ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - VII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ تَرَى إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ إِلَى كِتَابِ اللَّهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ وَهُمْ مُعْرِضُونَ(23) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ وَغَرَّهُمْ فِي دِينِهِمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ(24) فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ(25) قُلْ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(26)
أَلَمْ تَرَى (EaLaM TaRa) “Re’yetmedin mi? Görmedin mi?”
“Re’yetmek” görmek demektir. “Basar etmek” de görmek demektir. “Nazar” ise bakmak demektir. “Rayet” bayrak anlamındadır. “Basar” göz anlamındadır. Basarda görüntüye birlikte hakim olmak anlamındadır. Reyde ise onu kavramak ve tanımak anlamındadır. Rey etmek, bu anlamıyla bilmek anlamındadır. Görerek kavramak demektir.
Kur’an’da “EaRaEaYTa” ile “EaLaMTaRaV” ifadeleri birlikte kullanılmaktadır. “Eraeytellezî yükezzibu biddiyn”de “Eraeyte” getirilmiştir. Burada ise “Elemtera” getirilmiştir. “Eraeyte”de, sen bunu göremedin, kendin tahlil edemiyorsun anlamı çıkmaktadır. Burada ise sen bunu görüyorsun, biliyorsun, ona göre anla denmektedir. Birinde olaylar bilinmektedir. Diğerinde ise bilinmemektedir. Öğretilmektedir. Birinde olayın kendisi üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Diğerinde ise olayın sonuçları üzerinde düşünülmesi istenmektedir.
Kitaptan nasib verildiği halde yani içtihat yapabildikleri halde, kendileri Allah’ın Kitabı’na davet olundukları halde, ona gelmediklerini görmüyor musun? Onun üzerinde düşün. Kendini ona göre ayarla. Onlara teslim olma. Ne kadar düşündürücü ve çarpıcı ifadeler?
إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا (EiLay elLaÜIyNa EuTUv)
“Kendilerine ita olunan kimseleri re’yetmedin mi?”
“Raeytuhu” ben onu gördüm. “Raeytu ileyhi” ben ona baktım ama aynı zamanda ben onu araştırdım, onun üzerinde durdum demektir. Bir fiil ya harfsiz kullanılır, ya da harfsiz.. Sonra ya insan için kullanılır, ya da eşya için. “Raeytu Ahmede” demek, ben Ahmet’le karşılaştım anlamı çıkabilir. “Raeytu elcibale” derse, dağları gördüm çıkar. Lugat yazılırken böyle bir kelimeye mef’ul kullanarak iki manâ verilmeli ve bunun manâsı anlatılmalıdır.
Bunun dışında cer harfleri ile geldiği zaman taşıyacağı manâlar da ele alınmalıdır. Min, İlâ, Bi, Li, An, Alâ, Fî, Hatta ve Ke harfleri ile geldiği zaman ne manâlar taşıyacağı ele alınmalıdır. Burada “İlâ” harfi ile getirilmiştir. “İlâ” sen bakıyorsun, onları görüyorsun ama onlara senin bir etkin yoktur demektir. Oysa “Alâ” geldiğinde bakışın onları etkiliyor demek olurdu.
Burada “İta” fiili getirilmiştir. Diğer âyetlerde kitap verilenler deniyor. Burada kitaptan nasip verilenler diyor. Orada Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an verilenler kastediliyor. Burada ise Furkan verilenler yani Kitap’tan içtihat yapanlar deniyor. Böylece fıkıh usûlüne vâkıf olan topluluklardan bahsedilmektedir. “Gelin, şimdi tedris ettiğimiz usul ilmine göre hükümler çıkaralım, içtihat yapalım.” dediğimizde, onlardan bir fırka itiraz eder.
نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ (NaÖIyBaN MıNa eLKiTAvBı)
“Kitab’dan bir nasib, bir pay verildiğinde onlar itiraz ederler. Bir fırkası itiraz eder.”
“Nusb” dikili taştır. Arazileri böldüklerinde aralarında sınır taşı dedikleri taşlar koyarlar. Sonra “Nasib” pay demek olur. “Kitap’tan bir pay verildiğinde” denmiş olması; Kitap sanki bir arazi imiş de biz bölüşmüşüz, ondan pay almışız gibi gösterilmesi, bu sûrenin getirdiği başka büyük bir hükümdür.
Kur’an ortak bir kitaptır. Ama ondan anlaşılan manâ ise herkes için farklıdır. Bir binanın çevresinde toplansak ve hepimiz binaya baksak, hepimize ayrı cephe düşmüş olur. Bizim nasibimiz o cepheden bakmak olur. Kur’an da böyledir. Herkes kendi cephesinden Kur’an’a bakar ve oradan nasibini alır. İçtihatlardaki farklılıklar buradan gelir. Bu sebepledir ki herkes kendi içtihadı ile amel edecektir.
Sonra yine buradan anlaşılıyor ki mahallî icmalar vardır. Yani aşiretin, kabilenin, şa’bın ve kavmin kendi icmaları vardır. Çünkü burada salim cemin müzekkerlerini kullanmış ve her bir topluluğa kendi nasibini vermiştir. Aynı cepheden bakan insanlar Kur’an’ı aynı yanıyla göreceklerdir.
يُدْعَوْنَ (YuDGaVNa) “Davet olunuyorlar. Çağrılıyorlar.”
Allah’ın Kitabı’na çağırılıyorlar. Önce Kitab’ı yani Kur’an’ı kendimiz okuyacak, Furkan ile yani usûl-ü fıkıh ile onu kendimize göre anlayacağız. Her birimiz kendi anladığımıza göre Kur’an’ı uygulayacağız. Bunu kişi olarak yaptığımız gibi; aşiret içinde aşiret icmaları ile, kabile içinde kabile icmaları ile, şa’b içinde şa’b icmaları ile, kavm içinde kavm icmaları ile, nâs içinde nâs icmaları ile birlikte Kur’an’ı uygulayacağız. İşte herkes buna davet olunmaktadır. Hakka inanmayanlar, ben kuvvetliyim istediğimi yaparım diyenler ayrı; onlarla işimiz sadece savaş olabilir. Kur’an’da bunlara “müşrik” denmektedir. Ama Hakkı kabul ederek teslim olan kimselere, gelin Hakkın gereği olan bu kurallara uyalım dediğimizde, onlardan bir fırka itiraz etmekte ve bunu kabul etmemektedir.
إِلَى كِتَابِ اللَّهِ (EıLAv KiTAvBı ElLAvHı)
“Allah’ın Kitabı’na davet olunduklarında da onlar o Kitap’tan itiraz eder.”
Burada Kitab izhar edilmiş. İleyhi, ona davet olunduklarında yani Kitap’tan kendilerine nasip verilenler ona davet olunduklarında denseydi, zamir nasibe giderdi. Oysa içtihat ve mahalli icmalarda herkes kendi içtihat ve icmalarıyla amel edecektir. Ancak bir araya geldiğimizde Kitap bütünü ile ele alınacak ve herkesin içtihadı ve her topluluğun icmaları arasında denge kurulacaktır. Böylece topluluk var olacaktır. Onun için burada Kitab’ı izhar etmiş yani zamirsiz olarak doğrudan kullanmıştır.
“Allah’ın Kitabı’na” denmesi de topuluğun kitabına yani icmalara denmektedir. Kur’an’a dayalı icmalara çağrılıyor denmektedir. Şeriat içtihatlardan ve sözleşmelerden doğar. “İçtihat” Kitap’tan nasiplerdir. “Sözleşmeler” Kitap üzerinde yapılan icmalardır. “Hüküm” ise içtihatlara göre değil, icmalara göre verilir. “Allah’ın Kitabı” ifadesi Kur’an’ın dışındaki kitapları da içerir .
لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ (Lı YaXKüMa BaYNaHuM) “Aralarında hükmetmesi için Allah’ın Kitabı’na davet olunduklarında onlardan bir fırka itiraz eder. Karşı çıkar. Dinlemez.
Burada “Kitap hükmetsin” deniyor. Oysa Kitap nasıl hükmedecektir? O şahit dinleyemez, bize doğrudan kararları bildiremez. Kitab insan değildir ki bizim aramızdaki davalara baksın. İşte Kitab’ın nasıl hükmedeceği başka âyetlerde belirtilmiştir. Orada Allah ve resulünün hükmü olarak belirtilmiştir. Bu da hakemler sistemi ile açıklanmıştır. Taraflardan biri bir hakem, diğeri bir hakem seçer, iki taraf bir baş hakem seçerler. Bunların verdiği karar Allah ve resulünün verdiği karardır. Bunlar önce bu kararlara uyarlar, sonra haksızlığa uğramışlarsa hakemler aleyhine hakemlere giderler. Bu hakemler Allah’ın Kitabı’na göre yani topluluğun icmalarına göre hükmedeceklerine yemin ederler. İşte bu Allah’ın hükmü olur. Hakemler Kitab’a göre, yani mevzuata göre, kanunlara göre hükmedeceklerdir. Kişilerin sözleşmelerine göre hükmedeceklerdir.
Ekseriyetin aldığı kararlar İslâmî değildir. Anayasada ekseriyet kararı kabul edilmiş ise ve sen de o ülkede yaşıyorsan, o anayasayı kabul etmişsen, o kanunları kabul etmiş olursun, uymak zorundasın. Kanunlarla hükmedilmesine razı olacaksın. Bunun bir istisnası vardır. Eğer yaptıkları kanunlara kendileri uymuyor, sadece seni ezmek için o kanunları ekseriyet gücü ile çıkarıyorlarsa, mahkemelerde onlar niye uymuyor diye kendinizi savunabilirsiniz. Siz hakim iseniz, eğer bir kanuna kimse uymuyorsa, herkesi hapishaneye dolduramayacağınıza göre uymayanları cezalandıramayız. O zaman farklı muamele olur.
ثُمَّ (ÇumMa) “Sonra”
Yani Kitap’tan nasibi verilen kimseler içtihatlarını yaptıktan ve içtihatlara göre hükmedilmesi için davet olunduktan sonra, sonuç işlerine gelmezse o zaman onlar kendilerini sözleşmelere, icmalara ve içtihatlara, kanunlara uyma zorunluluğunda hissetmez ve hakem kararlarından kaçarlar. Kim kendileri tarafından olursa onu tutarlar. Eğer ordu işlerine geliyorsa ordunun yanında olurlar, meclis işlerine geliyorsa meclis dokunulmazdır. Hükümet işlerine geliyorsa o zaman hükümet ne diyorsa o doğrudur. Yok devlet başkanı yanlarında ise onda bütün yetkiler vardır. Millî Güvenlik Kurulu kendilerinin dediklerini onaylıyorsa anayasal kuruluştur, ama hükümet anayasal kuruluş değildir. Yargıtay başkanı hakaret ediyorsa elbette yargı üstünlüğü vardır. Ama ya onların istediği gibi konuşmuyorsa, o kimmiş, herkes haddini bilsin derler. Burada “Sümme” bunun için kullanıldı. Yani baştan işlerine geldiği zaman varlar. Ama işlerine gelmediği zaman, işte o zaman kaçışıyorlar.
