılmıştır.
“Ihsa etmek” de, hesap yapmada sonuçlara varmak demektir.
“Hesab etmeyiniz” sanmayınız demek olur.
Burada çok önemli bir ihtar vardır. Fizikte de matematikte de öyle yerler vardır ki, orada hesap yapamazsınız. Mesela, sıfırın sıfıra bölümü, sonsuzun sonsuza bölümü yapılamaz. Orada hesap geçersiz olur. Onlara izple yerler denir. Yani, genel kurallar orada uygulanmaz.
İşte Allah’ın yolunda ölenler için de genel kurallar uygulanmaz.
الَّذِينَ قُتِلُوا (elLaÜIyNa QuTıLUv) “Katl olunmuş kimseler.”
Onları katl olunmuş kimseler sanmayınız. Onları diğerlerine benzetmeyin, onlara eklemeyin.
Toplama aynı cins arasında olur. Allah yolunda ölenler diğerleri cinsinden değildirler. Onları onlarla birlikte toplamayınız, aynı kefeye koymayınız.
Burada “Ellezîne kutilû” sıla ile çoğul olarak gelmiştir. Bu bize önemli şeyler öğretmektedir.
Önce teker teker savaşmak yoktur. Cemaat olup cihat yapmak gerekir. Mekke devrinde olsak bile birlikte hareket edeceğiz. Birlikte öğreneceğiz, birlikte uygulayacağız, bize yapılacak zulme birlikte sabredeceğiz. Karşı taraf bizi bölerek her birimizi ayrı ayrı yiyip bitirmek ister.
Diyelim ki, başörtüsü cihadını vereceğiz. Bunu birlikte yapmalıyız. Ne yapabiliriz? Birimizi derse sokmadılar mı hiçbirimiz girmeyiz. Erkek-kadın boykot eder ve dersleri bırakırız. Öğretmenler de erkek-kadın ders vermeyi bırakır. Bunların hiçbirisi kanunen suç değildir. Cahil mi kalacağız. Hayır.
Diplomasız da olsa, kendi kendimize, kitaplarla ve dersleri bırakan öğretmenlerden özel ders alarak bilgi sahibi oluruz. Şimdi doktorluk yapamayız. Ama “Adil Düzen” geldiğinde imtihanla her bilene devam mecburiyeti olmadan diplomalar veririz. Sorun biter.
Biz eğer “Adil Düzen”in geleceğine inanıyorsak, bunun böyle olacağına da inanırız.
Öyleyse cihadı böyle münferiden yapmamalıyız. Bu boykotu birlikte yapacak duruma gelinceye kadar, kızlarımız ve kadınlarımız başlarını açacaklar, derslere girecekler ve dersler vereceklerdir. Ancak özel eşarp takarak başörtüsünü örtmek istediklerini göstermelidirler. İktidar olduktan sonra da “Adil Düzen”i korumak için gerekirse savaşmak durumunda kalabiliriz. O zaman da birlikte savaşmalıyız. Parça parça savaşılmaz.
Kıbrıs sorununu, Irak sorununu, Filistin sorununu, anarşi sorununu çözmek tek başına bizim için mümkün değildir. Önce devletler kendi içlerinde “Adil Düzen”i kurmalıdırlar; demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devletlerini oluşturmalıdırlar. Ondan sonra “Adil Düzen”e inanan, barışa inanan devletler işbirliği yapıp, zulme karşı birlikte savaş vermelidirler. Yoksa tek başımıza dünyanın sorunlarını çözemeyiz. İç sorunlarımızı çözmeden dış sorunlarımızı çözemeyiz.
“Ellezîne kutilû”da önemli husus, katl olunanlar bellidir. Mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmış olan kimselerdir. Katl olunma şekli de bellidir. Allah yolunda öldürülmeleri gerekir.
Burada işaret etmemiz gereken bir husus da, öldürenler değil, ölenler şehittir. Onlar özel muameleye sahiptirler. Hak yolunda savaşmak, savaşı kazanmak önemlidir. Cennete götürür ama hiçbir zaman şehitlik mertebesine ulaştırmaz. Orada katl olunmak vardır. Kendi eceliyle ölmekle de o mertebeye varılmaz.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Fıy SaBıLı elLAHı) “Allah sebilinde.”
Allah sebilinde öldürülmek ne demektir?
Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanlıktır. O halde Allah sebilinde ölmek, insanlık yolunda ölmektir. İnsanlığın zulümden kurtulması ve saadete ermesi için cihat yaparken katl olurlarsa demektir.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda Kur’an’ın öğrettiği ve günümüze hitap eden Allah’ın sebili gösterilmiştir. İnsanlık ülkelere ayrılmıştır. Ülkeler illere ayrılmıştır. İller bucaklara ayrılmıştır. Bucaklar ocaklara ayrılmıştır. İnsan aile içinde yaşamaktadır.
Millet, Kavm, Şa’b, Kabile, Aşiret ve Nefs hep birlikte Beyt içinde yaşamaktadır. Bunların Demokratik (Şeriat), Lâik (Adalet ), Liberal (İslâm ), Sosyal (Hak) içinde hukuk (hakemlik) düzeni içinde yaşamlarını sağlamaktır. Yani, Allah’ın yolu demek, topluluğun yolu demektir.
Topluluk da aşiretten başlar ve tüm insanlığa kadar varır. Bütün bunların selâmeti, saadeti, refahı ve düzeni için çalışırken öldürülürlerse…
Daha önceki âyette, nebinin ğal etmeyeceği yazılıdır. Çıkar için savaş değil, barış için savaş. Hayat için kısas. İşte Allah’ın sebili, Allah’ın yolu budur.
Bir kimse insanlığa saadeti getirecek Kur’an’ı öğretirken öldürülürse, o da şehit olmuş olur.
Kur’an’ı öğretmeyi hedef edinen Süleymanilere, ve onun manâsını insanlığa anlatmayı gaye edinen Nursilere, “Adil Düzen”i ortaya koymak için çalışan Akevler cemaatine, onu dünyaya yayan Milli Görüşçülere müjdeler olsun. Bu yolda öldürülürlerse şehitliğe ulaşacaklarına inanıyorum.
أَمْوَاتًا (EaMVAvTan) “Meyitler”
Meyyitler hasab etmeyiniz. Allah yolunda öldürülenler ölü değildirler.
“Hay” yazın diri hareket eden yılandır. “Meyyit” de kışın kış uykusuna yatan yılandır.
“Ölmek” demek, asla yok olmak demek değildir. Kur’an’da ölü uyuyana benzetilmiştir. Kışın kökler, dallar uykudadır. Yazın yeşerirler. Sıcaklarda kuruyanlar sonbaharda dirilirler.
“Hay”, hareketli hâli ifade der. “Meyyit/Ölü” ise hareketsiz dinlenme hâlini ifade eder.
Biz öldüğümüz zaman yok olmuyoruz. Bedenimiz de yok olmuyor. Sapları kuruyor, yaprakları dökülüyor. Sonra aynı genlerle aynı şekilde yeniden ortaya çıkıyor. Bizim bedenimiz hayatta iken de yenileniyor. Saçlarımız hep büyüyor ve kesiyoruz. Derimizde de böyle değişme vardır.
Bir aile nasıl evini değiştirmekle kendileri değişmezse, biz de ölmekle bedenimizi yenileyeceğiz, ama biz değişmiş olmayacağız. Ölümlü bedenimizi ölümsüzleştireceğiz.
Ölü ile diri arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz. Otomobiliniz harekette olur. Bu hayat hâlidir. Otomobiliniz durur ama kontak kapanmamıştır, motor çalışır. Bu uyku hâlidir. Otomobilinizin anahtarı kapatılır ve stop eder. Bu da ölü hâlidir. Şoför gelip kontağı çevirirse uyku hâline geçer. Vitese geçirip yürürse, uyanık hâle gelir. Aynı şeyleri bilgisayar için de söyleyebilirsiniz. Bilgisayarın kapalı hâli ölü hâlidir. Bilgisayar açık ama dosya açılmamışsa uyku hâlidir. Dosyaya girdiğinizde uyandırmış olursunuz.
İnsanlar ölünce bedenlerinin kontaklarını kapatmış olurlar. Borazan çalınınca da direksiyona geçer, kontak anahtarını çevirir ve arabalarını çalıştırırlar.
Şimdi eğer arabanızı biraz sonra kullanacaksanız, sokakta bırakırsınız, herkes onu görür. Ama eğer birkaç gün arabayı kullanmayacaksanız, garaja alırsınız, çevredekiler onu görmezler.
İnsan da kısa zamanda tekrar bedenini kullanacaksa uykuya girer. Uzun zaman kullanmayacaksa ölür. Bedenini garaja alır. Yalnız araba çok eski ise onu satar. Kullanacağı zaman gelince yeni araba alır.
İşte biz de ölünce bedenimizi satıp hurdalığa veriyoruz. Günü gelince de yeni bedenimize kavuşacağız.
Burada yirminci yüzyılın keşifleri ile çözülmüş sorunlar vardır.
Biz yaşarken bedenimizde değişmeler görüyoruz. Büyüyoruz, gelişiyoruz, hareket ediyoruz… Oysa değişen bedenimiz değildir. Ruhumuz değişik bedenlere atlaya atlaya gitmektedir. Bedenler değişmiyor, ruhun bedenleri değişiyor. Nasıl bir elbiseyi çıkarıp diğer elbiseyi giyerseniz, her an eski bedenleri bırakıp yeni bedenlere giriyorsunuz. Bu dört boyutlu uzaydır.
Mesela, elbisenizi değiştirirken seçenekleriniz var. İstediğiniz elbiseyi giyiyorsunuz. İstediğiniz bedene giriyorsunuz. Böylece beş boyutlu uzay içinde dört boyutlu bir çizgi çiziyorsunuz.
