I. BÖLÜM
CANLI VE CANLILIK
Canlı nedir? Canlı, birbirine benzeyen (ve/veya benzemeyen) pek çok varlığın, birbirlerine benzemeyen fonksiyonlar üstlenip, birbirleri arasında ortak ilişkiler kurmasıyla oluşan, yeni ve diğerlerinden farklı bir varlıktır. Bu varlığı oluşturan birimler arasında mutlaka bir organizasyon, bir işbirliği ve iş bölüşümü vardır. Esas olarak canlılığı oluşturan da bu iş birliği ve iş bölüşümüdür. Klasik tarif ile böyle bir varlığın gösterdiği; üreme, beslenme, solunum, irkilme, hareket, büyüme ve boşaltım gibi özelliklere “canlılık özellikleri” diyoruz. Ancak tarifi böylece alırsak “virüsler” bu canlılar arasında olmaz. Öyleyse tarifimizi bir daha gözden geçirelim mümkün olan tüm canlıları (hatta virüsleri ve daha sonra varsa keşfedilebilecek diğer canlıları da) kapsayacak şekilde özetleyelim:
Felsefi olarak canlı, “gaye (amaç)” sahibi olan varlıktır. Bu gaye, varlığını devam ettirmedir. Canlı; önce bizatihi kendi varlığını, sonra da kendisinin aynı olan bir nesil yetiştirerek soy varlığını devam ettiren varlıktır. Canlılık; neslini ve varlığını devam ettirebilmek için, aslında birbirine benzeyen, çok, pek çok varlığın, bir araya gelerek birbirine benzemeyen fonksiyonları aralarında organize ederek, işbirliği yapmasıdır. Bu gaye onun DNA’larında programlanmıştır. Bitki ve hayvanlarda DNA zincirleri (kromozomlar), bakterilerde sadece DNA’lar (kromozom yok), virüslerde ise genom (DNA parçacığı) bulunur. En büyük tartışmalardan biri, bu DNA’ların tesadüflerle mi, yoksa bilinçli olarak mı meydana geldiğidir. Bu konu, kanımca, insanlık var oldukça tartışılmaya devam edecektir.
TESİS (HARDWARE), İŞLETİM (SOFTWARE)
Öyleyse tarifimizi iyice yalınlaştıralım: “CANLI, PROGRAMI (SOFTWARE) OLAN CANSIZDIR.” Bir programla organize edilen cansızların (inorganik varlıkların) oluşturduğu yeni varlığa; “canlı varlık” (organik) diyoruz. Bu oluş, varlığı meydana getiren her hücrenin kendi DNA’sındaki programla sağlanır. İnsanı örnek alırsak, oluşum tamamlandıktan sonraki işletim ise beynindeki program sayesinde olur. Bu programın çalıştırıcısı olan bilgisayar beyindir. Bunun korunması için bir başa ihtiyaç vardır. Dış dünyadan bilgi aktarımı için beş duyuya, hatta kızılötesi iletişimi kullanan bilgisayarlar gibi “telepati”, “ilham” ve “rüya” gibi yollarla kablosuz iletişim kuran sistemlere, bu sisteme enerji sağlamak için kan dolaşımına, bu enerjinin temini için beslenme, sindirim ve boşaltım sistemine, sistemler arasındaki iletişim için sinir sistemine, bu varlığın devamını sağlamak için üreme sistemine, bütün bunların sürekliliğini için gereken ekonomik faaliyetlerin yapılabilmesi için de kas ve iskelet sistemine, sosyal ilişkileri oluşturmak için de konuşma sistemine ihtiyaç vardır. Yani, sadece bir programdan ibaretiz. Geri kalanların hepsi yalnızca bu programın işletilmesi için gerekli olan gereçlerdir (hardware). Bu programa ben, ŞUUR (BİLİNÇ) diyorum. Hücrelerin DNA’larındaki programa gaye(amaç), insan beynindeki programa da şuur(bilinç). Beynimiz ise tam bir bilgisayardır; onun toplam işlem kapasitesine AKIL, işlem hızına ise ZEKA diyebiliriz. Evreni oluşturan ve çalıştıran programa ise……… Henüz gerekli matematiği oluşturulup, fiziksel olarak da ölçülemediği için, “metafizik” olarak adlandırılabilecek olan bu konudaki bazı öngörülerimi kitabın son bölümüne bıraktım. İlgi duyanlar o bölümleri de okuyabilirler.