يَتَوَلَّى (YaTaVaLAy) “Tevelli eder. Sırtını çevirir. Arkasını döner.”
Yani Kitab’ın hükümlerinde hak edenlerin kararlarına uymak istemez. Keyfî yönetim ister.
Ben hatırlıyorum. 1960’larda Ankara’da bir ulema meclisi toplandı. “İnkılâplar ilimden ve hukuktan daha önemlidir. Bu itibarla ilme ve hukuka aykırı olsa da inkılâbın gereği yerine getirilmelidir.” dediler. İşte bu ifade bu âyetin gösterdiği kimselerdir. Anayasa Mahkemesi dokunulmazlığı kaldırılmayan bir kimseyi muhakeme edemez. Ama onlar ettiler ve milletvekillerini devre dışı ettiler. Kesinleşmiş işlemlerde artık geri dönülmez. Birisi milletvekili seçilip yemin etmiş ve göreve başlamışsa, onun seçilmesi sonra iptal edilemez. Sahte de olsa yeminden sonra yaptığı tüm icraat geçerlidir. Önce Meclis onun dokunulmazlığını kaldıracak, sonra muhakeme edilecek, ondan sonra onun milletvekilliğine son verilebilecektir. Ama artık milletvekilliği iptal edilemez. Bunlar hukukun değişmez kurallarıdır. Geri dönülemeyen kararlardır. Karar alan kararını iptal edemez. Şartlar içinde kararın uygulanması sona erdirilebilir. Ama şimdi Yargıtay karar verecekmiş. Yeniden seçime gidilecekmiş. İşte bütün bunlar bir fırkanın tevelli etmesi demektir. Keyfî uygulama ve yorumlardır.
فَرِيقٌ مِنْهُمْ (FaIyQuN MiNHuM) “Onlardan bir fırka.”
Yani kendilerine Kitap’tan pay verilenler, yani içtihat yapanlar, icmalar yapanlar Allah’ın Kitabı’nın aralarında hükmetmelerinden kaçarlar. Ona uymak istemezler. “Onlardan bir fırka” denerek hepsinin aynı olmayacağı, içlerinde Hakka teslim olanların bulunacağını da bildirmiş olmaktadır.
Baştan ‘görmediniz’ demedi de ‘görmedin mi’ dedi. Çünkü her mü’minin nasıl davranması gerektiğini burada anlatmaktadır. Bu tür davranışlar seni korkutmasın. Onların hepsi aynı değildir. Onların içinde senin yanında yer alacaklar bulunacaktır. Sakın ha, sen onlardan olma. “Ferikun minhum” denmekle onların ayrılacağını ve Hakkı tutan kimselerin yanımızda yer alacaklarını bildirmektedir.
وَهُمْ مُعْرِضُونَ (Va HuM MuGRıWUvNa) “Onlar itiraz etmiş olarak tevelli ederler.”
“Arz” yatay engel demektir. Arz ve tul daireleri buradan gelmektedir. Yargı kararlarına engel koyarak kendilerine verilen nasib içinde kalmazlar. İcma ve içtihatlarına göre hareket etmezler. Bunlar öyle kimselerdir ki kendileri ahitlerine ve sözleşmelerine uymazlar. Bu yetmiyormuş gibi sizin uymanıza da mâni olurlar.
İşte bu kimseler sizin Kur’an kurslarınıza, sizin imam-hatip okullarınıza, sizin ilâhiyat fakültelerinize de karışırlar. Onları yapmanızı da istemezler. Şiir okursun, hapse atarlar. Bunlar topluluğun benimsediği kanunlara da karşıdırlar. Çünkü işlerine gelmemektedir. Ancak bunların içinde de Allah’a inanan, Furkan’la yani hukuk düzeni ile hareket edenler de vardır.
ذَلِكَ (ÜAvLıKa) “O”
Bu yani onların itiraz ederek tevelli etmeleri, engellerle karşı çıkmaları. Onların seçkin kimseler olduğunu, dolayısıyla ceza çekseler bile az çekeceklerine inanmalarıdır. Burada “Za” denmesi gerekirken “Zalike” denmiş olması yani ‘bu’ deneceğine ‘o’ denmiş olması, olayların uzun bir devre içinde oluştuğuna işaret içindir. Sonra cümlenin kavramlarına işaret edildiği için kavramlar da gaip olduğu için görünürler için kullanılan işaretler kullanılmaz.
بِأَنَّهُمْ قَالُوا (Bi EanNaHuM QAvLUv)
“Çünkü onlar kavlettiler. Onlar söylediler. Dediler. Birbirine öyle aktardılar.”
Onlar seçilmiş kimselerdir, mü’minlerdir. Onlara göre kendilerinden başkaları iyi kimseler de olsalar Allah onları cezalandıracak, kendileri ise kötülük yapsalar da onlar birkaç gün cehennemde kaldıktan sonra tekrar çıkıp cennete gideceklerdir. Bunu Yahudiler böyle söylediler, Hıristiyanlar böyle söylediler, mü’minler de böyle söylüyorlar. İman ettin mi, yeter! Hem de Kur’an’a iman ettin mi yeter! Amel etmesen de olur. Çünkü cezanı çekersen cennete gidersin. Bu söylentiler insanların Hakkı gördükten sonra ondan iraz etmelerine sebep olmaktadır. Ahirete inanmayanlar ayrı, ama ahirete iman edenler de işte böyle söylüyorlar. Mü’min olmayanların hep cehennemlik olduğuna, mü’min olanların ise birkaç günden başka cehennemde kalmayacaklarına inanıyor ve o sebepledir ki zulüm yapabiliyorlar.
لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ (LaN TaMasANAv elNAvRu)
“Nar bize temas etmeyecek. Ateş bize dokunmayacak.
Bütün dinlerde cin ve melek, cennet ve cehennem kavramları vardır. Cinlerin ateşten yaratıldıkları bildirilmektedir. Gelişmiş olan bugünkü ilimlerde atomlar arasında iki türlü çevrimin var olduğu görülmektedir. Biri oksijen kömürüyle birleşmekte ve ısı vermektedir. Güneş ışığı etkisi ile kömür oksijenden ayrılarak tekrar havaya dönmektedir. Diğeri de Güneş’in içinde cereyan etmektedir. 12 ağırlıklı karbon atomu 14 ağırlıklı karbona kömüre dönüşmektedir. Sonra tekrar 12 karbonlu atoma dönüşmektedir. Bu arada hidrojen helyuma dönüşmekte ve ışık enerjisi ortaya çıkmaktadır. Cinler bundan yararlanarak yaşarlar. Biz ise bu ışığın etkisiyle kimyasal olaylarla yaşarız. Cinlerin bedeni ile insanların bedeni arasında DNA’lar bakımından benzerlik vardır. Ancak onlar sıcağa dayanabildikleri halde biz dayanamamaktayız. İnsan ruhu o bedenle de ilişki kurabilir ve yaşar. İşte o ateş onun için hayattır. İnsan için sıkıntılı hayattır.
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların her biri kendilerinin ateşe gitmeyeceklerine inanır, başkalarını ise oradan hiç çıkarmazlar! “Len” kelimesi hiçbir zaman anlamını taşır. İlk defa cehennem azabı çekseler bile, sonra çıkacak ve artık ebediyen cennette kalacaklardır. Bu inanış bunları dinde gevşekliğe götürmektedir. Oysa Allah’ın esas istediği iyi insan olmaktır.
إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ (EilLAv EayYAvMan MaGDUvDATin) “Yalnız magdut günde,
sayılı günlerde, birkaç günde, üç dört günde ateşte kalırız diyorlar.”
“Eyyâm” çoğuldur. “Ma’dud” sayılı demektir. Dişi salim çoğuldur, asgarisi dörttür. Müphem ifadelerde asgarisi alınır. Onların iddiası, birkaç günlük tek basamaklı rakamları kastediyorlar.
Cehennem bir eğitim yeri olacaktır. Herkes cezasını çekecektir. Kur’an’ı içtihat ve icmaları ile anlayıp tatbik erdenler bu dünyada başarılı olacakları gibi ahirette de kurtulmuş olacaklardır.
وَغَرَّهُمْ فِي دِينِهِمْ (Va ĞarRaHuM FIy DIyNıHıM)
“Ve dinlerinde onları mağrur etti. Onları dinlerinde yanılttı.”
Bu sözleri onları dinlerinde yanılttı. Söylediklerinde yanıldılar. Dinlerinde öyle bir şey yoktur, onlar kendileri uyduruyorlar. Dinlerinde de hataya düşüyorlar.
Müslümanların da böyle hatalı inanışları vardır. Kur’an’da böyle bir şey olmadığı gibi; tam tersine Kur’an aksini çok açık bir şekilde ifade ettiği halde; onlar hâlâ biz cennete diğerleri hep cehenneme gidecekler şeklinde inanmaktadırlar. Asıl olan içtihat ve icma düzenine inanmaktır. Yani yerinden yönetim sistemidir. Buna inanan ve buna göre amel edenler cennete gideceklerdir. Çünkü farklılık bakılan yüzün farklılığından gelmektedir. Kimse kimseye baskı yapmayacak, herkes icmalara uyacak, hakem kararları hakim olacak. İşte böyle bir düzende bu esaslara uyanlar cennete gideceklerdir. Hiçbir dinde ‘biz cennete - siz cehenneme’ ilkesi söz konusu değildir.
مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (MAv KAvNUv YaFTarUvNa) “İftira ettikleri onları dinlerinde yanılttı.”
Uydurdukları ‘biz cennete - siz cehenneme’ kuralı onları yanılttı.
Topluluk bazı şeyleri tartışmasız kabul eder. O bâtıl varsayım üzerinde tüm düşüncelerini ve hayatlarını oturturlar. İslâm devleti özleminde imişiz. Şeriat devleti özlemi içinde imişiz. Böyle olsak ne olur? Olmazmış! Neden? Çünkü lâikliğe aykırı imiş. Önce lâikliğin iyi bir şey olduğu ispatlanmalıdır. Sonra İslâmiyet’in lâikliğe aykırı olduğu ispatlanmalıdır. Hayır! Her ikisi de varsayıma dayalı ve hepsinin sonuçları kötü. İşte böyle ispatsız uydurulan şeyler insanları dinlerinde de yanıltır. İslâmiyet’te demokrasi yoktur, lâiklik yoktur ifadeleri böyledir.
فَكَيْفَ (FaKaYFa) “Nasıl oluyor?”