Uyku, atlamalı olarak yeni bedene girme demektir. Trende vagonları değiştirdiğinizi düşünün. Sonra trenden inip dışarıda yol alıp sonunda bir vagona binmek demektir. Böylece uyku halinde sizin için zaman geçmemiş olur. Siz girdiğiniz yeni vagonun numarası ile geçen zamanı ölçmüş olursunuz.
Öldüğünüz zaman da olay böyledir. Herkes vagondan inecek. Bir gün hepimiz birden vagonlarımıza binmiş olacağız. Son indiğimiz vagonumuza bineceğiz. Sonra da oradan cennete veya cehennem gideceğiz. Buna “kıyamet” denmektedir. Kıyamete kadar biz ölü olacağız.
بَلْ أَحْيَاءٌ (BaL EaXYAEun) “Bel onlar haydırlar.”
Kişinin arabası kaza yapmıştır. Ama ona hemen bir araba alınmıştır ve yol da tıkalı olduğu için başka yola götürülmüştür. Öldükten sonra onlar için ölü dönem yoktur. Hayat hemen başlayacaktır.
Burada yine yirminci yüzyılın keşfi imdadımıza yetişip sorumuza cevap veriyor: Kâinat büyüyor…
Hareket demek, dört boyutlu uzayda çubukların eğikliği demektir. Havuzda su yükseliyor. Eğik duran çubuk su yüzünde hareket ediyor görünür. Çubuğun iki hızı vardır, kendi hızı ve dalga hızı. Matematikten bilinir ki, kendi hızı ile dalga hızının çarpımı su hızının karesine eşittir.
Kur’an’da Kâinatın büyüdüğü bildirilmiştir. Çubuk kırk beş dereceden büyük olamaz. O zaman kendi hızı dalga hızından büyük olur ve artık görünmez olur, yani yok olur. O halde cisimlerin azami hızları ancak ışık hızı olabilir. Kur’an’da bu da leyl neharı (gece gündüzü) geçemez âyetiyle ifade edilmiş olmaktadır.
Demek ki, birbirine doğru hareket eden cisimlerin ışıkları ışık hızından fazla olmayacaktır.
(Işık Hızı+Yaklaşma Hızı)*Zaman=Hızlanmışta Zaman*Işık Hızı olacaktır.
(Işık Hızı-Uzaklaşma Hızı)*Zaman=Hızlanmışta Zaman * Işık Hızı
(c+v)*t=c*tv (c-v)*t=c*tv Bunlardan şu sonuç çıkar:
tv=t*(1-v^2/c^2)^.5
Hızlandırılmış cisimde zaman kısalır. Işık hızına çıkınca zaman hiç geçmez.
Yani, zaman kısalıp uzayabilir. Şöyle ki, benim için 1000 yıl geçer, senin için 1 sene geçer.
Bu formülün bize sağladığı açıklama şu oluyor.
Öldüğümüz zaman arada kıyamete kadar bir zaman geçecektir. Ancak bu zaman dünyadaki zamanla ilişkili olmayacaktır. Dünyada yaptıklarımızla ilgili olacaktır. Kimine göre çok bekletilecek, kimine göre az bekletilecektir. Allah yolunda ölenler ise hiç bekletilmeyeceklerdir. Onlar için cennete girmek öne alınacaktır. Çünkü Allah yolunda öldürülenlerin bütün günahları affedilmiştir. Onların hesapları berzahta değil, cennetin içinde yapılacaktır.
عِنْدَ رَبِّهِمْ (GıNDa RabBıHıM) “Rablerinin indinde.”
Şehitlik kolay elde edilebilecek bir mertebe değildir. Bir defa şehit olabilmek için Allah yolunda cihad için ölümü göze almak gerekir. Bu bir duygudur. “İslâm”dan “iman” mertebesine yükselmek gerekir. İnsan buna çalışarak, eğiterek, deneyerek ulaşabilir.
Ancak bu mertebeye varmak elimizde olsa da, şehit olmak elimizde değildir. Çünkü biz cihat yapabilmemiz için de yaşamak zorundayız, o sebeple de kendimizi korumak zorundayız. Eğer isteyerek ölürsek, o şehadet değil, intihar olur. Böyle bir şey yaptığımızda İslâmiyet’in bile dışına çıkılmış olur.
Onun için şehadet mertebesi aynı zamanda risalet gibi Allah’ın lütfüdür. Bunun için burada “İnde Rabbihim/ Rablerinin indinde” denmiştir. Allah onları imtihan etmiş ve onlara lütfedip bu ulu dereceye ulaştırmıştır.
Burada işaret edilen diğer bir husus da, Allah cennette oradakilerle beraber olacaktır. Onlarla buluşacak, kendisini gösterecek, onlarla sohbet edecektir. Şimdi melekler ne ise o zaman da mü’minler ve müslimler öyle olacaklardır.
يُرْزَقُونَ (YuRZaQUvNa) “Rızıklandırılmaktadırlar.”
Ölü halde iken de ruh rüyada olduğu gibi huzur içinde veya sıkıntı içinde olacaktır.
Kur’an’da “Firavun’a ateş gösterilir” denmektedir. Ölmekte olan insana son olarak bir dünya gösterilir. Sonra o manzara ile uzun veya kısa olarak varlığını sürdürür. Ölülerin son olarak gülümsedikleri ve nur yüzle öldükleri müşahede edilir.
Bu âyetteki diriliğin mecazi değil hakiki manada olduğunu belirtmek için “Onlar rızıklandırılmaktadırlar” deniyor. Arafta değil de, cennette olduklarını belirtmek için “Rablerinin indinde” denmektedir.
“Rızıklandırılmaktadırlar” sözü ile bedeni varlıklarının olduğu, dolayısıyla beslenmeleri gerektiği ifade edilmiş olmaktadır. Yasin Sûresi’nde de “Beni mükremlerden yaptı, beni ikrama mazhar olanlardan kıldı” (36/27) ifadesiyle buna işaret etmektedir. Böylece orada katl olunan kimse de şehit olmuştur.
O halde şehit olma bakımından, tebliğ yaparken öldürüldüğünüzde de şehit olursunuz.
Bu âyetin açıkça ifade ettiği cennetin hâlen varlığıdır.
Buna karşılık başka âyette cennetin çapı Kâinat kadardır deniyor. O halde cennet Kâinatın dışındadır. Bu da bizi dört boyutlu, beş boyutlu uzaya götürür. Nitekim kelamcılar bu gerçeğe dayanarak çok boyutlu uzayı keşfetmişlerdir. Batı’da yapılan, kelamcıların söylediklerinin müsbet ilimlerle ispatı olmuştur.
فَرِحِينَ (FaRıXIyNa) “Ferahlanırlar.”
“Refah, Felah, Ferah” kelimeleri benzer kelimelerdir. “Ferahlamak” demek, rahatlamak demektir. Sıkıntıdan kurtulmak demektir. “Refah”, maddî sıkıntılardan kurtulmaktır. “Ferah” ise rûhî sıkıntılardan kurtulmaktır. “Felah” da bedenî sıkıntılardan kurtulmak demektir.
Dünya sıkıntı merkezidir. İnsan her an ölümle karşı karşıyadır. Öldükten sonra da ne olacağını bilmemektedir. Ancak inanmış kimseler için dünyada rahatlık vardır, ferahlık vardır. Onlar da her zaman günah işlemek zorunda kaldıkları için sıkıntıdadırlar. Cennete giden kimseler artık bu sıkıntılardan kurtulmuşlardır. Hesap verme sıkıntısı sona ermiştir.
Öğrenci imtihana girer, ondan sonra da alacağı notu bekler. Heyecanlıdır. Sıkıntılıdır. Beklemektedir. Sınıfını geçtiğini öğrenince ferahlanır.
Şehitler de böyledir. Cihat yapmaktadırlar. Sıkıntıdadırlar. Kişi korkulu rüyadan uyanır ve bir de bakar ki, her şey yerli yerinde. Ferahlanır. Öldükten sonra cennete gidenler de böyle ferahlanırlar.
بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ (Bı MAv EavTAyHuMu EalLAHu)
“Allah’ın kendi fadlından ita etmiş olmasından dolayı.”
Allah onlara beklemedikleri imkânları ve yerleri vermiştir. Onlara cennette bir yer tahsis etmiştir. Orada yerleşmektedirler. Oralardaki meyveliklerden yararlanmaktadırlar. Onların işlerini gören yardımcıları vardır. Onları taşıyan buraklar vardır. Onlar orada meyve yemekle meşguldürler. Onlar orada Rablerine nâzırdırlar. Artık onlar için hastalık yok, ölüm yok, işsizlik yok, açlık yok…
Onların orada bu süfli işlerin dışında daha yüksek, daha büyük yapacakları işler vardır.
İlmî çalışmalar yaparak, ilimlerini yükselterek daha üst derecelere çıkarlar. Daha üst hayat için hazırlık yaparlar. Bu dünyada olduğu gibi korkudan dolayı değil, daha fazla iyilik elde etmek için çalışma içindedirler. Çalışma onlara zevk vermektedir.
مِنْ فَضْلِهِ (MıN FaWLıHı) “Fadlından.”
Amelleri sebebiyle değil, öldürülmeleri sebebiyle bu taltife uğramışlardır. Cihat edenlerin hepsi aynı mertebede amele sahiptirler. Elbette karşılığını alacaklardır. Öldürülenler ise kendi amelleri ile değil, Allah’ın onlara lütfetmesiyle bu mertebeye eriştiler. Dolayısıyla bu lütuf sadece Allah’ın lütfü ve fadlı sonucudur.
Onlar ölümü istemediler. Ölümü göze aldılar. Ama bu arada ölmemek için de ellerinden geldiğince çalıştılar. Ancak gerektiğinde canlarını vermekten kaçınmadılar.