Milyonlarca türü olan bitki, hayvan ve diğer canlılar, nesillerinin devamı için inanılmaz çeşitli yöntemler kullanırlar. Bitkiler bu konuda olağanüstü harikadırlar. Çiçekler, döllenebilmeleri için, arıları usareleri ve çeşit çeşit renkleri ile kendilerine davet eder ve onlar ondan istifade ederken çiçekten çiçeğe konan arılar sayesinde onlara çiçek tozlarını (polenlerini) taşıtarak kendi döllenmelerini temin ederler. Kimileri tohumlarının başka yerler taşınması için rüzgarı kullanırlar, tohumları rüzgarla sürüklenebilecek kadar hafiftir. Kimi ağaçlar ise, türlerine göre ya bir meyvenin içinde binlerce çekirdek ya da binlerce ayrı meyve üreterek onları kuşların, insanların ve diğer hayvanların yemesini sağlarlar. Buradaki ayrıntı inanılmazdır. Meyveyi yiyen canlı onu sindirir ama içindeki çekirdeği sindiremez. Çünkü onu imal eden bitki, ürettiği meyvelerinin içindeki tohumları (çekirdekleri) onları yiyen hayvanların ve insanların midelerinin sindiremeyeceği bir madde ile kaplamıştır. Bu çekirdekleri üreten bitki, mide asitlerini nasıl tahlil etmiş ve o asitlerin eritemeyeceği bir maddeyi üretip, sadece çekirdekleri onunla kaplamıştır? Önce üreme için, çekirdeği düşünmüş; çekirdeği taşıtmak için canlılara yem (tuzak) olması için etrafını meyve ile kaplamış, belirli bir süre dayanabilmesi için onu da bir mum tabakası ile kaplamış, ama bunu yiyen canlıların çekirdeklerini de sindirdiklerini görünce laboratuarında, topraktaki ve atmosferdeki muhtelif maddeleri kullanarak hangisinin mide asitlerinde erimediğini bulmuş ve bundan sonra tohumlarını hep böyle kaplamış, bunu sadece kendi varlığında yapmamış, kendisini de oluşturan DNA’larına yazmış ve milyonlarca yıldan beri yaşamayı başarmıştır. Yani, “içgüdüler” böyle mi oluşur? Milyonlarca yıldan beri bu meyveleri yiyenler bazen onu düşürerek, genellikle de yedikten sonra, bu tohumu onun ağacından daha uzak yerlerde dışkılıyarak tohumları tüm yeryüzüne yayarlar. Özellikle de göçmen kuşlar milyonlarca yıldan beri kıtalar arası tohum taşıma görevini görmektedirler. Hayvanların da bazıları doğurarak, bazıları yumurtlayarak ürerler. Bozulan hücrelerini tamir etme, eskiyeni yenisi ile değiştirme ve sonunda eskiyen tüm bedeninin yerine yeni beden koyma hep onun genlerindeki programla olmaktadır. Bu program onun doğuştan yapısında mevcuttur.
İÇGÜDÜ
İnsan da dahil bütün canlılar varlıklarını devam ettirecek biyolojik gereklilikleri genlerindeki program sayesinde yaparlar. Kendinize bir bilgisayar aldığınızda nasıl ki, onun içinde kendi iç yapısı, hard disk, ram, disk drive ve diğer bütün aksamlarının çalışma bilgileri içindeyse, canlının da bütün organlarının çalışması, birbirleriyle dayanışması ve benzeri gereksinimler hep genetik olarak kodlanmıştır. İşte hayvanlarda ve hatta bitkilerdeki bu yaşama fonksiyonlarının otomatik olarak yerine getirilmesi, “içgüdü”dür. Bu onların DNA’larındaki bilgiler (kodlanmış programları) sayesinde olmaktadır. Makro hayvanlarda pek az olmakla beraber bazı davranışların sonradan öğrenilmesi de mümkündür. Anne gözetiminde geçen sürede bazı çevre bilgileri küçüğe öğretilmektedir. Sadece insanda bulunan ve insanı diğer hayvanlardan ayıran bir takım özellikler ise onun beyni sayesinde sonradan kazanılmaktadır. İnsanın bilgisinin büyük çoğunluğunu sonradan edinir. Bazı antropologlar insandaki içgüdüsel davranışın sadece “emme”** eylemi olduğunu söylüyorlar. Halbuki en basitinden mesela nefes almayı, işemeyi de biliyor yeni doğan bebek. İşeme sürekli bir eylem değildir. Kesikli bir sürekliliktir. Biriktirilir ve periyodik olarak da boşaltım vanaları açılır ve dışarıya atılır.