Onların bu hükümleri nasıl oluyor? Onlar o zaman ne yapacaklar? Onları bir araya getireceğiz ve herkese yaptığının karşılığını hiçbir zulme uğramadan vereceğiz. Onlar şimdi bu kötülüğü yapmaktadırlar. Yarın bunun cezasını ödeyecekler. Onlara zulmedilmeyecektir. Bu sebepledir ki onlar gerçekten daimi cehennemde kalmayacaklardır. Cezalarını çektikten sonra çıkacaklardır. Ancak bu hüküm yalnız kendileri için değil, bütün insanlar için geçerlidir. Allah’ın Kitabı’na ait hükmü kabul etmeyenler, diğerlerinin haklarını yedikleri için cezalarını çekeceklerdir. Bugün bu küçük sıkıntıya katlanamayanlar, yarın verdikleri sıkıntıların karşılığını nasıl ödeyeceklerdir? Bugün çok kolay savacağın bir şeyi sonra bazen hayatınla ödüyorsun.
إِذَا جَمَعْنَاهُمْ (EiÜA CaMaGNAvHuM) “Onları cem edeceğiz.”
Zulmedenlerle zulmolunanları cem edeceğiz. Allah’ın insanların delâletine ihtiyacı yoktur. Hiç kimse yaptığı kötülüklerle Allah’a bir zarar veremez. Allah kendi hukukunu insanlara bırakmıştır. İnsanlara zulmedenler Allah’a zulmetmiş olurlar. İnsanlara iyilik edenler Allah’a iyilik etmiş olurlar. Bu dünyada muhakeme edilip beraat edenler mahkeme adaletle hükmetmiş ise ahirette de beraat etmiş olurlar. Muhakemede yalan ve hile görülmemişse bu böyledir. O sebepledir ki bir mü’min mahkemeye gittiği zaman şüpheli şeyler konuşmaz. Yoksa hesap ahirete kalır ve orada buradan çok daha acı sonuçlarla karşılaşılır.
لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ (LıYaVMın LAv RaYBa FIyHı)
“İçinde rayb bulunmayan bir yevm için onları cem ettiğimizde.”
Ahirette bütün insanları bir araya getirecektir. Böylece herkes herkese cevap vermek zorunda olacaktır. Biz bir kötülük yapmış ve bu kötülükle biz farkında olmadan başka insanlara zarar vermişsek, onlardan her biri ayrı ayrı bizden davacı olacaktır. Mesela, yolun ortasına taş attın, araba geçerken o taşa çarptı. Oradaki kişiler sarsıldılar. Araba sarsıldı. Kaza oldu. İşte burada verdiğin zararı ve sıkıntıyı ödeyeceksin, yani onun hesabını vereceksin. Bazen yapılan kötülük çok küçük olur, ama sonuç çok büyük olabilir. Bir kibrit çakarsın. Fiil çok küçüktür. Ama bir ormanı yakarsın. Zarar çok büyük olur. O gün bütün yaptıklarımızın hesabını teker teker verme durumundayız. Bu yevmin içinde karışıklık yoktur. Hereksin hesabı nettir. Değerlendirilmesi nettir.
وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ (Va VufFıYaT KulLu NaFSın) “Her nefse ifa olunacaktır.”
Yani hakkı verilecektir. Allah’ın Kitabı’ndan anladıklarına uymayanlar verdikleri bütün zararları öderler. Allah’ın Kitabı’na uyanlar zarar vermiş olsalar bile Allah onları affedecek, karşı tarafa da cennette daha yüksek yer vererek mağdur etmeyecektir. Dikkat edilirse burada “her nefse” denmektedir. Yani Yahudi, Hıristiyan, Budist, Müslim; Şii, Hanefi herkes, kim olursa olsun, ne yapmışsa onun karşılığını alacaktır. Dolayısıyla başkalarının haklarını teslim ederken çok daha dikkatli olmanız gerekecektir. Allah’ın Kitabı’na göre hükmedilmeniz için davet olunduğunuzda kaçmayın. Onlar da kaçmasınlar. Hakem kararlarına teslim olsunlar.
مَا كَسَبَتْ (MAv KaSaBaT) “Ne kesbetmişse o ona ifa edilecektir.”
Kesbedilen şey iyilikse o ona ifa edilecektir. Kötülükse de o ona ifa olunacaktır. İnsanlar eğer kendi içtihat ve icmaları ile hareket ederlerse, hata etseler bile karşılığında yine ücret bulacaklardır. Oysa İçtihat etmeyip içtihat ve icmalara göre hareket etmezlerse, onun karşılığı da onlar için azab olacaktır. Hakem kararları insanların can simididir. Ne yapalım, hakemler böyle karar verdi der, gerçekten kurtuluş yolunu ararsın.
وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (Va HuM LAv YuZLaMUvNa) “Onlara zulüm olunmaksızın
hepsini bir araya getirerek birden kendilerini cezalandıracağız.”
Kimseye zulmedilmeyecektir. Herkes adil bir şekilde muhakeme olunacaktır. Belki bu muhakeme dönemi insan ömrü kadar uzun olacaktır. Çünkü herkes dünyada yaptıklarının hesabını saniye saniye verecektir. Kısa zamanda bu hesap nasıl görülecektir? Gerçi melekler de bilgisayar kullanacaktır. Ama ince hesaplar bilgisayara geçmez. İnsanlar bu sebeple bir araya gelecekler ve hesap vereceklerdir.
İçtihat, icma ve bunlara dayalı olarak hakemler sistemi ile alınan kararlar sizi o günün hesabında koruyacaktır. Herkes Kitab’a dayalı olarak içtihat yapacak ve ona göre hareket edecek. İcmalara herkes uyacak. Çıkacak ihtilaflar hakemlerce bu içtihat ve icmalara dayalı olarak halledilecektir.
İşte sade ve içinden çıkılacak Hak düzeni budur. Yoksa insanın ömrü boyunca okuyup bitiremeyeceği kanun sisteminde sorunlar nasıl çözülecektir? İnsanlar bu kanunlarla nasıl muhakeme edilip mahkum edileceklerdir? “Adil Düzen”i kabul etmeyenler zulüm düzeni içinde yuvarlanıp gitmektedirler.
قُلْ (QuL) “Kavl et.”
Bu sûre baştan “Sana tenzil etti.” ifadesiyle tekil olarak başladı. Çünkü içtihat şahsidir. İstişare ve icma değildir. Kişi önce herkesi dinleyip deliller toplayacak, başkaları ile tartışarak yahut istişare ederek kararlar alacaktır. Sonra amel edecektir. Daha sonra da diğerlerinin görüşlerine uyan kısımları tesbit edip icma ile olan ilişkisini tesbit edecektir. Bütün bu görevler kişiye verilmiştir. Bütün bunlar yapılırken siyasi iktidara gerek yoktur. Önce tebliğ safhası vardır. Sonra da davet safhası vardır. Tebliğ sadece duyurmadır. Davet ise işbirliğine çağırmadır. Bütün bunlarda siyasi otoriteye gerek yoktur. Mekke döneminde yapılacaklardır. Medine döneminden farklı onlar içtihat yapacak durumda değildirler. Çünkü onlarda Kur’an ve Furkan yoktur. Onun yerine peygamber vardır. Kur’an da nâzil oluyordu. Bizde peygamber yoktur ama onun yerine Kur’an ve Furkanımız yani fıkıh usûlümüz vardır. İktidara gelince, siyasi güce gelince, o bizim işimiz değildir. Biz gerekeni yaparız. Allah isterse Hazreti Musa ve Hazreti Muhammed’de olduğu gibi siyasi güç verir, yahut da Hazreti İsa’da olduğu gibi onu başkalarına bırakır. İşte bu âyet bize bunu öğretmektedir.
Mülkün maliki sensin. İstediğine verirsin, istediğinden alırsın.
اللَّهُمَّ (elLAHumMa) “Allahım.”
“Allah” kelimesi “ilâh” kelimesinden türetilmiş kabul edilebilir. Mezopotamya’da Allah’ın adı “Enlil”dir. Ancak biz Allah kelimesini ilâhtan değil de ilâh kelimesini Allah’tan getiriyoruz. “Allah” “Besmele”nin oluşmasında oluşan kelimedir. “Hu” “O” demektir. Kâinat varolmadan önceki addır. “Lehu” her şey O’nun demektir. Melekût âlemidir. Vahdet dönemidir. “Billah” her şey Allah sebebiyledir, her şey O’nundur demektir. İşte buradan “B” harfini yani zâhir âlemi kaldırırsanız “Allah” kelimesi kalır. Varedici’nin Kânat’ı yaratmadan önce adı “Huve”dir. Kâinat’ı yarattıktan sonra O’nun adı “Allah”tır. Onda “Lehu”daki “Lam” var. Bir de “Billah”daki ikinci “Lam” daha vardır. Şimdi bundan sonra sonunda eklenen “Umma” ekinin anlamı nedir, acaba? “Ya Rabbi” derken “Ey Rabim” deriz. Bu da “Ya Allah” demektir. Başına “Ya” getireceğimize sonuna “Umma” getiriyoruz. “Ya” “Va” olarak düşünülebilir. “V” da “M”ye dönmüştür. “Ya” sona alınmış demek oluyor. “Ey Allah” anlamı çıkar. “Va” harfi ben anlamındadır. Tükçe ve Farsçada “Men” yahut “geldim” dediğimizdeki “m” aynı anlama gelmektedir. Sonunda “Allahumme/ Ey Allah’ım” demektir. Sonundaki “m” ben demektir. Diğeri de “ya”dan dönüşmüştür. “Ey Allah’ım” diye dua et deniyor. Yani biz bize düşeni yapacağız. Sonrasını Allah’a bırakacağız. Biz iktidar olduk veya olmadık söz konusu olmayacaktır. Biz servet sahibi olup olmadığına bakmayacağız. Biz sadece görevimizi yapacağız.
مَالِكَ الْمُلْكِ “Mülkün mâliki olan, Sen mülkü dilediğine verir, dileğinden alırsın.”
“Allahumme”deki “Allah” mensubdur. Çünkü “Ya”nın muhatabıdır. Üstünlü olması haber olmadığına delâlet eder. “Ey mülkün mâliki Allah’ım, Sen mülkü dilediğine veriyorsun.”