“Ben Akevler Adil Düzen derslerinde görünürsem, sonra kamuda görev alamam!” diyenler nerede; ölümü göze alarak cihad yapanlar nerede?!.
Kapalı bir mekândaki oy sandığı hücresinde kimi korkularla, cihad edenlere oy veremeyenler nerede; ölümü göze alarak cihad yapanlar nerede?!.
İşte “müslim” ile “mü’min” arasındaki fark budur. Şehadet ise bir lütfü ilâhidir.
Ölümü göze alanlar o mertebeye taliptirler demektir.
Peygamberler, yalnız kendilerinin değil, ümmetlerinin de hesabını vermek durumunda oldukları için cennete hemen gitme hususunda şehitler mertebesinde değildirler. Tarihte cemaatleri olmayan peygamberlerden kimi katl olunmuş ve şehit olmuşlardır. Elbette onlar da bunlara eklenecektir. Ama cemaatleri olan peygamberler ise katl edilmemişlerdir. Bunlar berzahta hesab verdikten sonra cennete gideceklerdir.
وَيَسْتَبْشِرُونَ (Va YaSTaBŞıRUvNa) “İstibşar ediyorlar.”
“Bışr” beyaz tüysüz deridir. “Edm” ise siyah deridir.
İnsanın sevindiği zaman yüzünde nasıl sevinç ortaya çıkarsa, işte onu ifade etmek için kullanılır.
“İstibşar etmek” demek, sevindirmek demektir.
Şehit olanlar sayesinde dünyada başarı elde edilmiştir. Bundan haberdar edilmişlerdir.
İstiklâl Savaşı’nda ölenlere savaşın kazanıldığı müjdesi verilmiştir. Onlar da orada sevinmektedirler.
Bu ifadeden, dünyada olup bitenden âhirette ölenlere haber verileceği anlaşılmaktadır.
Burada yalnız şehitlerden bahsedilmekte ise de, diğerleri için nefy edilmemektedir. Cennette olanlar, buralara gelip bizleri seyredebilirler. Çünkü Zelzele Sûresi’nde böyle ziyaretin olacağı bildirilmiştir. Kur’an’da “Gerçi sen ölüye işittiremezsin” denmiştir, ancak onlar işitmezler denmemiştir. Böylece ölülerin gelip bizleri ziyaret ettikleri hususundaki inanç tümüyle bâtıldır denemez. Ruh çağırma olaylarının kapıları da açılabilir. Ancak bu hususta ileri gidip büyücülüğe ve şirke dalmamak gerekir.
بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ (Bi elLaÜIyNa LaM YaLXaQUv BiHiM)
“Onlara ilhak etmemiş olan kimseleri istibşar ediyorlar.”
Onlarla seviniyorlar. Hayatta kalıp zafere erişmiş olanlar, başarıya ulaşanlar için sevinç içindedirler.
Biz öldük ama bizim ölmemizle onlar başarıya ulaştılar ve şimdi dünyada onların istedikleri olmuştur. Uğrunda öldürülenler, zaferlerinin sevinci içinde yaşamaktadırlar. Kendilerinden sonra geleceklere bıraktıkları dünya onları sevindirmektedir.
Bedir’de ölenler sayesinde biz şimdi burada yaşıyoruz. Malazgirt’te, Talas’ta, Sakarya’da ölenler sayesinde biz burada yaşıyoruz. Biz Allah’ın yolunda “Adil Düzen”i tesis ettiğimiz zaman o geçmişte şehit olanlar bizimle istibşar etmektedirler.
Burada “ilhak olunmayanlar”dan maksat, şehadette onlara katılmayanlar, sağ kalanlar demektir.
مِنْ خَلْفِهِمْ (MiN PaLFıHıM) “Halflerinden”
Onların peşlerine takılıp şehit olmayanlar, arkalarından takılmayanlar, yani zafere ulaşanlar.
Ölenler ölmüş ama geri kalanlar da onların sayesinde zafere ulaşmışlardır. Ölenler geride kalanlar için ölmüşlerdir. Kendilerinden sonra gelenlerin “Adil Düzen”i tesis etmeleri ile onlar sevinmektedirler.
Çile çekerek, zindanlarda baskı ile öldürülmüş olanlar da böyledir. Mesela, Ebu Hanife yaşadığı devirde mevcut yöneticilerin istedikleri tavizleri vermemiş ve zindanda şehit olmuştur, ama şimdi cennettedir. Milyarlarca insanın onun sayesinde Allah’ın sebilinde olduğunu duydukça istibşar etmektedir, sevinmektedir.
أَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (ELAv PaVFun GaLaYHım) “Onların üzerinde havf yoktur.”
Yani, kendilerinden sonra gelenler üzerinden onlar sayesinde havf kalkmıştır. Bu manaya gelebilir.
Yahut, cennette olanlar için havf yoktur, korku yoktur, endişe yoktur anlamında olabilir.
Savaşlarda şehit olanlar sayesinde kazanılan zaferlerledir ki, dünyada güven ortamı ortaya çıkmış, korku gitmiştir. Şimdi biz yaşadığımız çağımızda bugün bu güvenlik ve eman ortamı içinde değiliz. Çevre kirliliği, nesil dejenerasyonu, tahrip edici silahlar ve mafya her gün bizi tehdit etmektedir.
Ancak “Adil Düzen” için şehit olanlar insanlığa “Adil Düzen”i getirecekleri için artık yeryüzünde havf kalmayacak, güvenlik tesis edilecektir. Buna sebep olanlar da âhirette korku duymayacaklardır.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (VAvHuM YaPZaNUvNa) “Onlar mahzun da olmazlar.”
Onlar mahzun olmazlar, ümitsizlik içinde olmazlar, üzüntü içinde olmazlar.
Şair, “Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakkın/ Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” dedikten sonra, İstiklâl Savaşı kazanılmış ama inkılâplarla karanlık günler gelmiştir.
O karanlık günler geride kalmakta, “Adil Düzen”in aydınlık günleri gelmektedir. İşte o zaman vaadedilen günler doğmuş olacaktır. Bin yıllık “III. Bin Yıl Uygarlığı” bu mısralarn mev’udu olacaktır.
O günlere inanmış ve şehitliği göze almış mü’minler beklenmektedir…
يَسْتَبْشِرُونَ (YaSTaBŞıRUvNa) “İstibşar ediyorlar. Seviniyorlar.”
Burada “Va/Ve” harfi tekerrür etmemiştir. Dolayısıyla yukarıdaki istibşarın bir açıklamasıdır. Bedeldir.
Sevinenlerin sevinçleri iki türlüdür:
a) Biri, âhirette kendilerine verilmiş olanlar sebebiyle ferahtadırlar.
b) Diğeri de, dünyadaki başarılardan dolayı istibşar içindedirler. Onlara dünyada olacaklar bildirilecek, Allah’ın sebilinin nasıl galip geldiğini bilerek sevineceklerdir. Nasıl doğru bir gaye için çalıştıklarını anlayacaklardır. Bu şunu gösterir ki, Allah rızası için malını ve canını vermiş olanları Allah boşu boşuna ölmek gibi bir durumla karşı karşıya bırakmayacaktır.
Vatanı savunanlar da Allah rızası için savunmaktadırlar. Önce devletimiz yaşamalıdır ki sonra o devletimiz “Adil Düzen”e ulaşsın. Devletimiz yıkılırsa, çökerse, yok olursa artık bizim “Adil Düzen”i getirmemiz mümkün olmaz. Bu devletin çıkarı için çalışanlar, aynı zamanda “Adil Düzen”in çıkarı için de çalışmaktadırlar. Çünkü bu ülkeye er veya geç, kanlı da olsa kansız da olsa “Adil Düzen” gelecektir.
Nasıl hamile kadını himaye edip koruyorsanız, onun vesilesiyle çocuk doğacağından dolayı hamile hanımı himaye ediyorsanız, böyle bir kadın katil de olsa, idamlık da olsa dokunamazsınız. Aynen böyle, devletimiz yani yönetim şeklimiz kötü de olsa, hükümetimiz zalim de olsa, madem ki “Adil Düzen”e gebedir, o halde onu korumak bizim acil vazifemizdir. Bu ülkeyi korurken şehit olursak, o da Allah’ın bize olan bir fadlı olacaktır.
بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ “Allah’ın bir nimeti sebebiyle sevinmektedirler.”
Allah onları âhirette ferahlatmaktadır. Dünyada olanları da zafere ulaştırmış ve onları da sevindirmiştir. Onlara nimet vermiştir.
Her savaşın sonunda elde edilen zaferle insanlık biraz daha ileri gider. Kaybedilen savaşların bile yararı vardır. O sayede kötüler ve kötülükler ortadan kalkar.
İstiklâl Savaşı sonunda, hiç beklenmedik hesapta olmayan bir nimete ulaştık. 1071’den beri biz Anadolu’yu tam olarak fethedemiyorduk. Ama orada yaşayan halkı yani Ermeni ve Rumları ortadan kaldırmak aklımızdan bile geçmiyordu. Çünkü dinimiz buna izin vermiyordu.
Ancak I. Cihan Harbi’ndeki mağlubiyetimiz sonunda onlar düşmanlarımızla bir olup ayaklandılar. Biz de karşılık vermek zorunda kaldık. Rum ve Ermenilerin bu akılsızca düşmanlığı sayesinde Allah Anadolu’yu bize özelleştirdi. Bugün 70 (yetmiş) milyonluk büyük bir ülke olmamız, ancak o savaşta yenilmemiz sayesinde gerçekleşmiştir. Böylece 1071’den beri Anadolu ilk defa bütünüyle Müslüman olarak saflaştı.
