(Okumanız, eleştirmeniz ve katkıda bulunmanız dileğiyle...)
GİRİŞ
Günümüzden yaklaşık 500 yıl önce, Batı uzun bir durgunluk devresinden çıkıp, gelişmeye, canlanmaya başlamıştı. Yaklaşık 1000 yıldan beri sürekli gelişen ve büyüyen, Doğu ise duraklamaya başlamış, kendisini geliştiren dinamiklerini yenileyemez olmuştu. Bu, tabii bir süreç idi. Zirveye olan Doğu, canlılarda görülen yaşlanma hastalığına yakalanmış ve o güne kadar elde ettiği ilimle ölümünü önleyememiş, sadece ömrünü uzatabilmişti. Batı ise ergenlik çağındaki bir genç gibi her şeyi öğrenmeye, adeta sınırsız gençlik enerjisiyle çalışmaya ve gelişmeye başlamıştı. Binlerce yıldan beri devam edip duran “nöbet değişimi” son olarak bu tarihlerde yaşanmıştı. Aşağıda bazı yönlerden incelediğimizde göreceğiniz gibi, önümüzdeki dönemde bu roller, -yerleşik medeniyete geçilmesinden sonra 8 kere tekrarlandığı gibi- tekrar değiştirecektir. Doğu; yeni bir dinamizm yakalayacak, Batı da zirveye çıktıktan sonra, biriktirdiği varlığı tüketmeye başlayacaktır. Bu niçin böyle olmaktadır? Bundan sonra da hep böyle mi olacaktır? Bu gerçekten bir sosyolojik kanun, değişmez bir doğa yasası mıdır? Bizce bu incelemeye değer...
Batı hızla zirveye doğru varmaktadır. Bankacılık ve finans, bilim ve iletişim, ekonomik ve askeri üstünlükleri ile neredeyse tüm dünyanın kontrolünü ele geçirmek, Batı’yı, varılabilecek en son zirveye taşımaktadır. Kanaatimce Batı, önümüzdeki ilk on yıl içinde dünyadaki finansın, basın-yayının, iletişimin, enerjinin neredeyse tamamını kontrol ederek, toprak kazanımına gerek olmadan, adeta bir dünya imparatorluğu kurarak, ekonomik ve siyasi zirvesine çıkmış olacaktır. Eğer varılan nokta zirve ise, geleceğin sadece inişten ibaret olacağı tabiidir. Zira adı üstünde zirve, en yüksek noktadır. Eskilerin deyimiyle “kemalden sonra zeval”...
Rönesans’la 17. ve 18. Yüzyıllarda önce teorik olarak ilmi keşifler yapılmış, 19. ve özellikle 20.yüzyılda ise bu ilmi keşifler pratiğe uygulanmıştır. Bu arada pek çok yeni bilim dalı da ortaya çıkmıştır. Bu ilmi gelişmelerin pratiğe uygulanabilmesi için gerekli olan sermaye terakümü ise, Batıda uygulanan Kapitalizm, Doğuda uygulanan Sosyalizm ile temin edilmiştir. Bütün acılarına rağmen insanlık bu döneme çok şey borçludur.
Gelişen yeni bilimlerin ışığında insanoğlu kendi geçmişini de incelemiş; başlangıcı ve gelişimi ile ilgili değişik varsayımlar ve izahlar ortaya koymuştur. Her yeni bilgi bizi daha kesin tahliller yapmaya götürüyorsa da bugün için görünen odur ki, evrenin başlangıcı, hayatın başlangıcı, insanlığın başlangıcı ve gelişimi hala muğlaktır.
Batıdaki bunca ilmi gelişmelere karşılık Müslümanların (diğer Doğuluların da farklı olduklarını sanmıyorum) durumu daha da şaşırtıcıdır. Onlar insanlık tarihini, “Peygamberler Tarihi” diye yazılmış kitaplarda anlatmakta, yaklaşık 1000 yıldan beri aynı sözleri tekrarlamaktadırlar. Astronomi, Jeoloji Antropoloji, Sosyoloji, vb. bilimlerin yeni bulguları ile kendi anlattıklarını hiç karşılaştırmamakta, mevcut olan çelişkileri hiç düşünmemektedirler. Çoğunun bunlardan haberi bile yoktur, ya saçma kabul etmekte, veya bunları görmezden gelmektedirler.
Bütün insanlarda sevdiklerini yüceltme, övme, olduğundan büyük gösterme, en azından onları mükemmelleştirme hastalığı vardır. Bunu kötü niyetle yapmazlar ama başkaları için normal düşünme yollarını da kapatmış olurlar. Müslümanlar da aynısını yapmaktadırlar. Peygamberleri adeta insan üstü varlık haline getirmekte, onlara noksanlığı yakıştıramamaktadırlar. İlk insan Ademi(AS) de, bir peygamber olduğu için mükemmelleştirmekte ve adeta bizim yaşadığımız bir hayata yakın bir hayat yaşadığı şeklinde tasvir etmektedirler. Onu da giyindirmekte, yazı yazdırmakta ve bir çok sanatları icra ettirmektedirler. Binlerce kilometrelik seyahatler yaptırmaktadırlar. Jeolojinin, antropolojinin bizlere bildirdiği taş devri, ateşin bulunması, tekerleğin bulunması, maden devri gibi devirler sanki onlar için yok gibidir. Hayatın ve insanlığın sürekli bir gelişim içinde olduğunu gördükleri halde, geçmişte de böyle olageldiğini akıllarına bile getirmemektedirler.