Mülk, bilek kelimesi ile akrabadır. İki manâsı vardır. Güçlü demektir. Bileği bükmek, yenmek demektir. Diğer taraftan emek demektir. Çamuru yoğuran kimselere denir. Emekle toprağa mâlik olunur. İşgal menfaatin, ihya mülkiyetin kaynağıdır. Mülk kelimesi hem toprağa sahip olmak anlamına gelir, hem de iktidar olma anlamına gelir. Yeryüzü Allah’ındır. O halde yeryüzünün mâliki O’dur. Topraklar O’nundur. O da kendisine halife kıldığı insanlara onu vermiştir. Bunun diğer anlamı iktidar olmak yani hükümet olmaktır. İnsanlara hükmetmek demektir. Melik demektir. İşte muktedir olan melik yine O’dur. Yine hükümranlığı da Allah kendisine halife kıldığı topluluğa vermiştir. Anayasamızda “Yeryüzü insanlığındır.” dediğimizde bunu ifade etmiş oluyoruz. İçtihat ve icma müesseseleri de böyle doğuyor. Demokrasi bu demektir. Beş yılda bir yapılan ve ekseriyet sistemine dayanan bir sistemde demokrasi olmaz. Demokrasi her şeyden önce içtihat sistemi demektir. Herkesin kendi içtihadı ile amel etmesi, mezhebi ile ilzam olunması demektir. Demokrasi icma demektir. İttifak edilen hususlara uyulması demektir. Demokrasi demek yerinden yönetim demektir. Kişinin topluluğunu değiştirebilmesidir. Demokrasi, hakem kararlarına uyma, yargı üstünlüğünü tanıma demektir. Bu mülkiyet kişinin mal ve arazi mülkiyetine kadar iner. Kişi içtihatları ile hareket ettiği gibi kendi mülkünü de kendisi yönetir. Özel mülkiyetin olmadığı yerde içtihat olmaz, kamu mülkiyetinin olmadığı yerde de icma olmaz.
Toprak mülkiyeti ile kamu iktidarı Arapçada aynı kelime ile ifade edilmiştir. Çünkü yerinden yönetimde merkezlerin taşralara karışma ve emretme yetkileri yoktur. Merkez ortak toprakları yönetir, taşra kendi toprağını kendisi yönetir. Merkez hadimdir, hakim değildir. Merkezin kanunlarını taşranın temsilcileri yapar ve yalnız merkezde uygulanır, taşra ise kendi kanunlarını kendisi yapar. Merkezde yapılan kanunlar taşrada geçerli değildir.
تُؤْتِي الْمُلْكَ (TuETıy eLMuLKa) “Mülkü ita edersin.”
Burada mülk kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü Allah’ın mülkiyeti ile özel mülkiyet farklıdır. Allah’ın mülkiyeti mutlak mülkiyettir. Oysa insanlara verilen mülkiyet sınırlı mülkiyettir. Mülkün şeriata göre yönetilmesi gerekir. Kişiler veya topluluklar onu istedikleri gibi kullanamazlar. Biz anayasamızda bu sebeple “Yeryüzü insanlığındır. İnsanların onu tahrip edemezler.” diye yazdık.
Burada “Temlikü’l-mülke” denmemiş de “Tü’ti’l-mülke” denmiştir. Çünkü mülk devredilmiyor, sadece kullanılmak üzere veriliyor. Nasıl bir vilayete atanan vali o vilayetin sahibi değilse, sadece yönetmekle görevli ise ve yönetmesine göre ücret alma hakkına sahipse; yeryüzünün toprakları da topluluklara ve kişilere böyle verilmiştir. O topraklara baksınlar ve onun karşılığında ondan yararlansınlar. Vali nasıl vilayeti başka ülkeye devredemezse, onu tahrip edemezse; insanlar da kendilerine verilen mülkü tahrip edemezler, şeriata aykırı işleri oralarda yapamazlar. Onun için “Verirsin” denmektedir.
Bu verme işi nasıl olmaktadır? Verme işi iki şekilde olmaktadır.
Biri hukuk kuralları içinde hakemlerden oluşan yargı denetiminde olur. Kaynağı işgal ve ihyadır. Devredebilmedir. Mirastır. Alışveriştir. Bu muamelelerde çıkan ihtilaflar hakemlerce çözülür. Bir ocağın, bir bucağın, bir ilin ve bir devletin barış yoluyla nasıl kurulacağı anayasamızda yer almıştır. Topraklar madem bütün insanlarındır, bunu işgalle bölüşeceklerdir, ihya ile mâlik olacaklardır. Ülkeler dış güvenliği sağladıkları yerlere sahip olurlar. İller ise iç güvenliği sağladığı yerlere mâlik olurlar. Bucaklar hukuk düzeni kurarlar, ocaklar birlikte yaşamayı gerçekleştirirler. Kişi ise asıl hak sahibidir. Dilediği ocağa, bucağa, ile ve ülkeye göç etme hakkına sahiptir. Kendi hakkını da alıp götürebilir. Birleşen insanlar kendi ocaklarını, bucaklarını, illerini ve ülkelerini kurabilir ve kendilerine düşen toprakları alabilirler. İşte bu hukuk düzenidir. Ekonomik kanunlarla kişilerin özel mülklerini alıp vermektedir. Sosyal kanunlarla da kamu mülklerini ve iktidarlarını alıp vermektedir. Şeriat içinde kişiler mâlik olmaktadırlar.
Diğeri savaşla elde edilen mülkiyettir. Zorla elde edilen iktidardır. Hakem kararlarına uymayanlara karşı uygulanacak askeri sistemdir. Savaş düzenidir. İhtilallerle elde edilen iktidarlar da böyledir. Bunların hepsini düzenleyen Allah’tır. Allah iktidarı istediğine verir.
مَنْ تَشَاءُ (MaN TaŞAvEu) “Kime istersen ona servet verirsin veya siyasi iktidar verirsin.”
Buradaki “Men”e kişiler dahil olduğu gibi tüzel kişiliği olan topluluklar da dahildirler. Kişi olarak cenin dahil kadın erkek her insan dahildir. Mirasının taksimine kadar özel mülke sahiptir. Kişilerin mamelekleri vardır. Onlar onlara verilen mülktür. Hukuk kuralları içinde buna sahip olurlar. İçtihat ve icmalar bu hukuk kurallarını ortaya koyar. Kişi içtihat yaparken ve topluluklar icma ederken Allah’ın halifesi olarak bu içtihat ve icmaları yaparlar. Sonra o kararlara uyarken de bir kul olarak uyarlar.
Buradaki Allah’ın meşieti o içtihat ve icma esnasında Allah’ın yaptığı ilhamlardır. İnsanlara öyle kararlar aldırarak o düzeni kurmaktadır. Bunların bir kısmı Allah’ın razı olduğu kararlardır. Bir kısmı ise sadece Allah’ın iradesi ile olan kararlardır. İster hukuk düzeni ile ister askeri düzenle elde edilen sonuçlar olsun, hep Allah’ın iradesi ile olmaktadır.
Allah bize bunları niye söyletiyor? İnsan için sadece çalışma vardır. Sonuçlar ise tamamen Allah’a aittir. Biz çalışarak mülk edinmek isteriz. Ama O ne kadarını isterse o kadarını verir. Verdiklerine şükrederiz. Biz siyaset yaparız, hizmete talip oluruz, ama O ne kadarını isterse o kadarını verir, istediğine verir.
Ocak yönetimi, bucak yönetimi, il yönetimi, ülke yönetimi, insanlık yönetimi birer hizmettir. İstediğine verir. Askeri metotla vermiş olsa bile biz ona itaat ederiz, yahut göç ederiz. Biz çalışmaktan sorumluyuz, sonuçlar ise Allah’a aittir. Kaderimizde ne ise ona rıza gösteririz
وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ (Va TaNZıGu elMuLKa) “Mülkü nez’ edersin.”
“Nez’ etmek” çekip çıkarmak demektir. Bir fidanı kökünden sökmek demektir. “Neza” sökülen şey anlamındadır. “Mülkü nez’ edersin” deniyor. “Mülkü ahz edersin” demiyor. Çünkü insanlar mülk sahibi olmak isterler ama edinmeseler de o kadar dert etmezler. Ama edindikleri serveti veya makamı kaybettiklerinde çok sıkılırlar. Onun için mülkü almak “nez’” kelimesi ile ifade edilmektedir.
Hukukta mükteseb hak bu vetireden doğmuştur. Akdi yapanlar, yahut tasarrufta bulunanlar artık geri dönemezler, ben pişman oldum diyemezler. Hele yargıda bu tamamen geçerli kuraldır. Kişi hakemini tayin ettikten sonra artık onu azledemez. Tanık şehadet ettikten sonra dönemez. Dönerse hüküm iptal edilmez. Şahit tazmin eder. Hakemler verdikleri karardan geri dönemezler. Yanlış yaptık deseler de artık verdikleri karar iptal edilmez. Bir işin devamı iptidasından esheldir. Yanı iptida için gerekli şartlar devamı için gerekmez.
İşte bütün bunları “nez’” kelimesi bize anlatmaktadır. Hukukun temel kuralıdır. Hata da olsa yargı kararları kesin olup dava kazanan kesin kazanmış olur. Artık onun haklarında tereddüt kalmaz. Mağdur olan hakkını borçludan değil başka yerlerden arar. Hata yapanlarda arar.
مِمَّنْ تَشَاءُ (Mim MaN TaŞAEu) “Kime meşietin olursa. Kimden istersen.”
Burada “Min” kelimesini kullanmıştır. Kişinin iktidara gelmesi veya kaybetmesi, servet sahibi olması veya yoksul olması kişiliğinde herhangi bir değişiklik yapmaz. Makam ve servet kişinin kişiliğinde bir yüceltme ve düşürme yapmaz. Görev farkları dolayısıyla yetki farkları, sorumluluk, ücret gibi farklılıklar, mal varlığı üzerindeki eder kendi kişiliğine etki etmez.
وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ (Va TuGızZu Man TaŞAEu) “Meşiet ettiğini aziz edersin.”
“İzzet” demek topluluk içinde sözü dinlenir adam olmak demektir. Saygın olmak demektir. Herkes ona itaat eder, söz geçirir demektir. Topluluk içinde kredisi olan kimse demektir. Bir insanın izzetli olması için şeriat kurallarına uyan kimse olması gerekir. Şeriatın insandan istediği nedir? Yalan söylememek, kimsenin hakkını yememek, verilen sözde durmak, ihsan sahibi olmak demektir. İhsan sahibi demek, elinden geldiğinde herkese iyilik etmek demektir. Kur’an bunları dört noktada toplamıştır:
a) Her söze kulak verirler. b) Kendilerini sevmeyenleri de severler. c) İyilikte yardımlaşırlar, kötülükte yardımlaşmazlar. d) Yalnız Allah’tan çekinirler, dedikodulardan korkmazlar.
وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ (Va TuÜilLu Man TaŞAEu) “Ve meşiet ettiğini de zelil edersin.”
“Zeyl” etek demektir. “Zelil” alçaltılmış, aşağılanmış kimse demektir. Ta’zizin karşılığı olarak getirilmiştir. Ta’ziz, söz geçiren; tezlil ise söz geçiremeyen şeklinde ifade edilir. Aslında iktidar böyle doğmaktadır. İnsanlar onun sözünü dinlerlerse aziz olurlar, dinlemezlerse zelil olurlar. Biri imam olur ve namaz kıldırır. Cemaat ona uyar. O kimseye yapılan itaat makam itaatidir. Toplulukta bulunan alimi ise ilminden dolayı dinlerler, sözleri etkin olur. İsmet İnönü böyle sözü dinlenen kimse idi. Sonra Adnan Menderes böyle kimse oldu. Ondan sonra Necmettin Erbakan sözü dinlenir kimse haline geldi. Hasımları bile sonunda onun dediğini yapıyorlardı. İşte Allah topluluklar içinde böyle sözü dinlenen kimseleri var eder.