O halde Allah’ın yolunda cihat yapanlar hiçbir zaman yenilmezler. Daima onlar galip geleceklerdir. Çünkü onlar Allah yolundadırlar ve Allah hiçbir zaman yenilmez.
Şehit olmak nasıl yenilmek değilse, bazen kaybedilen savaşlar da yenilmek değildir.
Müslümanlar beş yüz senedir yeniliyorlar; Hıristiyanlar ise yeniyorlar… Ama dünyada bugün gelinen noktaya baktığımızda görüyoruz ki, Müslümanların nüfusu artıyor, Hıristiyanların nüfusu ise azalıyor. Sonunda muzaffer olan biziz. Bu Allah’ın nimeti sebebiyle böyle olmaktadır.
وَفَضْلٍ (VaFaWLın) “Ve fadlından.”
Burada “Fadl” “Nimet”e atfedilmiştir. Dolayısıyla o da “Minellahtan” yani Allah’tandır.
Şehitlerin çabalarıyla yaşayanlar nimetlere ulaşmışlardır. Tabii ki, Allah’ın daha fazlasını vermesiyle bu durum gerçekleşmiştir. Biz istiklâlimizi kazandık. Düşmanı şehitlerimiz sayesinde denize döktük. Ama kazancımız sadece oraya münhasır olarak kalmamıştır. İstanbul’u da savaşsız fadlan aldık. Anadolu’yu elde ettik ama 70 milyon nüfusa fadlan erdik. Zafer kazanıldı mı fazlası da gelmektedir.
Nitekim, son seçime girdik ve %34 oy aldık, ama milletvekili sayısı %67 oldu. Tam iki misli fazla olan bir fadl oldu. Demek ki AK Parti’ye Allah fadlından vermiştir. Bugünkü AK Parti’nin iktidarı, Saadet Partisi ve diğer Millî Görüş partilerinin şehadeti ile olmuştur. Onların çabaları sayesinde bu zafer gerçekleşmiştir. AK Parti ile Saadet Partisi arasındaki fark, şehitlerle gaziler arasındaki farktır. Şehitler Allah’ın yanındadırlar, ırzak olunmaktadırlar. Saadet Partisi ölmemiştir. Onların bugünkü durumdan sevinmeleri gerekir; sevinmektedirler…
Biz işte bu sebepledir ki AK Parti’nin iktidarından memnunuz, sevinç içindeyiz.
AK Parti de kapanabilir. Onlar içinden de şehitler çıkabilir. Ama zafer daima Allah’ın yolunda olanlarda olacaktır. Atılan her adımda daha çok “Adil Düzen”e yaklaşılmış olunacaktır.
وَ (Va) “Ve”
Bundan önceki âyetlerde hep şehit olanlardan bahsetmiştir. Ancak kalanların da, yani şehit olmayan mü’minlerin de bütün amelleri asla boşa çıkmamaktadır. Bu sebeple “Va/Ve” harfi ile atfetti. Yani, yukarıdakilerden ayrı olarak, şehitlerin ulaşmış oldukları yüksek makamları yanında, gazilerin de ücretlerinin olduğunu ifade etmektedir.
Bundan sonraki âyette de cihad yapan mü’minlerden bahsedecektir. Bu âyette buna işaret etmektedir.
“Yestebşirûne” fiil cümlesi, bu cümle ise isim cümlesidir. Fiil cümlesine isim cümlesi eklenince “Ve” hâliye olur. Allah şehitlere yüksek derecelerle ikram edecektir. Ancak katledilmeyen mü’minlerin ecirleri de asla zayi edilmeyecektir. Onların ecirleri zayi edilmeden, öldürülenlerin mertebeleri yükseltilecektir.
أَنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ (EanNa elLAHa LAv YuQIyGu) “Allah zayi etmez.”
“Dayq” cendere demek, sıkıştırmak demektir. “Dayk”da sıkıştırılan yerinde kalır, küçülür. “Day’”da sıkıştırılan ufalanıp yok olur, ezilip dağılır. Varolan işe yaramaz hâle gelir. Ücreti eksik etmek veya vermemek anlamındadır.
Allah kimsenin ücretini zayi etmez, eksik etmez. Şehit olanların mertebelerini yükseltir.
Ama diğer mü’minlerin ücretlerini de eksik etmez, hattâ fazla fazla öder. Bu ödeme hem bu dünyada elde edecekleri zaferle olacaktır, hem de âhirette ulaşacakları mü’minlerin cenneti olacaktır. Allah cennet karşılığında onların mallarını ve canlarını satın almıştır. Ancak bunların bazısından canlarını alır ve onları şehitlik mertebesine yükseltir. Çoğunun mallarını ve canlarını ise yine kendilerine iade eder. Ama cenneti geri almaz. Cennet onlara bedava kalmış olur. Kâr etmiş olurlar. Şehit olanlara ise kat kat mertebeler verilir. Her şeyden önce, hemen cennete götürülürler. Diğer mü’minler ise zafer sonunda bu dünyada verdiklerini geri alırlar. Cennet onlara kâr kalır. Şehit olmamakla beraber, bu dünyada karşılıklarını almış olurlar.
أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ (EaCRa eLMuEMıNIyNa) “Mü’minlerin ücretini zayi etmez.”
Burada “Ecr” müfrettir. Çünkü mü’minlerin ayrı ayrı ücretlerinden değil, mü’minlerin hep birlikte ulaşacakları ücretten bahsedilmektedir.
Bu askerlikte sorumluluğun kollektif olduğu, başarının da kollektif olduğu kuralının tabii sonucudur. Hukuk düzeninde herkes kendi yaptığından sorumludur, davranışlarda ferdi sorumluluk vardır. Oysa askeri düzende kollektif sorumluluk, sonuçtan sorumluluk vardır. Mü’minlerin ücreti zayi edilmeyecektir
“Mü’minler” kurallı erkek çoğul getirilmiştir. Bir cemaati, bir topluluğu ifade etmektedirler.
Yukarıda savaşta ölenlerden, burada sağ kalanlardan söz etmektedir. Onların da ecirleri zayi olmayacaktır. Bu ecir bu dünyadaki ecirdir. Âhiretteki ecir ise şahsidir. Bununla beraber sorumluluk şahsidir. Ancak mükâfattan herkes yararlanır.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ – 46
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِلَّهِ وَالرَّسُولِ مِنْ بَعْدِ مَا أَصَابَهُمْ الْقَرْحُ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا مِنْهُمْ وَاتَّقَوْا أَجْرٌ عَظِيمٌ(172) الَّذِينَ قَالَ لَهُمْ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ(173) فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللَّهِ وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ(174)
الَّذِينَ اسْتَجَابُوا (elLaÜIyNa ıStaCAvBUv)
“Onlar isticabe etmişlerdir. Onlar cevap vermişlerdir. Onlar kabul etmişlerdir.”
Buradaki “Elleziyne” ism-i mevsuldür. Bundan önceki âyette geçen mü’minlerin hallerini anlatmaktadır. Yani, savaşta ölmeyen mü’minleri tanımlamaktadır. Onlar cihada ölümü göze alarak gitmişleridir. Dâvete icabet etmişlerdir. Dâvet eden kimdir? Dâvet eden “İz bease fîhim rasulen min enfüsihim”deki resuldür, yani başkandır.
Nebi geliyor… Ona iman ediyor ve hazırlanıyorlar... Cemaat oluşuyor… Sonra içlerinden veya dışarıdan biri resul olarak geliyor ve resul onları cihada davet ediyor… Diyelim ki şirket kuruyor, “Adil Düzen”e göre kurulan şirkete dâvet ediyor. Yahut parti kuruyor, “Adil Düzen”e göre kurulan partiye dâvet ediyor.
İşte onlar o zaman o resule icabet etmişlerdir, o başkana itaat etmişlerdir.
Kur’an okunarak iman sahibi cemaat oluşuyor. Ayrı ayrı Kur’an okumak cemaati oluşturmaz, bir başkana itaati sağlamaz. Ama birlikte Kur’an okunursa ve bunda sebat edilirse cemaat oluşur. Bu cemaatin oluşma zamanı derslerin sıklığına bağlıdır. Her gün bir araya gelinir, birlikte Kur’an ve yorumu okunursa, o zaman bu 10 (on) senede olacaksa, haftada bir defa bir araya gelinirse bu 70 (yetmiş) senede olur.
Bu kesin kuraldır. Kimse kısa yoldan bir yere varacağını ümit etmesin. 70 (yetmiş) sene bir insanın ömrü için yeterli değildir. Peki, haftalık toplantılarımızın ne yararı vardır? Haftada bir yapılan bu toplantılar bir gün günlük toplantılara götürür. Onun için bu toplantılara devam etmeliyiz. Biz 60 (altmış) yıldan beri günlük toplantılar için çalışmalar yaptık. Henüz ona ulaşamadık. Ancak ümidimiz vardır ki bundan sonra ulaşılacaktır. Biz henüz bir resulün dâvetine uyacak kadar olgunlaşmış değiliz. Onun için “Adil Düzen Partisi” kurulamıyor.
لِلَّهِ وَالرَّسُولِ “Allah ve resule isticabe ettiler.”
Mü’minler Allah ve resulün cihad dâvetine uydular. Burada “Allah ve resul” kelimeleri birlikte geçmiştir. Allah ve resul, hakim olarak, kumandan olarak resuldür. Allah’a itaat etmek demek, kanunlara uymak demektir. Resule itaat etmek demek, uygulamada görevlilere uymak demektir. Allah ve resule itaat etmek demek, askeri yetkilere sahip komutana itaat etmek demektir.
İster savaş ister barış zamanında olsun, başkanın hakem olarak karar alma yetkisi vardır. Buna herkes itaat eder. Askerlikte başkanın kararlarına itiraz edilemez, dava açılamaz. Mağdur olanlar yine kendisine giderler, o haksızlığı giderir. Oysa barış zamanında ise başkanın kararına itaat edilir. Mağduriyet doğarsa hakemlere gidilir. Hakemlere itaat etmek demek, Allah ve resulüne itaat etmek demek olur.