Ehli Sünnete göre akıl ile nakil çatışmaz. Çünkü, ikisi de aynı kaynaktandır. Eğer ikisi arasında (şimdilik) bir tearuz, bir tenakuz varsa, nakil akla göre tevil edilir. Öyleyse yapılması gereken şudur: Bugünkü ilmin ulaştığı son ve kesin (üzerinde icma, yani ittifak edilmiş) sonuçlar ile Kuran’ı (hatta diğer kutsal kitapları da) yeniden anlamak. Eğer Kuran çağlar üstü ise, onu her çağda yeniden anlamalıyız. O ancak böylece, kıyamete kadar rehber ve yol gösterici olmaya devam edebilir. Gelişme ve tekamül durmayacağına göre, yeniden anlama da durmayacaktır. Bir gün tekamül durursa, kıyametin saati gelmiş demektir.
Bu kitapçıkta Ademoğullarının başlangıcı ve kronolojik evrelerine yönelik bazı yeni varsayımlar bulacaksınız. Bugünkü bilgiler ile nakli kaynakları çakıştırmaya çalıştım. Bunun için matematiği, jeolojiyi, pedagojiyi, antropolojiyi, biyolojiyi ve diğer ilimlerin verilerini de kullandım.
Birinci bölümde mümkün olduğunca pozitif bilimlerin verilerini kullandım. Eğer gözden kaçan bazı yerlerde kutsal metinlerden alıntılar varsa, sadece bilgi için olup, ispat amaçlı kullanılmamıştır. İkinci bölümde yeryüzünde yaşayan insanların yaklaşık yarısını oluşturan ve klasik deyimiyle “ehl-i kitap” olarak bilinen Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen Tevrat’ı (Hz. Musa’nın beş kitabını) erginlik teorisi açısından incelemeye çalıştım. Üçüncü bölümde ise erginlik teorisi ile sadece Müslümanlarca kutsal sayılan Kuran arasında, ilk aklımıza gelen benzerlikler ve çakışmaları inceledim. Bu her üç bölümde elimden geldiğince genel bilinenleri, daha önce başkaları tarafından söylenenleri, yazılanları, hem nitelik olarak, hem de nicelik olarak tekrar etmemeye çalıştım. Yeni şeyler söylemeye çalıştım. Konuları kısa paragraflar halinde vermeye gayret ettim. Belki de bu durum bazı konuların anlaşılmasını güçleştirmiş olabilir. Eğer kısmet olursa, bu kitapçığın sonraki baskılarında, okuyucudan gelen talep, eleştiri ve katkılarla anlaşılması zor olan konularda eklenen izahlar ile matematik ve pozitif bilimlerle izahları yapılmış bir sosyoloji eki yazabilmeyi ümit ve niyaz ediyorum. Son bölümde ise şimdilik ispatı daha zor görünen şeyler var. Düşünmeyi, tartışmayı unutan beyinleri yeniden harekete geçirmeye vesile olabileceğini sandığım, “bu da nereden çıktı?” diyebileceğiniz sorular bulacaksınız. “Fikir suçu yoktur” prensibini işletip, her konuda, varlık, yokluk, yaratan, yaratılan, hesap, adalet, gelecek, geçmiş, cennet, cehennem gibi, nedense “metafizik” gibi algılanan konularda da sorular sorup, yorumlar yapmaya çalışacağım. İnsanlığın geleceğinde, yüzlerle ifade edilen yıllarda matematiğin girmediği sosyal bilimler, binlerle ifade edilen yıllarda da metafizik konular kalmayacak. Galiba bu bölümü kelam ve felsefeye ilgi duyanlar ilgiyle okuyacaklardır. Her yeni medeniyet, yeni esaslar üzerine kurulur... Önümüzdeki yaklaşık 150 yıl bunların tartışıldığı ve yeni bir medeniyetin esaslarının oluştuğu yıllar olacaktır.
Bana ilmi sevdiren, araştırma yapmaksızın hiçbir şeyi kabul etmemeyi belleten, başka hiçbir yerde bulamayacağım bilgileri öğreten, metodsuz (usul-ü fıkıhsız) hayatı anlamanın mümkün olmadığını bizlere kavratan üstadım, gelecek medeniyetin ilk mimarlarından Yük. Müh. Süleyman Karagülle’ye, eleştiri ve katkıları ile beni destekleyen onun talebeleri olan Akevler mensubu arkadaşlarıma müteşekkirim. Allah onlardan razı olsun.