Hayvan topluluklarında da böyle iki çeşit başkan vardır. Biri başkandır, nasıl hareket ederse sürü öyle hareket eder. Diğeri sürü içinde alelade bir üyedir. Ama o ne tarafa meylederse başkan ona uyar. İşte nebi aziz olan kimsedir. Resul ile melik yerinde olan kimsedir.
Burada hep “Men Teşau”ları tekrar etti. Zamir göndermedi. Çünkü kastedilen kişiler hep farklıdır. Bu âyetler aynı zamanda yetkili olan kimselerin kendi içtihatları ile hareket edeceğini, kendilerini atayanların içtihatları ile hareket etmeyeceğini gösterir. Çünkü atayan hilafeten atamıştır. Atayana atama yetkisini Allah yani topuluk vermiştir ama herkes şeriata göre hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla kendisini atayana değil içtihadına uyacaktır. Sorumluluk da üstüne karşı değil hakemlere karşı olacaktır. Kur’an’ın resmî yorumlayıcısı yoktur. Herkes kendine göre yorumlayıp uygulatacaktır. Nizalar hakem yoluyla çözülecektir.
بِيَدِكَ الْخَيْرُ (Bi YaDiKa elPaYRı) “Hayır senin yedindedir.”
“Va” harfi getirmeden “Hayır senin elindedir” diyerek mülkün verilmesinin, alınmasının, taziz edilmesinin, tezlil edilmesinin hep hayır olduğunu ifade etmiş olur. Evet, zenginlik de hayırdır, yoksulluk da hayırdır. İktidar, yönetici olsan da hayırdır, yönetilen olsan da hayırdır. İmam ile cemaatin sevabı aynıdır. Cemaat olmanın sevabının ise 27 kat fazla olduğu hadislerde zikredilmiştir. Kapıcı ol, önemli değildir. Yeter ki o görevini iyi bir şekilde götür. İşte mü’min buna inanır ve kendisine verilen görevleri yapar. Sonra ne olursa hayır ve şer Allah’tandır der ve kendisi eğer muttaki ise onun için mutlaka hayır olduğunu bilir.
“Elindedir” demek, sen istediğine verir, istediğinden alırsın demektir. O halde işlerin hepsi hayırdır. Sadece kötüler için şerdir. İyiler için hepsi hayırdır.
إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (EınNaKa GaLAv KulLı ŞaYEın QaDıYRun) “Her şeye kadir sensin.”
Yani biz niyet ederiz. Yapmak isteriz ama asıl yapan sensin. Dolayısıyla yapılanın hepsi hayırdır ve senin iradenle olmuştur. Biz içtihat ve icmalarımızdan ancak ona göre amel etmiş olup olmadığımızdan sorumluyuz, sonuçlardan sorumlu değiliz. Sonuçlardan dolayı değil, davranışlarımızdan sorumluyuz. Bu hukuk düzeninin ana kuralıdır. Askeri düzende sonuçlardan sorumluluk olduğu halde, hukuk düzeninde davranışlardan sorumluluk vardır. Çünkü sonuçları oluşturan biz değil, Allah’tır. İçtihat ve icmalarımızda da samimi olup olmadığımıza göre sorumluyuz. İhmal edip etmediğimizden sorumluyuz. Yoksa hata etmiş olsak da sorumlu değiliz. Hatalardan dolayı bu dünyada başarılı olmamış olabiliriz. Ama o da Allah’ın takdiridir. Hata etmemiz mutlaka hayırlı olmuştur. Kadere rıza göstermek budur.
“Sen” kelimesinin başa alınmış olması tahsisi ifade eder. Yani, her şeye yalnız sen kadirsin denmektedir. İçtihat ve icmalardaki isabetimiz de senin elindedir.
“Kudret” ölçülü demektir. Aynı zamanda enerji demektir. Enerji sakımı kanunu 19. asrın sonlarında keşfedilmiştir. Oysa Arapçada kudret ölçülü demektir. Enerji ölçülü olduğu gibi her şey ölçülüdür. Mukadderdir. Kader değiştirilemez. Ancak kaderde tercihler vardır. Nasıl otobanda yürüyen arabalar otobanın dışına çıkmazlar ama şerit değiştirebilirlerse, biz de ancak hayat otobanında şerit değiştirebiliriz. Yoksa otobanın dışına çıkamayız. “Kadir”in nekire olması, bizim de cüz’î irademizin olduğunu ifade eder.
“Şey” meşiet edinilmiş demektir. Sen neyi meşiet ediyorsan onu yapmaya muktedirsin. Başka bir ifade ile, muktedir olduğunu meşiet edersin. Bir ikinci ilâhı var etmeyi meşiet etmezsin.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - VIII
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
تُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنْ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنْ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ(27) لَا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنْ اللَّهِ فِي شَيْءٍ إِلَّا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ(28) قُلْ إِنْ تُخْفُوا مَا فِي صُدُورِكُمْ أَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللَّهُ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(29)
تُولِجُ (TUvLlyCu) “Ilac edersin. Sokarsın.”
Gayın harfi ile gılac, ilaçlı suya karıştırılıp içilen şeydir. Suya konulan maddedir. Hemze ile ilac ise içeri sokmak demektir. Burada gecenin gündüzün içine sokulduğunu ifade etmektedir.
Bundan önceki âyetlerde mülkün verilip alınmasından bahsedilmişti. İnsanın aziz veya zelil edilmesinden bahsedilmişti. Bu âyette ise gecenin gündüze, gündüzün geceye ilac edilmesinden ve ölüden dirinin, diriden ölünün çıkarılmasından bahsedilmektedir. Orada sosyal olaylardan, burada tabiî olaylardan bahsedilmektedir. Sosyal olay denince insana has olaylardır. Temeli özel mülkiyete ve kamu gücüne dayanmaktadır. Ekonomik ve siyasi olaylardır. Burada da tabiî olaylardan bahsedilmektedir. Kevnî ve biyolojik olaylar ele alınmaktadır. Kâinat’ın nasıl dört temel üzerinde oturtulduğu belirtilmektedir.
- Mülkiyet insan iradesinin çalıştığı alandır. Herkes kendi mülkünde meşru sınırlar içinde dilediği gibi tasarruf eder. Burada bölünme ve özgürleşme vardır.
- İzzette ise herkes birbirine bağlanır, topluluk içindeki serbestliği kaybeder. Böylece topluluk oluşur. Mülkiyette fert, izzette topluluk korunmuş olur.
- Gece ile gündüzün oluşmasında tabiî kanunlar ve düzenlemeler vardır. Burada yerleştirilmiş varlıklar değişmez fizik kimya kanunları ile hareket ederler. Burada entropi büyümektedir.
- Halbuki canlılarda DNA’larla kodlanmış sistem içinde özel oluşumlar sözkonusudur. Burada entropi küçülmektedir. Dağınıklıktan düzgünlüğe gidilmektedir.
اللَّيْلَ(LaYL) “Gece” demektir.
Güneş atmosfere girer, sabah olur. Yere inince doğmuş olur. Güneş batınca gece olur. Güneş atmosferden çekilince yatsı olur. Sabah gündüze, akşamdan sonrası ise geceye dahildir. Gecenin gündüze ilaç edilmesi gecenin büyümesi anlamındadır. Yani kışları gece büyür. Yazları gündüz büyür. Mevsimler oluşur.
Allah yerin eksenini dik yapsaydı yaz-kış olmayacaktı, gece-gündüz eşit olacaktı. Ekvatorda sıcak yerler, diğer yerlerde ise soğuk dünya. Rüzgârlar sadece doğudan batıya esecekti. Oysa bugün birçok bitkiler gün uzunluğuna dayanarak çiçeklenmektedirler. Kur’an bunu bize misal vererek sosyal olaylarda da böyle mevsimlerin olduğunu ifade etmektedir. Bazen küfür hakim olur, bazen da iman hakim olur.
“Leyl” başka bir manasıyla madde demektir. Nehrin içindeki karışık maddenin bir kısmı erimiş olarak denize gider. Bir kısmı ise deltalarda çöker. Denize giden kısma “nehar”, çöken kısma da “leyl” denmektedir.
“Nehir” kelimesi buradan geldiği gibi, “nehar” kelimesi de buradan gelir. Madde düşük hızla hareket eder. Bu madde parçacıklarının iki özelliği vardır. Biri, birbirini çekerler, diğeri ise hızlandırmak için onları kuvvetle çekmek ve itmek gerekir. Işık hızına ulaştıklarında birbirini çekme kabiliyetini kaybederler. Ve artık bunların hızlandırılması da mümkün değildir. Çünkü ışık hızı madde için en büyük hızdır. Madenin enerjiye ilacı maddenin enerjiye dönüşmesidir. Meşhur Einstein E=m*c^2=h*f formülleri burada açıkça ifade edilmiştir. Atom bombası ve santralleri bu formüllere dayanmaktadır.
فِي النَّهَارِ (FIy elNaHARı) “Nehar için leyli ilaç edersin.”
Işık parçacıkları madde üzerine düşünce maddeyi hızlandırır. Maddenin hızı artınca ışık hızına dönüşmektedir. Gözlerimiz bunları görmektedir. Başlangıçta Kâinat, gök ve yer birbirine bitişmiş hareketsiz madde idi. Patlama olunca enerjiye dönüştü. Sonra soğuyarak madde oldu. Şimdi ise Güneş’teki hidrojen helyuma dönüşerek ışık olmaktadır. Bize gelen ışık da soğuyarak madde olmaktadır. Demek ki, ister yaz ve kış olarak anlayalım, ister maddenin enerjiye dönüşümü şeklinde anlayalım, tabiî olaylarda bir gidip gelme vardır. Bir devrî hareketler vardır. Toplulukta da böyle devrî hareketler olmaktadır.
وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ (Va TUvLıCu elNaHavRa Fıy elLAyLı) “Neharı da leyl içine idhal edersin.”
Yani, yazın geceleri uzun edersin, kışın da gündüzleri uzun edersin. Maddeyi de enerjiye çevirirsin.
Atom enerjisi maddenin enerjiye dönüşmesi ile elde edilmektedir. Ama ışığı yavaşlattığımızda elektron ve pozitronlar oluşmaktadır. Bu elektron ve pozitronlardan 1837’si hidrojen çekirdeğini oluşturmaktadır.
Aslında hız kazandırma bir ilaçtır. Dünyada böyle devrî hareketler olduğu gibi insan topluluklarında da böyle devrî hareketler vardır. Bize bu örneği vermekle hem bize Kâinat’ı öğretmekte, hem de “sosyal hayat” ile “tabiî hayat” arasındaki benzerliğe işaret edilmektedir. İçtihatlarımızı yaparken hep bu oluşları değerlendirerek yapmalıyız.