Resule değil, resulüne oluyorsa, hakemler kastedilmiş olur.
İşyerlerinde iş yaparken askeri disiplin uygulanır. Mağdur olanlar hakemlere gider ve mağduriyetlerini giderirler. Askerlikte ise yargıya gitme yoktur. “Allah ve resul” tek kurumdur, komutan demektir.
مِنْ بَعْدِ مَا أَصَابَهُمْ (MıN BaGDı MAv EaÖAvBaHuM)
“Kendilerine isabet etmesinin arkasından.”
Topluluk güç oluşturur. Eğer bir kalabalık bir komutanın emrine girerse birlikte güç oluşturur. Kendilerine cesaret gelir, herkes birlikte hareket ederek kendilerini savunur ve cihatlarında başarılı olurlar.
Galibiyet bu birliği bazen asırlarca korur. Mağlubiyette ise durum tersinedir. Mağlup olanlarda cesaret kaybolur ve dağılırlar. Bir türlü bir araya gelerek direnme gücünü gösteremezler. İşte böyle zamanlarda biri çıkar ve onları birliğe çağırır. Halk ona itaat eder ve tekrar toparlanma ortaya çıkar.
I. Cihan Savaşı’ndaki mağlubiyetten sonra halkımız şaşkına dönmüş ve ne yapacağını şaşırmıştı. Ankara’dan gelen ses halkı tekrar toparlamış ve İstiklâl Savaşı’nı kazandırmıştı. Bu sefer inkılâplar dolayısıyla aynı mağlubiyet tadılmış ve birden ümitsiz bir halde iken demokrasi imdada yetişmiş, halk kahir çoğunlukla dine karşı olan partiyi indirmişti. Ne var ki, 1950’nin başaranları millete ihanet etmiş ve Atatürk Koruma Kanunu gibi şirk kanunları ile ülkeyi biraz daha bataklığa sokmuşlardır.
İşte bu duruma karşı Erbakan ortaya çıkmış ve yeni bir çağrıda bulunmuştur. Halk ona itaat etmiş ve bu sayede bugünkü durumlara gelmiş bulunuyoruz. Asıl bundan sonra “Adil Düzen”e çağıran bir resul gelecek, mü’minler ona itaat edeceklerdir. 28 Şubat yarasından sonra bugünkü iktidar elde edilmiştir.
Sıkıntı, baskı ve tehlikeler mü’minleri yıldırmıyor ve direnmeye devam ediliyor…
Akevler Adil Düzen Çalışanları yeter derecede olgunlaştıktan sonra; “Mala-Mal Marketi”ne veya “Adil Düzen Partisi”ne dâvet ettikleri zaman insanlar onlara icabet edeceklerdir. Bu icabet onlara isabet eden sıkıntıların arkasından olacaktır. Böyle sıkıntıyı Allah her zaman mü’minlere verir. Böylece sahtelerle sadıklar ortaya çıksın ve cemaatte sadece sadıklar kalsın diye bu gelişmeler olur. Eğer bir işe girişiyor da sıkıntı çekmeden başarıya ulaşıyorsanız, biliniz ki o iş Hak yolu değildir.Çünkü öyle oluşlarda herkes yer almıştır.
الْقَرْحُ (eLQaRX) “Onlara karh isabet eder.”
“Rah” cerh gibi yara demektir. “Qarh” müzminleşmiş akıntısı olan yaradır. Onlara karh isabet eder.
Yarın yenilgiye uğrarlar ve o yenilgi sürüp gider. Artık bu yara iyileşmeyecek derken, bir bakarsınız biri çıkar ve yarayı tedavi etmek için çağrıda bulunur. O zaman cihada girişilir. Bu cihad iki şekilde olur.
1) Öldürmenin ve karşı koymanın meşru olmadığı cihad, zulme karşı sabırlı olma cihadıdır. Bu cihatta en çok sabır gösterenler Hıristiyanlar olmuşlardır. Üç asırdan fazla Roma’nın zulüm ve işkencesine sabrettiler. Mağaralara, yer altı şehirlerine sığındılar. Anadolu bu mağara şehirleri ile doludur. Ama sonunda imparatorluk dize geldi ve Hıristiyanlığı kabul ettiler. Şimdiye kadar 1500 senedir ayaktalar ve iki milyar insan onların araksından gidiyor. Mekkeliler de aynı şekilde zulme uğradı ama onların sabırları İslâm uygarlığını oluşturdu.
Siz de sabretmelisiniz… Siz ve bazılarınız belki hayatta olmayabilirsiniz; ama sizin bugünkü ve gelecekteki sabrınız, sebat etmeniz, sonunda bütün sömürücüleri dize getirecektir.
2) İkinci cihad ise öldürmenin meşru kılındığı cihattır. Bu Medinelilerin cihadıdır. Ne var ki onlara da aynı yaralar isabet etmişti. Uhud’da ise tamamen dağılmışlardı. Ama yeni dâvet onları muzaffer kılmıştı.
Bu âyette anlatılanlara göre, sıkıntılardan ve çökmelerden sonra birinin davetiyle başlayan yeni çatışmada bir kısmı şehit olacaktır. Diğer kısmı ise sağlam olarak yurtlarına dönecektir. Ama onlar zaten yola giderken ölümü göze alan kimseler olmuştur.
لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا مِنْهُمْ (Lı elLaÜIyNa EaXSaNUv MıNHuM) “Onlardan ihsan edenler.”
“Onlardan ihsan edenler” yani cihatta şehit olmayanlar, hasenlik içinde kalanlar, cihadı başarı ile sona erdirdiler. Sabrettiler, dayandılar ve selâmete erdiler.
“İhsan ettiler” kelimesini kullanmasının sebebi, dağılmayıp kendilerine verilen vazifeyi yarım bırakmadılar. Ölmeden ve yarım bırakmadan cihadı tamamladılar.
İstenen nedir? “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı uygulayarak insanlığa göstermek. Onlar anayasayı kendi yurtlarında tesis etmişler, dünyaya da göstermişler. İsterseniz siz de böyle yapın ve böyle olun.
Şehit olmamışlar ama şehitlerin istedikleri işleri sona erdirmişler.
Bu satırları okuyacak olanlar eminim ki bunların arasında olmayı isteyeceklerdir.
Tabii ki bu satırlar kâfirlerin kin ve gayzlarını artıracaktır.
وَاتَّقَوْا (VetTaQUv) “İttika etmiş olanlar.”
“İhsan”ın arkasından “İttika”yı da getirmiştir. Acaba neden “ittika” getirildi?
İstiklâl Savaşı’nı düşünün. İhsan edilmiş ülke yeni düzene kavuşmuştur. Ne var ki, ondan sonra muzaffer olanlar, başta savaş zamanındaki Allah’a olan yakarıları unutmuş, halka zulüm etmeye başlamışlardı.
Muzaffer olan İslâm orduları zaferden sonra zulmetmez, tam tersine adalet getirir. “İttika etmek” bu demektir. İktidar sarhoşu olanlar zulme başlarlar. Allah’a hamd etmeliyiz ki, bu zulmü ne Refah-Yol Hükümeti yapmadığı gibi, şimdiki AKP Hükümeti yapmamaktadır.
Kötü olan taraf, zalimlerin zulmü hâlâ devam etmektedir…
Anayasa ekseriyeti olan parti kanun değiştirememiştir, kadrosunu yenileyememiştir… Ama zulüm yapmamışlardır. Şimdilik buna da şükretmeliyiz. Görev ihmali varsa da; sabırla bekliyoruz…
أَجْرٌ عَظِيمٌ (EaCRun GaJIyMun) “Azim bir ecir vardır.”
Burada “Ecir” kelimesi nekire (belirsiz) gelmiştir. Yani, diğerlerine verilen ücretten faklı bir ücret vardır. Müslimlere verilen ücretten faklı ücret vardır. Şehitlere verilen ücretten farklı bir ücret vardır. Şehitlere verilen ücretle bunlara verilen ücret benzerse de, onlar dünya hayatını kısa yaşadığı için onların âhiret hayatı önceden başlayacaktır. Savaşta ölmeyip sağ kalanlar ise ihsan ve ittikada bulundukları için de farklı ücrete müstahak olacaktır. Bu ücret azimdir, yücedir.
“Ecir” nakit benzeri ücretten ziyade, cennet gibi bir yaşama olduğu için ona “azîm ecir” adını vermiştir. Âhirette cennetlikler hep aynı yerde yaşayacaklardır. Ancak bunlar cennetin içini bucağını dolaşırken, kimileri daha uzak yerlere gidebilecek, onlar için cennet büyük olacaktır. Kimileri ise daha çok yakın yerlerde dolaşacaklardır. Ama orada amel-i sâlih işleyerek herkes en üst seviyeye varacaktır. Fark sadece zaman farkı olacaktır. Eşitlenmeden sonradır ki başka bir hayat başlayacaktır. “Karh”tan sonra bu müjde verilmektedir.
Saadet Partisi’nde kalanlar, -ajan değilseler- bu müjdeye nâil olan kimselerdir. Kendilerine karh ulaştığı halde yine sabrettiler. AK Parti’deki Tayyip grubu da böyle bir imtihan vermişlerdir. ANAP’tan gelenlerle A. Gül grubu henüz bu imtihanı geçirmediler.
Bu ecr-i azîm yalnız âhiret için değildir. Böyle sıkıntılı anlarda sabredip gelen yeni resulün dâvetine icabet edenler bu dünyada da başarıya ulaşırlar. Nitekim AK Partililer ulaşmışlardır.