GAYE (Amaç), ŞUUR (Bilinç)
Evrendeki canlı ve cansız varlıkları ayıran esas özellik bu gayedir. Cansız varlıklarda da aynı elementler, aynı atomlar vardır ama onların gaye denen bir programları yoktur. Program ile, o programı işleten cihazın farkını ileriki bölümlerde izah etmeye çalışacağız. Canlı ile cansız varlıkları ayıran gayedir, peki, insan ile diğer canlıları (hayvanları) ayıran nedir? Kendi varlığının farkında olan, hareketlerini ve çevresini düzenleyebilen ve bilgi biriktirerek hem davranışlarını hem de çevresini değiştirip geliştiren tek canlı insandır. İnsandaki bu özelliğe “şuur (bilinç)”** diyoruz. Yeryüzünün tek bilinçli varlığı insandır. Şimdilik evrende yeryüzündekinden başka canlılar, hele de şuurlu canlılar olup, olmadığını bilmiyoruz.
İNSAN VE MELEKELERİ
İnsanın yeryüzündeki tek bilinçli canlı olduğunu söyledik. Peki bu bilinci hangi melekeleri ile kullanır? İnsanın pek çok özelliği diğer hayvanlarda da kısmen vardır. Biyolojik fonksiyonların hepsi aynıdır. İnsan da yer, içer, uyur, dışkılar, güler, ağlar, kızar, şefkat gösterir, özler, unutur, kıskanır… Bu eylemleri, kısmi de olsa hayvanlar da yaparlar. Ama sadece insana özgü 4 meleke (yetenek) vardır ki, hiçbir hayvanda bu gözlenmez. Bu dört meleke, sadece insana özgü olan, çok kompleks bir beyin korteksinin (kabuğunun) ürünüdür. Bunlar sırasıyla His (duygu), Fikir (düşünce), İrade (davranış) ve Ünsiyettir (sosyal yönseme). Psikoloji bilimi; sosyoloji ilminin doğmasına kadar, insanı, sadece duygu, düşünce ve irade yeteneği ile tarif ediyordu **(Akdemir, 43) Aristo, politika adlı eserinde; “İnsanla öteki hayvanlar arasındaki gerçek ayrılık, yalnız insanların iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, haklı ile haksızı sezebilmeleridir” demekte; faydalı ile zararlı olana da işaret etmektedir. **
İnsanın his (duygu) yeteneği, iyi ile kötüyü, başka bir değişle güzel ile çirkini ayırt eder. Bu yeteneğin topluluk içinde sosyalleşmesi “dini” ve sanatsal müesseseleri (kurumları) doğurur. İnsanın fikir (düşünce) yeteneği, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt eder. Bu yeteneğin topluluk içinde sosyalleşmesi ile “ilmi” (bilimsel) kurumlar oluşur. İnsanın irade (davranış) yeteneği, fayda ve zararı ayırt eder. Bu yeteneğin topluluk içinde sosyalleşmesi ile “iktisadi” (ekonomik) kurumlar oluşur. Nihayet insanın dördüncü yeteneği olan ünsiyet (sosyal yönseme) ise, adalet ve zulmü, yani haklı ile haksızı ayırt eder. Bu yeteneğin sosyalleşmesi ile de topluluk içinde başta adalet (dengeleme) kurumları, en sonunda da devlet olmak üzere, “siyasi” (yönetim) kurumlar oluşur.
Fikir insanın “doğruyuXXXXXXXXXXX………… Akdemir, Devletin Unsurlarından al….
DOĞUM, ÖLÜM, ÖMÜR
Esasta bir olmakla beraber, canlılık özellikleri, canlıdan canlıya farklılıklar gösterirler. Beslenme özelliği, beraberinde boşaltım özelliğini de getirmektedir. Hareket, bitkilerde hormonlar vasıtasıyla olduğu için oldukça yavaş, hayvanlarda ise hem hormonlar hem de sinirler vasıtasıyla olduğu için daha çabuktur. Büyüme, hayvanlarda belirli bir yaşa kadar, mesela insanda 21 yaşa kadar olduğu halde, bitkilerde sınırsızdır. Üreme özelliği ise, canlılığın bir şartı olmamakla beraber, genelde canlıların çoğu eşeyli üreme ile, az bir kısmı da eşeysiz üreme ile çoğalırlar. Her varlığın olduğu gibi, her canlı varlığın da bir başlangıcı (DOĞUM), ve bir de sonu (ÖLÜM) vardır. Bu arada geçen süreye de ÖMÜR diyoruz.