Tarihte hak uygarlıkları gelmiştir. Bunlar adaletleri ile insanlığı aydınlatmıştır. Kuvvet uygarlıkları gelmiştir. Onlar da zulümle dünyayı karartmışlardır. Bunlar gece ile gündüz gibi arka arkaya gelmiştir. Doğuda hak uygarlıkları hakim iken, batıda sinmiş bir şekilde kuvvet uygarlıkları vardır. Sonra batıda kuvvet uygarlıkları gelişince hak uygarlıkları sinmiştir. Böylece adaletle zulüm birbirine ilac edilmiştir. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâmiyet hak uygarlıklarıdır. Mısır, Yunan, Roma ve Avrupa kuvvet uygarlılarıdır. Bunların ömürleri 1000’er yıldır. Batı uygarlıkları en güçlü iken doğu uygarlıkları yeniden doğmaya başlarlar. Aynı şekilde doğu uygarlığı tepede iken batı uygarlığı yeniden doğar. Şimdi Batı uygarlığı tepededir, çökmeye başlamıştır. 500 yıl çökmeye devam edecektir. Doğu uygarlığı yeniden doğuyor. 500 yıl gelişecek, tepe noktasına varacak ve çökmeye başlayacaktır. Bu böyle devam edip gidecektir. İşte bu âyet bize bunu ifade etmektedir. Şimdi içtihatlarımızı yaparken gelecek III. bin yıl uygarlığının içtihatlarını yapmamız gerekmektedir.
وَتُخْرِجُ (Va TuPRıCu) “Ve ihraç edersin.”
Evin iç tarafına “dahil” dış tarafına “hariç” denmektedir. Bir şeyi ambardan çıkarıp kullanmaya “harcama” denmiştir. Duvarlara dışarıdan sürülen şeylere de “harç” denmektedir. Çalı veya kamışlardan ördükleri kulübelere çamur sürerek duvara çevirirlerdi. Bu çamura “harç” denmektedir.
Ölüden diriyi çıkarmak, ölüden diriyi oluşturmak, ölüyü diriye çevirmek demektir. Kumaştan elbise çıkarmak, deriden ayakkabı çıkarmak tabirleri Türkçede de vardır. Ölüyü diriye dönüştürürsün, diriyi ölüye dönüştürürsün denmemiştir. Çünkü diride ölüden farklı bir şey vardır. Canlılar maddeden oluşur. 19. yüzyıla kadar canlılarda canlılık denen başka bir maddenin olduğu sanılıyordu. Oysa 19. yüzyılda anlaşılmıştır ki, canlı yüze yakın elementin özel dizilişinden oluşturulup başka bir şey katılmamaktadır. Nasıl bizim evimiz çimento ve tahtadan oluşuyorsa, canlı da öyledir. Çıkarmak, burada özel şekil vermek, tuğladan ev çıkarmak gibi bir şeydir. Çıkarmak, özel bir şekilde dizmek anlamındadır.
الْحَيَّ (XayYa) “Hayyı ihraç edersin.”
“Hay” kış uykusuna yatmamış yılan demektir. “Meyyit” de kış uykusunda olan yılan demektir. Hareketli olan anlamındadır. Kur’an bitkilerin de hay yani hareketli olduğunu belirtmektedir. Canlılar hücrelerden oluşurlar. Hayvan hücresi ile bitki hücresinin yapıları arasında esasta hiçbir fark yoktur. Her ikisi de DNA’ların oluşturduğu protoplazmalardan oluşur.
Hayvan hücrelerinin derileri ile bitki hücrelerinin derileri farklıdır. Çeperleri farklıdır. O halde bitkiler de haydırlar. Bu da 20. yüzyılın buluşudur. Buradaki önemli husus, diriliğin maddenin tertibinden ibaret olduğunu ifade etmiş olmasıdır.
مِنْ الْمَيِّتِ (MiNa elMayYıTı) “Ölüden diriyi çıkarırsın.”
Cansız varlıklara ölü denmektedir. Yani canlının ölümünden önceki durumu ile sonraki durumu arasında fark yoktur. Ölü bedenin bir özelliği yoktur. Cansızlık âlemine tâbidir. Bu da yine asrımızın ilimleri sonunda öğrendiğimiz şeylerden ibarettir. Buradaki “Min” cinsin beyanı içindir. Demirden anahtar anlamındadır. Yani demirden yapılmış anahtar demektir. Canlı da ölüden yapılmış bir mekanizmadır.
وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنْ الْحَيِّ (Va TaPRuCu el MayYıTa MiNa elXayYı)
“Meyyiti haydan ihraç edersin.”
Burada ölünün, cansız varlığın da diriden meydana getirildiğine işaret etmektedir. Tabiatta organik maddeler vardır. Bunlar ölü maddelerdir. Kendilerinde canlılık özellikleri yoktur. Ama bunlar kendiliğinden yokturlar, canlıların ölümünden sonra ortaya çıkarlar. Yani ölüm demek sadece tekrar geriye dönme demek değildir. Daha üst moleküller içinde toprağa karışmadır. Bunlar yeniden daha kolay canlı varlığa dönüşebilmektedir. Böylece yeryüzü daha kolay ve daha çok canlıların yaşayabileceği toprağa kavuşmaktadır. Bu da yeryüzünün imarı demektir. Bizden önceki canlılar uzun yıllarda bugünkü toprakları hazırladılar da biz o sayede bugün yaşıyoruz. Yani canlanıp ölmeler boş döngü değil, bir gelişmeye hizmettir.
Topluluklar da böyledir. Kişiler doğup ölürler ama artıklar bırakırlar. Bunlar uygarlık mirasıdır. Bu sayede ilerleme olur. Nasıl canlılar toprağı ıslah ediyorlarsa, biz de diğerlerini ıslah ediyoruz. Bu da içtihat ve icmalar sayesinde olmaktadır. Böylece bu âyetlerde içtihat ve icma müesseselerinin gayesi de ortaya konmuştur. Evrim. Sosyal ıslah.
İçtihat yapmak demek, bir proje yapmak demektir. Nasıl bir mühendis bir makine yapmayı veya bir tesis kurmayı düşündüğü zaman en ince yönlerini değerlendirip proje oluşturuyorsa, bir müçtehit de insanı ve insanlar arası ilişkileri ele alıp proje yapacak ve böylece sosyal makineler oluşacaktır. Bundan 200 yıl öncesinde bu makinelerden eser yoktu. Bugün ise her şey makine ve araçlardan ibaretse; gelecekte fıkıhçılar sosyal makineler üreteceklerdir. O makineler sayesinde bu gelişmiş uygarlıkta huzur içinde yaşayabileceğiz. Artık “Nuh Nebi’den kalan hukuk düzeni”yle değil, asrımızın sorunlarına cevap veren hukuk düzeni ile yaşayacağız. İşte “Adil Düzen” budur. Bunları bize Kur’an öğretmektedir.
وَتَرْزُقُ (Va TaRZuQu) “Sen rızıklandırırsın. İstediklerini beslersin.”
Enerjinin maddeye dönüşmesi, maddenin enerjiye dönüşmesi; yaz olması, kış olması; sonradan diriden ölünün ve ölüden dirinin çıkarılması hep bir gayeye matuftur. O da insanların ve diğer canlıların rızıklanması içindir.
“Sen rızıklandırırsın” denmektedir. Böylece tabiî düzenin gayesinin soysal düzen olduğu ifade edilmektedir. Her şey insan içindir. Kâinat insan için yaratıldı. Uzayda sayısız yıldız var, onların çevresinde gezegenler dönmektedir. Buralarda hep insan vardır. Onlar Ademoğlu değildirler. Bu büyük Evren’de bizim kendi dünyamız vardır. Biz orada içtihat yapar ve kendi görevimizi yerine getiririz. Bu içtihadımızı yaparken o büyük düzeni bozmayacak şekilde hareket edeceğiz.
مَنْ تَشَاءُ (MaN TaŞAEu) “Kimi istersen hesapsız rızıklandırırsın.”
Burada “neyi istersen” denmemiş, “kimi istersen” denmiştir. Yani insanlardan kimi istersen rızıklandırırsın deniyor.
Eğer gece-gündüz ve yaz-kış olmasaydı canlı olmayacaktı. Canlının doğması olmasaydı bizim rızkımız olmayacaktı. O zaman bizim yaşamamız mümkün olmazdı. Bu âyet Kâinat’ın insan, cin, melek ve ruh için var edildiğini çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Başkaca Kâinat’a ne gerek vardı? Abesle iştigal olurdu.
بِغَيْرِ حِسَابٍ (Bı ĞaYRı XıSAvBı) “Hesapsız bir şekilde rızık verirsin.”
Burada iki şey ifade edilmektedir. Biri, insan rızkı öyle iktisatçıların sandığı gibi sınırlı değildir. Nüfus planlamasına gerek yoktur. İnsan rızkının kaynakları sonsuzdur. Sadece emek gerekmektedir. Çalışarak rızıklandırılmaktadır. Zaten canlı demek, çalışarak yaşayan varlık demektir. İktisatçıların sandığı gibi kaynaklar sınırlı değildir. Buradaki hesapsızlıkla bu bildirilmektedir. Gerçekten;
- Teknolojinin ilerlemesi ile bir taraftan ekilmemiş topraklar ekilmiş hâle gelmekte, diğer taraftan ekilmiş olanların da verimi artırılmaktadır. Sulama, gübreleme, ekim ve tohum ıslahları ile verim birkaç kata çıkarılabilmektedir. Bütün bunlar içtihat sayesinde mümkün olmaktadır. Kur’an’ın öğrettiği içtihat sisteminin yani mühendisliğin teknolojiye uygulanması ile mümkün olmaktadır. Müslümanlar içtihat sistemini “hukukta ve dilde” uyguladılar, Avrupalılar “ekonomide ve teknolojide” uyguladılar.
- Karalardan sonra denizler bizi bekliyor. Henüz deniz tarımı ve deniz hayvancılığı başlamamıştır. İnsanlar ileride karalardan çok denizlerden yararlanacaklardır.
- Sonra Güneş enerjisinden yararlanacağız. Uzaya atacağımız uydular bize tonlarca buğday üretecektir. Yeryüzüne gelen enerjinin Güneş enerjisine oranı 400 000 000 de birdir. Güneş’in çevresi de Adem oğulları içindir. Yeryüzünde denizlerle birlikte on misli çoğalıp yüz misli olabiliriz. Güneş çevresinde de çoğalmakla 40 milyar defa çoğalabiliriz demektir. Bugünkü çoğalma hızımız %2,5’tur. Demek ki iki kat olabilmemiz için ancak 25 yılda iki kat olabiliriz. Bu çoğalma ile daha milyarlarca yıl gerekmektedir. İnsanlığın ömrü birkaç onbin yıldır. Buna göre demek ki hesapsız rızkımız vardır.