Burada Saadetçilerin bir şeyi iyi anlamaları gerekir. AK Parti %34’ü Saadet Partisi’nden almadı. Saadet Partisi’nin kaybettiği oyları o parti topladı, başka partilerin oylarını da kattı ve %34’ü öyle aldı. Nitekim son mahalli idareler seçimlerinde her iki parti oylarını artırmışlardır. Daha bizim tarafa gelecek çok oy vardır. Nasıl?
Ya bu partiler “Adil Düzen”i kabul edecek ve o oyları getireceklerdir, ya da yeni “Adil Düzen Partisi” kurulacak ve o oyları toplayacaktır. Bu iki parti de Adil Düzenci partidir. Ancak “Adil Düzen”i bilmedikleri için uygulayamıyorlar. Siz de bilmeden iktidar olsanız siz de uygulayamazsınız. Bu gerçeği sakın unutmayın!
الَّذِينَ قَالَ لَهُمْ النَّاسُ (elLaÜIyNa QAvLa LaHuM elNAvSu)
“Onlar nâsın kendilerine kavl ettiği kimselerdir.”
Bundan önce geçen “Ellezîne”nin bedelidir. Nâs onlara kavl etmişti. Yani daha önce, karh isabet etmeden önce ve karh isabet ettikten sonra nâs onlara kavl etmişti.
Bir hayır işini yapmaya kalkıştığınız zaman, çevrenizdeki insanlar ona mani olmak için harekete geçerler. Niçin geçerler? Çünkü şeytanlar onlara vesvese verir. Mü’min olma gücüne sahip olmayanlar topluluktan eleneceklerdir. Başlangıçta bir işin önüne düşenler, burada gerçekten başaracak kimseler o işi yapsınlar diye şeytan faaliyete geçer ve insanların kalbine korku salar. Onlar da mü’minleri vazgeçirmek için faaliyete geçerler. Mü’minler sabredip sebat gösterince, o zaman o geri duranlar öne geçmek isterler.
İşte mü’minler tarihte hep bu hatalara düşmüşlerdir.
Dört halifeden sonra devleti İslâmiyet’e en son katılanlar yönetmişlerdir. Ama yönetimleri bir asır bile sürmemiştir. Türkler Müslüman olduktan sonra Karahanlılar ve Gazneliler daha çok İslâm ülkelerini yönetmeye talip olmuşlardır. Oysa Osmanlılar yeni ülkeleri fethetmeye başladılar ve uzun zaman zafer onların oldu.
Mevcut sağ partilerin oyuna talip olan kaybeder. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal olmayan partiler var, gruplar var. “Adil Düzen Partisi” onların oyuna talip olmalıdır. Yani, dâvet daha çok solculara ve ateistlere, masonlara ve dinsizlere yapılmalıdır. Onlar ikna edilirse, hazıra konmamış olacağından “Adil Düzen” başarılı olur. Yoksa Saadet Partililere “Adil Düzen”i anlatmak mümkün değildir. Çünkü onlar “Adil Düzen”i sadece namaz kılmak, oruç tutmak, tespih çekmek, içki içmemek, kumar oynamamak olarak kabul ediyorlar. Oysa bu “Adil Düzen” değil, adil hayattır. Bunlar gereklidir ama bunlar yeterli değildir.
“Adil Düzen” bir kamu yönetim biçimidir. Demokratik, lâik, sosyal ve liberal hukuk devleti sistemidir. Solcular ile bizim aramızda usul farkı vardır. Hedeflerimiz aynıdır. O da “Adil Düzen”dir. Ancak onlar “Adil Düzen”i silah zoruyla getireceklerini sanıyorlar. Bize göre ise “Adil Düzen” demokratik düzende olacaktır.
إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ (EınNa elNAvSe QaD CaMaUv LaKuM) “Nâs sizin için cem oldu.”
Burada “Nâs/İnsanlar” kelimesi ile bütün nâs değil de, o topluluktaki mü’minlerin dışındaki nâs kastedilmektedir. İstiğrak için değil de ahd için gelmektedir. Kur’an “Ey nâs” dediği zaman bütün insanları kastetmiş olabilir. Hacda hacca katılanlar kastedilmiş olur. Cuma namazlarında Cuma cemaati kastedilmiş olur. Günlük namazlarda aşiret halkı kastedilmiş olur. Burada muhatap olan cemaate göre değişmektedir.
“Cem olmak” bir araya gelip toplanmak demektir. “Cuma” yumruk demektir. Bir araya gelmek, birleşmek demektir. Karar vermek anlamındadır. burada nâs sizin hakkınızda karar verdi denmiş olur.
“Lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mâ kesebet”te olduğu gibi çok açıkça leh ve aleyh hakkında “Lam” ve “Alâ” kullanıldığı halde, bazen “Lı” harfi “Alâ” harfi aleyhine kullanılmış olur. Bunları şöyle açıklayabiliriz:
- “Alâ” borcu, “Lı” alacağı ifade eder. Ancak “Lı” aynı zamanda müşterektir, yani hem borç hem de alacağını ifade eder. “Hu/O” zamiri de böyledir. “Hâ” kadını, “Hu” erkeği ifade eder ama eğer kişi kastedilecekse “Hu” kullanılır. “Hâ” müşterek olarak kullanılmaz. “Lı” hem lehte ve hem de aleyhte olanı ifade eder.
- Lehine toplandı, mecazi olarak aleyhine toplandı. Aleyhine karar verecekler. İşin vahametini göstermek için bu şekilde ifadeler hep kullanılır. Mesela, “Seni adam edeceğim!” diye tehditte bulunursun.
- Burada başka bir şeyi ifade etmek için “Lı” harfi kullanılır. Bu nevi tehditlerde genellikle kişinin lehine olmak üzere söylenir. Kişiler bu tür yasaklamaları o kişiye kötülük yapmaları için değil, daha ziyade uyardıkları kişileri düşündükleri, onlara acıdıkları için tavsiye ederler. Onun için sizi bu işten vazgeçirmek için toplandılar ve karar aldılar ama bu aslında sizin aleyhinize değil, sizi şaşırtan kişiye ceza vererek sizi cin çarpmışlığından kurtarsınlar diye anlamı vardır. “Leküm” kelimesi bunun içindir. Resul aleyhinde bir iş yapıyorlar ama mü’minler lehine bu toplantıları yapıyor ve bu kararı alıyorlar.
- Bunun başka bir anlamı; onlar size zarar vermek için toplandılar ama aslında onların toplanmaları sizin lehinizedir. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma hususunda Avrupalılar ittifak yaptılar. Ama bunun sonunda İstiklâl Savaşı kazanıldı. Böylece Anadolu’yu külliyen kaybettiler. Demek ki onlar her ne kadar kötü amaçla toplandılarsa da, aslanda o sizin lehinize olan bir toplantıdır. Bunu ifade etmek için “Lı” kelimesini getirmiştir.
فَاخْشَوْهُمْ (FaPŞaVHuM) “Onlardan haşyet ediniz. Onlardan sakınınız.”
Onlardan haşyet ediniz. Onlardan çekininiz de kendinizi korununuz. Onlarla cihada girişmeyiniz.
Türkiye’de ne zaman İslâmî bir hareket yaparsanız, hemen böyle tavsiyelerle karşılaşırsınız. “İnsanlık İslâmiyet’e düşmandır. Türkiye’dekiler İslâmiyet’e düşmandır. Derin devlet İslâmiyet’e düşmandır. Sakının, yoksa soyunuz kurur!” demektedirler. Derin devlet diye bir şey icat ederler. Türkiye’de derin devlet diye bir şey yoktur. Kurulmuş “Türkiye Cumhuriyeti” vardır. Bütün dünya devletlerinin hasım olduğu ama bütün dünya halklarının dost olduğu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” vardır. Anayasası vardır. Anayasal kuruluşları vardır. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) dışında gizli faaliyet yapan hiçbir kuruluşu yoktur. MİT de sadece haber alma teşkilatıdır. O halde derin devlet kimdir, nedir?!.
Derin devlet yoktur, ama Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de yıkmayı hedefleyen yabancı devletlerin sermayesi vardır. Kapalı localar vardır. Bunlar Türk Ordusunu da yanlarına alarak bir heyula uydurmuşlar, derin devlet diyerek halkı korkutmaktadırlar. Korkun diyorlar!..
Akevler aleyhine, Millî Görüş aleyhine, “Adil Düzen” aleyhine, Risale-i Nurlar aleyhine hep böyle hikâyeler uydurdular. Ama ne oldu? Onlar bunlardan korkup teslim olmadılar. Yapılan askeri müdahaleler bunları korkutmadı. Askeri müdahaleler sağ gösterip sol vurdu. Yüz senedir derin devlet İslâmiyet’i yok etmek için faaliyette bulunmuş, ama sonunda başarı hep Müslümanların olmuştur. Şimdi İmam-Hatip kaynaklı başbakanı sindiremiyorlar. Şimdi başörtülü bakan hanımlarına tahammülleri yoktur. Kur’an’ın deyimi ile “Gayzınızla geberin!” demenin ötesinde bir şey yapmıyoruz. Bu arada biz yolumuzda devam ediyoruz…
فَزَادَهُمْ إِيمَانًا (Fa ZAyDaTHuM IyMANan)
“Onların imanlarını ziyade etti. Güvenlerini artırdı. Dayanışmalarını artırdı.”
Bu haberler, bu söylentiler onların imanlarını artırdı. Mü’minler biliyorlar ki, kendilerinde Allah’a inanmalarından başka bir güç yoktur. Ama insanlar onlardan korkuyor ve onların aleyhine birleşiyor. Demek ki, onlar da biliyorlar ki, bu garibanların arkasında Allah var. Güçlü yere dayanıyorlar.