KİMLER CANLIDIR?
GERÇEK CANLILAR
TÜR
Gözle görülmeyen tek bir hücre de, 30-40 tonluk balinalar da, ömrü birkaç saniye ile sınırlı olan bazı bakteriler de, 3.000 yıl yaşayabilen sekoya ağaçları da canlı olarak kabul edilmektedir. Demek ki canlılar için zaman, büyüklük, miktar gibi belirli herhangi bir şekil zorunluluğu bulunmamaktadır. Ömürleri ne olursa olsun, büyüklükleri ne olursa olsun, miktarları ne olursa olsun bunlar gerçek (biyolojik) canlılardır. Bugün yeryüzünde yaşayan, daha önce yaşamış ve türleri yok olmuş canlılar aleminin her biri türü, ayrı ayrı canlıdırlar. Bunların ait oldukları biyolog ve antropologlarca tasnif edilen üst gruplar** da sırasıyla gerçek canlılardır:
ALEM
Hidrojen (element) kendine has özellikleri olan bir cansız varlıktır. Oksijen de ayrı bir varlıktır. Ama iki Hidrojen ile bir Oksijeninin birlikteliğinden üçüncü ve diğer ikisinden tamamen farklı bir varlık olan ve yine cansız olan su meydana gelmektedir. Artık bu yeni varlık ne hidrojendir, ne oksijendir. Canlılığın temeli olan bu maddenin taşıdığı özellikler, kendisini oluşturan iki bileşeninde hemen hemen hiç yok gibidir. Böyle iki ayrı varlıktan su gibi faydalı bir varlık oluşacağını öngörebilmek son derece düşük bir olasılıktır. Birden çok varlık bir araya geldiğinde sadece bir kalabalık, bir yığın oluşturuyorsa, o yeni bir varlık sayılmaz; ama bu topluluk bireylerinden farklı ve kendine özgü vasıflar gösteriyorsa o yeni bir varlıktır. Yeni varlık canlı da olabilir, cansız da. Mesela aile dediğimiz varlık böyledir. Baba, anne, çocuklar ayrı, ayrı canlı varlıklar olduğu halde, aile bir insan yığını olarak kabul edilmez. O, yeni bir varlıktır. Her ailenin bir başlangıcı (doğumu), bir ömrü ve nihayet de ölüm veya boşanmayla vuku bulan bir sonu vardır. Bu arada gelişir, değişir, vs... Topluluğu oluşturan bireylerin her biri ayrı, ayrı canlı olmakla beraber; topluluk olarak ayrı bir varlıktırlar ve canlıdırlar. Bunları da gerçek canlılar kabul edebiliriz. Nitekim bitkiler alemini kendi içinde, hayvanlar alemini de kendi içinde bir bütün olarak canlı kabul ediyoruz. Daha da basitleştirelim:
Bir tuğla tek başına bir varlıktır. Meydana geldiği topraktan farklı bir şeydir. Tuğlalardan oluşan duvar da ayrı bir varlıktır ve tuğlalardan oluşan bir yığın olarak düşünülmez. Oda ise ayrı bir varlıktır ve duvarlardan oluşur, yani tuğlalardan oluşur. Oda da tuğla yığını olarak düşünülmez. Demek ki, bir şey ayrı bir varlık ise, onun mutlaka ayrı bir adı olmalıdır. Buradan şu genelmeyi yapabiliriz: Mevcut ne kadar farklı ad varsa o kadar varlık vardır.
İnsan hücresi tek başına canlıdır. Hücrelerden oluşan insan da kendisini oluşturan hücrelerden farklı olarak, başka bir canlıdır. İnsan düşünüldüğünde, kendi içinde canlı birer varlık olan hücreler, adeta duvardaki tuğlalar gibidirler. Değişik büyüklüklerdeki organize insan toplulukları, bütün insanlık düşünüldüğü zaman, onu meydana getiren insanlar sadece birer tuğla, sadece birer hücre olarak düşünülür ve öyle değerlendirilir. Demek ki, organize olan insan toplulukları, bütün insanlar da canlıdırlar, hem de gerçek canlıdırlar. Böylece devam edersek, Dünya bir bütün olarak, Kainat da tüm elemanları ile beraber birer canlıdır. Her birini ayrı, ayrı incelersek, canlıların gösterdikleri özellikleri onların da gösterdiklerini görürüz.