- Bunun dışında da hidrojeni helyuma dönüştürerek, Güneş çevresindeki hidrojeni kullanarak da yaşayabiliriz. Bu hesaplar bize gösteriyor ki, Allah bizim için hesapsız rızık yaratmıştır. Kâinat’ın kalan ömrü 10 milyar yıl civarında olduğuna göre, demek ki rızık sorunu yoktur.
“Men teşau” denmesiyle de bu rızıklanmanın eşitlik içinde olmadığını gösterir. “Hesapsız” demek, kimine çok kimine az vermektir. İnsanlar emekleri ile çalışıp kazanırlar. Ancak emeklerini birbirlerine devretmektedirler. Bu arada kimilerinin mülkünde fazla rızık birikmektedir. Buna da ihtiyaç vardır. Bu sayede sermaye oluşmakta, sermaye sayesinde işbirliği ve ortaklıklar oluşmaktadır. Canlılar arasındaki besin düzeni gibi, insanlar arasında da ekonomi düzeni vardır. Ekonomi düzeni kâr ve zarara dayanmaktadır. Buna işaret etmek için bu âyet bu ifade ile sonlanmıştır.
İçtihadımızı yaparken bu genel düzene bakarak, bu sistemleri göz önüne alarak yapmak gerekmektedir. Bu sebepledir ki, müteşabihlerin tevili için de ilimde rusuh mertebesi istenmektedir. Kur’an bütün bunları söylemekle; bu hususta beni bilgi sahibi et, ben ona göre içtihadımı yapayım demektir. Mümin içtihadını yapar ve ona göre amel eder. Sonuçlar ise sünnetullaha tabidir. O ne isterse onu yapar. Bizim istediğimiz değil de, O’nun istediği olur.
لا يَتَّخِذْ (LAv YatTaPıÜı) “İttihaz edinmesinler.”
“Ahıze” tutucu, alıcı anlamındadır. Yumulmuş eldir. İttihaz etmek, kendi kendine edinmek, tutunmak demektir. Ahzda karşı taraf tutulmuş olur. İttihazda ise karşı taraf etkilenmeden kendi kendine hayalinde tutunma demektir. Veli ittihaz etme demek, dayanışma ortaklığına girme demektir.
Kâfirler burada barışı kabul etmeyen kimselerdir. Ne cizye veren, ne de savaşa katılan kimselerdir. Bunlarla dayanışma ortaklığı içine girilmesini İslâmiyet yasaklamış bulunmaktadır. Emr-i gayb getirilmiştir. Eğer başkanın denetleme yetkisi varsa o zaman emri onun aracılığı ile verir. Bir dayanışma ortaklığında olan kimse başka bir dayanışma ortaklığına giremez.
الْمُؤْمِنُون (EaLMuEMıNIyNa) “Müminler ittihaz etmesinler.”
“Mümin ittihaz etmesin” denmiyor, “müminler ittihaz etmesinler” deniyor. Yasaklanan, kâfirlerin dayanışma ortaklıkları ile işbirliği yaparak ülkeyi parçalamaktır. Türkiye’deki sol partinin ülke dışındaki sol partilerle işbirliği yapıp ülke aleyhinde faaliyet göstermesi demektir.
Dayanışma ortaklığını kurup kendilerini güven altına aldıkları gibi, cizye veren müslimleri de güven altına almış kimselerdir. İslâmî dayanışma ortaklığını kuran kimselerin başkaları ile dayanışma ortaklığı içine girmeleri haram kılınmıştır.
الْكَافِرِينَ (EalKaFıRIyNa) “Kâfirleri ittihaz etmesinler.”
“Kâfir” örten, kapatan, gerçekleri bile bile kabul etmeyen demektir. Kur’an dilinde dayanışma ortaklığını kabul etmeyen, ne askerlik yapan ne de bedel veren kimsedir. Bunların ülkemizde yaşama hakları yoktur. Bunlar ülke dışına çıkar ve oralarda yaşarlar. Biz oralarda kendilerine dokunmayız. Kendi aralarında kuracakları dayanışma ortaklıklarına da izin veririz. Ülke dışına çıkmalarına gerek yoktur. Müslim ise cizye vermelidir. Müşrik ise düzeni kabul etmeyen anarşistlerdir.
Burada bir müminin kâfiri veli ittihaz etmesinden ziyade, siyasi dayanışma ortaklığını kuran kimselerin bunu kurmakla beraber, devlet savunmasına asker katmayanlarla dayanışma içine girmemeleri emrediliyor. Yani, bunların siyasi hakları yoktur. Başkanlık seçimine katılamadıkları gibi, bunlar başkanlık şurasında da yer alamazlar.
أَوْلِيَاءَ (EaVLıYAEa) “Veliler ittihaz edinmeyin.”
“Evliya” dayanışma ortaklarıdır. Birinin bir kazaya uğraması halinde hep birlikte karşı koyarlar. Birine yapılmış saldırı hepsine yapılmış saldırı kabul edilerek birlikte karşı koyarlar. Diyetleri aralarında bölüşerek öderler. Kur’an’da bu terimdir. İslâmiyet’te devletin varoluş felsefesi dayanışma ortaklıklarıdır. Müminlerin mümin olmayanlarla dayanışma ortaklıkları kurmaları men edilmiş olmaktadır.
مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ (MiN DUvNı elMuEMıNIYNa) “Müminlerden başkasını.”
Burada zamir getirilmemiştir. Çünkü kendileri dışındaki müminlerden başkasını evliya ittihaz etmesinler, onlarla dayanışma içine girmesinler anlamındadır. Bu bize belli yasağı getiriyor. Bucakta mümin olanlar, ilde de mümin olacaklar demektir. İlde mümin olanlar, ülkede de mümin olacaklardır.
Anayasamızda yazdığımız kural müminler için geçersizdir. Yani anayasada genel kural yazdık. Müminler ise müminlerden başkasını veli ittihaz etmezler. Müminler bucakta, ilde ve ülkede nöbetli olurlar.
Kişi dostluğu olarak anlayacak olsak, o zaman bu kayıt müminlere karşı kâfirlerle işbirliğine girmesinler, ama diğer şekilde eğer müminlere zarar değilse, aleyhine değilse, böyle işbirlikleri kurulabilir anlamı çıkar.Yasaklanan mutlak dostluk değil, müminleri dışlayan dostluktur. Biz Avrupa Birliği’ne girebiliriz ama bunu Müslüman ülkeleri dışlayarak yapamayız. Müslüman ülkelerine karşı Avrupa Gümrük Birliği’nde yer alınması yasaklanmıştır. Aramızda gümrükleri sıfırlayabiliriz ama başkalarına karşı ortak gümrük uygulayamayız.
وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ (Va MaN YaFGaL ÜAvLıKa) “Kim bunu fi’lederse.”
Yani, müminlerin dışında kâfirlerden evliya ittihaz ederse, onların dayanışma ortaklığına katılır da müminlere karşı birleşirse, buna uygulanacak müeyyide de belirtilmiş olmaktadır. Böyle yaparsa müminlerin dayanışma ortaklıklarından çıkarılmış olur. Toplulukların uygulayacakları cezai müeyyide ancak kendi cemaatlerinden çıkarmadır. Başka bir yaptırım uygulayamazlar. Hiçbir topluluk bir daha bizden ayrılmamak üzere akit yapamaz. Sadece askerlik yapmayı taahhüt edenler bu vecibelerini yerine getirmezlerse ülkeyi terk etmek zorundadırlar. Bu da çıkarmadır. Bir tek savaşta cepheyi bırakmak bu kuralın dışındadır. Çünkü savaşta ‘ya bizden - ya karşıdan’ ilkesi vardır. Terk edersen düşman kabul edilerek öldürülürsün.
فَلَيْسَ مِنْ اللَّهِ فِي شَيْءٍ (Fa LaYSa MıNa elLAHı ŞaYEin) “Allah’tan bir şey içinde değildirler.”
Allah’ın dayanışma ortaklığından çıkmış olurlar. Onlarla olan müminlerin dayanışması sona erer.
Burada çok geniş yoruma tâbi bir ifade kullanılmıştır. Allah’tan gelen herhangi bağ hususunda bir şeyde değildirler. Yani bir koruma anlaşması yok demektir. Ama onlara bir şey yapılacağını da söylemiyor. Bu bize ‘ehl-i terk’i ifade eder. Bize dokunmadıkları zaman biz de onlara dokunmayız. Onlara başkaları dokunursa da onları savunmayız.
Topluluk içinde de bu tür grupların olacağı ifade edilmektedir. Bir bucak kendi bucağı içine çekiliyor. Ne asker veriyor, ne cizye veriyor. Ben kendi güvenliğimi kendim sağlarım diyor. Bunlarla özel anlaşma yapıp onları koruyamayız. Ama biz de bucaklarına saldırmayız. Geçişler serbesttir. Onların halkı bizim ilçemize geldiklerinde yabancı kimseler muamelesini görürler. Yani, oradakilerden birilerinin iznini alarak girip çıkabilirler. Dışarıdan gelen mallara uygulanan vergiler uygulanır. Böylece kendi ülkelerinde kalmak şartı ile tamamen hür yaşarlar. Aynı şey aşiret için de söylenebilir. Hatta kişi bile kendi ailesiyle böyle bir hayat yaşayabilir. Bu statüde il ve ülke kurulabilir.
Bu âyetin bu ifadesi bunu anlatmaktadır.
إِلَّا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ (EilLAv EaN TatTaQUv MİNHUM)
“Sadece onlardan ittika etmeniz şartı ile onlarla velayet kurabilirsiniz.”
Yani, onlar size saldırmayacak, siz de onlara saldırmayacaksınız. Diğer mümin devletlerle araları açılsa bile, birbirleriyle savaşmayacakları anlaşmasını yapabilirler. Yani, kâfirlerle savaş dayanışması yapılamaz. Kâfirlerle savaşmama anlaşması yapılabilir. Bu anlaşma diğer mümin devletlere yardım cevazını veya vücubu kaldırmış olabilir. Onlardan korunmak için anlaşmalar meşru ise de, başkalarına saldırmak için anlaşma gayri meşrudur. Türkiye İran’la böyle bir anlaşma yapabilir. Biz birbirimize saldırmayacağız denebilir. Amerika ile de benzer anlaşma yapılabilir. İran’la Amerika arasında bir savaş çıkarsa Türkiye tarafsız kalabilir. İşte bu tür anlaşmalar meşru kılınmıştır.
تُقَاةً (TuQAvtın) “Takıy olarak.”
Korunmuşlar olarak ittika ederseniz, o zaman sizlere onlarla işbirliği yapmanız caizdir.
Buradaki istisna munkatı istisnadır. Onlarla tevliye caiz değildir ama ittika caizdir.