Bediüzzaman’a karşı giriştikleri savaş ne idi? Millî Görüşe karşı girişilen savaş ne idi? Medreselere, tekkelere karşı girişilen savaş ne idi? Sonunda ne oldu? Hep mağlup oldular. Hep biraz daha kötü duruma düştüler.
Şimdi İslâmiyet’e karşı açılan savaş nedir?
‘Hzibullah’ adını verdikleri anarşist örgütler kurdular. Usameleri kendileri çıkardılar, Talibanları kendileri çıkardılar; sonra yine kendileri onlar adına anarşi yaptılar. Güya Müslümanlar korkacak ve bu yüzden İslâmiyet’i bırakacaktı. Bunları hep CIA eğitti, örgütledi ve hâlâ yapacağını kendisi yapıyor, sonra bunlara yüklüyor. Dünyayı İslâmiyet’e karşı hazırlıyor. Kendi düşüncesine göre, güya bu sayede dünya Müslümanlara karşı birleşecek ve İslâmiyet imha edilecektir. Oysa bütün bunlar onların İslâmiyet’ten ne kadar korktuklarını göstermektedir.
En güçlü İslâmî faaliyet Türkiye’dedir. Bunun en güçlü olanı da Adil Düzencilerdir.
Bunların ne kadar zayıf olduklarını biz görerek biliyoruz. Ama dünya bizden korkuyor. İslâmiyet’ten korkuyor. Bizi tertiplerle yıldıracaklarını sanıyorlar. Biz bunların bu korkularını görünce, bizim de hiçbir şey olmadığımızı bilince, bizim imanımız artıyor. Demek ki bizim arkamızda bizi destekleyen Güç vardır. Onlar bizden değil o “Güç”ten korkuyorlar, Allah’tan korkuyorlar. O kadar ki, O’na inanmadıkları halde, O’nun adını ağzına alandan korkuyorlar. Demek ki adından bu kadar korkulan birinin gücünü biz düşmanlarımızda görüyoruz. Onlar her gün çalgı çalıyorlar. Biz korkmuyoruz. Oysa onların yedi yaşındaki çocuğun Kur’an okumasından ödleri patlıyor. Onlar çırılçıplak olup sokaklarda dolaşıyorlar, biz korkmuyoruz. Ama onlar kızların başörtüsünden korkuyor. “Başörtüsü simgedir” diyorlar. Evet, Simgedir. Neyin simgesidir? Allah’a inanmanın simgesidir. Ödleri patlıyor. Allah’ın rozetinden korkuyorlar. Onlar sayesinde biz ne kadar doğru bir yolda olduğumuzu öğreniyoruz. O korkutmalar mü’minleri korkutmuyor, tam tersine imanlarını artırıyor. Cihada böyle giriyoruz. Bize zulüm yapıyorlar. Biz sabırla devam ediyoruz. Allah’ın izni olmadığı için de iktidara fiilen karşı çıkmıyoruz. Devlet bizim devletimiz. Kurtlar onu ellerine geçirmiş olsalar bile, biz devletinize karşı olmaz, o kurtları yola getirmekle uğraşırız. Islah olmazlarsa, Allah’ın onların hesaplarını göreceğini biliyor ve daha da imanlı bir şekilde “Adil Düzen”e sarılıyoruz.
وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ (Va QAvLUv XaSBuNa elLAHu) “Hasbımız Allah’tır dediler.”
Bizim hiçbir şeyimiz yoktur. Topumuz yok, tüfeğimiz yok, bombamız yok, kimyasal silahımız yok, biyolojik silahımız yok... Okulumuz yok, üniversitemiz yok, sinemamız yok, tiyatromuz yok... Servetimiz yok, paramız yok, kredimiz yok... İşte biz böyle sadece yokları olan gariban birkaç kişiyiz!..
Ama dünya bizden korkuyor! Niçin? Çünkü bizim yanımızda Allah vardır. Biz O’na teslim olmuş bulunuyoruz. Ölsek de, kalsak da O’nunuz. Ölürsek şehit, kalırsak galibiz. Karşımızdakiler mağlup olacaklardır. Cehennemde haşr olunacaklardır.
Bizim bütün silahımız Kur’an’dır. Onların korktukları budur. Onun içindir ki zulümlerle çocuklarımızın Kur’an okumalarına mani olduklarını sanıyorlar. Oysa Kur’an şimdi daha iyi öğrenilir bir hâl aldı.
Kuran CD’leri ile mü’minler çocuklarına daha kolay eğitiyorlar. Biz mü’minler Allah’ın emrettiklerini yapmaya çalışırız. Sonrası bize ait değildir. Sonrası Allah’a aittir. O ne isterse onu yapar. Hasbünallah…
وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Va NıGMa elVaKIyLu) “Vekil ni’me olmuştur.”
“Naam” davardır. Deve, inek, koyun ve zürafa nimet cinsindendir. Sonra “rahmet” manevi refah olarak, “nimet” de maddi refah olarak bilinir.
“Ni’me” kelimesi ne iyi, ne güzel anlamlarındadır. “Vekil” ise dayanılan kimse demektir. “İttakala” duvara yaslandı demektir. “Vekil” dayanak demektir. Direkler devrilmesin diye kollar verirler. Onların adıdır. Destek demektir.
“O ne iyi destektir.”
Bizim şimdi ordumuz var, güçlü ordumuz var. Kendimizi güvende hissediyoruz. Türk halkı emniyet içindedir. Onun içindir ki ordu ne yapsa hoş karşılarız. O olmazsa devletimiz olmaz. Devlet olmazsa Türkiye olmaz. Türkiye olmazsa bizim yaşayabileceğimiz ve “Adil Düzenimizi” anlatacağımız yer olmaz.
Mü’minler de Allah’a dayanırlar. Ülkenin sahibi de ordunun sahibi de Allah’tır. Dolayısıyla Allah’a dayanırlar. Kur’an’ın vaadettiği günler elbette gelecektir. “Adil Düzen” gelecektir.
“Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakkın/ Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Mehmet Akif bunları söylediği zaman, çok kısa zamanda, birkaç sene içinde o zafere ulaşılmıştı. Bizim bir endişemiz ve sıkıntımız yoktur. Küfrün azıtması, sadece aydınlık şafağın yakınlığına delâlet eder.
Bu âyette çok önemli bir hususa işaret ermek gerekiyor. “Bütün nâs size karşı birleştiler.” deniyor.
Nitekim Mekke’de de böyle olmuştu. Bütün Araplar mü’minlere karşı birleşmişti. Boykot ilân etmiş, birkaç yıl mü’minleri hiç kimse ile temas ettirmemişlerdi. Kur’an’ı dinlemeyi yasak etmişlerdi. İçlerinde mü’minleri destekleyenler de vardı. Ama kimse açıkça çıkıp onları savunamıyordu.
Bugün de Adil Düzencilere karşı aynı ittifak yok mudur? Bizi içlerinden destekleyen yazarlar vardır, içlerinden destekleyen particiler vardır. Ama onlar bizimle görüşme cesaretini bile gösteremiyorlar. İşte bu durum bize bir şeyi müjdelemektedir. Allah’ın fethi ve nusreti gelince insanların fevc fevc “Adil Düzen”e akın ettiklerinin göreceksiniz. Sabırla, Allah’a tevekkül ederek “Adil Düzen”i öğrenmeye ve yaşamaya çalışmalıyız…
فَانْقَلَبُوا (Fa EıNQaLaBUv) “İnkılab ettiler. Dönüştüler.”
Savaştan dönmek anlamındadır. Savaştan sapasağlam döndüler. Yahut cihattan yara almadan kurtuldular anlamı vardır. Bir de yaralanıp sonra yaraları iyileşenler anlamına gelir. İster öldürme izni verilmiş cihad olsun, ister öldürme izni verilmemiş cihad olsun, mü’minlerden kimileri şehit olacaklardır.
Onları önce zikretti. “Onları ölü sanmayın, onlar sağdırlar, rızıklanmaktadırlar.”
Sonra da savaşta yaralananlardan bahsetti. Onlar iki kısımdır. Bir kısmının yaraları iyileşmemiştir. Onlar da şehitler hükmündedir. Bir kısmının ise yaraları iyileşmiştir. Onlar da hiç yara almamış hükmündedir.
İnkılab ettiler demek, yaralanmadan döndüler, yahut yaraları iyileşti demektir.
Savaşa katılanlar, ganimetin dörtte birini aralarında paylaşırlar. Bundan yaralılar da, şehitlerin varisleri de yararlanırlar. Ayrıca beşte birin on ikide biri yetimlere bölüştürülür. Şehitlerin çocukları oradan da pay alırlar. Başka beşte birlerden de pay almaya devam ederler. İyileşmeyen yaralılar da zi’l-kurbanın on ikide birinden pay alırlar. İyileşenler ise diğerleri gibi sadece ganimetin dörtte birinden pay alırlar.
بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ (Bı NıGMaTın MıNa elLAHı) “Allah’ın bir nimeti ile.”
Allah burada savaştan veya cihattan sağlam çıkmayı Allah’ın bir nimeti olarak adlandırmaktadır. Allah bazı kimseleri korur demektir. Cihaddan sonra, savaştan sonra “Adil Düzen”de görev alacakları Allah koruyor.
Nitekim savaşlarda Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali korunmuştur. Bediüzzaman ölünceye kadar korunmuştur. Şehit olan kimseler ise yüksek görevlere lâyık olmakla beraber, onlara ihtiyaç duyulmayan kimselerdir. Hazreti Hamza şehit olmuştur. Çünkü o sağ olsaydı, Hazreti Ali’ye birçok görev düşmeyecekti. O halde şehit olarak yüksek mertebelere çıkma olduğu gibi; sağ kalarak dünyadaki görevleri yapma da vardır. Hepsi Allah’ın takdiri iledir. Mü’minler bunların hepsine rıza gösterenlerdir.