Arapçada kökler değişik manalara gelir. O zaman masdarlar farklı söylenir. “Vıkaye” bir masdardır. Müteaddidir. “Takıy” de masdardır ama azim bir masdardır. İttika, vıkayeyi kabul etme anlamındadır. Takıyye ise vıkayeden yararlanmadır. Yani, karşı tarafla savaşa girmemek demektir. O sebepledir ki burada masdarı zikretmiştir. Yani, sadece korunma amacıyla, karşılıklı saldırıları durdurma amacıyla anlaşmalar yapılabilir. Üçüncü kişilere gerekirse saldırma amaçlı anlaşmalar yapılamamaktadır.
“Tukat”ın aslı “Vukat”tır. Müfredi de “Vakıyye”dir. “Takıyye” olmuştur. “Takıyye” korunmuş olma demektir.
Tevbe sûresindeki cizye âyetiyle tearuz vardır. Orada kıtali emretmekte, burada ise terki teşri etmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Tevbe âyetinde savaşa başlamış kimselerin savaştan sonraki anlaşmalarını ifade eder. Çünkü “Hattâ” kelimesi kullanılmıştır. Burada savaş olmadan bu durumda olanların hükümlerini içermektedir. Kâtılû hattâ o zamana kadar savaşın anlamı çıkar. Buradan çıkaracağımız başka bir hüküm de, ‘cizye ehli’ sonra ‘terk ehli’ olamaz. Yani, nasıl ‘nöbetli’ olan ‘cizyeli’ olamazsa, ‘cizyeli’ olan da ‘terk ehli’ olamaz.
وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ (Va YuPaüÜıRu KuMu elLAHu) “Allah sizi kendi nefsinden tahzir eder.”
“Hazer etme” sakındırma demektir. Uzak tutma demektir. Allah kendi nefsinin işlerine karışmanızdan sizi uzak tutar. Bu da haksız yere başka insanlara hükmetmenizdir. Yeryüzü bütün insanlarındır. Şeriat içinde herkese yaşama hakkı tanınmıştır. Çalışma hakkı tanınmıştır. Dikkatli olmanız gerekir. Müminler Allah’ın müsaade etmediği yerlerde ve işlerde bulunmazlar. Size saldırı olmadıkça, sizin onlara saldırmanız caiz olmaz. Burada içtihat bakımından ortaya konan esas, herkesin kendi içtihadının kendisini bağladığıdır. Kimse kendi içtihadına göre başkalarının hareket etmesini isteyemez. O takdirde ilahlık taslamış olur. Hazreti Peygamber bunu açıkça ifade etmiştir.
Yahudiler “Biz hahamlara tapmadık.” dediklerinde; “Siz onların haram yaptığını kendinize helal yapmadınız mı, helal yaptığını da haram yapmadınız mı?” diye sorunca, onlar sustular. “İşte bu onlara tapmanızdır.” dedi. İçtihadın temel hükmü budur. Bir başkasını bağlamaz. Tâbi olanlar kendi istekleri ile ona değil, onun içtihadına tâbi olurlar.
وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِير (VaEıLay elLAHı MAÖIyRun) “Ve masır Allah’adır.”
“Sara” dönüşme demektir. Yani, durumu değiştirme demektir. Hükümler Allah’a döner demektir. Yani, sizin içtihatla vardığınız sonuçlar Allah’ın verdiği hükümler anlamındadır demektir. Yani, içtihat yaparsınız, sözleşme yaparsınız, yetkililer karar alır, hakemler hükmeder. Bütün bunlara asaleten değil, hilafeten hükmetmişlerdir.
Asıl hükmeden Allah’tır demektir. Yani, kişi kararları Allah’ın kararlarına, topluluğun karalarına dönüşür. Karar verenler ehliyetlerini kaybetseler de kararlar geçerlidir. Yetkisiz biri istişare etse ve sonunda karar alsa, halk da onu yetkili sanarak onu kabul etse, sonra yetkisiz olduğu anlaşılsa, aldığı kararlar geçerlidir. Değiştirmek için yeniden istişare yapılıp karar alınması gerekir. Mahkemelerin kesin kararları sonra bozulamaz. Çünkü o kararı o mahkeme değil, Allah almış yani topluluk almış kabul edilir.
ُقُلْ (QuL) “Söyle.”
İki âyet öncesinde “Söyle” denmiş; “Allah’a söyle” ifade edilmiştir. Kişinin Allah’a ve topluluğa ait görevleri kişiye tekrar ettirilmiştir. Askerlikte ere talimat verildikten sonra, er aldığı emri tekrar eder. Aynen bunun gibi biz de aldığımız emri tekrar ettik. İçtihadımızı ona göre yapacağımıza Allah’a söz verdik. Onunla misak yaptık. Şimdi de mümine ‘çevrendekilere söyle’ denmektedir. Buradaki muhatap müminler olabilir. Buradaki ‘siz’ Türklerdeki ‘biz’ anlamına gelir. Böyle yaparsak böyle olur denmiş olur. İçtihat yapanın içtihadında tamamen Hakka teslim olması gerekmektedir.
إِنْ تُخْفُوا مَا فِي صُدُورِكُمْ (EiN TuPFUv MAv FIy ÖuDUvRıKuM)
“Sadırlarınızdakileri ihfa etseniz de söyle. Başlarınızdakini gizleseniz de söyle.”
İçtihat yaparken en önemli husus samimi olmaktır. Gerçekten Hakkı aramaktır. Bu takdirde hata ederseniz sorumlu olmazsınız. Başlarınızdakileri gizler, sonra ona göre ters kararlar verirseniz, bile bile hata ederseniz; bu Allah’ın verdiği yüksek görevi kötüye kullanmadır. Hilafeten yaptığınız bir şeyi asaleten yapmış olursunuz. Bununla beraber kimse başka kimsenin beyninde olanı bilemeyeceği için kimseye karışma hakkımız yoktur. Herkes kendisi için karar verecek, Allah için karar verecek ve amel edecektir.
أَوْ تُبْدُوهُ “Onu ibda etseniz de, onu ortaya koysanız da Allah onu bilir.”
Dolayısıyla, bir şeyi gizlemeye kalkışmadan önce bütün artı ve eksileri ortaya koyup kararınızı veriniz. İçtihadınızı böyle yapınız. Allah’ın indirdiği Furkan’ı böyle kullanınız. İnsan içtihadı yaparken başta Allah’ın onu gözetlediğini bilecek ve hükmünü öyle verecek. Böyle yapmazsa hesabını Allah’a verecektir. Hakimlerin ve soruşturmacıların delillerini açıklamaları gerekmiyor. İsterlerse açıklarlar, isterlerse gizlerler. Ancak delillerini tesbit edip saklamaları gerekmektedir. İleride kendileri aleyhine bir dava ikame ettiklerinde onu şahitlere ve hakemlere ibraz edip kendilerini savunmalıdırlar. Baştan ise istedikleri kadar açıklayabilirler. Ama şahitlere ve hakemlere açıklamak zorundadırlar.
يَعْلَمْهُ اللَّهُ (YaGLaMHu elLAHu) “Allah onu bilmektedir. Yahut ilmedecektir.”
Burada muzari sigası kullanılmıştır. Çünkü topluluk ileride onu bilecektir. Bir kimse içtihat yapıp karar aldığında onun delillerini başkalarına açıklamak zorunda değildir. Ama ileride mağdur olanlar hakemlere baş vurduklarında, onlara kararlarının dayanaklarını göstermek zorundadırlar. Nasıl düşündüğünü, bu karara nasıl vardığını şahitlere ve hakimlere açıklamak durumundadır. Soruşturmacılar da, hakemler de yargılanırlar. Bile bile ve ihmal sebebiyle hatalı karar vermişlerse sorumlu olurlar. Eski kararlar bozulmaz ama hakemlerin akileleri bu mağduriyeti giderirler. Buradaki “Ya’lamhullah” ifadesi bunu göstermektedir.
وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va YaGLaMu MAv FIy elSaMAvVaTı Va eLEaRWı)
“Ve semada olanları ve arzda olanları da ilmediyor.”
Kâinat’ta olan her şeyi ilmetmektedir. Allah kaderde her şeyi geçmişte biliyor. Ama sonra kaza olunca da kaza olduğunu biliyor. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilmektedir. Ona göre hükümler koymaktadır.
Tabiî ve sosyal kanunlara uyarak içtihat yapınız. Kur’an’ı öyle manâlandırınız. Allah bunu bilmemiş, dolayısıyla hata etmiş demeyiniz. Bugün insanlar ilmen yanlış olduğunu bile bile kendi heveslerine uymuyor diye karşı çıkmaktadırlar. Bugün çok evlilik böyledir. Bunun sünnetullah olduğunu herkes biliyor ama yine de karşı çıkıyorlar.
İçtihatlarınızı sakın modalara ve sömürücülerin sömürme araçlarına göre yapmayın.
وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (Va elLAHu KülLü ŞeYEin QaDIyRun)
“Allah her şeye kadirdir. Allah her şeye yetendir, her şeyi ölçülendirendir.”
Âyette Allah’ın her şeyi bildiğini bildirdikten sonra, bildiğini ve istediğini yapmaya gücü yeten olduğunu ifade etmektedir. Ölçülendiren olduğunu söylemektedir. İşte aslında içtihat budur.
Kur’an bir şeyi bize emretmektedir. Mesela, Allah bize adaleti emretmektedir. Zilkurbaya verilmesini emretmektedir. İhsanı emretmektedir. Ancak Kur’an burada adaletin ne olduğunu tarif etmemektedir. İhsanı tarif etmemektedir. Zilkurbayı tarif etmemektedir. Onların tarifini ve onları yerine getirecek mekanizmaları oluşturmayı bize bırakmaktadır. Bunların hepsi ölçülüdür. Allah her şeyi takdir etmiştir. Ancak bunların ortaya çıkarılmasını da içtihada bırakmıştır, ilme bırakmıştır.
“Kadir” kelimesini nekire kullanmakla topluluğun bunları takdir etmesini istemektedir. “Zilkurba” yaşlılardır, sakatlardır. “Yetama” ise küçüklerdir, doğuştan sakatlardır. Biz bu tanımı yapıyoruz. Nasıl yapıyoruz? Allah Kur’an’da her şey vardır dediğine göre, yetimler için hüküm vardır. Yaşlılar için de olmalıdır diyoruz. Zilkurba hakkında başka bir yorum da yapamıyoruz. Böyle yorumluyoruz.
Başkaları da bunu peygamber nesline göndermektedirler. Bu yorum sultanların kendi yerlerini sağlamlaştırmak için verdikleri rüşvettir. Yoksa bu âyetin buna delâlet ettiğine dair ne hadis var, ne de Kur’an’da herhangi bir işaret vardır. “Akrebinnebiy” demiyor, “Zilkurba” diyor. Yakınlardan değil, yakınları olanlardan bahsediyor.