وَفَضْلٍ (Va FaWLın)
“Nimet” yapılan çalışmalarda elde edilen kazançlardır. Deveyi beslersiniz; o da size süt verir, yün verir, et verir. Buğdayı ekersiniz, sonunda mahsul verir. Bunlar nimettir. Kendinizi savaşta veya cihatta korursunuz. Allah da yardım eder, sizlere bir şey olmaz. Bu nimettir. Tedbirlerin sonuç vermesi Allah’ın nimetidir.
Bir de hiç beklemediğiniz, bizim elimizde olmayan imkanlarla Allah’ın nimetine ulaşırsınız.
Kendi ordumuzla ülkemizi savunacak durumda olmamız Allah’ın bize nimetidir. Ama bir de dünya siyaseti nedeniyle bize doğanlar vardır. Bunlar Allah’ın “fadlı”dır.
ABD ile AB’nin Kıbrıs ve Irak’taki çıkar çatışması bizim işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Bu Allah’ın nimetidir. CHP’nin bölünmesi sayesinde Müslümanlar onların şerlerinden emin olmuşlardır. Bizim tarafta yer almışlardır.
Biz burada CHP derken Baykal ve Ecevit’ten bahsediyoruz. Yoksa CHP’lilerin diğerlerinden yani bizimkilerden bir farkı yoktur. Bizim başörtümüze saldıranlar, bizim Kur’an okumamızı engelleyenler karşımızdadırlar. “Adil Düzen”e karşı olup, başörtüsü ve Kur’an kursu tarafında olanlar yanımızdadırlar.
Ne var ki, biz şunu biliyoruz ki, “Adil Düzen”i uygulayacak olanlar, bugün başörtüsü ve Kur’an kurslarını savunup “Adil Düzen”e karşı olanlar değildir. Bugün toptan İslâmiyet’e karşı olanlar yarın Adil Düzenci olacaklar ve “Adil Düzen”i onlar uygulayacaklardır. Bugün “Adil Düzen”e karşı olan Müslümanlar Medine Yahudileri gibidir. Başörtüsüne ve Kur’an kursuna karşı olanlar Mekke müşrikleri gibidir.
Sonunda İslâmiyet’i bunlar benimsemiş ve yaymışlardır. “Adil Düzen”i de CHP zihniyetinde olanlar benimseyip yayacaklardır. Ne var ki, onlarla çatışma içindeyiz. Ecevit’in Kavakçı eşkıyalığı, Baykal’ın resepsiyon saldırısı onların hâlâ karşımızda olduğunun açık delilidir. Ama bizim ümidimiz Saadetçilerden değil, AK Partililerden değil; CHP’lilerden, DSP’lilerden “Adil Düzen”in geleceğidir.
لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ (LaM YaMSaSHuM SUEun) “Onlara bir sû’ dokunmadan inkılâb ettiler.”
Yani, ölmeden ve yaralanmadan cihattan veya savaştan döndüler. Onlara bir kötülük dokunmadı. Bu manada olduğu gibi; onlar yaralandılar ama iyileştiler ve bir iz kalmadı anlamındadır. “İnkılab” kelimesi bunun için kullanılmıştır. Yolsa “Racaû” kelimesini kullanırdı.
Yukarıdan beri âyetlere bir varsayım üzerinden mana vermekteyiz. Cihatta ölenler ile sağ kalanlar ayırımı üzerinden açıklama yapıyoruz. Âyetlerin gelişi öyle ama, bu ifade gelinceye kadar bu bir varsayımdı.
Şimdi ise bu varsayım kesinleşmiş bulunmaktadır. Bu âyet o varsayım yapılmadan okunsa yanlış mana ortaya çıkar. Sanki savaştan veya cihattan herkes yara almadan, ölmeden dönecekmiş gibi anlaşılacaktır. Oysa burada savaştan yara almadan veya yara almış olsa bile iyileşen kimselerden bahsedilmektedir. Bütün mü’minlerden değil, böyle olan mü’minlerden söz edilmektedir.
وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللَّهِ (Va ıtTaBaGUv RıQVAyNa elLAHı) “Allah’ın rızalarına tâbi oldular.”
Gerek cihada başlarken veya kıtale giderken, gerekse zaferden sonra, Allah’ın rızasına tâbi oldular. Bütün bunları Allah için yaptılar. Kendi çıkarları için yapmadılar. Mü’minlerin Müslimlerden farkı budur.
Müslimler kendi çıkarları ile Allah’ın rızasını birleştirmişlerdir. Onlar da Allah rızası için hareket ederler, ama kendi kazançları için hareket ederler. Mü’minler de kendi kazançları için hareket ederler, ne var ki onların kazanmak istedikleri dünya değil âhiret yani cennettir, dünyevi kazançlar değildir. Mü’minler böyle hareket ederler. Ama Allah onlara da dünyevi kazançlar verir.
İzmir Akevler’i kurduğumuzda bize iki türlü ortak olanlar olmuştur. Bunlardan bir kısmı dünyevi kazançlarını helal yoldan sağlamayı gaye edindiler. Bunlar ev sahibi oldular, arsa sahibi oldular. Bir kısmı ise şeriat düzenine göre bir sistemin kurulmasını hedef edindiler. Bunların ortaklıkları duruyor.
Bunlar ev sahibi olmak için bu yatırımı yapmadıkları için tamamlamadılar da. Biz de onlara bir şey vermedik. Sadece fabrikaları ve arsaları duruyor. Akevler varlığını koruyor.
Bir yerimiz vardır. Aslında 4000 dönümdür. Bugün o yer 40 milyon dolar eder. Biz 100’er doları 400 ortaktan topladık Yarısı ile o yeri 23 ortaktan satın aldık. Bu yerin 150 seneye varan Osmanlı tapusu var. Orman olmadığı halde, bürokratlar ‘burası ormandır’ diyerek devlet adına gasbettiler!.. Biz diğer yarısı ile başka yerden arazi aldık. Orada daire arsa paylarını verdik. İmarını çıkardık. Yine bürokratlar muameleyi dört defa yenilettiler!.. Sonunda da değişik adlar takarak yine bize iş yaptırmadılar!.. Bir gün zulüm düzeni sona erer ve “Adim Düzen” gelirse, o zaman bu ortaklarımız da, onların varisleri de paylarını alabileceklerdir.
İstanbul Pendik/ Kaynarca’da yer almaya başladık. Bu sefer de insanlar zulüm ettiler. Gasbettiler, duruyor!.. Biz onları mahkemeye bile vermiyoruz. Oysa yargı bu haksızlığı hemen halletmelidir. Ama mahkemeye versek, dava on seneden fazla sürer. Varlığımız avukatlara yetmez, biraz da üzerine katmamız gerekir!
İşte buna tahammül eden mü’minler bir gün onlara zarar vermeden tekrar o haklara ereceklerdir.
Onlar Allah’ın rızasına tâbi oldular.
وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ (Va elLAHu ÜUv FaWLıN GaJIyMın) “Allah azim faziletlidir.”
Allah’ın rızasına tâbi olmak demek, O’nun rızasının arkasından gitmek anlamına geldiği gibi; aynı zamanda Allah’ın onlardan razı olması demektir. Onlar Allah’tan razı oldular, Allah da onlardan razı oldu. Böylece Allah onlara büyük bir fadlda bulundu. Yani, Allah’ın nimeti ile onlara bir zarar dokunmadı, hoşnut hayatta yaşamaya başladılar. Ayrıca Allah onlara faziletiyle iyilik yapmıştır.
İstiklâl Savaşı’nı yapanlardan şehit olanlar oldu. Sonra savaşı kazanmanın refahını yaşadılar. Fazlından biz bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sahibiz. “Adil Düzen”i getirdiğimiz zaman beklemediğimiz fadlına da uğrayacağız. İnsanlığa yeni uygarlık getirmiş olacağız. Nasıl Batılılar Yunanlıları, Müslümanlar Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa cemaatini hayırla yâd ediyor ve onlara saygı gösteriyorsa; insanlık “Adil Düzen”i getirenlere de aynı saygı ve sevgiyi gösterecektir. Bu bir fadl olacaktır.
Burada “Fadl” nekire olarak gelmiştir. Allah her topluluğa farklı fazilet vermektedir. Ayrıca nekire gelmiş olması, cihad yapan veya savaşanlar zafere erdikten sonra bu cihad yapanların devlet içinde özel yerleri olmalıdır.
Akevler’i kuranlar, Millî Görüşü yayanlar, Risale-i Nûrları tedvin edenlerin bu çabaları değerlendirilmelidir.
Aslında onların bu değerlendirmelere ihtiyaç yoktur.
Ancak eğer bir topluluk bu ilklere saygı göstermezse, o topluluk sonra bu ilkleri çıkaramaz.
İlme de önem verilmelidir. Bilenlerin bilgileri değerlendirilmelidir. Değerlendirmezlerse aralarından alimler yetişmez. Sonra düşmanlarının sokaklarında sürünerek ülkelerini mahvederler.
Burada “Zü’l-Fadli” denmeyip de “Zü Fadlin” denmiş olması, devletin ve topluluğun böyle fazilet sahibi olması gerektiğini ifade etmiş oluyor.
Demek ki, Allah rızası için çalışanlar Allah’tan başka kimseden bir şey beklemeyeceklerdir. Ancak mü’minler, hattâ müslimler bunlara değer vermelidirler. Vermezlerse, kendilerine zarar vermiş olurlar. Ortaklık kuranlarda da durum benzerdir. Ortak olanlar bir şey beklemeyecekler, ama ortaklığı kuranlar son gayretleri ile ortakları kazandırmalıdırlar. Akevler yöneticileri hiçbir zaman bunu unutmamalıdırlar. Ellerinden geleni yaptıktan sonra olanlar Allah’a aittir.